Bu mektup, Muhammed Takı’ye cevap olarak yazılmış olup âlem-i misâl hakkında bilgi vermekte ve tenasüh olmadığını bildirmekte ve insan ruhlarının nakledilmediğini ve kümun ve büruz ne demek olduğunu bildirmektedir:
Bütün âlemlerin rabbi, sâhibi olan, Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerinin en yükseği, Muhammed aleyhisselâma ve tertemiz akrabasının ve Ashâbının hepsine selamlar olsun! Güzel ahlakınızın ve ulvi fıtratınızın eseri olan kıymetli mektubunuzu okumakla şereflendik. Allahü teâlâ, sizi bütün ayıp ve kusurlardan muhafaza buyursun! Soruyorsunuz ki şeyh Muhyiddin-i Arabî “kuddise sirruh”, (Fütuhat-ı mekkiye) kitabında, bir hadis-i şerif bildiriyor. Bu hadis-i şerifte, Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Allahü teâlâ, yüzbin Adem yaratmıştır) buyurmaktadır. Muhyiddin-i Arabî “rahmetullâhi aleyh” sonra âlem-i misâlden gördüğü birkaç şeyi yazıyor ve diyor ki (Kâbe-i muazzamayı tavaf ederken, yanımda birkaç kişi vardı. Bunları hiç tanımıyordum. Tavaf yaparken, Arabî 2 beyt okudular. Bir beytin mânâsı şöyle idi:
Yıllarca, biz de sizin gibi,
Hepimiz, tavaf ettik bu evi.
Bu beyti duyunca, bu kimselerin âlem-i misâlden olması hatırıma geldi. Böyle düşünürken, içlerinden biri, bana bakarak, ben, senin dedelerinden birisiyim, dedi. Sen öleli kaç sene oldu? dedim. Kırkbin seneden çok dedi. Bu sözüne şaştım ve tarihçiler, insanların ilk babası olan Ademden “aleyhisselâm”, bugüne kadar, yedipin sene geçmediğini söylüyor dedim. Sen, hangi Ademi diyorsun? Ben, yedipin seneden çok önceki zamanlarda yaşıyan Ademin evladındanım, dedi. Bunu işitince, yukarıdaki hadis-i şerifi hatırladım).
[Tenbih: Erd küresinin ömrünü, yani yaratıldığı günden kıyamete kadar olan zamanı, eski müneccimler, yani astronomlar, seyyare yıldızların adedince bin sene, yani 7.000 sene demişlerdir. Zira onlar, gezegen adedini yedi biliyordu. Tarihlerin çoğunda yazılı bulunan ve bazı din kitaplarına da geçmiş olan 7.000 sene, buradan gelmektedir. Bâzıları da, burc adedince, 12.000 sene, bir kısmı da, meridyen derecesi adedince, 360.000 sene dedi ki bu 3 aded de, zan ve faraziye halindedir. İdris “aleyhisselâm” buyurmuş ki (Bizler, Peygamber olduğumuz hâlde, dünyanın ömrünü bilemedik).
Endülüs âlimlerinin büyüklerinden, Ebû Abdullah-i Kurtubinin (Tezkire)sinden Abdülvehhab-ı Şarani’nin “kuddise sirruhüma” hülâsa ettiği (Muhtasar) ismindeki kitabında (360 bin x 360 bin) yani 129 milyar, 600 milyon sene olduğu yazılıdır. Bugün fen adamları, (Radyoaktiflik saati) denilen usul ile yani Pechblend filizinde şimdi mevcûd olan kurşun ve uran madenlerinin miktarları nisbeti bulunup, bu kadar kurşunun, şimdiki uran ile bu kurşuna tebeddül etmiş bulunan uran miktarlarından teşekkülü için lazım olan zamanı, Uran İin bozulma sabitesine göre hesap ederek, Erd kabuğunun yaşını yani dünyanın ömrünü, 4,5 milyar sene olarak bulmaktadırlar.]
