İSLÂMİYYET’DE HUKUK VE CEZA RİSÂLESİ

[Bu risale temyiz mahkemesi reislerinden Baha Arıkan’ın İslam hukukunda cezalara dair suallerine Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin cevaplarını ihtiva eden bir risaledir]

Bismillahir-Rahmânir-Rahîm.

Suâller:

Birinci Suâl: İslâmiyyet’de, dahâ doğrusu İslâm Felsefesi’nde ceza fikri ne suretle doğmuş ve ne suretle telakki edilmiştir?

İkinci Suâl: Ceza, Allah’ın hakkı mıdır, kulların hakkı mıdır ve bu iki nazariyyenin ayrı ayrı sâlikleri var mıdır? Var ise, istinâd noktalan nelerdir? Cezada mücerred ıslâh etmek fikri mevcûd mudur?

Üçüncü Suâl: Mezheb İmâmları Hazarâtı arasında bu fikir etrâfında yanî ceza vermek hakkı üzerinde münâkaşalar cereyân etmiş midir ve bu münâkaşaların aslî mevzuları ve ihtilâflı noktaları nelerdir?

Dördüncü Suâl: Habs hukûku yanî borçlunun habs edilmesi ile mücrim arasında İslâm Hukûku bir fark gözetmiş midir?

Beşinci Suâl: İslâm Hukûku’nda ilk habs ne zamân başlamıştır?

Altıncı Suâl: Kur’ân-i Azîmüşşân cezâ vermekten bahs etmekte midir ve ne gibi ukûbâtdan yanî cezâlandırmalardan bahs buyurmaktadır?

Yedinci Suâl: Şer’iyye Mahkemeleri’nin tatbîk etmekte olduğu haddlerde ta‘zîr haddi, tekdir haddi ve sâ’ir haddler gibi cezâlardan başka cezâlar var mıdır? Bu cezâların icrâsı ve infâzı nasıldır?

Sekizinci Suâl: Hadd cezâlarının tatbîk edilmesiyle kim mükellefdir yanî cezâyı veren kâdî, ülü’l-emr ile cezâyı tabîk eden başka başka makâmlar mıdır yoksa aynı makâmlar mıdır?

Dokuzuncu Suâl: Verilen cezâların tatbîk edilmesi ile infâz edilme tarzı birtakım husûsî merâsimlere tâbi‘ midir?

Mukaddeme: Bu suâllerin cevâblan, ba‘zan siyâsî emirlere temâs eder gibi görünse de, Şer‘î emirler, dînî mevzûdar, Kur’ân-ı Kerîm’in mes’eleleri olduğundan ve bugün bu su’âllerin cevâblarını doğru ve hakka muvâfık olarak bilen insânlar hemen hemen mevcûd olmadığından, bunlara cevâb vermeyi kendime bir vecîbe ve bir vazîfe bilirim. Ümîd ederim ki, muhakkak doğrunun ve isâbetin ma‘deni, tahkikin ve tedkîkın menba‘ı olan bu yazılar ne tarîhçilerin ve ne de hâm hocaların sözlerine ve yazılarına benzemezler. Hîçbir şekke ve şübheye mahal olmaksızın aslına muvâfık ve hakîkate mutâbıkdır. Bundan ötürü, i‘tinâ ve i‘tibâr nazarıyla mütâle‘a edilmelidir.

Su’âller çok derîn ve çok vâsi‘, geniş olduğundan, mes’elenin mevzû‘una mutâbık ve muvâfık gâyet delilli, esâslı ve doğru cevâblar yazmak gerekir. Bundan ötürü cevâblarının tedebbürle, te‘akkulla yanî aklî ve naklî delillerle ve yüksek bir irfânla yazılması îcâb eder.

Bütün akıl, ilim, edeb, fazilet erbâbının çok üzerinde bir mertebede bulunan Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin ilmine, keşfine, tahkîkına ve tedkîkına göre en ulvîsinden en süflisine kadar bütün mahlûkâtın, mükevvenâtın yaratılmasından yok edileceği güne kadar olan zamân “729 milyâr 600 milyon sene”dir. Mahlûkâtın ekmeli ve en son yaratılanı olan insânoğlunun babası Adem Aleyhisselâm’ın yaratılmasından bu zamâna kadar geçen müddet de “313 bin sene”den noksân değildir. İnsânoğlunun yaratılması öyle dedikleri gibi 6 -7 bin seneden ibâret değildir. Bu âlemin sâni’i yanî yapanı, yaradanı, bu mahlûkâtın hâlikı bu pek büyük mevcûdâtı böyle 6-7 bin sene için yaratmamıştır. Bu müddetin her bin senesinde kâ’inâtın yaratıcısından bir kitâb ve bir dîn inzâl buyurulmuş, ülü’l-azm bir peygamber gönderilmiştir. Bin sayısı, kâmil, tâm sayıdır.

Peygamberlerin herbiri kendi zamânlarında hâkim ve tebliğ edici olup Cenâb-i Hakk’dan niyâbet ile tebliğe ve infâza me’mûr edilmişlerdir. Bunların vefâtlarından sonra diğer bir ülü’l-azm peygamber gönderilene kadar bu rasûlün dîninde en mükemmel, en âlim, en kâmil olanı verâset ve niyâbet i’tibârıyla bu vazifeyi ifâ etmiş; diğer pâdişâhlara, meliklere ve hâkimlere lüzûm kalmamıştır Allâhü Teâlâ insânoğlunun dünyevî, uhrevî, cismânî, rûhânî, sıhhî, cesedi, ruhi ve bunların beşerî fâ’idelerini ve ihtiyâçlarını; hâllerinin parçalarını ve bütününü yaratılışlarından vefâtlarına kadar ve vefâtlarından küçük berzah âlemi olan kabre, kabrden haşre ve haşrden neşre kadar mufassal olarak birtakım kâtı ve kâfıl usûller ve kâ‘ideler ile müte‘addid kitâblarda çeşitli zamânlarda, çeşitli mekânlarda, çeşitli kavmlere birçok peygamber vâsıtasıyla emr ve fermân buyurmuştur. Bu kitâbları anlatmak, anlamak, öğrenmek ve hükümlerini infâz etmek, yerine getirmek için her zamânın, her mekânın ve her kavmin en mükemmel ve ekmel insânını rasûl olarak göndermiştir.

Bu uzun zamânlarda insânoğlu kendi irâdesi husûsunda kendi kendilerine, kendi akıllarına ve fikirlerine muhtâc bırakılmamış; ülü’l-azm peygamberlere indirilen kitâplarla hükmedilmiştir. Bu hükümlere dîn yanî şerî‘at denir. Bu müddet içinde gelip geçen yüksek akıllı kimseler, hakimler ve feylesoflar aklî, hikemî ve felsefî ahkâmı ve bütün ma’lûmâtlarını bu semâvî kitâblardan almışlar ve kabûl etmişlerdir. Hepsinin ittifâkıyla bu şerî’at dâ’iresinin hâricinde hiçbir fâ’ide ve dâhilinde de hiçbir zarar ve zararlılık yoktur. Şerî‘atin hâricinde menfe‘at tesavvur etmek, serâbdan şerâb yanî serâbdan içilecek bir şey beklemek gibidir. Bu kitâblardan Kur’ân-i Azîmüşşân’dan sonra en mükemmeli ve en mufassalı Tevrât’dır. Tevrât. bin sûredir ve her bir sûresi bin âyetdir. Mûsâ Aleyhisselâm’a nâzil olmuştur O’nun zamânından sonra İncil nâzil olmuştur. İncil, İlâhî hükümlerin tamâmını ihtivâ etmediğinden, îsâ Aleyhisselâm’ın ümmeti bazı hükümleri Tevrât’dan almakla emr olunmuşlardır. Yehûdî feylosoflarından biri, hileyle ve desiseyle îsâ Aleyhisselâm’ın dînine bazı hükümler karıştırmıştır. Bugün eldeki 4 aded İncil kitâblarının bazı yerlerinde biribirlerine aykırı ve birbirine uymayan hükümler derc ettiklerinden, îsâ Aleyhisselâm’ın dîni müstekim, dosdoğru câddesinden tamâmıyla çıkarılmış, bozulmuştur. Şimdi Hıristiyânların ellerinde bulunan İnciller, bu kitâblardan alınmış muharref İnciller’dir.

