Sual: Bugün, müslüman memleketleri, ağır sanayide geri kalmışlardır. Hristiyanlar, bunun sebebini, İslam dininin ilerletici değil, uyuşturucu bir din olmasında göstermektedirler ve medeniyetin ancak hristiyan dini sayesinde olacağını ileri sürmektedirler. Bu iddialara ne cevap verilir? Müslümanlar bu halden nasıl kurtulurlar? Tekrar eski ihtişamlı günlere dönmenin formulü nedir?
Cevap: Bunun ne kadar saçma bir iddia olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Medeniyet, büyük şehirlerin ve insanların rahat ve huzur içinde yaşamaları için lazım olan sanatların ve adaletin kurulması demektir. Yalnız ağır sanayi, medeniyet değildir.
Hristiyan olmayan Japonlar, en ileri Hristiyan memleketlerini geçmişlerdir. Yahudi olan İsrailliler de, içinde çöl piresinden başka canlı bir varlık bulunmayan yerleri zengin ormanlara ve ziraat [tarım] topraklarına çevirmişler. Lut gölünden brom çıkarmayı ve normal hâlde iken sıvı olan bromu, Alman bilginlerinin [olamaz] demelerine rağmen, katı hâle sokmayı ve kolaylıkla yabancı memleketlere satmayı, brom ticaretinde Almanları geçmeyi başarmışlardır.
Demek oluyor ki medeniyetin hristiyan dini ile hiçbir alakası yoktur. Tam tersine, medeniyeti emreden İslam dinidir. Koyu hristiyanlığın insanları nasıl karanlığa götürdüğü, müslümanlığın ise, onları nasıl nura kavuşturduğu Kurun-ı vüstada [Orta çağda] meydana çıkmıştır.
Hristiyanlığın en kuvvetli olduğu, Avrupa’ya hâkim olduğu Orta çağda, Avrupa’da medeniyet nâmına ne vardı? O zaman Avrupa, cehalet, pislik, yokluk, fakirlik, hastalık ve papazların zulmü altında inim inim inliyordu. O zaman Avrupalılar ne hela, ne de banyo bilirlerdi. Yine o zamanda İslamiyetin emirlerine uyan müslümanlar, ilimde, fende, ticarette, sanatta, ziraatte, edebiyatta ve tababette çok ileri gitmişler, dünyanın en büyük medeniyetini kurmuşlardı. Halife Harun Reşid Fransa kralı Şarlman’a bir çalar saat hediye göndermişti. Saat çalınca, kral ve maiyeti, içinde şeytan vardır diye kaçmışlardı. Müslümanların bugün geri kalmalarının sebebi, dinlerinin emirlerine itaat etmemeleri, ona uymamalarıdır. Bu hakikat birçok defalar yazılmış ve anlatılmıştır. Fakat biz, bugün hala bundan yüzyıllarca sene evvelki medeniyetimiz ile iftihar ediyor, bugünkü halimizi hiç düşünmüyoruz! Eski ile iftihar olunabilir. Fakat, yalnız onu misal göstermek ayıptır. Biz, bugün de, terakkî göstermek zorundayız.
Bir ingiliz masonu olan Reşid paşanın hazırladığı 1839 Tanzimat Fermanı ile yüzümüzü Batıya çevirdiğimizi ilan ettik. Birçok şehirlerde mason locaları açıldı. Fakat, bu taklitçilik, zevk ve safada oldu. İlimde, fende ve çocuklarımızı İslamın güzel ahlakı ile yetiştirmekte ecdadımız gibi çalışmadık. Dinimizin gösterdiği yola ve Peygamberimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” üstün ahlakına gericilik denildi. Bizden tam 29 sene sonra, 1868’de batıya dönen Japonlar, bizden kat kat ilerlediler. Medeniyet yarışında önde iken, Tanzimattan sonra ilim ve irfan bırakılıp, nefse ve şeytana uyuldu. Bu ingiliz afyonu, devlet adamlarını uyuttu. Bugün, yeniden hamle yapmak, batı ile aramızdaki mesafeyi azaltmak, onlara yetişmek, hatta geçmek zorundayız. Bu da boş lafla, nutuk çekerek olmaz! Ecdadımızın yoluna dönmeliyiz!
1979 yılında Türkiye hakkında mühim bir makale yazan ve hatta bir kitap hazırlayan Alman tarihçisi Türkolog Dr. Friedrich-Wilhelm Fernau: “Türkler, kendilerini Avrupalı addediyorlar. Vakia, onlar gibi Asya’dan gelmiş olan ve onların akrabası sayılan Macarlar ve Bulgarlar, Avrupa’ya yerleşmiş, bu muhitte uzun zaman Avrupalı gayretini alarak, fende Avrupalılaşmışlardır. Türkler, tam Avrupalı değildir. Türkler diğer milletlere benzemeyen bir millettir. Şimdiki hâlde Türkler, batı sanayiini taklit ediyorlar. Fakat henüz tamamen içerisine girmemişlerdir” demektedir. Şimdi ecdadımızın yolu nedir, bunu inceleyelim.
Medeni bir insan, her şeyden önce güzel ahlaklı, dürüst ve çalışkandır. Önce din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar takip eder. Gerekirse, iş saatinden fazla çalışmaktan hiç çekinmez. Böyle çalışmaktan, iş görmekten zevk alır. Yaşlansa bile kolay kolay işinden ayrılmaz. Memleketinin kanunlarını son derecede sayar. Amirlerine itaat eder. Kanun dışı hiçbir iş yapmaz. Dininin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbâdetlerini asla terketmez. Çocuklarının imanlı, ahlaklı yetişmelerine çok ehemmiyet verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Vaadine sâdık olur. Din ve dünya vazifelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi tesvif etmek [yarına bırakmak] şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdadımızın bu meziyetlerine sâhip olursak, maddi ve mânevî yükselir, her işimizde muvaffak olur. Rabbimizin rızasını kazanırız.
Her şeyden evvel tembeliz
(Garblılar böyle midir?) diye sorabilirsiniz. İmanları, ahlakları şüphesiz böyle değildir. Hele II. Cihan Harbinden sonra, sayıları artan sapık fikirli, âdi ruhlu insanlar başkalarını da bozmaktadırlar. Fakat yukarıda yazdığımız gibi olmaya ve sapık fikirleri terbiye etmeye çalışmaktadırlar. Zâhiri temizliklerine gelince, İslam dininin emrettiği temizliği tatbik ediyorlar. Bazı sokaklarda tek çöp parçası yoktur. Parklar bir çiçek deryası halindedir. Her taraf, her dükkan, herkes ve görünüşleri tertemizdir. Şimdi lütfen Kurân-ı Kerîmin ve İslam dininin bize emrettiği şeylere dikkat ediniz. Bunlar bize ahlakımızı ve bedenimizi ve kullandığımız şeyleri temizlemeyi emretmiyorlar mı? O hâlde demek oluyor ki hakiki medeniyet esasları bizim dinimizde bulunmaktadır ve Kurun-ı vüstadaki -öve öve bir türlü bitiremediğimiz- İslam medeniyeti ancak bu sayede meydana gelmiştir. Biz, şimdi ne yapıyoruz? Her şeyden evvel tembeliz. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına ehemmiyet vermiyoruz. Zevkimize düşkünüz. Bir işe başladıktan biraz sonra gevşiyoruz. [Bulgarlar (Bir işe Türk gibi başlamalı, Bulgar gibi bitirmeli) derler.] Çabuk yoruluyoruz, (adam sen de)ciyiz. Bir bina yaparız, tâmirine üşeniriz. Memleketimizdeki dedelerimizden kalma, muazzam sanat eserleri bakımsızlık ve tâmirsizlikten dolayı harab olmaktadır. Az çalışıp çok kazanmak isteriz. İşte bu korkunç arzu, işçilerimizi greve, fakat daha fenâsı birçok gençleri zararlı yollara sürüklemektedir. Kendi kötü emelleri için, bu zavallılara para, menfaat sağlayan yurt dışındaki hainler ve onların tuzağına düşmüş olan içimizdeki soysuzlar, bunları sabotajlarda, adam öldürmekte kullanmaktadır. Kolay para bulan bu zavallılar, iş yapmak yerine, katil olmayı seçmektedirler. Bunun yanında, lüzumsuz kan davaları, mezhepsizlik cereyanları da, bizi birbirimizden ayırmaktadır.
Hak Mezhep 4’tür
Sırası gelmişken tekrar bildirelim ki İslamiyette 4 hak mezhep vardır. Bunların îtikatları, inanışları birbirlerinin aynıdır. 4 mezhebin hepsi, Ehl-i sünnet îtikadındadır. Kurân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklara uymakta, hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmeyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Bu kadarcık ayrılıkları da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. Sıhhatleri, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun fıkıh kitaplarına göre ibâdet ederler. Tek bir mezhep olsaydı, herkes buna uymaya mecbur olurdu. Bu da, çok kimseye güç gelirdi. Hatta imkansız olurdu. 4 mezhebin herhangi birine uyan müslümana Ehl-i sünnet denir. Bunlar birbirlerini kardeş bilirler. Tarih boyunca, dövüştükleri hiç görülmemiştir. Mezhepcilik yapmazlar. Yani diğer 3 mezhebi kötülemezler. Dördünün de Cennete götüren yol olduğuna inanırlar.
Bir kere, Ehl-i sünnet olan bütün müslümanların kardeş olduğunu unutmamak gerekir. Aradaki mezhep farkları, onları kardeş olmaktan ayırmaz. Ehl-i sünnet olmayan müslümanlarla olan farklar da, ancak onlarla karşı karşıya oturup, farklı meseleleri ilmi bir tarzda tartışmakla halledilir. Yoksa, silah zoru ile değil!
Memleketin kanunlarına karşı gelmemek, büyüklerine saygı göstermek hepimizin borcudur. Bunları yıkmaya kalkmak en büyük ahmaklıktır. Kanunsuz bir memleket anarşi içindedir demektir. Yıkılmaya mahkumdur. Hele komünizme bağlanmak en büyük aptallıktır. Çünkü, bugün komünist memleketler, din düşmanlığının ve zulmün zararlarını anlayıp, hürriyet şartlarına dönmektedirler. Rusya’da bugün eskiden kaldırılan mirasa konmak, bir ev (hatta bunun yanında bir de sayfiye) sâhibi olmak ve daha birçok haklar geri verilmektedir. Komünist memleketler de, hürriyet ile idare olunan memleketlerdeki karma ekonomiye dönmekte, yıktırılan mescidler tâmir edilmektedir.
Bilindiği gibi, karma ekonomide, bazı tesisler devlet tarafından, fakat geri kalan işletmeler halk tarafından idare olunur. Demir gibi, kömür gibi ağır ve pahalı sanayiin işletilmesinde hükümetin yardımı şarttır. Bizde de, bu usûl tatbik olunmaktadır. Şimdi komünist memleketler de, bu usûle dönmekte, ticaret ve sanayiin bir kısmı halka açılmaktadır. Yakın bir gelecekte fikir ve din hürriyetine de kavuşacakları şüphesizdir. Bütün dünya, insan haklarını tanıyacaktır. Sosyal adalet demek, bazı budalaların zannettiği gibi, aylak dolaşanlara, çalışanların ve bu sayede zengin olanların mallarını dağıtmak demek değildir. Gece gündüz çalışmayan bir tembele, hiçbir kimse beş para vermez. Komünist memleketlerinde insanlar durmadan çalıştırıldıkları hâlde, karınlarını güç bela doyurabilmektedir. Kazandıklarının çoğu, mutlu bir zümre tarafından ellerinden alınmaktadır. Bunlardan bâzıları ölümü göze alarak, hürriyetlerini elde etmek için uğraşmaktadırlar. Biraz yukarıda da söylediğimiz gibi, bu sömürü ve işkence idaresi ve dinsiz hayat tarzı, kendiliğinden ortadan kalkmaktadır. Komünistliğin temeli olan dinsizlik propagandası yanında, bir de Ehl-i sünnet îtikadından ayrılmış sapıkların yaptıkları bölücü propagandalar vardır. Bu bozuk, sapık inanışlı müteassıb müslümanların, memleketlerine ne gibi zararlar getirdiğini, İran’daki Humeyni misali göstermektedir. Vehhâbîler ise, hakiki İslam âlimlerinin bildirdiklerine uymayan inanışlarını ve tamamen keyfi olan hukuk anlayışlarını tatbik etmeye kalkarak, dünyada İslam dini hakkında kötü kanaatler doğmasına sebep olmaktadırlar. Halbuki dinimizde (Ahkamdan, nass [âyet-i kerime ve hadis-i şerif] ile ve icmâ ile sâbit olmayanlar, zamanla değişir) hükmü vardır. 1000 sene evvel, o günkü şartlara göre en mükemmel sayılan bir ictihad, bugünün şartlarına uygun düşmeyebilir. Allahü teâlâ, bunu bilip, ona göre değişiklikler yapabilmemiz için derin âlimlere, yani müctehidlere akıl, ilim ve takvâ denilen 3 mühim kuvvet vermiştir. Sonra gelen âlimler, 1000 sene önce yapılan ictihadlar arasından, zamana uygun olanları seçip, kitaplara yazmışlardır.
Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” bildirdikleri doğru imanın ne olduğunu öğrenelim. Sonra, bu öğrendiğimize uygun olarak inanalım. İmanı bozuk olan kimse, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşamaz. Onun rahmetinden, yardımından mahrum kalır. Rahatı, huzuru bulamaz. İmanımızı düzelttikten sonra, ahlakımızı da düzeltelim! İslamiyete sımsıkı sarılalım. Yani Allahü teâlânın ve Peygamberimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” emirlerine ve yasaklarına uyalım. Onun farz ettiği ve Peygamberimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiği ibâdetlerimizi yaparak, kalplerimizi temizliyelim. Haram ve mekruh olan yasaklardan sakınarak, nefslerimizi ve sıhhatimizi islah edelim. Böyle yapanların kalbi, hep iyilik yapmak ister. Kötülük yapmak hatırına bile gelmez. Ruh ve kalp temiz ve beden kuvvetli olunca, el ele vererek kardeşçe ve son derece DÜRÜST olarak çalışmak kolay olur. Din düşmanlarının ve münâfıkların ve mezhepsizlerin sözlerine, propagandalarına aldanmayalım. Eğer böyle hakiki müslüman olur ve faydalı işler yaparsak, yukarıda Kurân-ı Kerîmin (Tin) sûresinde beyan buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ bizden râzı olacak, bize yardım edecektir. Eğer imanımızı düzeltmez ve Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”in dinine uymaz ve hayırlı iş görmez, sapık, bozuk inanışlar uğruna dövüşür veya kendi şahsi menfaatlerimiz için gayr-ı meşru yollara saparsak ve kadınlarımızın ve kızlarımızın avret mahallini örtmezsek, Allahü teâlâ bizi AŞAĞILARIN AŞAĞISI yapacaktır. O zaman, vay halimize!
Tavsiye Yazı –> İslamiyet Bilime Karşı mı?