Kıymetli yavrum! Bu mesele üzerinde, Allahü teâlânın bu fakire ihsan ettiği bilgi şöyledir: İlk insan ve ilk Peygamber olan Ademden “aleyhisselâm” önce yaşayan Ademler, hep âlem-i misâlde idi. Âlem-i şehâdette değildi. Âlem-i şehâdette, yani gördüğümüz madde aleminde bulunan, yalnız bildiğimiz bir Adem vardı ki Peygamber idi. Melekler kendisine karşı secde etmişlerdi. Allahü teâlâ, balçık çamurundan insan şeklinde bir heykel yapıp, bunu ete ve kemiğe çevirmişti.
[Tavsiye Yazı: Fen Adamlarının din düşmanlığı (dünyanın ve ilk insanın yaratılması)]
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmda her şeyin bir numunesini, misalini yaratmıştır. Onda birçok sıfatlar, latîfeler, kuvvetler vardır. Allahü teâlâ, Onu yaratmadan çok önce, Onun bir latîfesini, bir sıfatını, uzun zaman için âlem-i misâlde Onun şeklinde yaratmış, Onun ismini vermiş, Onun bütün işlerini ve kıyamete kadar olacak evlatlarını, isimleri ile birlikte, âlem-i misâlde meydana çıkarmıştır. Hepsi zamanlarında yaşamıştır. Hatta Cennetlik veya Cehennemlik olmuşlar, kıyametleri kopmuş, hesapları görülmüş, Cennete ve Cehenneme gitmişlerdir. Allahü teâlânın dilediği çok uzun zaman sonra, Âdem aleyhisselâmın sıfatlarından ve latîfelerinden başka birisi, yine âlem-i misâlde, evvelki gibi yaratılıp, bunun da vakti tamam olunca sıfatlarından ve latîfelerinden, 3.sünün devresi başlamıştır. Bunun devresi bitince, 4. sıfat, âlem-i misâlde gösterilmiştir. Böyle devam etmiş ve bütün sıfatları ve latîfeleri tamam olunca, en son, bütün sıfatları ve latîfeleri kendisinde toplamış olan Adem “aleyhisselâm”, âlem-i şehâdette, yani madde aleminde yaratılmıştır. Allahü teâlâ, kendisini kıymetli eylemiştir. Önceden gelen yüzbinlerce Ademler, hep bu Âdem aleyhisselâmın parçaları ve başlangıçlarıdır. [Güneş doğmadan önce, ziyasının sıfatlarının yavaş yavaş görünmesi gibidir.]
Muhyiddin-i Arabi’nin “kuddise sirruh”, 40.000 sene önce ölen dedesi, âlem-i şehâdetteki dedesinin latîfe ve sıfatlarından birinin, âlem-i misâldeki varlığı idi. Kâbe-i muazzamayı âlem-i misâlde tavaf etmişti. Çünkü, her şey gibi, Kabenin de âlem-i misâlde sûreti, benzeri vardır. Bu fakir, [yani İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”] çok düşünüyor, araştırıyorum, âlem-i şehâdette, bir Ademden başka göremiyorum. Âlem-i misâldeki görünüşlerden gayrı bir şey bulamıyorum. 40.000 sene önce yaşadığını söyleyen kimsenin, ben senin dedelerinden biriyim, demesi de gösteriyor ki Âdem aleyhisselâmdan önce bulunan Ademler, Âdem aleyhisselâmın latîfelerinin ve sıfatlarının görünüşleridir. Âdem aleyhisselâmdan başka birer varlık değildirler. Çünkü, başka Ademin oğulları, bu Âdem aleyhisselâmın oğullarının dedesi olamaz.
Kalpleri hasta, bilgileri az olan bazı kimseler, bu vak’a ve benzerlerini işitince, tenasüh sanıyor. Böylece âlemin kadîm olduğunu, yoktan var edilmediğini söylüyorlar ve tekrar yok olacağını, kıyametin kopacağını inkâr ediyorlar. Kendilerini, şeyh, mürşid olarak tanıtan bazı dinsizler, tenasüha inanıyor. Ruhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemâle geldikten sonra, insanlara gelmezler, tenasüh yolu ile olgunlaşmış olurlar, diyor ve tenasühü gösteren birçok hikayeler uyduruyorlar. Halbuki tenasüha, yani ölen insan ruhunun başka bir çocuğa geçerek tekrar dünyaya gelmesine inanmak küfürdür. Tenasüh vardır diyen, din-i İslama inanmamış olur. Yani, müslümanlıktan çıkar. Anlamıyorlar ki tenasüh ile ruhlar kemâle gelirse, Cehennem kimler için olur, kimler azap görür? Buna inanmak, Cehennemi inkâr etmek ve hatta öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmamak olur. Zira onlara göre, ruhun olgunlaşmasına vasıta olan bedene ihtiyacı kalmamıştır ki bedenle haşr olunsun. Bu yalancı şeyhlerin sözleri, tıbki eski felsefecilerin [ve şimdiki spritizmacıların, medyumların] sözlerine benziyor. Eski felsefeciler, bedenlerin tekrar dirileceklerine inanmıyordu. Cennet nimetleri ve Cehennem azapları yalnız ruhlara olacak, diyordu. Bunlar, o felsefecilerden de daha fenâdır. Çünkü, onlar tenasühu reddedip, azâbın sadece ruha olacağını söylüyorlar. Bunlar ise, hem tenasüha inanıyor, hem de ahiret azabını inkâr ediyor. Bunlara göre azap, sadece dünyadadır ve ruhların temizlenmesi içindir. [Cinnin heykellere, hasta ve çocuklara girerek konuştukları görülmüştür. Böyle konuşanları 2 ruhlu sanıyorlar. Böyle sanmak da, tenasüha inanmak demektir.]
Sual: Emirden “keremallahü vecheh” ve bazı Evliyâdan “kaddesallahü esrârehümül’azîz” gelen haberlere göre, bunlar, dünyaya gelmeden yıllarca önce, şaşılacak işler yapmışlar. Tenasüh yoktur dersek, bu haberlere nasıl inanılabilir?
Cevap: Bu din büyüklerinin yapmış oldukları işleri, yalnız ruhları yapmıştır. Allahü teâlâ, bunların ruhlarını insan şekline sokarak, bu şekiller, insan gibi iş görmüştür. Yoksa, mübarek ruhları, başka bedenlere girmiş değildir. Tenasüh ise, bir insan ruhunun, kendi bedenine gelmeden önce, başka bedene tealluk etmesine denir. Bir ruhun, beden şekli alması, tenasüh değildir. Melekler ve cin de, insan şekline girip birçok şey yapmaktadır ki hiç tenasüh değildir. Bir insana hulul etmek değildir. Bir bedene girmek değildir.
Meleklere, cinne çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği gibi, Allahü teâlâ çok sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Başka bedene ihtiyaç yoktur. [Havada, her zaman su buharı vardır ve görünmez. Kaynar sudan, kazan borusundan çıkan beyaz sis, buhar değildir. Çok küçük su damlacıklarıdır. Renksiz gazlar görünmez. Havadaki renksiz su buharı, soğuk sabahlarda çiğ halinde taneler şeklinde görüldüğü gibi, ruhlar da, görülecek şekiller alabilmektedir.] İşittiğimize, okuduğumuza göre, evliyâdan bir çoğu, bir ânda çeşitli yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlar. Burada da latîfeleri, insan şekline girmekte, başka başka bedenler hâlini almaktadır. Bunun gibi, mesela Hindistan’da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir velîyi, hacılar Kâbede görüp konuştuklarını, başkaları da, mesela aynı günde İstanbul’da, bir kısım kimseler de, bu Velî ile yine o gün, Bağdat’ta görüştüklerini söylemişlerdir. Bu da, o Velînin latîfelerinin muhtelif şekiller almasıdır. Bâzen o velînin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, yanılıyorsunuz, o zaman, evimde idim. O memleketlere gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum der. Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bazı evliyâdan yardım istemiştir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdadlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu evliyânın, yaptıkları yardımdan bâzen haberi olmakta, bâzen da olmamaktadır. [Bu hâl, bilhassa muharebelerde görülmüştür.] Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin ruhları ve latîfeleridir. Latîfeleri bâzen, bu âlem-i şehâdette, bâzen da âlem-i misâlde şekil almaktadır. Nitekim Peygamberimizi “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gecede, binlerce kimse, rüyada görüp istifade etmektedir. Bu gördükleri, hep Onun “sallallâhü aleyhi ve sellem” latîfelerinin ve sıfatlarının âlem-i misâldeki şekilleridir. Yine bunlar gibi, sâlikler, mürşidlerinin âlem-i misâldeki sûretlerinden istifade ederler ve bu yolla müşkillerini çözerler.