Gerek Eflâtûn, Sokrât, Bokrât, Fisâgör ve bunlardan önceki ve sonraki Yûnân hakimleri ve gerekse İskenderiyye Medresesi, Româ Hukûku, Berâhime, Çûkiyye, Budâ ve sâ’ir hukûkların hepsi tahrîfden sonra bu semâvî kitâblardan çalarak kendilerine mâl etmişlerdir. Bu zamânların sonunda en mükemmel, en mufassal, en müdellel, gizli olan bütün hükümleri, bütün kemâlâtı, bütün faziletleri, önceki ve sonraki bütün şeriatleri, insânoğlunun aklının üstündeki bütün esrârı ve ahkâmı kendinde toplamış Kelâm-i Kadîm olan Kur’ân-i Azîmüşşân, rasûllerin ekmeli ve bütün insânoğlunun en faziletlisi olan âhir zamân peygamberine “sallallâhü aleyhi ve sellem” nâzil olmuştur. Kur’ân-i Azîmüşşân’ın hükümleri kıyâmet gününe kadar bâkîdir. Her çeşit tebeddülden, tegayyürden yanî tahriften, bozulmaktan, bozmaktan, değiştirilmekten Allâhü Teâlâ tarafından muhâfaza edilmiştir. İncîl, Tevrât’ı nesh ettiği yanî hükümsüz bıraktığı gibi Kur’ân-ı Kerîm de önceki bütün dînleri, bütün semâvî kitâbları ve suhufu nesh etmiş, hükümsüz bırakmıştır. Kur’ân-ı Kerîm nâzil olduktan sonra bütün hükümler, hakk olan bütün şerî‘atler hükümden sâkıt olmuştur. Kur’ân’ın ahkâmı ebediyyen bâkîdir. Kur’ân’ın hükümlerini nesh edecek hiçbir kitâb gelmeyecektir. Kur’ân’ın dâ’iresinden ve hudûdundan hâriç hiçbir menfa’at, fâ’ide tesavvur olunamaz. Kur’ân’ın dâ’iresinde ve hudûdunda hiçbir mazarrat da düşünülemez. Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerinin hâricinde bir menfe‘at, bir fâ’ide tesavvur etmek, serâbdan şerâb yanî serâbdan serîn su beklemek gibidir. Bütün asırlarda ve şehirlerde, bütün ma‘mûr mekânlarda ve zamânlarda tıbb ilmiyle alâkalı hükümlerin, bütün beşerî ahkâmın, bütün ilâçların ve devâların neye fâ’ideli oldukları; bütün felsefî ahkâmın tahrif edilmiş, bozulmuş kısımlan hâricindeki kısımları; bütün Hendese [Mühendislikler], Hesâb [Matematik], Nücûm [Astronomi], Hey’et [Fizik], Riyâzıyye [Geometri] İlimlerinin esâslarının ve usûllerinin tamâmı Kur’ân-ı Kerîm’den istinbât ve istihrâc edilmiş yanî çıkarılmış ve alınmıştır. Okunan ve görünen aklî ve nakli ilimlerin, Şarkî ve Garbî ilimlerin, İlâhî ilimlerin ve aklî ilimlerin hepsi hep Kur’ân-ı Kerîm’den çıkarılmış ve alınmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’in yüce ahkâmı 2 kısımdır: Bir kısmı i‘tikâdla yanî kalbin tasdikiyle, râzî olmasıyla, beğenmesiyle, sevmesiyle ve îmân etmesiyle alâkalı olup bu kısmına “İ‘tikâdî Hükümler” derler. Bundan kıl ucu kadar dahî inhırâf etmek, sapmak, ayrılmak küfrü îcâb ettirir ve ebedî azâb ile azâblandırılmayı lüzûmlu kılar. Bu i‘tikâdî hükümler kalbi emrlerden olduğundan, hiçbir kimsenin müdâhalesine ve infâzına mahal yoktur. Bu çeşit i’tikâdî hükümlerde yanî İlâhî ahkâmda kıl ucu kadar tereddüd edenler, bunları inkâr, istihfâf, istihkâr edenler, bunlarla istihzâ edenler, bunları beğenmeyenler, bunlardan râzî olmayanlar, zamâna ve mekâna muvâfık olmadığına inananlar, söyleyenler kâfir olurlar ve katl edilmeleri, öldürülmeleri îcâb eder. Bu gibiler müslümânlıklarını izhâr etseler de yanî Kur’ân okusalar da, namâz kılsalar da. zekât verseler de, hacca gitseler de yine kâfirdirler ve katl edilmeleri vâcibdir.

Kur’ân-ı Kerîm’in yüce ahkâmının 2. kısmı, “Fıkhî Hükümler”dir. Fıkhî hükümler de 4 kısımdır: 1. İbâdât: İbâdetlerle alâkalı hükümlerdir. 2. Mu‘âmelât: Mâl ile alâkalı hükümler olup halâle, harâma, bey‘ ve şirâya yanî alış-verişe te‘alluk eder. 3. Münâkehât: Nikâh, talâk, ric‘at, li‘ân, nüşûz. nafaka, kisve ve sâ’ir mes’elelerle alâkalı hükümlerdir. 4. Cinâyât: Cezâlan lüzûmlu kılan hükümlerdir. Katl, darb, cerh, gasb, sirkat, şürb-i hamr, zinâ. livâta, kazf, kat‘-ı tarîk ve bunların emsâlî mes’elelerle alâkalı hükümlerdir. Bu son 3 kısma yanî “mu‘âmelât, münâkehât, cinâyât” kısmına “hukûk ilmi’ diye ism vermişlerdir. Bunlar, cezâyı lüzûmlu kılan kısmlardır. Bu cezânın infâz edilmesine yanî cezâlandırmaya asâleten “Emîru’l-Mü’minîn ve İmâmü’l- Müslimîn” yanî müslümânların emîri ve imâmı me’mûrdur. Bârî-i Teâlâ’dan peygamberlere hitâben {İnsanlar arasında hükümleri icrâ etmeye sizi [yanî peygamberleri] me’mûr ettim. Benden niyâbeten [yanî benim nâ’ibim olarak] adl [adâlet] ile hükümleri icrâ edin; hevânıza ve hevesinize tâbi‘ olmayın!} buyurulmuştur.

Herhangi bir şahıs, herhangi bir şahsı kasden öldürürse ve bu öldürmek fi‘ili de Şer‘an sâbit olursa, o şahsın cezâsı katldir yanî i‘dâmdır. Ve bu i‘dâmın keyfiyyeti, nasıl yapılacağı, kâtilin ne ile ve ne sürede öldürdüğüne bağlı olarak aynî şey ile ve aynî sürede öldürülmesidir. Bunun infâzına ve icrâsına da “Emîru’l-Mü’minîn” yanî “Mü’minlerin Emîri” me’mûrdur ve “Emîru’l-Mü’minîn”in emriyle olur. Kendisinin emriyle olmayıp da herhangi bir kimsenin keyfine göre olursa herc ü merc yanî karışıklık, kargaşa meydâna gelir ve âlemin intizâmı bozulur. Kâtil olana merhamet etmek, acımak ve kâtili afv etmek câ’iz değildir. Ancak katlde yanî öldürmek fiilinde iki çeşît hukûk vardır. Birisi, Allâh’ın binâsını yıkmak hakkı; diğeri, vârislerin hakkıdır. “Mü’minlerin Emîri” eğer katl edilenin vârislerini râzî ederse ve vârisleri de râzî olursa diyetleri verilir ve bir tarafın hakkı yanî kulun hakkı düşer. Ancak Allâhü Teâlâ’nın hakkı bâkî kalır; düşmez. Bunun menşe’i de {Kim bir mü’mini kasden öldürürse, cezâsı, içinde muhalled [ebediyyen] kalacağı cehennemdir.} me’âlindeki Âyet-i Kerîme’dir. Bu sürede vukû‘ bulmayan katl yanî öldürmek fi‘ili, kısâsı lüzûmlu kılmasa da cezâsı, kâtili ebedî veyâ muvakkat uzaklaştırmak veyâ habs etmektir.

Öldürmek ne büyük bir cürmdür! Bu büyük suçun cezâsını vermek de “Müslümânlann İmâmı, Mü ’mirilerin Emîri” olan kimsenin muhkem, doğru ve isâbetli re’yine bağlıdır. Re’y vermekte “Emîru’l-Mü’minîn” veyâ “Emîru’l-Mü’minîn”in vekâletine ehl kimseler müstekıldir. Yanî hîç kimse bunların re’yine ortak olamaz, karışamaz. Cezânın keyfiyyetini ve kemmiyyetini yanî nasıl ve ne şeklde verileceğini bizzât kendileri tensîb ve ta‘yîn ederler. Cezâda suçun, suçlunun, zamânın ve suç mahallinin büyük medhaliyyetleri yanî dahileri vardır. “Mü’minlerin Emîri” olan kimse bir küllî kâ‘ide dâhilinde bir usûl ve bir kâ‘ide inşâ eder. İsterse, İlâhî hükümlerin infâzına ve icrâsına me’mûr olan âdil, akıllı, kâmil, fazîletli, hîçbir garazı ve ivazı olmayan yanî niyeti sırf Allâh nzâsı olan bir kimsenin re’yine bırakır ve isterse ve maslahata muvâfık görürse, yâ muvakkat veyâ mü’ebbed olarak habs eder veyâ sürgüne gönderir. Vaktin yanî müddetin ta‘yîni ve tahdidi de o adâletli hâkimin re’yine bırakılmıştır. Bu habsin menşe’i de Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın Mâ’ide Sûresi’nde {Muhakkak Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne karşı harb edenlerin ve yeryüzünde fesâd çıkarmaya çalışanların cezâları ancak ve ancak yâ öldürülmeleri, veyâ asılmaları veyâhûd ellerinin ve ayaklarının çaprazlama olarak kesilmesi veyâ bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onlar için dünyâda bir zilletdir. Ve onlar için âhırette de pek büyük bir azâb vardır.} me’âlindeki Âyet-i Kerîmesi olup suçluyu beşerî hukûktan men‘ eder yanî mücrimi habs eder. Mücrim, hapiste de hîçbir işle meşgûl olamaz; âilesi ile mâni‘alar arasında görüşür; âilesine temâs edemez. Suçlu, habsde aç bırakılmaz. Bu cezâ dahî Âyet-i Kerîme’nin
muktezâsındandır.

İlâhî hudûdun birisi kısâs, birisi darb haddi yanî sopa ile vurmaktır. Bunlar da birkaç kısımdır: Zinâ haddi, kazf haddi, içki içmek haddi, elin kesilmesi olan sirkat yanî hırsızlık haddi, yol kesmek haddi, cerh yanî yaralamak haddi ve bunların emsâli haddlerdir. Hepsi münferiden, tek tek Kur’ân-ı Kerîm’de Âyet-i Kerîmeler ile beyân edilmiştir ve sâbitdir. Meselâ, zinâ haddi {Zinâ ettiği Şer‘an sâbit olan kadından ve zinâ ettiği Şer‘an sâbit olan erkekten herbirine 100’er “yüzer” sopa vurunuz!} me’âlindeki Âyet-i Kerîme ile emr edilmektedir. Kazf haddi de 80 sopadır. “Kazf’ demek “Muhsan yanî nâmûslu olan kimselere zinâ isnâd etmek” demektir. Kazf haddini {Muhsan yanî iffetli kadınlara zinâ isnâdmda bulunup da sonra bunu isbât için 4 şâhid getiremeyenlere 80’er sopa vurun!..} me’âlindeki Âyet-i Kerîme emr etmektedir. İçki içmek haddinin icrâsına da yanî müskirattan men‘ etmek ve bütün haddlerin muhâfazasına, Şer‘î hükümlerin icrâ edilmesine “Emîru’l-Mü’minîri’ yanî “Müslümânların Emîri” olan kimse me’mûrdur.

El kesmek olan sirkat haddi, mâlın kendisinin çalınmasının cezâsı değildir. O, hırsızlık ahlâkının cezâsıdır. Bu, bir hastalıktır ki, devâsı da ancak hakîkî tabîb ve mutlak hakem olan Cenâb-i Hakk’dan vârid olan elin kesilmesi emridir. Bu hastalık, bundan başka hîçbir devâ ile şifâ bulmaz. Bu ilâç, tabibi tarafından ta‘yîn buyurulmuştur. Bu ilâç ile bu hastalık külliyyen ortadan kalkar. Bu devâ kullanılmayıp da başka cezâlarla, yüz binlerce akıllının ve hakimin ilâçlarıyla, devâlarıyla ve tedbîrleriyle bu hastalık tedâvî edilemez.
Şer‘-i Şerifin bütün haddleri böyledir.

Gasb haddi yanî yol kesmenin cezâsı da salbdir yanî asmaktır. Bu dahî Âyet-i Kerîme ile sâbitdir. Fakat bu, ma’rûf olan, çok bilinen salb etmek, asmak değildir. Bir çeşît yol kesicilik ve yol kesiciler vardır ki, bu kuttâ‘-ı tarîk, Allâhü Teâlâ’nın yolunu kesen, İlâhî tarîki kat‘ edenlerdir. Bunlar, o kimselerdir ki, bu derece âlim olmadıkları ve irşâda ehl bulunmadıkları hâlde kendilerini âlim, irşâd etmeye lâyık, insânlara pîşvâ [imâm, şeyh, mürşid] ve dînde müslümânları irşâd husûsunda kâfi ve kâmil bilip ileriye atılanlardır. Bunların cezâsına dünyâ mütehammil değildir yanî dünyâ tehammül edemez, taşıyamaz. Cezâsı, cezâ gününde verilecektir. Bunların cezâsı, melekler tarafından ağızlarına gemler vurularak ve yüzükoyun sürüklenerek cehenneme atılmaktır. Şimdi bu derece âlim ve irşâda ehl kimse yoktur.

Cerh yanî yaralamak haddinde yaralanan, kendisini yaralayanı afv etmezse, diyetini almazsa, cerh edenin, yaraladığı sûrette, yaralanan tarafından cerh edilmesi, yaralanması demektir.

Elhâsıl, Âyet-i Kerîmeler’de ve Hadîs-i Şerifler’de hudûd cezâları ta‘yîn edilmeyen suçların hikmetlerini, âlemin hâlikı ve mükevvenâtın sâni‘i olan âlemlerin Rabbi Allâhü Teâlâ, İlâhî hükümlerinin icrâ edilmesi vazifesini “Emîru’l-Mü’minîn ’e tefviz etmiş, ısmarlamıştır. Şer‘î emrleri ve hükümleri icrâya me’mûr olanların kâmil ma‘nâda dirâyete, fetânete ve ilme mâlik olmaları şarttır. Böyle kimseler azl edilmek, tekdir ve tevbîh olunmak ve sâ’ir muamelelerden korkmadan ve telâş göstermeden her çeşit müdâhaleden emin
olarak İlâhî hükümleri, Şer‘-i Şerifin ahkâmını icrâ ederler.

Cevâblar:

Birinci Su’âl: İslâmiyyet’de, dahâ doğrusu İslâm Felsefesi’nde cezâ fikri ne sûretle doğmuş ve ne sûretle telakki edilmiştir?

Birinci Cevâb: İslâmiyyet’de, dahâ doğrusu “İslâm Felsefesi” ibâresi yerinde “İslâmî Me’ârif ve İlimler” ta‘bîri vardır. “Felsefe”, Eski Yûnân’da “Muhibb-i hikmet yanî hikmeti sevmek, hikmet sevgisi” demektir. “Hikmet” ise “Her şey’i yerinde bilmek” demektir. “Felsefe” ta’bîri kullanılan yerlerde murâd olan, kasd edilen ma‘nâ “hikmet” değildir. Felsefe; mevhûm mukaddemelerden, tehayyül olunan mevhûmelerden, muzahrafâttan, mugâlatadan, safsatadan ibâretdir. Bunlar, İslâmiyyet’de yoktur. Eski ümmetlerde ve geçmiş kavmlerde yetişmiş hakimler, bu çeşit ilimleri geçmiş peygamberlere nâzil olan kitâblardan ve suhuflardan çalarak ve zekâlarını da kullanarak te’emmül ve tefekkür ettikleri mes’eleleri birbirine karıştırmakla ve doğruluk süsü vermekle avâm tabakasındakilere yanî câhillere kabûl ettirmişlerdir. Semâvî kitâblardan ve sahîfelerden çalınma malûmâtın %90’ına kadarı eğri ve yanlış olabilir.
Felsefeciler, avâmmı aldatmak sûretiyle bunların kendilerinin olduğunu bildirmişlerdir. Geriye kalan yüzde onu da, semâvî kitâblardan ve sahîfelerden çalınmadır. Doğru olan müsbet ve tehakkuk edilmiş ilimler de ancak bunlardır.

İslâmiyyet’de her şey ve her şey hakka ve hakikate muvâfık ve mutâbıktır; akl-ı selime ve müstekim tabî‘ate uygundur. Zîrâ, vahye istinâd etmektedir. Vahy, Allâhü Teâlâ’dan Allâhü Teâlâ’nın rasûllerine tebliğ buyurulan ahkâm-i celîledir. “Akl-ı selim” ta‘bîrimle kasd ettiğim, bugün kasd edilen, kullanılan manâsında değildir. Akl-ı selim yanî selim akıllar hiç yanılmayan, hiç yanlış düşünmeyen; melâmeti, melâleti, nedâmeti, husrânı, hazlânı îcâb ettirmeyen akıllardır. Bunun mukâbili yanî zıddı olan akıllara “akl-ı sakîm” denir. Sakîm akıllılar ekseriyyetle yanılırlar, yanlış düşünürler, yanlış yaparlar; yaptıkları hep melâmeti, melâleti, nedâmeti, husrânı, hazlânı îcâb ettirir.

Yazdığım şeyler, su’âllerin i‘lâm edilmesini ve anlaşılmasını teshil eden, kolaylaştıran ma’nâlardır. Ve cevâblarıyla alâkalı mes’elelerden ibâretdir. Bu yazılar tamâmıyla, tâm bir himmetle ve te’emmülle nazardan geçirilirse, cevâb olarak zâten kifâyet eder. Bununla berâber, gâyet yüksek bir tahkîkla, tedkîkla, mes’elelere tâm vukûfiyyetle, aklî delillerle iknâ‘ edici ve kat‘î hüccetlerle, burhânlarla tesbît edilmiş olarak birer birer yazarım ve cevâblarını veririm.

“Cezâ fikri” değil, “cezâ emri” Cenâb-i Hakk’ın inzâl buyurduğu semâvî kitâbların hepsinde gâyet sarih, apaçık beyân buyurulmuştur. Bu cezâ emri beşeriyyetin, bir insânın, bir mahlûkun nazariyyelerinden doğma, akılların mahsûlü bir şey olmayıp İlâhî bir hükümdür. Ebu’l-beşer yanî insânların atâsı Hazret-i Adem “alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” zamânından yanî 313 bin seneden beri her ümmetde, her kavmde, her dînde, her şerî‘atde, her mekânda, her tarafda İlâhî hükme müstenid olarak icrâ edilegelmiştir. Ve hepsi hakk, sâbit ve doğru olarak telakkî edilmiştir. İlâhî hükümlere boyun eğmekte, itâ’at etmekte muhâlefet edenler Allâhü Teâlâ tarafından terbiye olunmuşlar ve yok edilmişlerdir. Bunların eserleri ve eserlerinin izlerini taşıyan mekânları da mahv olmuş ve izmihlâle uğramıştır. Ve bu yolda Allâhü Teâlâ’nın âdeti cârî olmuştur.

İkinci Su’âl: Ceza, Allâh’ın hakkı mıdır, kulların hakkı mıdır ve bu iki nazariyyenin ayrı ayrı sâlikleri var mıdır? Var ise, istinâd noktaları nelerdir? Cezada mücerred ıslâh etmek fikri mevcûd mudur?

İkinci Cevâb: Cezâ, hem Allâh’ın hakkı ve hem de Allâh’ın kullarının hakkıdır. Cezânın Allâh’ın hakkı olan kısımlarının muhâfazası, Ülü’l-Emr’e yanî “Müslümânların Emiri” ne âiddir. Cezânın Allâhü Teâlâ’nın mazlûm kullarını zâlim kullarının ellerinden kurtarmak, hakklarını korumak gibi kullara âit kısımlarını muhâfaza etmek vazifesi de, me’mûriyyeti dolayısıyla “Müslümânların Emîri”nindir. Bu, Cenâb-i Hakk’ın {Ben Azîmüşşân olan Allâh, hükümlerin bildirilmesini, infâz ve icrâ edilmesini, i‘lâmım size tefviz ettim, ısmarladım. İnsânlar arasında hakk ile ve adâlet ile hükmedin; hevâlarımza ve heveslerinize tâbi‘ olmayın!) me’âlindeki peygamberlerine hitâb buyurduğu Âyet-i Kerîmesi’yle sâbitdir. Bundan ötürü, bu, bir nazariyye değildir; İlâhî bir hükümdür. İnsânoğlunun fikrleriyle, re’yleriyle, mevhûm mukaddemeleriyle sâbit olacak şeylerden değildir. Emr edeni Allâhü Celle Celâlühû’dür; teblîğ edenleri Allâhü Celle Celâlihû’nün peygamberleridir; bunları bize ulaştıranlar da dîn imâmlarıdır yanî Kelâm, Hadîs-i Şerîf, Tefsîr, Tesavvuf ilmlerinde müctehid âlimler; kâmil ve mükemmil mürşidlerdir. Burada nazariyyenin yanî insânoğlunun aklının, fikrinin, hayâlinin, hissinin dahli, mecâli, sözü yoktur. Ve olsa dahî, istinâdlan yalnız ve yalnız Allâhü Teâlâ’nın Kelâm-i Kadîm’i ve Allâhü Teâlâ’nın Rasûlü’nün Kelâm-i Kadîm’den niyâbet yoluyla yanî Allâhü Teâlâ’nın nâ’ibi, vekîli, halîfesi olması yoluyla söyledikleri Hadîs-i Şerîfler; büyük müctehidlerin Kelâm-i Kadîm’den ve Hadîs-i Şerîfler’den istinbât ve istihrâc buyurduklan ma‘nâlardır. Bu çeşît âlimler, birkaç yüz seneden beri hitâm bulmuşlardır yanî son birkaç yüz senedir mevcûd değildir. İctihâd makâmındaki âlimlerin kitâblarını, eserlerini te’emmül, tefekkür ve tedebbür edenlere bu makâlemizin, bu yazılarımızın sıdkı, doğruluğu gâyet âşikârdır ve gâyet müberhendir.

Cezâdan murâd, yalnız ve yalnız suçlunun ıslâh edilmesidir. Dînin muhâfazası İlâhî hukûka, zâlimin elinden mazlûmu kurtarmak, kulların hukûkuna âiddir. Cezâdan murâd, suçlunun ıslâhıdır ki, bu da birçok Âyet-i Kerîme’nin muktezâsıdır. Zâten dînin esâslarından birisi de şehirleri i‘mâr etmek ve Allâhü Teâlâ’nın kullarını müreffeh kılmaktır. İ‘mâr etmekten murâd da binâları, zirâ‘at işlerini, san‘atları, meslekleri, servetleri ve mülkleri çoğaltmaktır; Allâhü Teâlâ’nın kullarını müreffeh kılmaktan murâd, Allâhü Teâlâ’nın kullarının maişetlerini ve idârelerini genişletmek; hîçbir zâlimin zulmünden korkmamak, hîçbir fakrliğe, yokluğa, maişet darlığına ve sıkıntısına düşmemektir. Hakklar, Allâhü Teâlâ’nın hakkı ve Allâhü Teâlâ’nın kullanımı hakkı olmak üzere 2 kısım olup kulların hakkında da Allâhü Teâlâ’nın hakkı da ayrıca vardır. Peygamberlerin gönderilmelerinden murâd ve maksad, bu iki hukûkun muhâfazasıdır. Onların vefâtlanndan sonra da nübüvvet verâsetiyle onlara vâris olanlar bu vazifeyi görürler. Peygamberlerin en büyüğü olan Peygamberimiz’in “aleyhissalâtü vesselâm” bi‘setinden, peygamberliğinden sonra peygamberlik yoktur. O’nun vefâtından sonra kendi ümmetinin her bakımdan en faziletlisi, ekmeli, en âlimi, en âdili, en merhametlisi olanları nâ’ib ve vekil olmuşlardır.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın rasûllük ve nebîlik vazifesi 3 çeşittir: Birinci nev‘i; İlâhî hükümleri tebdîlsiz, tağyîrsiz ve tahrîfsiz olarak tebliğ etmektir. Bu vazifeyi kendi zamânlannda 124 bin Sahâbe’ye vicâhen, yüz yüze tebliğ buyurdular ki, bu Sahâbe-i Kirâm’ın hepsi akl-ı selim ile âlim, zekî, faziletli, cesûr, şecâ‘atli, müstekim ve fedâkâr insânlardır. Bunlara {Benden işittiklerinizi sizden sonra gelenlere tebliğ edin!} buyurdular. Hiçbir istisnâ olmaksızın Ashâb-i Kirâm’ın hepsi, ferd ferd bu emri ifâ ettiler. Tâbi‘în ve Tebe‘-i Tâbi‘in de Hicrî 3. Asır’da vârisleri en kâmilleri olan büyük müctehidleri yetiştirdiler. Bu büyük müctehidler de herkesin anlayabileceği sûrette te’lîf ve tasnif eserler yazdılar. Dîn de işte bunlardan yanî bu te’lîf ve tasnif eserlerin muhtevâsından ve bu eserlerin müştemilâtından ibâretdir. Peygamberin bir vazifesi de, İlâhî hükümlerin kabûlüne lâyık bir isti‘dâd kisb etmek, kazanmak sûretiyle yumuşak sözlerle bunları okşayıp kabûle sevk etmektir. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın rasûllük ve nebîlik vazifesinin ikinci nev‘i; İlâhî hükümleri âbî yanî yüz çeviren, âsî, tâgî, muhâlif, bâgî yaratılışta bulunanlara cebren icrâ ve infâz etmektir.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’m rasûllük ve nebîlik vazifesinin 3. nev‘i; îmânı tefviz etmektir. Vefâtlarından sonra bu 3 çeşit vazifeyi birden ifâ edecek insânlar 30-40 sene yaşadılar. Ondan sonra İslâmiyyet ve İslâm Mülkü genişleyip çoğaldığından, fitneler ve fesâdlar doğdu. Bundan dolayı bu 3 çeşit vazifenin icrâsını tek bir şahsın icrâ etmesi mümkin olamadı. Buna binâ’en, bu 3 vazife taksim edildi.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın dahâ risâletleri zamânında hemen hemen bütün Arablar tâm bir boyun eğmekle ve teslîmiyyetle İslâmiyyet dâ’iresine dâhil oldular. Kureyş Kabilesi’ne mensûb Arablar’ın bir kısmı muhâlefette kaldılar ise de, az bir zamân sonra kendi kendilerine mahv oldular. Emîru’l-Mü’minîn İmâm-i Ömer “radıyallâhü anh” zamânlarında bütün Afrîkâ ve bütün Asyâ, Amerîkâ’nın bir kısmından ibâret olan Filipin Adaları’na kadar olan yerler Müslümânların hükmünde idi. Buralardaki insânlar yâ müslümân oldular veyâhûd cizye verdiler. Yemen, Asîr, Aden, Hadramût, Çelîpâr, Bahreyn, Meskat, Necd, Katîf, Sûriye, Acem Irâkı, Arab Irâkı, Hind, Sind, Çin, Japon, Hîve, Buhârâ, Semerkand, Taşkend, Türkistân’ın tamâmı, Deşt-i Kıpçak, Dağıstân, Tâtâristân, Kürdistân, Acemistân, Gûrcistân, Fürs, Mecûsî Kisrâ Devleti, Cürcân, Hârezm, Cezâ’ir kısımları, Doğu’nun en uzak yerlerine kadar İslâmiyyet dâ’iresine dâhil olup cüz’î bir kısmı da cizye vermekle Şer‘î Ahkâmı ve Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerini tav‘an yanî seve seve kabûl ettiler. Sahâbe-i Kirâm’dan olan İslâm mücâhidleri oralara kadar dîni yaymak ve İslâmiyyetin hükümlerini icrâ etmek için Hicâz-i Şerif den ayrıldılar. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Şer‘-i Şerîfı’ni yeryüzünün herbir tarafına tebliğ ettiler. Ta’rîhler yazsa da, yazmasa da bu, böyle idi ve bu söz doğrudur. İslâmiyyet’in ulaşmadığı ne Amerîkâ, ne Avrupâ; hiçbir yer kalmamıştır. Bundan sonra Emevî Emirleri ve sonra Abbâsî Emirleri mülklerini genişlettiler. Türkler de hem mülkü ve hem dîni muhâfaza ettiler.

Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın rasûllük ve nebîlik vazifesinin 3 çeşidinden birincisi âlimlere, İkincisi hakimlere yanî emirlere taksim ve tefviz edildi, ısmarlandı. Hicrî 4. asır’dan sonra ilk asırlardaki gibi mükemmel âlimler bulunmadığından, ictihâd da kâbil olmadı; müctehidler kesildi, kalmadı. Bundan sonra da kalblerde ru‘ûnet, katılık peydâ olduğundan ikinci kısım da azaldı, azaldı ve nihâyet yok oldu. Sonraları üçüncü kısmdan da ecânibin, yabancıların kânûnlarına, nizâmlarına uymaları istenildi. Bu sürede o da fesâda uğradı. Bu hukkâm yanî emirler iki çeşit vazifeyi ifâ etmekle me’mûrdur:

1) Dînin muhâfazası yanî Şer‘-i Şerif’in, Kur’ân-ı Kerîm’in hükmlerini muhâfaza etmek.

2) Mazlûmu zâlimin elinden kurtarmak.Emirler bu iki vazifeden ancak irtidâd etmekle yanî dînden dönmekle, çıkmakla veyâ mutlak cünûn, delilik ile ayrılırlar. İrtidâd ve mutlak cünûn olmadıkça emirlik vazifelerinden ayrılamazlar. Kusurları görülse dahî nasihatlerle, tekdirle, terhîble yanî korkutmakla hakka döndürülürler ki. adâletin icrâsında en güzel ve en selâmetli yol, budur. Bu da Ayet-i Kerîme ile sâbitdir. Mûsâ ve Hârûn “aleyhimesselâm”, Fir‘avn’a karşı {İkiniz de ona yumuşak söz söyleyin!} me’âlindeki Ayet-i Kerîme’de beyân buyurulduğu üzere yumuşak söz söylemekle emr olundular. Halk kabalıktan ve şiddetten nefret eder. Yine bir Âyet-i Kerîme’de, me’âlen {Kabalık, sertlik ve şiddet gösterirsen, etrâfından dağılırlar; sevmezler, sevmeyince de kuvvet ve kudret azalır.} buyurulmuştur.

Üçüncü Su’âl: Mezheb İmâmları Hazarâtı arasında bu fikir etrâfında yanî ceza vermek hakkı üzerinde münâkaşalar cereyân etmiş midir ve bu münâkaşaların aslî mevzu‘ları ve ihtilâflı noktaları nelerdir?

Üçüncü Cevâb: Cezâ vermek husûsunda müctehidler arasında münâkaşa yoktur ve olamaz! Zîrâ cezâ, Allâh’ın emrine müsteniddir. İlâhî emrler münâkaşa kabûl etmez. Mezheb imâmlarının ihtilâflarına yani ictihâdlarının farklı olmasına da münâkaşa denmez. Münâkaşa, birtakım safsatalardan, hakka benzeyen bâtıl işlerden ibâretdir. Dînde bu sûret yani münâkaşa yoktur. Bunların münâkaşaları, asi mes’elede değildir. Müctehıc imâmların ihtilâflarının hepsi ve hepsi, ayrı ayrı hakk üzerindedir. Sıdkdır, savâbdır, doğrudur. Bunların arasındaki ihtilâfları görenler, bu ihtilâflar ictihâdî ayrılıklar olduğunu anlayamadıklarından, hakikatin kendi sakat görüşlerinden, kendi yanlış fikrlerinden ibâret olduğunu zann etmişlerdir. Bi’l- me’âl muhtelefün fîh olan mes’eleler, hakîkatde müttefekun aleyhdir yanî me’âlinde ihtilâf hâlinde olunan mes’elelerin, hakikatinde tâm bir ittifâk hâlindedirler.

Dördüncü Su’âl: Habs hukûku yanı borçlunun habs edilmesi ile mücrim arasında İslâm Hukûku bir fark gözetmiş midir?

Dördüncü Cevâb: Medyûnun yanî borçlunun habs edilmesi, deyn yanî borç üzerine değildir. Deynin eceli yanî borcun ödenmesi vakti girdikten sonra medyûnun yanî borçlunun, borcunu ödemeye kudreti olduğu hâlde borcunu ödememesi, bir zulümdür ve zulüm de bir cürmdür, suçtur. Hadîs-i Şerif’de {Borcunu vaktinde vermemek, zulümdür.) buyurulmuştur. Edâsına muktedir olan kimsenin borcunu ödeme vakti gelince vermemesi, uzatmadır ve te’hîrdir. Bu da zulümdür ve habs de bu zulmün, bu suçun cezâsıdır. Borcu ödemek, İlâhî bir emrdir. Bir Âyet-i Kerîme’de, me’âlen {Birrde yanî iyilikte ve takvâda birbirinize mu‘âvenet ediniz, yardımlaşınız!) buyurulmaktadır. Allâhü Teâlâ, muhtâclara borç vermeyi, karz-ı hasen ile mu‘âmele etmeyi emr ediyor. Muhtâclara borç vermemek, İlâhî emre uymamak demektir. Muhtâcları fâ’ize yanî ribâya mecbûr bırakmak ve neticede muhtâcları zarara uğratmak demektir. Muktedir oldukça va‘desi gelen borçları ödemelidir. Borç verilmezse, zulmedilmiş olur. İşte habs, bu fi‘ilin, bu cürmün cezâsıdır. Karz-ı hasen yanî güzel borc verilmezse, halk fâ’iz ile mu‘âmeleye mecbûr olur ve böylelikle insânlar fâ’ize yanî ribâya teşvik edilmiş, rağbetlendirilmiş olur. Bütün dînlerde, bütün kavmlerde fâ’izin zararlı olduğu sâbitdir. Bir Ayet-i Kerîme’de, ribâ hakkında {Allâhü Teâlâ, ribâyı mahv eder, sadakaları ise bereketlendirir, nemâlandırır.) buyurulmuştur. Allâhü Teâlâ, ribâyı öyle mahv eder ki, ribânın eserleri, izleri bile kalmaz. Âlemin ahvâline vâkıf olanlar, bunu pek a‘lâ bilirler.

Demek oluyor ki, borçlunun habs edilmesi ile suçlunun habs edilmesi ayrı ayrı şeyler değildir. Borçlunun habs edilmesi ile mücrimin habs edilmesi aynî şeydir. Aralarında hiçbir fark yoktur. Habsin keyfiyyeti ve müddeti, ta‘zîr edene âiddir. Ta‘zîr ise Müslümânların Emîri’nin, müdebbir-i ümûrun yanî devletin işlerini çekip çevirenin ve idârecilerin hakkıdır ve vazifesidir.

Beşinci Su’âl: İslâm Hukûkunda ilk habs ne zamân başlamıştır?

Beşinci Cevâb: “Habshâne” değil, “ilk habs” Âdem Aleyhisselâm’ın zemâmında başlamıştır. “Habs” demek, “Tevkif etmek, durdurmak yanî ihtilâttan, istifâdeden men‘ etmek” demektir.

Allâhü Teâlâ, {Dur!} diye emr etti. Mü’minler, İlâhî emre itâ‘at ettiklerinden ve boyun eğdiklerinden evlerinde veyâ başka bir yerde habs oldular ve kendilerini habs ettiler. Bu itâ‘atden ve boyun eğmeden dolayı o zamânlar duvârla çevirmeye, bir oda yapmaya, bir hücreye veyâ bir binâya lüzûm yoktu. O zamândan beri bu çeşit habs, mü’minler arasında cereyân etti. Vaktâ ki Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” zamânında Ka‘b bin Züheyr bir cürm işledi ve o cürm dolayısıyla Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” O’nu ihtilâttan yanî insânlarla görüşmekten men’ ettiler; Ka‘b bin Züheyr de, bulunduğu yerde durdu. Pişmân olunca da cürmünden ötürü afvını diledi. Peygamberimiz “aleyhissalâtü vesselâm” afv buyurdular ve se‘âdetli hırkalarını O’na giydirdiler. O zamândan beri habs, dînî emirlerden, işlerden oldu. Şahısların, âdetlerin, zamânların, mekânların, cürmlerin, mücrimlerin farklı farklı olmasıyla muhtelif habshâneler yapıldı. Allâhü Teâlâ’nın emirlerine ve yasaklarına itâ‘at etmek ve boyun eğmek azaldı; netîcede şiddetli mu‘âmeleler de çoğaldı. Habshâne de o zamân îcâd edildi. İslâmiyyet’de habs, Allâhü Teâlâ’nın emrine mütevakkıf, emrine bağlı idi. Habs demek, “hicr etmek, men’ etmek” demektir. Allâhü Teâlâ, bir kimseyi istifâdeden yanî insânlarla birarada bulunmaktan men’ buyurursa, Allâhü Teâlâ’nın emrlerine itâ‘at eden ve boyun eğen bütün mü’minler de o kimse ile ihtilât etmekten, o kimse ile her çeşît mu‘âmeleden ictinâb ederlerdi.Tevkîfhâneler yanî habshâneler Emevî Melikleri’nden ve Abbâsî Melikleri’nden sonra ihdâs olundu. Lâkin mü’min olmayan ve İlâhlık da‘vâsında bulunan Dahhâk, Cemşîd, Dârâ, Şeddâd, Fir‘avn, Fir‘avnlar ve sâ’ir cebbâr, zâlim meliklerin ve sultânların zamânlarında göz çıkarmak, el ve ayak kesmek gibi çeşîtli işkenceler, zindânlar ve habshâneler vardı. Mü’minlerin Allâhü Teâlâ’nın kullarına aslâ ve kat‘â böyle işkenceleri, ezâları, cefâları, zecrleri ve katlleri yok idi. Hattâ Şer‘î haddlerin icrâsında fazladan bir sopa dahî vurulamaz idi. Bunların zulümlerini, zâlimliklerini, cezâlarını mü’minlere isnâd etmek, ta’rîhlerin iftirasından başka bir şey değildir. Ta’rîh kitâblarının meliklerin, sultânların yanî devletlerin başındakilerin re’yleriyle ve tensîbleriyle tertîb edildiği, yazıldığı malûmdur. Kurûn-i Vüstâ yanî Ortaçâğ denilen zamânlarda da İslâmiyyet’de hîçbir zulüm yok idi.

Velhâsıl, Allâhü Sübhânehû Ve Teâlâ’nın Kur’ân-ı Azîmüşşân’da fermân buyurdukları cezâlardan başka İslâmiyyet’de hîçbir cezâ yok idi.

Altıncı Su’âl: Kur’ân-ı Azîmüşşân cezâ vermekten bahs etmekte midir ve ne gibi ukûbâttan yanî cezalandırmalardan bahs buyurmaktadır?

Altıncı Cevâb: Kur’ân-ı Azîmüşşân’da her çeşît cezâ ve ukûbât emr ve fermân buyurulmuştur. Meselâ, kısâs ki, Âyet-i Kerîme’de, me’âlen {Ey akıl sâhibleri! Kısâsda sizin için hayât vardır! Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.) buyurulmuştur. Kısâs, birinci derecede bir cezâdır. {Biz onda [Tevrât’da] onlara cana cân, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından sadaka sayarsa [vazgeçerse] bu, onun günâhlarına keffâret olur. Allâh’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar, zâlimlerin tâ kendileridir!) me’âlindeki Âyet-i Kerîme’de diyet ile kat’ ve afv etmek vardır.

İrtidâdın da cezâsı vardır. İrtidâd, İslâm Dîni’nden çıkmak” demektir. Bunun cezâsı yâ İslâmiyyet’e dönmektir veyâhûd vücûdunun ortadan kaldırılmasıdır. Diğer bir sûrette irtidâd, İlâhî hükümleri inkâr etmek veyâ İlâhî hükümlerde tereddüd etmek veyâ İlâhî hükümler ile alay, maskaralık etmek, İlâhî hükümleri beğenmemek, kullara en muvâfık ve en uygun olduğuna inanmamak, zamânların değişmesiyle İlâhî hükümlerin de tebeddülüne, değişmesine kâni olmak da irtidâddır. Ve bu hâle râzî olmak dahî irtidâddır. Darb ve cerhin de yanî dövmenin, vurmanın ve yaralamanın da cezâları vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in sarâhatiyle ta‘yîn olunmayan haddlerden başka diğer cürmlerde de cezâlar vârid olmuştur. O cezâların ta‘yîni, tesbîti, kemmiyyeti ve keyfiyyeti Emîru’l- Mü’minîn’e havâle ve tefvîz edilmiş, ısmarlanmıştır. Bunun delîli olan Âyet-i Kerîme, yukarıda zikr edilmiştir.

İşte bilcümle Şer‘-i Şerifin gâyet musarrah, gâyet açık hudûdundan başka habs etmek veyâ nefy etmek yanî sürgüne göndermek cezâları böyle ta‘yîn ve tesbît edilmiştir. Kâtı‘-ı tarîkin yanî yol kesenin cezâsı da Âyet-i Kerîme ile sâbitdir. Bu sûretle Kur’ân-ı Azîmüşşân bütün ukûbât çeşitlerini ve bunların cezâlarını tasrîh buyurmuş, gâyet açık olarak beyân etmiş; hiçbir suç, cezâsız bırakılmamıştır.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, her çeşit cezâdan bahs ettiği gibi her çeşit ilmden, her çeşit muâmeleden de bahs eder. Münâkehât ve münâkehâtın ahkâmı olan nikâh, talâk, nüşûz, ric‘at, zıhâr, li‘ân, ilâ ve kan-kocanın muâmelesi ile alâkalı 20 kısımdan zevce ve zevciyyete yanî kocalığa ve karılığa te‘alluk eden zâhirî hükümler ve mestûr, örtülü hükümler yanî zinâ, kazf ve sâ’ir her çeşit muâmele; mâlî mu’âmeleler yanî alış-veriş, hıyâr, ribâ yanî fâ’iz, fâ’izin her çeşidi; selem, mâl gasbı, mâl sirkati, deyn, dâyin, medyûn; vasıyyet, vakf, irs, hibe; kabâhatlerin ve cinâyetlerin her çeşidi; katl, cerh, şehâdet, şehâdetin âdâbı, kefâlet, vekâlet, da‘vâlar, da‘vâların keyfiyyeti, beyyinâtin tercihi, kâdîlık ve kâdîlık âdâbı yanî murâfe‘a usûlü şimdiki ifâde ile muhâkeme usûlü, adâlet kâtibliği ve hükümleri gâyet tafsilâtlı olarak Bekara Sûresi’nin sonlarında vardır.

Kur’ân-ı Azîmüşşân kölelik, câriyelik ve bunların kısımlan olan mükâtebe, müdâbere ve mu‘âteka ve fıkhın diğer hükümleri yanî mâlî hükümlerden de bahs eder. “Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye” bunlardan ancak çok cüz’î bahsetmektedir. Diğer fetvâ kitâbları, kazâ ve kâdîlık kitâbları, mahbûslarla alâkalı Şer‘î hükümler ve semâvî kitâbların hükümleri 8 ilmden ibâretdir. Bu 8 ilim Fıkh İlmi, Usûl-i Fıkh İlmi, Hadîs İlmi, Usûl-i Hadîs İlmi, Kelâm İlmi, Usûl-i Kelâm İlmi, Tefsîr İlmi ki, burada muradımız elimizdeki tefsirler değildir; bunlar Tefsîr ilmi için ancak âletdir. Sekizincisi de Ledünnî İlm yanî İlm-i Bâtın olup bu da 29 ilmden ibâretdir.

Aklî ilimler ise 124 usûl ve ana ilmden ibâretdir. Farazâ, semâvî kitâblarda münderic olmasalardı, insânoğlunun müstekim aklı bunların istihracında yürüyebilirdi yanî bunlardan çıkarabilirdi. Aklî İlimlerden Hey’et İlmi, ulvî cüzlerin keyfiyyetinden ibâretdir. Nücûm İlmi, bu ilimden bir şu‘bedir. Hendese İlmi, Hesâb İlmi ve her çeşidiyle Riyâzî İlmler, Miyâh [Sular] İlmi, her şu’besiyle Hikmet İlmi, Tıbb İlmi, Teşrîh İlmi, Tabaka-i Arz [Yeryüzünün Tabakaları] İlmi, Hevâ’iyye [Meteoroloji vs.] İlmi, Mâ’iyye [Sular] İlmi, Nebâtât [Bitkiler, Botanik] İlmi, karada, denizde, havâda, âteşte yaşayan herbir çeşidiyle Hayvânât [Zooloji] İlmi, Hacer-i Eşkâl [Taşların Çeşitleri] İlmi, Ma‘denler İlmi ve sâ’ir ilmlerin hepsi ve hepsi Kur’ân-ı Kerîm’de mevcûddur. Bunlar hakîkî âlimlerin yanî İslâmiyyet’in en büyük müctehid âlimlerinin ve bunların emsâli âlimlerin nazarlarından kaçmamıştır.

Kur’ân-ı Azîmüşşân, bütün evvellerin yanî önceki zamânların ilmlerini ve sonraki zamânların ilimlerini hâvi ve muhtevi olduğu gibi, âlemin yaratılışından inkirâzına yanî yok edileceği zamâna kadar vâkı‘ olan, olmakta bulunan ve olacak olan hâllerin hepsini şâmil ve müştemil olup bunlardan ba‘zılarını gâyet sarih, açık; ba‘zılarını da delâletle, imâyla ve işâret yoluyla, zımnen ve iltizâmen beyân buyurmuştur. Böylece umûmî, büyük muhârebelere, büyük katl-i âmmlara telmihleri vardır. Zâten Kur’ân-ı Azîmüşşân, bu cihetiyle de mu‘cize olur.

Bütün insânlar, cinnler, melekler; önceki zamândakilerin ve sonraki zamânların hepsinde olanlar bir araya gelseler ve birbirlerine yardım etseler dahî Kur’ân-ı Kerîm’in en kısa sûresinin, en kısa âyetinin bir benzerini, hattâ benzeri gibi olanını dahî îrâd edemezler, yazamazlar. Basiretli ve bînâ olanlar yanî kalb gözleri de, baş gözleri de açık ve uyanık olanlar, basiret gözlerinin keskinliği ile, zekâlarıyla, fetânetleriyle ve îmânlarının nârlarının derecelerine göre görürler. Nâ-bînâ olanlar da yanî hiç göremeyenler de çâresiz, cehâletleri sebebiyle ve cehâletleri nisbetinde tercümesine yeltenirler ve beğenmezler. Eski garîb san‘atlar ve yapılar ile yeni san‘atlar ve yapılar hakkında Kur’ân-ı Kerîm’in ba‘zı yerlerinde tasrîhler, telmihler, işâretler, telvîhler, kinâyeler vardır. Yâsîn-i Şerîf Sûresi’nde, me’âlen {Onlar için bunun gibi binecekleri başka şeyler de yarattık.} Âyet-i Kerîmesi, bunlara bir misâldir. Kur’ân-ı Kerîm, şehirlerin yanî mekânların ve zamânların da mütefâvit, birbirlerinden farklı olacağına işâret buyurmuştur.

Kur’ân-ı Kerîm’in harfleri, Arab Harfleri değildir. Yüz binlerce seneden beri, Âdem Aleyhisselâm’ın beşerî hilkatinin başlangıcından beri bu harfler vardır. Âdem Aleyhisselâm’a nâzil olan suhuflardan bir suhuf, Kur’ân-ı Kerîm’in harfleri idi. Yeryüzünün herbir katresinde, herbir kum dânesinin içinde aynî hattlar yazılı idi. Hiyeroglif ve sâ’ir şekiller sonraları zuhûr etti. Bu harfler, Arab zamânlarına tesâdüf edip kemâlini ve cemâlini gâ’ib etmedi ve kıyâmete kadar da etmeyecektir. İncîl’de ibâdetlerden, nasihatlerden ve hikâyelerden başka hükümler az olduğundan ve bir kısmı da Tevrât’a havâle edildiğinden Hıristiyânlık’da dîn ve dünyâ işleri ayrılabilir.

İslâmiyyet’de ise bütün hükümler, Allâh’ın emrine müstenid olduğundan dîn ve dünyâ ayrı ayrı şeyler değildir. Halâl mâl kazanmak, münâkehat gibi dünyâ işleri, dînin tâ kendisidir.

Mâl kazanmak zirâ’atden, ticâretden, san‘atden ve zenâ‘atden ibâret olup farzdır ve dünyâ işlerinden olup dînin tâ kendisidir. Atâlet ve betâlet yanî tenbellik ve boş durmak, çalışmamak İslâmiyyet dâ’iresinin dışındadır. İslâmiyyet’de mâl kazanmak, tâm halâl mâl kazanmak İslâmiyyet’in hukûkunda bulunmayı emr etmektedir.

Yedinci Su’âl: Şer’iyye Mahkemeleri’nin tatbik etmekte olduğu haddlerde ta‘zîr haddi, tekdir haddi ve sâ’ir haddler gibi cezalardan başka cezalar var mıdır? Bu cezaların icrâsı ve infazı nasıldır?

Yedinci Cevâb: “Şer’iyye Mahkemesi” ta‘bîri İslâmiyyet’de yoktur. “Mahkeme” ta‘bîri de yoktur. İslâmiyyet’de “murâfe’a” denilir. Bu da Şer‘-i Şerif Hâkimi’nin huzûrunda Şer‘î hükümlerin infâz edilmesine me’mûr olanın sûrî yanî mâddî huzûrunda ve Şer‘-i Şerifin ma’nevî huzûrunda bulunmak demektir. İşte “murâfe‘a” budur.

Bundan önce bahs ettiğimiz zinâ haddi, kazf haddi, livâta haddi, sirkat haddi, kat-ı tarîk haddi ve bunların altında, aşağısında olan tekdir, ta‘zîr ve tevbîh cezâlan Kur’ân-ı Azîmüşşân’da tasrîh buyurulmuş, apaçık beyân edilmiştir. Zinâ haddinde bir de recm vardır. Evlenmiş olanlar, ister evli olsun ve ister evlenmiş de ölmüş veyâ ayrılmış olsun, yanî dul olsun; bunların zinâsında recm haddi vardır ki, bunlar taşlanırlar.

Elhâsıl; Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın geniş dâ’iresi insânoğlunun menfe‘atine, fâ’idesine olan bütün maslahatları, işleri mütezammındır yanî içine almaktadır. Bedenin sıhhati, mâl kazanmak, halk ile temâs etmek; insânlar arasında sulh yapmak, selâmlaşmak, cihâd etmek, ahdleşmek hep bu dâ’irenin içindedir. Ve bunlara muhâlefet etmenin cezâlarını da Kur’ân-ı Kerîm gâyet sarih, açık olarak beyân buyurmuştur.

Sekizinci Su’âl: Hadd cezalarının tatbik edilmesiyle kim mükelleftir yanî cezayı veren kâdî, ülü ’l-emr ile cezayı tabîk eden başka başka makâmlar mıdır yoksa aynı makâmlar mıdır?

Sekizinci Cevâb: Cezâyı tertîb yanî ta‘yîn eden, ictihâd makâmındaki dîn âlimlerinin en büyükleridir. Tatbik eden, bundan önce bahsi geçtiği üzere, Allâhü Teâlâ’dan me’mûr kılınan Emîrul-Mü’minîn veyâ Emîrul-Mü’minîn tarafından Şer‘-i Şerifin hükümlerinin icrâsı için me’mûr edilen, vazifelendirilen kâdîdır. Bu suçlar Şer‘an sâbit olduktan sonra, müctehidin ictihâdına arz olunur. Müctehid, Kur’ân-ı Kerîm’e mutâbık ve muvâfık cezâyı tertîb eder. Hâkim veyâ kâdî da bu cezâyı infâz eder. Cezâyı tertîb eden zâtın, her ilmde en âlim, en vera’lı, en müttekî, en şefkatli, en merhametli insân olması lâzımdır. Bunların makâmları ayrı ayrı değildir; Şer‘î ve dînî makâmdır.

Dokuzuncu Su’âl: Verilen cezâların tatbik edilmesi ile infâz edilme tarzı birtakım husûsî merâsimlere tâbi ‘ midir?

Dokuzuncu Cevâb: Bunların hiçbiri merâsime tâbi’ değildir. Ancak kısâs gibi Şer‘î haddlerin icrâsında birtakım insânların bulunması ibret ve hâkimin âdil ve hükmünün doğru olduğuna delâlet etmesi için lâzımdır.

Hakîmâne hikmetlerle dolu olarak yazdıklarımın hepsi, bu bâbda te’lîf edilen İslâmî kitâbların çeşitli yerlerinde vardır. Kütübhâneler, bu gibi eserlerle doludur. Bu mes’elelerin bir kısmını, İmâm-i Mâverdî’nin Mısr’da bastırılan ve neşr edilen “El-Ahkâmü’s-Sültâniyye” nâmındaki kitâbından almışımdır.

Es-Seyyid Abdülhakîm

Hicrî 1361 Şevvâli’nin Birinci-Bayram Günü [11 Ekim 1942 Pazar],

Öğleden Önce.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler