Sual: 72 bidat fırkası arasında zikredilen müşabbihe fırkasının tarihi serüveni nasıldır? Başlıca inanışları nelerdir? Kaç kısma ayrılmıştır?
Cevap: Allahü teâlâyı başka cisim ve varlıklara benzeten, Kur’ân-ı kerîmdeki müteşâbih âyetleri zahir mânâsına göre açıklayıp, Allahü teâlânın el ve yüz gibi uzuvlarının olduğunu iddia ederek doğru yoldan ayrılan fırka. Allahü teâlâya cihet ve mekân izafe ederler. Müstakil ve sistemli bir fırka olmaktan çok, umûmî olarak bu îtikâda sâhib olan kişi ve gruplara müşebbibe veya mücessime adı verilir.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyi ve sellemin Eshâb-ı kiramı ve Tabiîn; Kur’ân-ı kerîmdeki Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili âyet-i kerîmelerin ilâhî kelâm olduğuna hükm ederek ona îmân etmişler, te’vîline girişmemişler, bununla beraber teşbihi de düşünmemişler; “O âyetleri nasıl geldiyse öyle okuyunuz. Yâni onların Allah katından geldiklerine îmân ediniz. Te’vil ve tefsîrine girişmeyiniz. Çünkü bunların imtihan için gelmiş olması mümkün olduğundan, orada durmak ve boyun eğmek gerekir” demişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine nisbet ettiği sıfatların mâhiyetini, hakîkatini insan aklının idrâkten âciz olduğunu îtirâf etmiş, sıfatların zahirine îmân etmişler, bu sıfatların aslını karıştıran, sorup soruşturanlara karşı şiddet göstermişlerdir. Hicrî 1. asrın sonundan îtibâren müslümanları içerden parçalamak isteyen ve müslüman gözüken münafıklar ile Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine kendi akıllarına göre mânâ vermeye kalkışanlar oldu. İçlerinden bir kısmı, Kur’ân-ı kerîmde geçen; “Yed=el”, “Kadem=ayak”, “Vech=yüz” gibi kelimelere zahir mânâlar vererek, Allahü teâlânın zâtı hakkında teşbîhe yâni benzetmeye gittiler. Mutlak tenzih âyetlerine muhalif olarak açık bir tecsîme (Allahü teâlâya cism isnâd etmeye) kalktılar. Bir başka grub da; “Cihet”, “İstiva”, “Nüzul”, “Savt”, “Harf” gibi vasıfların zahirî mânâlarını kabul ederek Allahü teâlânın sıfatlarıyla ilgili olarak teşbîh görüşüne sâhib oldular. Böylece müşebbihe ve mücessime denen sapık bir fırka ortaya çıktı.
Allahü teâlâyı başka varlıklara benzeten teşbîh ve tecsîm fikrini ilk defa ortaya atan Abdullah ibni Sebe ile, hicrî 1. asrın sonunda ve 2. asrın başlarında yaşayan Hişâm bin Salim el-Cevâlikîve Hişâm bin el-Hakem gibi kimselerdir. Bunların iddialarına göre; “Mâbûdları cisimdir, sonu ve sınırı vardır. Uzunluk, genişlik ve derinlik sahibidir. O parlak bir ışıktır. Her tarafına ışık saçan yuvarlak bir inci misâli parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı, kokusu vardır. Rab, giden-gelen bir cisimdir. Bâzen hareket eder, bâzen da hareketsiz durur. O, kendi karısıyla 7 karıştır.” Bu sapık fikirleri hicrî 2. asır boyunca savunan kimseler bulundu. Bu kimselere cevap veren İmâm-ı Mâlik, bir defasında teşbih fikrini savunanlara; “Sizi bid’atlerden sakındırırım” buyurdu. “Ey Ebû Abdullah! Bid’atler nelerdir?” denilince, o, cevaben; “Bid’atçılar o kimselerdir ki, Allahü teâlânın isimleri, sıfatları, kelâmı, ilmi ve kudreti konusunda söz ederler. Sahabenin ve iyilikte onlara tâbi olanların sustuğu konularda sükût etmezler” buyurdu. Ez-Zührî, Süfyân-ı Sevrî gibi Ehl-i sünnet âlimleri de, teşbîh ve tecsîm fikrini savunanlara cevap vermişler, müslümanları onlara aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu akım, 3. hicrî asır boyunca da devam etmiş ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel ile Yahya bin Maîn, İshâk bin Râheveyh gibi Ehl-i sünnet âlimleri de, mücessime ve müşebbiheye ait fikirleri red etmişlerdir.
Hicrî 3. asırda Horasan’da Ebû Abdullah Muhammed bin Kerrâm es-Sicistânî adında biri ortaya çıktı. Kendisine; aza kanâat eden, sırtında bir post ve başında bir külah ile sûfî, çok âbid, dînin emirlerini tam olarak yaşayan bir insan görünümü vererek, insanlar arasında îtibâr kazanmaya çalıştı. Çok defa kendini bir velî gibi gösterip, insanlara vâz ederek câhiller arasında değer kazandı. Nişâbûr, Herat, Şurin ve Afşin civarında pek çok tarafdâr topladı. Allahü teâlâyı cisme benzeterek insanların îtikâdını bozmaya çalıştı. Tâhiroğulları hükümdarı tarafından haps edildi. Kurduğu yola Kerrâmiye adı verildi. Tarafdârlarıyla birlikte Nişâbûr’dan sürüldü. Daha sonra da Kudüs’e giderek fikirlerini yaymaya çalıştı. Kudüs, Semerkand ve Nişâbûr’da pek çok tarafdârı vardı. Ebû Abdullah Muhammed bin Kerrâm’ın ölümünden sonra, İshâk bin Mahmiş adında bir’ kimse ortaya çıkıp, onun sapık fikirlerini yaymaya başladı. İran’da beş bin kişinin müslüman olmasına sebeb olduğu rivayeti yayıldığı için zamanın hükümdarı Gazneli Mahmûd’un iltifatını kazandı. Bundan faydalanarak sapık fikirlerini ortaya çıkarmaya çalışıp, muhaliflerini bâtınîlikle suçladı. Bağdâd’da bulunan Abbasî halîfesi, Gazneli Mahmûd’a bir mektup göndererek, Allahü teâlâyı cisme benzeten Kerrâmîler hakkında alınacak tedbirleri bildirdi. Hükümdar, mektubu okuyunca, Kerrâmîlerin reîsini huzuruna çağırarak, Allahü teâlânın cisme benzetilemiyeceğini söyledi ve ayrıca valilerine bir emir yayınlayarak Allahü teâlâyı cisme benzeten vaizlerin cezalandırılmasını istedi. Böylece Kerrâmîlerin nüfuzuna ağır bir darbe indirilmiş oldu. Fakat daha önce muhaliflerini bâtınîlikle itham eden Kerrâmîler, bu defa onları mu’tezilî olmakla suçladılar.
Bir münazarada kendilerini yenen Eş’arî âlimi İbn-i Fûrek’e iftirada bulundular. Büyük âlim Fahreddîn-i Râzî’nin karşısında da yenilen Kerrâmîler, halk arasında ikilik çıkardılar. “La ilahe illallah” diyen kimse kalbinde küfürtaşısa da mü’mindir. Münafığın îmânı ile peygamberin îmânı arasında fark yoktur. Peygamberler, adaleti yok eden veya bir cezayı gerektiren her türlü günâhtan korunmuşlardır. Fakat bunun aşağısındaki günâhlardan dolayı korunmuş (masum) değildirler” diyen, Allahü teâlânın ağırlığının olduğunu iddia eden ve pis yerde pis elbiseyle namaz kılmanın caiz olduğunu, pislikten temizlenmenin farz olmadığını, sâdece gusül yâni boy abdesti almak gerektiğini, ölüyü yıkamanın ve namazını kılmanın da mecburî olmadığını, yalnız kefenlenip defnedilmesinin gerektiğini; yolculukta namaz için rükû, secdeler, kıyam ve ku’ûd (oturma) bulunmadan, teşehhüd okunmadan ve selâm vermeden 2 defa tekbîr getirmek yeterli olacağını söyleyen ayrıca İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şafiî gibi büyük âlim ve imamları hafîfe alıp alay eden ve müşebbihe fırkasından olan Kerrâmîler; Hakâikiyye, Tarakiyye ve İshakiyye gibi değişik adlarla varlıklarını sürdürdüler.
Ehl-i sünnet âlimlerinin; “İstiva malûmdur ve buna inanmak vâcibtir. İstivanın nasıl ve niceliği (keyfiyeti) meçhuldür. Bu konuda soru sormak ise bid’attir” şeklinde bildirdikleri “Bilâ keyf = keyfiyeti mechûllük” yâni, haberî sıfatların hepsi teşbihsizdir, mukâyesesizdir. Yâhud da, Allahü teâlâda, insanlara has beden ve organ gibi şeylerin düşünülmesine yol açacak bir keyfiyet yoktur akidesine muhalif olan müşebbihe fırkası, 3. hicrî asırda da devam etti. Bu akideye, bir yandan müteşâbih âyetleri zahirî manâsıyla açıklayan müşeb-bihe ve mücessime, diğer taraftan da mu’tezile, kaderiyye ve cehmiyye gibi aklîte’vil metodunu ortaya koyanlar karşı çıkmıştır.
Daha sonraki asırlarda, müslümanları ifrat ve tefritten koruyan bu akideye; “Sonu teşbihe varan bir yolun başlangıcıdır” diyerek Selef-i salihini beğenmeyen, Hanbelî mezhebinden ayrılıp kendilerine Selefîyyûn adını veren kimseler ortaya çıktı. Bunlar, bid’at ehlinin ve mücessime fırkasının sapık fikirlerini yaymaya başladılar. HanbelÎ mezhebinde olan Ebü’l-Ferec Abdurrahmân İbn-ül-Cevzî ve başka âlimler, kendilerine Selefî diyen bu kimselerin Selef-i sâlihînin yolunda olmadıklarını, bid’at ehli mücessime ve müşebbihe fırkasından olduklarını bildirerek bu fitnenin yayılmasını önlediler. İbn-ül-Cevzî, Def u Şübhet-it-Teşbih (Teşbih şüphesini gidermek) adlı meşhûr eserini, onları reddetmek için yazmıştır.
Hicrî 7. asırda, İslâm âlimlerinin büyüklüğünü anlıyamayan ve ilminin kendisini saptırdığı Takıyyüddîn ibni Teymiyye el-Harrânî, müşebbihe fitnesini yeniden alevlendirdi. Talebelerinden İbnü’l-Kayyım el-Cevziyye de aynı fikirleri benimseyerek Selefiyye adını verdikleri bu yolu devam ettirmeye çalıştı.
Kendilerine Selefî adını veren, bulundukları memleketlerdeki Ehl-i sünnet din adamlarını her fırsatta kötüleyen, Selef-i sâlihînin yolunu beğenmeyen kimseler, bugün müşebbihe ve mücessimeye ait fikirleri benimsemekte ve yaymağa çalışmaktadır. Kendilerine Haşevî adı verilen, Allahü teâlâyı mahlûklara benzeten, madde ve cisim diyen kâfirlerin büyük bir kısmı, müşebbihe ve mücessimedirler.
Abdülkâdir-i Geylânî (rahmetullahi aleyh) Gunye kitabında, 72 bid’at fırkasının esâsı 9 fırkadır. Bunlar; haricî, şiî, mu’tezile, mürcie, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyye’dir buyurdu. Bu dokuz fırkadan biri olan müşebbihe, esasda 2 kısma ayrılmaktadır.
1-Allahü teâlânın zâtını insana benzetenler: Allahü teâlânın zâtını, yaratıklara benzeterek, sapıklığa düşen müşebbihe fırkası, muhtelif kısımlardan meydana gelmektedir. Bunlar:
Sebeiyye: Abdullah ibni Sebe’ye tabî olan ve hazret-i Ali’ye ilâh diyerek, onu Allah’ın zâtına benzetenlerdir. Hazret-i Ali, kendine ilâh diyen bir topluluğu yakacağını bildirince, ona; “Şu anda senin gerçekten Allah olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Çünkü Allah’tan başkası ateşle azâb etmez” dediler.
Beyâniyye: Beyân bin Sem’an’a uyan ve mabudun, nurdan bir insan olduğunu, yüzü dışında her yanının yok olacağını iddia edenlerdir.
Mugîriyye: Mugîre bin Sa’îd’e tâbi olup, mabudun, organları bulunduğunu ve onun organlarının alfabedeki harflerin şeklinde olduğunu iddia edenlerdir.
Mansûriyye: Kendisini rabbine benzeten Ebû Mansûr el-İclî’ye uyanlardır. Ebû Mansûr göğe çıktığını iddia etmiş ve Allah’ın eliyle kendini okşayarak ona “Ey oğlum! Benden (bir haber) tebliğ et” dediğini ileri sürmüştür.
Hattâbiye: İmamların ve Ebû Hattâb el-Esedî’nin ilâhlığına inanan kimselerdir.
Hulûliyye: Allah’ın, imamların şahıslarına hulul ettiğini iddia edip, bu sebeple imamlara tapanlardır.
Hulmâniyye: Ebû Hulmân ed-Dımışkî’ye tâbi olup, Allah’ın her güzel surete hulul ettiğini iddia eden ve bu sebeple güzel olan herkese secde eden kimselerdir.
Mukannaiyye: Mukannaiyyet-ül-Mübeyyida’ya tâbi olup, onun ilâh olduğunu ve her an belli bir şekle büründüğünü söyleyip, ona tapanlardır.
Azâfira: Bağdâd’da öldürülen İbn’ül-Ezâfir’in ilâh olduğunu ileri süren kimselerdir.
Hişâmiyye: Hişâm bin Hakem er-Râfızî’ye tâbi olan, mabudunu insana benzeten, onun kendi karışı ile yedi karış geldiğini, sınırlı ve sonu olan bir varlık olduğunu ve yine onun uzun, geniş, derin olduğunu ve rengi, tadı, kokusu bulunduğunu iddia eden kimselerdir. Hişâm bin Hakem’e göre, mâbûd, eritilmiş gümüş ve yuvarlak bir inci gibidir.
Hişâmiyye: Hişâm bin Salim el-Cevâlikî’ye tâbi olan ve mabudun insan şeklinde, üst kısmının boş, alt yarısının dolu olduğunu ve siyah saçları ile hikmet fışkıran bir kalbinin bulunduğunu iddia eden kimselerdir.
Yûnusiyye: Yûnus bin Abdurrahmân el-Kanûnî’ye tâbi olan ve; “Allah onlardan daha ağır ise de, arşının taşıyıcıları tarafından taşınır. Tıpkı ayaklarından daha ağır olmasına rağmen, ayakları tarafından taşınan bir leylek gibi” diyen kimselerdir.
Müşebbihe: Dâvûd el-Cevâribî’ye mensûb olan ve mabudun, kadının cinsî organı ve sakaldan başka, insanın sâhib olduğu bütün organlara sâhib olduğunu iddia eden kimselerdir.
Kerrâmiyye: Allah bir cisimdir, sınırı ve sonu vardır, sonradan olanların (havadis) yeridir. Arşa temas etmektedir, diyen kimselerdir.
2-Allah’ın sıfatlarını insanların sıfatlarına benzetenler:
Allahü teâlânın sıfatlarını, yaratılmışların sıfatlarına benzetenler de müşebbihedendir. Allahü teâlânın yaratılmış bir irâde sıfatıyla istediği her şeyi dilediğini iddia eden mu’tezile; “Allahü teâlânın irâdesi bizim irâdemiz cinsindendir” diyerek müşebbihe’den olmaktadır. Allahü teâlânın bütün sıfatlarının hudûs (sonradan yaratılmış) ve bizim sıfatlarımız cinsinden olduğunu iddia eden Zurâre bin A’yun er-Râfızi’ye uyan zurâriyye fırkası da bu kısımdandır. Onlara göre, Allahü teâlâ ezelde; hayy, alîm, kadîr, mürîd, semî’, basîr değildi. O, bu sıfatları ancak kendisi için; hayat, kudret, ilim, irâde, semî’ ve basar’ı, yarattığı zaman kazanmıştır.
Mukâtiliyye: Mukâtil bin Süleyman’a tâbi olan ve; “Allahü teâlâ cisimdir, et ve kandan yapılmış cüssesi ve insan şeklinde sureti vardır. Başı, dili ve boynu vardır” diyenlerdir.