Ehi-zade Abdülhalim efendi (Rıyadü’s-sadat fi isbati’l-keramat lil-Evliyâ-i halel-hayat ve badel-memat) kitabında evliyânın vefâttan sonra da kerâmetleri olduğunu ispat etmektedir.
Bazı Evliyânın kümun ve büruz etmesi, (Tenasüh) değildir. Çünkü, tenasühte ruh, 2. bir bedene hayat vermek, onda his ve hareket hâsıl etmek için tealluk eder. Büruz etmekte ise, ruhun başka bir bedene tealluk etmesi; bunları hâsıl etmek için değil, bu bedeni olgunlaştırmak, derecesini yükseltmek içindir. Nitekim cin de, bir insana tealluk eder, onda büruz eder. Fakat, bu tealluku, bu kimseye hayat vermek için değildir. Çünkü, bu kimse, cin tealluk etmeden önce diridir ve duyar, hareket eder. Tealluktan sonra, bu kimsenin hareketleri ve bazı sözleri, o cinninin sıfatlarının, hareketlerinin görünmesidir. Evliyânın büyükleri “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” kümun ve büruz için, bir şey söylememiş, böylece, cahilleri yanlış inanışlara sürüklemeye sebep olmamışlardır.
Bu fakire “rahmetullâhi aleyh” göre, kümun ve büruza lüzum yoktur. Bir Velî, bir cahili terbiye etmek, yetiştirmek için, onda büruz etmeksizin, Allahü teâlânın verdiği bir kuvvetle, kendi yüksek sıfatlarını, o kimseye aks ettirir. Teveccüh ve iltifat buyurarak, o iyi sıfatları onda yerleştirir. Böylece, o aşağı derecedeki insan, yükselerek kâmil olur. Âdi sıfatlardan kurtulup iyi sıfatlara kavuşur. Bunun için de, kümun ve büruza hiç hâcet yoktur. Bu, öyle büyük bir nimettir ki Allahü teâlâ, dilediği kimselere ihsan eder. Onun nimetleri, ihsanları pek çoktur.
Bazı kimseler de, ruhlar nakledilir diyor. Bir ruh, kemâle erdikten sonra, kendi bedenini bırakıp başka bir bedene girebilir diyor. Misal olarak, bu kemâle ermiş, bu kuvveti kazanmış bir zâtın komşusu bulunan bir genç ölmüştü. Bu Zâtın ruhu, ihtiyarlamış olan bedeninden ayrılıp, gencin ölü bedenine girdi. İhtiyarın bedeni ölüp, genç dirildi, diyorlar. Böyle sözler, doğru değildir. Tenasüha dayanan hikayelerdir. Çünkü, bir ruhun ölü bir bedene hayat vermesi için tealluk etmesi, tenasüh demektir. Ruh naklinin tenasühten farki tenasüha inananlar, ruhun, noksan olduğunu, tenasüh yolu ile kemâl bulduğunu sanıyor. Bunlar ise, ruhu kâmil bilip kemâle erdikten sonra, başka bedene nakledebiliyor, diyor. Bu fakire göre, ruhun nakline inanmak, tenasüha inanmaktan daha kötüdür. Çünkü, tenasüh, ruhu olgunlaştırmak içindir diyorlar. Bu sözleri yanlış olmakla beraber, ruh kemâle erdikten sonra, başka bedene niçin geçsin? Kemâl bulan kimse, dünyayı seyr ve temaşa için genç bedenlere neden nakletsin? Kemâl bulan ruh, bedenlere girmek değil, bedenlerden kurtulmak ister. Çünkü, ruhun bedene tealluk etmesinden maksat ele geçmiş, kemâl hâsıl olmuştur. Bundan başka, ruh naklinde, 1. beden ölerek 2. beden dirilmektedir. Halbuki 1. bedenin, kabirde azap veya sevap görmesi lâzımdır. 2. bedenin tekrar dirilmesi, dünyada, kıyamet kopup, haşr olması demektir. Bilmiyorum ki ruh nakline inananlar, kabir azâbına ve kıyamet gününe îman ediyorlar mı? Yazıklar olsun ki böyle imansızlar, kendilerini din adamı tanıtmış, kitapları, mecmuaları ile millete müslümanlık öğretmeye kalkışmışlardır. Gençleri, kendileri gibi dinsiz, imansız yapmaya çalışıyorlar. Ya Rabbi, bizleri böyle yazılara inanmaktan, aldanmaktan koru! Sevgili dinimizden, kıymetli imanımızdan ayırma! Bu küfür ve şaşkınlıktan insanı ancak sen korursun.
EK: Sırası gelmişken, (Âlem-i misâl) için de, birkaç şey bildireyim: Âlem-i misâl, bütün âlemlerin en genişidir. Âlemlerin hepsinde bulunan her şeyin, âlem-i misâlde bir sûreti, bir görünüşü vardır. Akla, hayale gelen şeylerin, mânâların, düşüncelerin de bu âlemde bir sûreti vardır. Âlimlerimiz, Allahü teâlânın misli, benzeri yoktur, fakat misali vardır demişlerdir. Bu fakir, mektuplarımda yazmışımdır ki tam tenzîh mertebesinde, misli olmadığı gibi, misali de yoktur. Nahl sûresinde, (Allahü teâlâ için misaller getirmeyin) mealindeki âyet-i kerime, bu mertebeye işaret etmektedir. İnsana, (Âlem-i sagir) denir. Âlem-i kebirdeki her şeyin, insanda bir numunesi vardır. Âlem-i misâlin de, âlem-i sagirdeki numunesi, benzeri, insanın hayalidir. Çünkü, her şeyin hayalimizde bir sûreti vardır. Tasavvuf yolunda ilerleyen sâliklerin, hallerinin, derecelerinin de hayalde birer sûreti vardır. Sâliklere, hallerini haber veren hayaldir. Hayal olmasaydı veya vazifesini yapmasaydı, tasavvufçular, hallerini bilemezdi. Bunun içindir ki zıllerin, görünüşlerin üstündeki mertebelere ilerleyenler, kendi hallerine câhil ve şaşkın olur. Çünkü, insan hayâlî, zıllerin sûretini gösterebilir. Hayal zıllin dışına çıkamaz. Zât-ı ilâhînin âlem-i misâlde sûretinin olmadığını bildirmiştik. Âlem-i misâlin örneği olan hayalde, sûret-i ilâhî olabilir mi? Bunun için, Zât-ı ilâhîden insanın nasibi, ancak cehldir, bilmemektir. Bilinmeyen şey için, bir şey söylenemez. Bundan dolayı, (Allahü teâlâyı tanıyanların dilleri söyleyemez) buyurmuşlardır. Bilinen şey anlatılır. Bundan dolayı, zıller aleminde çok şeyler söylenir. Zıll aleminden çıkanların dili söylemez olur. Allahü teâlânın fillerinin, sıfatlarının, isimlerinin zıllerine ve asllarına yükselenlerin halleri, işte böyledir. Görülüyor ki hayalde bulunabilen her şey, zılden hâsıl olmaktadır. Fakat, matlubun [yani zât-ı ilâhînin] nişanları, alâmetleri olduklarından (İlm-ül-yakîn) denilen bilgiye sebep olurlar. (Ayn-ül-yakîn) ve (Hakk-ul-yakîn) denilen bilgiler, zıllerin üstünde, hayalin dışında hâsıl olan bilgilerdir. Hayal bilgilerinden kurtulmak için, tasavvufun (Seyr-i enfüsî) dediği yolu ve dereceleri de, (Seyr-i âfâkî) denilen yol gibi aşmak, âfâk ve enfüsün dışında ilerlemek lâzımdır. Evliyânın çoğu, ancak öldükten sonra, buraya varmaktadır. Bu dünya hayatında, hayalden kurtulmaları imkansızdır. Evliyânın büyüklerinden, pek az seçilmişleri, bu dünya hayatında iken, bu devlete erdirmekle şereflendirirler. Dünyada oldukları hâlde, bilgilerine hayal karışmaz. Hayal araya girmeden matluba kavuşurlar. Başkalarına, şimşek gibi çakıp geçen Zât-ı ilâhînin tecellîleri, bu büyüklere daimi olur. (Vasl-ı uryânî)ye kavuşurlar.
Nimete kavuşanlara, bol bol, âfiyet olsun,
Zavallı, fakir âşıklar, birkaç lokmayla doysun!
Sual: Bazı kimseler, uykuda, rüyada, âlem-i misâl ve hayalin sûretlerini görerek, kendilerini büyük bir hükümdar veya yüksek mevki sâhibi görür. Veyâhut büyük din alimi olmuş, herkes, ilim öğrenmek için, etrafına toplanmış görür. Halbuki âlem-i şehâdette, yani uyanık iken, bunların hiçbiri hâsıl olmamaktadır. Böyle rüyalar doğru mudur, yoksa aslı, esâsı yok mudur?
Cevap: Böyle rüyalar boş ve esassız değildir. Bu rüyayı gören kimsede, mevki sâhibi olmak, âlim olmak hâli ve kabiliyeti var demektir. Fakat, kuvveti az olup âlem-i şehâdette hâsıl olacak kadar değildir. Eğer, bu hâl, zamanla kuvvetlenirse, Allahü teâlânın lütfu ile âlem-i şehâdette de hâsıl olur. Eğer âlem-i şehâdette hâsıl olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misâlde görünmekle kalır. Kuvveti miktarınca, orada görünür. Tasavvuf yolunun sâliklerinin rüyaları da böyledir. Kendilerini yüksek makâmlarda, Velilerin mertebelerinde görürler. Bu hâl, âlem-i şehâdette nasip olursa, pek büyük nimettir. Yok eğer, âlem-i misâlde görünmekle kalırsa, hiç kıymeti yoktur. Çöpçüler, hamallar, rüyada, kendilerini hakim, paşa görür. Halbuki uyanık iken, ellerine bir şey geçmez. Rüyaları üzülmekten, pişmanlıktan başka bir şeye yaramaz. O hâlde, rüyalara güvenmemeli, uyanık iken ele geçene sevinmelidir.
Ben güneşi severim, ne dersem ondan derim,
Geceyle işim yoktur, ben rüyayı neylerim.
Bunun içindir ki büyüklerimiz rüyalara ehemmiyet vermemiş, talebenin rüyasını tabir etmeye lüzum görmemişlerdir. Uyanık iken ele geçene kıymet vermişlerdi. Bundan dolayı, devamlı görünenlere ehemmiyet vermişler, hiç kaybolmayan huzuru, kazanc bilmişlerdi. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, hiçbir şeyi hatırlamamak, bunlar için daimi idi. Başlangıcında nihâyette ele geçecekler derc edilmiş olanlara, bu kemâller zor ve uzak değildir.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız