Sual: İbadetlerde ruhsatla mı yoksa azimetle mi amel etmeliyiz?
Cevap: Abdülgani Nablüsi (Hadika) kitabının 190. sayfasında buyuruyor ki: İbadetleri iktisad üzere, yani ne az, ne de pek aşırı olmayarak, orta miktarda yapmak lâzımdır. Bakara sûresinin 185. âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, sizin için kolaylık istiyor. Güç işleri yapmanızı istemiyor” buyuruldu. Bunun için, hastanın ve yolcunun oruç tutmamasına izin verdi. Bize ağır ve sıkıntılı işler yapmayı emretmedi. İnsan iki işten birini yapmak karşısında bulunursa, bunlardan hafif ve kolay olanını yapması daha doğrudur. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, birinin mescitte saatlerce namaz kıldığını işitti. Mescide gelip, bunu omuzlarından tutarak, “Allahü teâlâ, bu ümmetten kolay işler yapmasını istiyor. Güç işleri beğenmiyor” buyurdu. Allahü teâlâ, bu ümmete kolay şeyleri emretti. İslam ahkâmına uymak pek kolaydır.
Mâide sûresinin 90. âyetinde meâlen, “Ey müminler! Allahü teâlânın size helal ettiği tayyib, yani güzel şeyleri, kendinize haram etmeyiniz! Helallere haram demeyiniz! Allahü teâlâ, helal ettiği şeylere haram diyenleri sevmez!” buyuruldu. [Abdülvehhab oğlu Muhammed, helal olan şeylere, hatta ibâdetlere haram diyor. Hatta, şirk diyor. Bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın bunu sevmediğini bildiriyor. Bir mümin günah işleyince, günahın cezasından, azabından kurtulmak için, Allahü teâlâ yol gösterdi. Tövbe ile kefaret vermekle affedeceğini bildirdi. Vehhâbî kitabı, devir ile iskat yapılmasına saldırırken, bunlar, kötü kimselerin günah işlemesine yol açan, uydurma şeylerdir diyor. Günahların tövbe ve kefaret ile affedilmeleri karşısında acaba ne diyecek? Bunlar, kötü kimselerin günah işlemelerine yol açıyor diyerek, Allahü teâlânın gösterdiği kolaylığa ve merhamete de dil uzatacak mı?]
Hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, emrettiği şeyleri yapmanızı sevdiği gibi, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever” buyuruldu. Zaruret olduğu zaman, haram işlemeye ve farzı terketmeye (ruhsat), izin verilmiştir. Yani azap yapılmaz. Zaruret zamanında da, dinin emirlerini yapmaya (azîmet) denir. Bâzen, azîmet olanı yapmak daha iyidir. Mesela, ölüm ile korkutulan kimsenin, imanını gizlememesi böyledir. Öldürülürse, şehit olur. Bâzen ruhsat olanı yapmak, daha iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır, ölürse günaha girer.
Ahkâm-ı İslamiyeye uymaktan kurtulmak için, mezheplerin ruhsatlarını, kolaylıklarını araştırıp, bunlara göre iş yapmak câiz değildir. Böyle araştırmaya (Telfik) denir. İhtiyaç olunca, başka mezhebe geçmek veya birkaç şeyi başka mezhebe göre yapmak câizdir. Farzı yapmamak veya haramı yapmak için hile yapmak haramdır. Buna, (Hile-i batıla) denir. Bir şey, farz veya haram olmadan önce, farz veya haram olmasını önlemek câizdir. Buna (Hile-i şer’iyye) denir.
Abdullah Musuli, (Muhtar) kitabının şerhi olan (İhtiyar) kitabında diyor ki; Farzları yapamayacak kadar zayıflatan riyâzet, yani az yemek câiz değildir. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını kazanacak ve borçlarını ödeyecek kadar çalışıp kazanmak farzdır. Bu niyet ile çalışan kimse, borcunu ödiyemeden ölürse, azap çekmez. Hadis-i şerifte, “Her erkeğin çalışıp [nafakasını] kazanması farzdır” buyuruldu. Bundan fazlası için çalışmamak câizdir. Âdem aleyhisselâm buğday eker ve ekmek yapardı. Nuh aleyhisselâm neccar, marangoz idi. İbrahim aleyhisselâm kumaş tüccarı idi. Davud aleyhisselâm demirci idi. Süleyman aleyhisselâm zenbil yapardı. Muhammed aleyhisselâm, önce koyun güderdi. Sonra ticaret yaptı. Sonra cihat yapardı. Asker idi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallâhu anh”, kumaş tüccarı idi. Ömer-ül-Fâruk, kösele dikerdi. Osman-ı Zinnureyn gıda maddeleri ithalatçısı idi. Ali “radıyallâhu anhüm” işçilik ve cihat yapardı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Çoluk çocuğunun 1 yıllık nafakasını toplıyacak kadar çalışmak mubahtır. Müslümanlara yardım için, cihat etmek için, fazla çalışıp kazanmak müstehaptır, iyidir. Hadis-i şerifte, “İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olandır” buyuruldu. İhtiyar kitabından tercüme tamam oldu. Gösteriş için, övünmek için kazanmak tahrimen mekruhtur. Mülteka kitabında haramdır denildi. Çalışmak rızkı arttırmaz. Rızkı veren, Allahü teâlâdır. Çalışmak, sebebe yapışmaktır. Sebeplere yapışmak sünnettir.
Çalışan insan 5 türlü olur: 1.si, rızkın yalnız çalışmaktan geldiğine inanır. Kâfirler böyledir. 2.si, rızkın Allahtan geldiğine ve çalışmanın, sebebe yapışmak olduğuna inanır. Çalışırken, Allahü teâlâya âsî olmaz. Haram işlemez. Halis, sâlih müminler böyledir. 3.sü, rızkın Allahü teâlâdan geldiğine inanır ise de, çalışırken Allahü teâlâya âsî olur. Fasık müminler böyledir. 4.sü rızkın hem Allahü teâlâdan, hem de çalışmaktan geldiğini sanır. Müşrikler böyledir. 5.si, rızkın yalnız Allahü teâlâdan geldiğini bilir. Fakat rızkı verir mi vermez mi bilmez. Münâfıklar böyledir.
Âlim bin Alâ, (Zad-ül-misafir) ve (Tatarhaniye) ismindeki fetva kitabında diyor ki Camide, evde kapanıp hep ibâdet etmek ve yiyip içip, evlenmek, gezmek gibi eğlenceleri ve helal kazanmayı terketmek, tahrimen mekruhtur.
Sual: Din âlimlerinin yukarıdaki sözleri, tasavvufçuların “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” riyâzet ve sıkıntılı yaşamayı övmelerine uymuyor. Bu ikisinden hangisi daha iyidir?
Cevap: Tasavvufçulardan bir kısmı, “40 gün aç kalan, ilâhî sırları anlamaya başlar” dedi. Sehl bin Abdullah, 15 günde bir yerdi. İmâm-ı Gazâlî diyor ki Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallâhu anh” 6 günde bir yerdi. Cüneyd-i Bağdâdî her gün 400 rekat namaz kılardı. Sehl bin Abdullah, 7 yaşında hafız oldu. Her gün oruç tutardı. 12 sene, yalnız arpa ekmeyi yedi. Abdülvehhab-i Şarani “rahmetullâhi aleyh” her gün akşam ile yatsı arasında Kurân-ı Kerîmi iki kere hatmederdi. Buna inanmakta tereddüt etmemeli. Evliyâda ruhani kuvvet vardır. Ruh, bir ânda çok şey yapar.
Âlimler, “ibâdetlerde aşırı gitmemeli, kendini sıkıntıya düşürmemeli” buyurdu. Bu sözleri, bütün ümmet için farz veya vâcib veya sünnet olan şeylerdedir. Her müslümanın böyle yapması lâzımdır. Tasavvufçuların çektikleri sıkıntılar ise, nâfile ibâdettir. Herkesin yapması lazım değildir. Tegabün sûresi 16. âyetinde meâlen, “Gücünüz yettiği kadar, Allahtan korkunuz!” buyuruldu. Furkan sûresi 70. âyetinde meâlen, “İman edip tövbe eden ve sâlih ameller işleyenlerin günahlarını sevaplara çeviririm. Allahü teâlâ günahları affedici, acıyıcıdır” buyuruldu. Vahşi, bu ayeti işitince, afv için şartlar bildiriyor. Bu şartları yapamazsam korkarım. Bunun daha kolayı yok mudur dedi. Buna karşılık, “Allahü teâlâ, dilediği kullarının şirkten başka her şeyini affeder” mealindeki âyet geldi. Vahşi, bunu işitince, Allahü teâlâ, beni affetmek dilemezse, ne yaparım dedi. Bunun üzerine, “Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz! Allahü teâlâ, bütün suçları affeder. O, gafur, rahimdir” mealindeki âyet-i kerime geldi. Vahşi, bu müjde bana yeter dedi. İman etti. Bu âyet-i kerime, kıyamete kadar gelecek olan herkes için müjdedir. Su bulamayanların teyemmüm etmeleri için de, önce “Temiz topraktan ellerinize ve yüzünüze sürünüz!” ve sonra, “Temiz topraklı ellerinizi, ellerinize ve yüzünüze sürünüz!” mealindeki âyet-i kerime geldi. Toprağı sürmeyi emretmedi. Emri kolaylaştırdı. Allahü teâlâ, Peygamberine “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Mekke dağlarını altın yapayım ister misin buyurunca, bu altınları Allah yolunda ve düşmanlarla cihat için kullanmayı düşünmedi. İstemedi. Güçlük çekmeyi arzu etti. Tebük gazvesinde ise, “Bu orduya lazım olanları getirene Cenneti müjdeliyorum” buyurarak, Ashâbından yardım istedi. Resûlullahın uzun günler orucunu bozmadığı ve açlıktan mübarek karnına taş bağladığı, kitaplarda yazılıdır. Mübarek ayakları şişinceye kadar geceleri, çok namaz kıldığı da bildirilmiştir. Mübarek zevceleri de “radıyallahü teâlâ anhünne”, böyle çok ibâdet yaparlardı. Fakat, ümmetine çok merhamet ettiği için, onların böyle sıkıntı çekmelerini istemezdi. Ümmetine ruhsat ile emrederdi. Kendisi azîmet ile ibâdet yapardı. Din demek, yalnız emir demek değildir. Ruhsat ile azîmetin ikisi de dindir. Tahrim sûresinde, “Allahü teâlânın helal ettiklerini kendinize haram etmeyiniz!” mealindeki âyet-i kerime, “Ruhsat, izin verilen şeyleri inkâr etmeyiniz! Bunları haram etmeyip de, terkeder, çekinirseniz zühd olur, iyi olur. Yapması ise, günah olmaz” demektir. Hadis-i şerifte, “Sünnetimi kabul etmeyen benden değildir!” buyuruldu ki ruhsat, izin verdiğim şeyleri kabul etmeyip, kendine sıkıntı veren benden değildir demektir.
Tasavvuf büyükleri, ruhsat ve azîmetten, ikincisini seçmişlerdir. Ruhsat ile amel etmeyi de inkâr etmemişlerdir. Herkese ruhsat ile amel etmeyi emretmişlerdir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” de, böyle yapardı. Tasavvuf demek, Kitaba ve sünnete uymak, bidatlerden sakınmak ve tasavvuf büyüklerine saygılı olmak ve herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terketmektir. Ehl-i sünnet âlimleri, azîmet ile vera ile hareket ettiklerinden, bir haram işlememek için, 70 helali terkederlerdi. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallâhu anh” buyurdu ki “Biz bir harama düşmek korkusundan, 70 helali terkederdik.”
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ebû Hüreyre’ye “radıyallahü teâlâ anh”, “Vera üzere ol ki insanların en âbidi olursun!” buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki din demek, yalnız ruhsat, her işte orta yol demek değildir. Azîmet, züht ve vera da dindendir. Riyazetin, açlık çekmenin tahrimen mekruh olması, buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir. Çünkü, kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Ruhani kuvvetleri, bu tehlikeyi önleyenler için, riyâzet çekmek câiz ve faydalı olur.
Rehberin lazım olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Kâmil olan Rehber, talebenin sıhhatini, mizacını, ruhunun kuvvetini anlar. Ona uygun olan miktarda riyâzet etmeyi emreder. Onu tehlikeden korur. Kâmil olan Rehber, hem beden, hem de ruh ve din mütehassısıdır. Resûlullah efendimizin varisi, vekilidir. Kâmil olan Rehberin emri ile yetişenlerde hiçbir zarar ve tehlikeye düşen görülmemiştir. Hepsi yükselmiş, olgunlaşmıştır. Tasavvuf yolunda ilerlerken, İslamiyete uymakta hiç gevşeklik göstermemişlerdir. Farzı terketmeye sebep olan şeyi yapmak haramdır. Rehber bundan korur “rahmetullâhi aleyh”. Nâfile ibâdetleri izinle yapmak, bunun için lâzımdır.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, ümmetine çok merhametli idi. Miraç gecesi, 50 vakit namazın 5 vakte inmesini diledi. Ümmetine sıkı emirler gelmesine yol açmaması için, Ashâbının sıkıntılı riyazetler yapmalarına izin vermezdi. Onun, ümmetine çok faydalı olacak ibâdetleri bildirmiyeceği ve yapılmalarını önleyeceği düşünülemez. Her şeyin en iyisini, en faydalısını söylemiş, yapmış ve yaptırmiştır. Ruhsat ile amel, aşırı ve noksan olmaksızın kulluk etmek, bütün ümmeti için faydalı olacağından, bunları açıkça yapmış ve emretmiştir. Ashâb-ı kirâmın yükseklerine ise, gizli bilgiler ve ibâdetler öğretmiştir. Bakara sûresi 282. âyet-i kerimesinde meâlen, “Allahtan korkunuz! Böylece, size çok şeyler öğretir” buyuruldu. Bu (çok şeyler), ilâhî mârifetler, gizli bilgilerdir. Hadis-i şerifte, “İlmin, inceleri ve gizlileri vardır. Bunları ancak Allah adamları bilir. Bildiklerini söylerlerse, câhiller bunlara inanmazlar” buyuruldu.
İmâm-ı Kastalani’nin (Mevahib) kitabında yazılı olan miraç hadisinde, (Rabbim bana başka başka 3 ilim bildirdi. 1. ilmi kimseye bildirme dedi. Çünkü, bu ilmi benden başka hiç kimse anlayamaz. 2. ilmi, dilediğine bildirebilirsin dedi. 3. ilmi, ümmetinin hepsine bildir dedi) buyuruldu. Görülüyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın bana bildirdiği ilim, yalnız ümmetin hepsine bildirilmesi emrolunan ilimdir buyurmadı. Hak olan başka 2 ilim daha bulunduğunu haber verdi. Resûlullahın, dilediğine bildirmesi için izin verilen, 2. ilim (Velâyet) yani evliyâlık, tasavvuf ilmidir. Bu ilim, İslamiyetin batınını ve hakikatini bildirmektedir. Bu ilim, ancak takvâ ile elde edilir. Kehf sûresinde, Hızır aleyhisselâm için, (Ona Bizden ilim verildi) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, (Velâyet ilmi) ni bildirmektedir. Herkese bildirilmesi emrolunan (Fıkıh bilgileri), Resûlullahın mübarek sözlerinden ve hareketlerinden alınmış olduğu gibi, velâyet mârifetleri de, Onun mübarek kalbinden çıkıp, kalplere akmaktadır. Bunun içindir ki Ebû Hüreyre “radıyallâhu anh”, (Resûlullahtan 2 ilim aldım. Birisini sizlere bildirdim. İkincisini bildirmiş olsam, anlayamaz, beni öldürürsünüz) dedi. Birincisi, (İlm-i zâhir) dir. İkincisi (İlm-i bâtın) dır. Bunu ancak, Evliyâ ve Sıddîklar bilir.
Tasavvufçular, bâtın ilmine kavuşmak için, riyazetler çekiyor, mücâhedeler yapıyorlar. İlm-i zâhirde, sahte, yalancı ilim adamları olduğu gibi, sahte, bozuk kimseler, tasavvufçu kılığına da girmişler, bu mübarek yolu, dünya çıkarlarına alet etmişlerdir. Bu yalancılardan sakınmak, tuzaklarına düşmemek için, onları tanımak lâzımdır. Bunun için de, İslamiyeti iyi öğrenmek lâzımdır. Doğru ile bozuğu ayıran biricik miyar İslamiyettir. İslamiyete uyan bir kimse, tasavvuf yolunda da çalışırsa çok iyidir. Fakat, bu yolda ilerlemek için, kâmil olan Rehberin kontrolü lâzımdır. Kâmil olan Rehber, kalp ve ruh mütehassısıdır. Talibin kalbindeki hastalığı anlayarak, ona uygun olan riyazeti ve zikri seçer, yaptırır. Bakara sûresinin 10. âyetinde meâlen, (Kalplerinde hastalık vardır) buyuruldu. Bu hastalığın tedâvisi, Resûlullahın sohbeti ile oluyordu. Başkaca bir riyazete, sıkıntıya lüzum kalmıyordu. Ashâb-ı kirâmın hepsi, o sohbetin bereketi ile Resûlullahın mübarek kalbinden feyiz aldılar. Tasavvufun en yüksek derecelerine kavuştular. Kendilerinden sonra gelen Evliyânın hepsinden daha yüksek oldular. Onlardan sonra gelenler, Resûlullahın sohbetine kavuşamadıkları için, riyazetler, sıkıntılar çekerek, kalp hastalıklarından kurtulmaya çalışmışlardır. İlm-i bâtın, İlm-i zâhirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşanlara, (Ulema-i rasihin) denir. Resûlullaha vâris olan ulema, yalnız bunlardır. Riyâzet, sıkıntı çekerek, kalplerini tedâvi edenler, İlm-i bâtına kavuşunca, riyazeti bırakırlar. Yalnız farzları, sünnetleri yaparlar. Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm” gibi bâtınları ile de, kalpleri ile de, ibâdet ederler. Pazarda alış veriş etmeleri onların bâtın ibâdetlerine zarar vermez. Allahü teâlâyı bir ân unutmazlar. Kurân-ı Kerîmde, bunlar övüldü. Nur sûresi, 37. âyetinde meâlen, (Alış verişleri, Allah’ı unutturmaz!) buyuruldu. Ashâb-ı kirâm “radıyallâhu anhüm ecma’în” riyâzet çekmeden bu dereceye kolayca ve az zamanda yükseldiler. Hazret-i Ömer “radıyallâhu anh”, ilk sohbetinde yükseldi. Ashâb-ı kirâma riyâzet çekmeleri için izin verilseydi, din âlimleri, mezhep imamları, onların riyazetlerini kitaplarına yazarak, bütün müslümanların böyle yapmaları lazım olurdu.
Hadis âlimlerinden Muhammed bin Abdullah Hakim Nişapuri’nin “rahime-hullahü teâlâ” (Müstedrek) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (Deccalın zamanında bulunan müminlerin gıdası, meleklerin gıdası gibi, tesbîh ve takdis etmek olur. Allahü teâlâ, o zaman tesbîh ve takdis edenlerin açlığını giderir) buyuruldu. Bu da gösteriyor ki Allahü teâlâ, dilediği kullarına öyle hâl verir ki yemeye, içmeye ihtiyaçları kalmaz. Deccal zamanında, bütün müminlere bu hâli ihsan edecektir. Deccalın fitnelerinden biri şudur ki uğradığı şehirlere, (Bana ibâdet ediniz, bana uyunuz!) diyecek. Ona uyarlarsa, göğe emrederek yağmur yağacak, yere emrederek, ekin çıkacaktır. Ona uymazlarsa, emredip, hiç yağmur yağmayacak ve yerden ot bitmiyecektir. Herkes aç kalacaktır. Hadis-i şerif, bu fitnenin müminlere zarar vermeyeceğini bildiriyor. Müminler tesbîh ve takdis okuyarak, açlık duymayacaklardır. [Hakim-i Nişapuri “rahmetullâhi aleyh” 405 [m. 1014] de Nişapurda vefât etmiştir.]
Zühd, sabır, riyâzet, açlık gibi sıkıntı çekmenin İslamiyete uymadığını zannetmemelidir. Çünkü İslamiyet, bedene eziyet ve zarar veren şeyleri yasak etmiştir. Bu riyazetler, tasavvufçulara zarar vermemektedir. Bunlar da, İslamiyetin her hükmü gibi, Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen İslam dininden bir parçadırlar. Bu işleri ve bunları yapan Evliyâyı inkâr etmek, dinin bir parçasını inkardır.
Tasavvufçular riyâzet yapıyor diyerek, bunları Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, hatta Ashâb-ı kirâmdan “Rıdvânullahi aleyhim ecma’în” daha üstün sanmamalı ve daha üstün tutmamalıdır. Evliyânın hiçbirine de dil uzatmamalıdır. Evliyânın büyüklüğünü anlayamadığı için, kusuru kendinde bilmelidir. Hadis-i şerifte, “Kendi ayıplarını, kusurlarını düşünmekten, başkalarının ayıplarını araştırmayana müjdeler olsun!” buyuruldu. Sehl bin Abdullah Tüsteri buyurdu ki “Günahların en kötüsü, müslümana kötü gözle bakmaktır. İnsanların çoğu, bunu günahtan saymazlar. Tövbesini hiç yapmazlar”. Bir kimse, Evliyânın hepsine hüsn-i zannedip, övse, yalnız bir Velîyi, dinimize uygun bir sebep göstermeden kötülese, o hüsn-i zanlarının hiç faydası olmaz. Evliyânın hepsini tasdik etmeyen kimse, Velî olamaz. Allahü teâlânın bir Velisini, kötü gözle bakarak inciten kimse, dinin bir parçasını kötülemiş olur.
Muhammed Ebül-mevahib-i Şazili “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki (Zamanındaki Evliyâya saygılı olmayan, Evliyâ defterinden silinir heman). Muhyiddin-i Arabî “rahmetullâhi aleyh” buyurdu ki (Evliyâya ve ilmi ile amil olanlara düşmanlığın küfür olduğunu, büyüklerin çoğu bildirmiştir). Abdülvehhab-i Şarani’nin üstadı, Aliy-yül-havas buyurdu ki (Evliyâdan ve ulemadan birine düşman olandan uzaklaşmak lâzımdır). Velîye ve âlime karşı gelmek, dalâlettir. Kendini helak etmektir. Bunun için, vehhâbîlerden uzaklaşmak lâzımdır.
Allahü teâlânın Velileri, ilmi ile amil olan âlimlerdir. Bunlardan ölü veya diri olan birisini dil veya kalp ile inkâr etmek, açık bir küfürdür. İnkar edenin kâfir olacağını bütün müslümanlar söz birliği ile bildirmişlerdir. Müslümanların bütün mezheplerine göre kâfir olurlar. Çünkü, din-i İslamı inkâr etmektir. Câhil ve ahmak olduğu için, bu inkarını anlamamaktadır. Batıl ve bidat olan bir şeyi ve kendine göre çirkin olan bir şeyi inkâr ettiğini zannetmektedir. Velînin işini ve sözünü böyle sanarak, bu tehlikeye düşmekte, ona fasık veya kâfir, zındık demektedir. Halbuki Allah’ın Velisi, bunun kötülediği şeylerden çok uzaktır. Sözleri ve işleri İslamiyete uygundur. Tâat ve kurbettir. O câhil ise, inat etmekte, Evliyânın ilimlerini, Sıddîkların mârifetlerini anlamamaktadır. Kalbi ölmüş. Hakikati göremiyor. Küfür veya dalâlet, ilhad ve zındıklık çukuruna kendisi batmıştır. Tevhid ehli olduğunu, tâat yaptığını, insanlara ilim ve feyiz verdiğini sanıyor. Kıyamet günü küfrünün cezasını bulacak, zulümlerinin, iftirâlarının azaplarını çekecektir. Dünyada kendine ve benzerlerine kâfir demiyor. Çünkü, hepsi inkarda ortakdırlar. Kendilerini müslüman sanıyorlar. Halbuki müslümanlar, bunların kâfir olduklarını bilmektedir. Çünkü müslümanlar, Allahü teâlânın Evliyâsına “rahime-hümullahü teâlâ” inanıyorlar. Onların doğru hallerine inanıyorlar. İnkar edenlerin anlamamaları, bilmemeleri özür olmaz. Çünkü, dinini bilmemek özür değildir. Bunların Evliyâyı bilmemeleri, yahudilerin, hıristiyanların ve mecusilerin ve putlara tapanların, Muhammed aleyhisselâmın hak dinini bilmemeleri gibidir. Onların bilmemeleri özür olmadığı gibi, bunların bilmemesi de özür olmaz.
Allahü teâlânın Evliyâsını “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” inkâr etmek, İslam dininin herhangi bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. İslamiyeti inkâr eden mürtede yapılan cezanın, Evliyâyı inkâr eden kâfire de yapılması lâzımdır. Önce, bu inkarından vazgeçmesini, tövbe etmesini isteriz.
Evliyâ ve Peygamberler, ne kadar yüksek olurlarsa olsunlar, Allaha kul olmaktan kurtulamazlar. Harika, kerâmet hâsıl olmasında, kulların hiç tesiri olmadığı gibi, adet üzere yaratılmakta olan şeylerde de, tesirleri yoktur. Her şeyi, yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Evliyânın ve Peygamberlerin, hiçbir şeyin yaratılmasında tesirleri olmaz. Fakat Allahü teâlâ, Evliyâsını ve Peygamberlerini, başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği nimetlerini, bunlara ihsan etmiştir. Allahü teâlâ, her insanın istekli işlerini, insanların istemelerinden sonra, dilerse yaratmaktadır. İnsanların istediği şeyleri, O istemezse yaratmaz. İnsanların istedikleri bazı şeyleri, O da hep istemekte ve hep yaratmaktadır. Mesela, insan kolunu kaldırmak, gözünü kırpmak isteyince, O da hemen istemekte ve hemen onun kolunu kaldırmaktadır. İstememesi pek nadırdir. İnsanların bazı isteklerini ise, O nadıren istemekte ve yapmakta ve çok zaman istemeyip yapmamaktadır. Dünyadaki isteklerimizin çoğu böyledir. Fakat bu da, insandan insana değişmekte olduğu her gün görülmektedir. İşte Allahü teâlâ, Evliyâsının ve Peygamberlerinin isteklerinin çoğunu, kol kaldırmak ve göz kırpmak gibi, hemen dilemekte ve yaratmaktadır. Bu onlara karşı, Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Burada, Evliyânın birbirlerine göre farkları olduğu gibi, hiçbir Velî, hiçbir Peygamber derecesine varamaz. Hiçbiri dünyaya değer vermedikleri için, Allahü teâlâdan dünya için bir şey istemezler. Dünyadan her istedikleri de ahiret için ve Allah içindir. (Hadika) kitabından tercüme burada tamam oldu.
Allahü teâlânın Evliyâsı “rahime-hümullahü teâlâ” mezhepsizlerin türeyeceklerini ve Evliyâyı inkâr edeceklerini, yüzlerce sene önce, kerâmet olarak anlamışlar. Sapık, hatta kâfir olacaklarını bildirmişler. Müslümanların, bunlara aldanmamaları için lazım olan her şeyi yazmışlardır. Evliyâya inanmak için yalnız bu açık kerâmetleri yetişmez mi?
Tavsiye Yazı –> Ashab-ı Kiramın faziletleri