Sual: Hazreti Adem’in “aleyhisselam” hususiyetleri nelerdir? Muteber tefsirlerde ve hadis-i şerif kitaplarında bu mesele nasıl anlatılmıştır?
Cevap: Kitaplarda şu şekilde yazmaktadır;
1) Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı kudretiyle yarattı.
2) Allahü teâlâ, bütün mahlûkât içinde en son Âdem aleyhisselâmı yarattı ve ona rûh verdi.
3) En güzel sûrette yaratıldı.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İnsanlar içinde Âdem aleyhisselâma en çok benzeyen benim. Ahlâk ve yaratılış bakımından da bana en çok benzeyen İbrâhim aleyhisselâmdır.”
Buharî’nin Ebû Hüreyre’den rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte şöyle buyruldu:
“Allah, Âdem peygamberi şu güzel insan kılığında yarattı. Boyunun uzunluğu 60 zrâ’ idi. Hilkati tamamlandıktan sonra Allahü teâlâ ona; “Haydi, meleklerden şunların yanlarına git de onlara selâm ver! ve onların senin selâmını nasıl karşıladıklarını (iyi) dinle. Çünkü bu hem senin, hem de (senden sonra) zürriyetinin selâmlaşmasına numûnedir. Bunun üzerine Âdem (aleyhisselâm) meleklere; “Esselâmü aleyküm” dedi. Onlar da; “Esselâmü aleyke ve rahmetullah” diye karşıladılar. Ve selâmlarına “Ve rahmetullah” ziyâde eylediler (eklediler). Âdem, beşerin büyük atası olduğu için, Cennet’e giren herkes Âdem’in (bu güzel) sûretinde girecektir. Âdem’in (sonra gelen) ahfâdı (evlâd-torunları) onun güzelliğinden birer parçasını kaybetmeğe devam etti. Nihâyet (bu eksiliş) şimdi (bu ümmette) sona erdi.”
4) Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma hamdetmeyi telkin etti, Âdem aleyhisselâma aksırınca, “Yerhamüke Rabbuke” buyurdu.
5) Âdem aleyhisselâm hakkında Allahü teâlânın rahmeti gadabını aştı.
6) Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmı yarattıktan sonra, hiç ameli olmadığı hâlde onu Cennet’e koydu.
7) Cennet’te bir ağacın meyvesi hâriç her şeyi ona mübâh kıldı.
8) Bütün isimleri, her şeyin ismini ve faydasını ona öğretti.
9) Onu insanlığın babası kıldı. İsmi dünyâda Ebü’l-Beşer, Cennet’te Ebû Muhammed‘dir.
10) Meleklere, ona doğru secde etmelerini emretti. Bu secde, Âdem aleyhisselâma değildir. Allah için Kâbe’ye doğru secde yapıldığı gibi Allah için Âdem aleyhisselâma doğru yapılmıştır.
11) Yeryüzünde halîfe kıldı.
12) Âdem aleyhisselâmın meleklerden üstün olduğunu, meleklere bildirdi.
13) İblis (şeytan) çok ibâdet ve tâat etmiş olmasına rağmen, Allahü teâlâ İblisi, Âdem aleyhisselâma secde etmediği için ebediyyen tardetti, kovdu.
14) İlk hamd eden Âdem aleyhisselâmdır.
15) İlk tevbe eden Âdem aleyhisselâmdır.
16) İlk seçilen ve yeryüzünde Allahü teâlânın ilk halîfesi ve ilk peygamberidir.
17) Zürriyetinden Cennetlik ve Cehennemlik olanları ayırarak Cehennemlikleri kıyâmet günü o Cehennem’e gönderecektir.
Müslim, Berâ’dan (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ ve tebâreke kıyâmet gününde şöyle buyurur: “Ey Âdem kalk! Zürriyetinden 1000’de 999’unu Cehennem’e birini de Cennet’e ayır.” Eshâb-ı kirâm bunu işitince yere kapanıp ağlamaya başladı. Resûlullah buyurdu ki: “Başınızı kaldırın, nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemîn ederim ki, ümmetim, ümmetler içinde siyah öküzün cildindeki beyaz tüy gibidir.”
18) Yûsuf aleyhisselâma Âdem aleyhisselâmın güzelliğinden yarısı verilmiştir. Hazret-i Âdem, çok güzeldi. Siyah saçlı ve buğday renkliydi. Hazret-i Havvâ da böyle idi. Hazret-i Âdem’in hiç sakalı yoktu. İnsanlarda ilk sakalı çıkan hazret-i Şît aleyhisselâmdır.
Hasen-i Basrî hazretleri şöyle buyurmuştur: Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâma 4 haslete sâhip olmasını emir buyurmuş ve iyi vasıfların hepsinin bu 4 haslette olduğunu bildirmiştir: “Birincisi; bana ibâdette hiç bir şeyi ortak koşmamandır. İkincisi; yapmış olduğun amelin zâyi olmaz, en dar gününde o amelinin mükâfâtını sana veririm. Üçüncüsü; senin duâ etmen, benim de duânı kabûl edip istediğini vermemdir. Dördüncüsü: insanların sana nasıl muâmele etmesini istiyorsan, sen de onlara öyle davranmalısın.” buyurmuştur.
Âdem aleyhisselâmın makâmı tevbe makâmıdır. İlk tevbe eden ve ilk tevbesi kabûl olunan odur. Hazret-i Hasan’dan şöyle nakledilmiştir: “Allahü teâlâ Âdem’in (aleyhisselâm) tevbesini kabûl ettiği zaman, melekler onu tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil aleyhimüsselâm yanına inip, “Ey Âdem! Gözün aydın, Allahü teâlâ tevbeni kabûl etti.” dediler. Bunun üzerine Âdem aleyhisselâm, “Yâ Cebrâil! Bu tevbemden sonra ben tekrar hesâba çekilirsem hâlim ne olur?” deyince, Allahü teâlâ Âdem’e (aleyhisselâm); “Ey Âdem! Senin zürriyetine, tevbeyi mîras bıraktım. Onlardan bana kim senin gibi duâ ederse, senin yalvarmanı kabûl ettiğim gibi onlarınkini de kabûl ederim. Kim benden isterse, ona veririm. Çünkü ben, kullarıma yakınım ve onların isteklerini geri çevirmem” diye vahyetti.” İslâm âlimleri tevbeyi ve tevbenin önemini şöyle anlatmışlardır:
Tevbe:
Tevbe, nedâmet, pişmanlık. İnsanın, işlemiş olduğu günahlarına pişmanlık duyup, Allahü teâlâdan özür dilemesi, affedilmesini, bağışlanmasını istemesidir. Tevbe, dînimizde haram olan şeyleri işledikten sonra, pişman olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir daha yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Dünyâda zarar hâsıl olmasından korkarak pişman olmak, tevbe olmaz. Çeşitli günah işleyen bunlardan bâzısında ısrâr ederken, bâzısına tevbe edebilir. Tevbeden sonra günahı tekrar işleyenin, tekrar tevbe etmesi geçerlidir. Büyük günahın affolması için, tevbe etmek şarttır.
Günahtan sonra hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi geciktirmek de, büyük günahtır. Bunun için de, ayrıca tevbe etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emirleri olan farzları ve vâcibleri yapmamanın günahı ancak kazâ etmekle affolur. Her günahın affı için kalb ile tevbe etmek ve dil ile istiğfâr etmek, yalvarmak ve beden ile kazâ etmek lâzımdır. Yüz kere tesbîh etmek, yâni (Sübhânallah-il-azim ve bihamdihî) demek, sadaka vermek ve bir gün oruç tutmak, günahın tevbesi için çok iyi olur.
Allahü teâlâ, Nûr sûresi 31. âyetinde meâlen, “Ey mü’minler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz. Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz.” ve En’âm sûresi 120. âyetinde meâlen; “Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız.” buyuruyor.
Hadîs-i şerîflerde; “En iyiniz, günahtan sonra hemen tevbe edeninizdir.” ve “Gizli yapılan günahın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günahın tevbesini âşikâre yapınız! Günahınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!” ve “Tevbe eden, günah işlememiş gibi olur.” ve “Günahına pişman olmayıp dili ile istiğfâr eden, günahında devam edicidir. Rabbi ile alay etmektedir.” buyruldu. İstiğfar etmek (estagfirullah) demektir. Şifâ için istigfârı çok okumak, bütün dertlere, sıkıntılara karşı faydalıdır. Allahü teâlâ, Hûd sûresinde meâlen; “İstiğfar okuyunuz! İmdadınıza yetişirim.” buyurdu. İstiğfar, insanı her murâda, âfiyete kavuşturur.
Hadîs-i şerîflerde; “Allahü teâlâ, günah işleyip sonra pişman olan kulunu, istiğfâr etmeden önce affeder.” ve “Günahınız çok olup, göklere kadar ulaşsa, tevbe edince, Allahü teâlâ tevbenizi kabûl eder.” buyruldu. Bu hadîs-i şerîfler, kul hakkı bulunmayan günahlar içindir. Hadîs-i şerîfte; “Günah, üç türlüdür: Kıyâmette mağfiret olunmayan, terk edilmeyen ve Allahü teâlânın dilerse affettiği (günah) dir” buyruldu. Kıyâmet günü muhakkak affolunmayacak günah, şirktir. Şirk, her türlü küfür demektir. Terk edilmeyecek olan günah, kul hakkı bulunan günahtır. Allahü teâlânın dilerse affedeceği günah kul hakkı bulunmayan günahtır.
Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever, affeder. Sonra, o günahı tekrar yaparsa, 2. bir tevbe lâzım olur. Tevbe ettiği bir günahı hatırlayınca, günahı işlediğine sevinirse tekrar tevbe lâzım olur. Hak sâhiplerine haklarını ödemek veya helâl ettirmek, gıybet ettiği kimseden af dilemek ve rızâsını almak, yapmamış olduğu farzları kazâ etmek farzdır. Bunlar tevbenin kendisi değil, şartlarıdır. Bir lirayı sâhibine geri vermek, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan ve yetmiş nâfile hacdan daha iyidir. Günahı bir daha yaparsam tevbem bozulur diyerek, tevbe yapmamak doğru olmayıp, câhilliktir ve şeytanın aldatmasıdır. Her günahtan sonra, hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi bir saat geciktirince, günahı iki kat olur.
Tevbe ettim demek, tevbe olmaz. Çünkü, tevbenin sahih olması için 3 şart lâzımdır:
1- Hemen günahı bırakmalıdır.
2- Günah işlediğine, Allahü teâlâdan korktuğu için utanmak ve pişman olmak lâzımdır.
3- Bu günahı bir daha hiç yapmamaya gönülden söz vermektir. Allahü teâlâ şartlarına uygun olan tevbeyi kabûl edeceğine söz vermiştir.
Her günahın tevbesi kabûl olur, ancak şartlarına uygun yapılması lâzımdır. Tevbenin kabûl edileceğinde şüphe etmemelidir. Tevbenin şartlarına uygun olmasında şüphe etmelidir. Tevbe edilmeyen herhangi bir günahtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gadabı günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak red edebilir. Bunu Kur’an-ı kerîm bildiriyor. 200 bin sene itâat eden İblisin (şeytanın) kibirlenip secde etmediğinden ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eylemiştir. Mûsâ aleyhisselâmın zamanında, Belâm-ı Bâurâ, İsm-i âzamı biliyordu. Her duâsı kabûl olurdu. İlim ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, 2.000 kişi, hokka ve kalem ile yanında bulunurdu. Bu Belâm, Allahü teâlânın bir haramına, birazcık meyl ettiği için, îmânsız gitti. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip, kimya ilmi öğretince bu şahıs o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını 40 katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yeraltına sokuldu. Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet eder ve câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) onun için duâ etmemesi emrolundu. Allahü teâlâ, bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah sebebiyle, böyle intikâm almıştır. Bunun için, her mü’minin günah işlemekten çok korkması, ufak bir günah işledikçe tevbe, istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. Tevbe, kalb ile, dil ile ve günah işleyen aza ile birlikte olmalıdır. Kalb pişman olmalı, dil duâ etmeli, yalvarmalı, âzâ da günahtan çekilmelidir.
Allahü teâlâ ile kul arasında olan, kul hakkı bulunmayan günahların af olması için, gizlice tevbe etmek kâfidir. Başkalarına haber vermek, imâma bildirmek lâzım değildir. Para vererek, papaza günah af ettirmek, hristiyanlıkta yapılıyor. İslâmiyette böyle şey yoktur. Hazret-i Ali buyuruyor ki, Hazret-i Ebû Bekr doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp namaz kılar ve günahı için istiğfâr ederse, Allahü teâlâ, o günahı elbette affeder. Çünkü, Allahü teâlâ, (Nisâ sûresi 109. âyetinde meâlen); “Biri günah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfâr ederse, Allahü teâlâyı çok merhametli, af ve mağfiret edici bulur” buyurmaktadır” dedi. Bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse, bir günah işler, sonra pişman olursa, bu pişmanlığı, günahına keffâret olur. Yâni, affına sebep olur” buyruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte; “Günahı olan kimse, istiğfâr eder ve tevbe eder, sonra bu günahı tekrar yapar, sonra yine istiğfâr söyler, tevbe eder. Üçüncüyü yine yapar ve yine tevbe ederse, 4. olarak yapınca, büyük günah yazılır.” Buyuruldu. Yâni, ileride tevbe ederim diyenler, tevbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman Hakîm, velî veya peygamber idi. Oğluna nasîhat ederek; “Oğlum, tevbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar” dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki; “Her sabah ve akşam tevbe etmeyen kimse, kendine zulüm eder”.
Tevbeyi, Abdülmelik bin Muhammed Harkûşî hazretleri “Tehzib-ül-esrâr” adlı eserinde şöyle anlatmıştır: “Abdullah bin Ömer rivâyet etti: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allahü teâlâ, rûh gargaraya gelmedikçe kulun tevbesini kabûl eder.” Büyük âlim ve aynı zamanda vâiz olan Ebû Sa’id buyurdu ki: “Tevbe, yüksek makâmlardan ve Allahü teâlânın sevgisini gerektiren amellerdendir. Allahü teâlâ Kur’an-ı kerîmde meâlen; “Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever.” buyuruyor. (Bakara sûresi: 222) Sehl bin Abdullah (radıyallahü anh) buyurdu ki: “Tevbe, yaptığı günahlara pişmanlık duymak ve zemmedilen hareketlerden Allahü teâlânın râzı olduğu işlere dönmektir.” Doğru bir tevbe edebilmek için, helâlinden yemek, âzâlarını kötülüklerden ve günahlardan muhâfaza etmek, bu husûslarda Allahü teâlâdan yardım istemek lâzımdır.
Zünnûn-i Mısrî’ye tevbe sorulduğu zaman: “Avâmın tevbesi, günahlardan, havâssın (seçilmişlerin) tevbesi, gafletten dolayıdır.” buyurdu.
Muhammed bin Ali el-Kettanî’ye istiğfârın ne olduğu soruldu. “İstiğfar, tevbe demektir. Tevbe ise 6 mânâyı içine alan bir isimdir. Birincisi; yapmış olduğu günaha pişmanlık duymak. İkincisi; yapmış olduğu günahı bir daha işlememeye azmetmek, karar vermek. Üçüncüsü; Allahü teâlâya karşı yapmakla mükellef olduğu farzları edâ etmek. Dördüncüsü; hakkı geçenlerin haklarını vermek. Beşincisi; haramları atmak için, onunla beslenen vücûdunu bu hâlden kurtarıp mânen temizlemek. Altıncısı; nefse, günahların tadını tattırdığı gibi, tâatların acısını da tattırmak.”
İbn-i Atâ; “Tevbe, 2 tanedir. Birincisi inâbe tevbesi, diğeri isticâbe tevbesi. İnâbe tevbesi, kulun âkıbetinden korkarak tevbe etmesi, isticâbe tevbesi, kulun Allahü teâlânın kereminden hayâ ederek yaptığı tevbedir” buyurdu.
Ebû Bekr Râzî (radıyallahü anh) şöyle nakleder: Ebû Bekr Beykendî’den duydum. Buyurdu ki: “Tevbe; kulun Allahü teâlâya karşı cürette bulunduğunu bilmesi, günahından dolayı kendisini yere batırmayacak, ateşle yakmayacak kadar Rabbinin hâlim olduğunu görmesidir. Sonra tevbe edip, bir daha o günahı işlememesidir.”
Rabia-i Adviyye, tevbeyi şartlarına uygun yapmamanın günaha sebep olduğunu, bunun için, tekrar ve doğru tevbe yapmak gerektiğini şöyle ifâde etmiştir: “Bizim tevbelerimiz, başka bir tevbeyi gerektirir.” Ve yine; “Sâdece dil ile istiğfâr, yalancıların tevbesidir” buyurarak tevbenin şartlarına uygun yapılması gerektiğini bildirmiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfte; “Pişmanlık tevbedir.” buyurdu. Ebû Sa’id el-Va’iz hazretleri bu hadîs-i şerîfin mânâsını, şöyle açıklamıştır: “Geçmiş günahlardan dolayı kalbde bir yanmanın ve artık bir daha işlememek üzere kesin ve açık bir niyetin hâsıl olmasıdır.”
Muhammed bin Ali’ye; “Tevbe nedir?” diye sorulunca, “Kötülüklerden uzaklaşıp iyiliklere yönelmek, sonra bunda mücâhede, nefse bunu yapmasını zorlamak, sonra bu işte sebât etmek ve sonra doğruluk göstermektir. Bundan sonra da Allahü teâlânın rızâsını kazanıp vilâyete (evliyalığa) ve yardımına, ihsânlarına kavuşmaktır” buyurdu.
Şakik-i Belhî de; “İnsanları 2 şey helâk eder. Biri, tevbe ederim diyerek günah işlemeleri, diğeri de sonra yaparım diyerek tevbeyi geciktirmeleridir.” buyurmuştur.
Yûsuf bin Esbât hazretleri buyurdu ki: “Tevbenin on derecesi vardır; 1- Cehâletten uzaklaşmak. 2- Tembelliği terk etmek. 3- Münkerâttan tevelli, kötülüklerden uzaklaşmak. 4- Beğenilen ve râzı olunan işleri yapmak. 5- Hayırlara koşmak, hayır işlerde yarışmak. 6- Tashih-i tevbe, tevbeyi tam ve doğru yapmak. 7- Lüzûm-üt tevbe, günahları terk edip, hakka yönelmek. 8- Hak sâhiblerinin haklarını ödemek (Edâ-i mezâlim). 9- Taleb-il megânim, fırsatları ganîmet bilmek. 10- Kalbin tasfiyesi, kötülüklerden temizlenmesi.
Ahmed bin Ebî Havârî buyurdu ki: “Kul kalbiyle pişman olmadıkça, diliyle istiğfâr etmedikçe ve kendi üzerinde hakkı olan hak sâhiblerinin hakkını ödemedikçe tevbe etmiş olmaz. Kul ibâdete yönelir, kulluğunu yaparsa, tevbeye ve zühde ulaşır. Zühde kavuşunca, sadâkata, sıdka ulaşır. Sıdkı elde eden, tevekküle, bununla da istikâmete kavuşur. Hazret-i Ömer şöyle rivâyet etmiştir: Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kıyâmet günü tevbe en güzel bir sûrette getirilir. Öyle güzel kokusu olur ki, onu mü’minlerden başkası duymaz. Kâfirler der ki: Mü’minler o kokuyu alıyorlar da, biz neden alamıyoruz?. Bunun üzerine tevbe, onlara şöyle der: Eğer beni dünyâda kabûl etseydiniz (dünyâda iken tevbe etseydiniz) şimdi (bu güzel kokumu) duyardınız. Bunun üzerine kâfirler, Şimdi seni kabûl ediyoruz derler. Semâdan bir melek, kâfirlere şöyle seslenir: Eğer dünyâdaki altın ve gümüşleri ve her şeyi getirseniz artık sizden tevbe kabûl olunmaz. Sonra buyurdu ki: Melekler onlardan uzaklaşır. Cehennem bekçileri olan melekler gelirler. Kendisinde güzel koku bulunanları Cennet’e korlar. Kötü koku bulunanları ise Cehennem’e atarlar.”
İbn-i Atâ; “Kim amel ederek tevbesini düzeltirse, tevbesi kabûl olunur” buyurdu. Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki: “Her uzvun tevbesi vardır. Kalbin tevbesi, haram olan işleri yapmaya niyeti terk etmesidir. Gözün tevbesi, harama bakmaması, ayakların tevbesi, harama gitmemesi, kulağın tevbesi, haram olan şeyleri dinlememesi, karnın tevbesi, helâlden yemek, fercin tevbesi, fuhuştan uzak durmasıdır…”
Ebû Hafs hazretlerine; “Tevbekârlar neden dünyâyı sevmezler” diye sorulunca; “Çünkü onlar, günaha dünyâda batarlar” buyurdu. Fakat, tevbe de dünyâda yapılır dediklerinde; “Bu, günaha delildir. İşleniyor ki tevbe yapılıyor. Bu kesindir. Yâni dünyâda günah işleniyor, fakat her günahın tevbesinin kabûl edileceği kesin değildir.” buyurdu.
Ebû Abdullah Celâ hazretlerine denildi ki: “İnsan ne zaman tam tevbekar olur?” “Sol omzundaki melek, yirmi sene hiç yazacak günah bulamadığı ve yazmadığı zaman” buyurdu.
Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Allahü teâlâ (günahkar kuluna) ey Âdemoğlu, sen bana duâ etmedin. Benden günahlarının bağışlanmasını istemedin. Eğer bunu benden isteseydin, arzın dolusu günahın olsa, göke ulaşsa, onu bağışlar, günahına bakmazdım buyurdu.”
Ebû Nâsr Abdüsseyyid bin Muhammed ibni Sabbag hazretleri de; “Et-Târık’üs sâlim ilallah” adlı eserinde tevbeyi şöyle anlatmıştır: Günahlarından dolayı tevbe etmek, her müslümana farzdır. Günah işleyip de tevbeyi geciktirmek câiz değildir. Müslüman günah olan işlerden uzak durmalı, günaha girerse pişman olup, Allahü teâlâdan affını ve mağfiretini dilemelidir. Kulun mutlakâ tevbeyi gerektirecek bir hâli bulunur. Âlimler, Allahü teâlânın kulları üzerinde sayısız hakları bulunduğunu, bunların gözetilmesi gerektiğini, Allahü teâlânın haklarına karşılık, O’ndan gâfil olunduğu zaman tevbe etmek lâzım geldiğini söylemişlerdir. Şöyle ki, Allahü teâlâya şükretmek, O’nu anmak ve hatırlamak, O’ndan korkmak her müslümana lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ her an nîmetlerini ve ihsânını yenilemekte ve tazelemektedir. Meselâ, Allahü teâlâ kısa bir müddet için nefes alıp verme nîmetini insanlardan almış olsa, hepsi ölü olarak yere serilirdi. Öyleyse, nîmete kavuşan kimseye, o nîmeti verenden gâfil ve habersiz olması aslâ yakışmaz. Nimete kavuşan o nîmeti verenden başkası ile meşgûl olursa, yapacağı şey, nîmet sâhibini unuttuğu için pişman olmak, nîmet sâhibinden özür dilemek, O’nun beğendiği işlere devam etmek ve tekrar O’nu anıp, hatırlamaktır. Allahü teâlâ, beş vakit namazı farz kıldı. Kullar, beş vakit namazla Allahü teâlâyı andılar ve O’na kulluk vazifelerini yerine getirdiler. Allahü teâlâ, kullarının namazlarda kendisini anmalarını, ibâdet etmelerini, beş vakit namazın dışında kendisinden gaflette bulunup, unutmalarına keffâret yaptı. Yâni gaflet suçunu affetti. Kullar namaz kılarken, kalblerini başka şeylerle meşgûl ederlerse, bu gaflet hâllerinden dolayı özür dilemeleri ve Allahü teâlâdan af olunmalarını dilemeleri icâbeder. Çünkü onlar, Allahü teâlâyı anacakları yerde kalbleri başka şeylerle meşgûl olmuştur.
Abdurrahmân bin Ebû Ömer; “Her sabah, görevli 2 melek: Ey hayır isteyenler! Geliniz hayırlı işler yapınız! Ey kötülük yapanlar! Kötülüklerinizi azaltın diye seslenirler” buyurmuştur.
Sâlih zâtlardan birisi; “İnsanlar üzerine gelen her gece, Ey Âdemoğlu! Bende şu anda hayır nâmına ne yapabilirsen yap. Bir daha ebediyyen geri dönmeyeceğim der.” diye haber vermiştir.
Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle buyurdu. “Kim 3 defâ Estagfirullah ellezî lâ ilâhe illâ huvel hayyül kayyumü ve etûbü ileyh” derse, Allahü teâlâ onun günahlarını affeder.”
Ebû Ümame’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Sağda bulunan melek, sol tarafta bulunan meleğin âmiridir. Kul bir iyilik yaptığı zaman, sağ taraftaki melek hemen o kimse için on sevap yazar. O kul kötülük yaptığı zaman, sağ taraftaki melek, sol taraftakine; O kötülüğü onun için hemen yazma, yedi saat bekle. Belki yaptığı kötülük için istiğfâr eder. “Allahü teâlâdan affını ister” der.”
Abdullah ibni Mes’ûd hazretleri şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın katında en büyük günah, biri diğerine Allah’tan kork deyince, karşıdakinin, “Sen kendine bak” demesidir.”
Akıllı kimseye yakışan, tevbeyi âdet edinip, işlediği hatâ ve günahlardan sonra pişman olması ve istiğfâr etmesidir. Umulur ki, böyle yapan kimse, nefsinin şerrinden ve amelinin kötülüğünden kurtulur. Çünkü tevbe ve istiğfâr, kalbi düzeltir. Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya sebep olur.
Ömer (radıyallahü anh), (Tevbe edenlerle oturup kalkınız. Çünkü onların kalbleri çok incedir) buyurmuştur.
Mücâhid (radıyallahü anh), “(Hesap için) Rabbi huzûrunda durmaktan korkan için 2 Cennet var.” (Rahmân sûresi: 46) meâlindeki âyet-i kerîmenin tefsîrinde; “Bu öyle bir kimsedir ki, günah işlerken Allahü teâlâyı hatırlar ve ondan vazgeçer. Bu, tevbe edenin derecesinden daha üstündür. Çünkü, tevbe eden kimse, günahı işledikten sonra pişman olmaktadır. Bu ise, günah üzerinde iken, Allahü teâlâyı hatırlayarak o günahtan vazgeçmektedir.” buyuruyor.
İbn-i Abbâs’ın (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Kim istiğfârı çoğaltırsa, Allahü teâlâ ona her keder ve gamdan bir rahatlık, her darlıktan bir çıkış yolu ve ummadığı yerden rızık nasib eder.”
Riyâh el-Kaysî; “Benim kırk küsur günahım vardı. Her biri için yüz kere istiğfâr ettim.” buyurdu.
Avn bin Abdullah; “Tevbe edenlerle beraber olunuz. Çünkü Allahü teâlânın rahmeti, günahından pişmanlık duyana daha yakındır.” buyurdu.
Anlatılır ki, Zuheyr es-Selûli hiç durmadan ağlardı. Arkadaşlarından birisi onu azarlayarak; “Allahü teâlâ sana merhamet etsin. Niçin böyle devamlı ağlıyorsun?” dedi. O da, “Günahlarıma ağlıyorum. Suçum çok. Rabbine âsî olana elbette ağlamak yaraşır.” cevâbını verdi.
Anlatılır ki, Hızır aleyhisselâm Mûsâ’dan (aleyhisselâm) ayrılacağı vakit, Mûsâ aleyhisselâm ona; “Bana bâzı tavsiyelerde bulun” dedi. Hızır da (aleyhisselâm) şu tavsiyelerde bulundu: “Herkese faydalı ol, zarar verici olma. Güler yüzlü ol, kızgın olma. İhtiyâcın olmadan yola çıkma. Başkasını yaptığı günahtan dolayı ayıplama. Kendi günahlarına ve hatâlarına ağla.”
Fudayl bin Iyad (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Günahın senin yanında ne kadar küçülürse, Allahü teâlânın yanında o derece büyür. Sen günahı ne kadar büyük görürsen, o günah Allahü teâlânın yanında o derece küçülür.” (İnsan, günahını dâimâ büyük görmelidir.)
Hasen-i Basrî (rahmetullahi aleyh); “Eğer insan günahını küçük görürse, ona ehemmiyet vermez. O zaman o günah, büyük günah hâlini alır. Eğer insan günahını büyük görür, onun için istiğfâr yapar, onu gizler ve tevbe ederse, o günah küçücük kalır.” buyurdu.
Hazret-i Ebû Bekr’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Bir kimse günah işler, sonra bu günahını hatırladığı zaman, kalkar, abdest alıp, 2 rekat namaz kılar, günahını Allahü teâlâdan affetmesini dilerse, Allahü teâlâ onun günahını affeder.”
Süfyân bin Uyeyne (radıyallahü anh) anlattı: “Yanımda birisi olduğu hâlde Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Fakat yanımdaki suskun bir vaziyette idi. Tavâfı tamamlayınca, Makâm-ı İbrâhim denen yere geldi. 2 rekat namaz kıldı. Sonra Kâbe-i muazzamanın yanına vardı ve şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Zillete ve noksanlığa benden daha lâyık kim var? Çünkü sen, beni zayıf olarak yarattın. Senin affına benden daha lâyık kim var? Yâ Rabbî! Yâ Rabbî sana muhtacım.” Onun bu sözleri benim pek hoşuma gitti.”
Kendilerine ilm-i ledün verilen âlimlerin ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed Nâmıkî Câmî hazretleri tevbesiyle ve başkalarının da tevbe edip hidâyete kavuşmalarına vesîle olmakla tanınmıştır. Kitapları ve sohbetleriyle altıyüzbin kişinin tevbe ederek hak yola girmesine ve ebedî saâdete kavuşmasına sebep olmuştur. Miftâh-un-necat kitabında buyuruyor ki: “Tevbe, müslüman olsun, olmasın her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yaptığında onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup tevbe etmesi vâcibdir. Tevbe etmezse kendine zulmetmiş olur. Allahü teâlâ Hucurât sûresi 11. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurdu: “Ey îmân edenler! Bir kavim, bir kavimle alay etmesin. Olur ki, alay edilenler Allah indinde alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da, diğer kadınlarla alay etmesinler! Olur ki, alay edilen, eğlenceye alınan kadınlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıplamayınız ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Bir kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık ne çirkin bir addır. Kim ki bu menâhiden (yasak edilen şeylerden) tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” İnsanlar ya zâlim, veya tâib (tevbe edici) olur denildi. Tevbe etmeyen zâlimdir. Tevbe etmeyen insanlar, kendilerini zulme ve fitneye attılar. Cenâb-ı Hak ile anlaşmaya sâdık kalmadılar ve ahde vefâ etmediler. Bu sebeple, insanların çoğu zâlim oldu. Tevbe sûresi. 111 ve 112. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyruluyor ki: “Muhakkak ki Allahü teâlâ mü’minlerden nefislerini cihâda, mallarını sadaka ve infaka sarfedenlere, karşılığında Cennet’i vermekle, (bunları onlardan) satın aldı ki, onlar Allah yolunda cihâd ederler, öldürürler, öldürülürler. Onlara vâd olunan Cennet haktır ki, Tevrât, İncil ve Kur’an’da sâbittir. Kim ki, Allahü teâlâdan sevap talep ederek cihâdda ahdine vefâ ederse, niyetinde ihlâs üzere olup, riyâ ve şöhretten kaçınırsa, Allahü teâlânın vâd-i kerîmiyle olan mubâyeaya (alış-verişe) mesrûr olur. Sevinin ki, bu alış-veriş sizin için büyük bir saâdettir.” “Şirk, nifak ve mâsiyetlerden (günahlardan) tevbe edenler, Allahü teâlâya itâat edip, ihlâs ile ibâdet edenler, genişlikte de darlıkta da Allahü teâlânın nîmetlerine hamd edenler, oruç tutanlar, (ve Allah yolunda cihâd edenler, ilim öğrenenler), rükû ve secde edenler (beş vakit namazı şartlarına uygun olarak kılanlar), iyiliği (Allahü teâlâya îmân, tâat ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetine tâbi olmayı) emredenler, kötülükten (küfür ve masiyetlerden) nehyedenler, Allahü teâlânın ahkâmının, emirlerinin hudûdunu koruyan ve riâyet edenler var ya, işte bu güzel sıfatlarla vasıflanmış olan mü’minleri Cennet ile müjdele.”
Tevbenin, acele etmekten başka belirli bir şartı yoktur. Bütün insanların tevbeye ihtiyâcı vardır. İnsanların en iyisi enbiyâdır (nebîler ve resûllerdir). Onlardan biri de Yahyâ (aleyhisselâm) idi. Onun hakkında âyet-i kerîmede meâlen; “O, kavminin efendisi ve nefsini şehvetten hapsedicidir.” buyruldu. (Âl-i İmrân sûresi: 39) Bununla beraber yine, onlara da istiğfâr vâcib olmuştur. İnsanların en üstünü olan peygamberler, tevbeye ihtiyaç duyarsa, tevbeye ihtiyâcı olmadığını söylemek kimin haddine düşer. İnsanların en iyisi olan Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Kalbimde (envâr-i ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün 70 kere istiğfâr ediyorum.” ve yine, “Allahü teâlâya her gün yüz kere istiğfâr ediyorum.” buyurdu.
Ekseriyâ insanın her verdiği nefeste bir günah bulunur. Bilhassa dünyâya rağbet edenler için bu böyledir. Bunlar dünyâyı severler. Dünyâyı sevenler, her günahın başındadırlar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır.” Gerçekten, bir gündüz ve gece 24 saattir. İnsan, her saatte ortalama bin nefes verir. 24 saatte insandan 24.000 nefes çıkar. Bu nefesleri dünyâya rağbet ve dünyâ sevgisi için verince, hepsi mâsiyet (günah) olur. Her gün onun hesâbına 24.000 günah yazılır. O, bunu bilmez, farketmez. Hal böyle olunca, istiğfâr (tevbe) yapmak lâzım mı, değil mi? Bilmek gerekir. İnsan tevbe edince ve tevbenin şartını yerine getirince, onun bütün nefesleri tâat (ibadet ve sevap) olur. İnsanlar için büyük bir sermâye olan tevbenin bâzı mühim şartları vardır.
Tevbenin şartı üçtür: Pişmanlık, dil ile özür dilemek (istiğfâr) ve beden ile günahtan kaçınmak (terk). Tevbenin aslı (kökü) bu üç şeyin hakîkatindedir. İhlâs ve doğrulukla bunları yerine getiren kimse, cenâb-ı Hakk’ın evliyâsından bir veli olur. Sıddîklardan bir sıddîk ve ebdallerden bir ebdal olur. Çünkü her şeyin anahtarı tevbedir. Bütün dostlukların başı tevbedir. Nitekim hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Cenâb-ı Hakk’a, tâib (tevbe eden) gençten daha sevgilisi yoktur.” O genç, kendi nefsinin arzularını kontrol altına alır, cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kendi hevesine tercih eder. İşte onun kavuştuğu iyi saâdet ve iyi talih budur. Hem cenâb-ı Hak indinde ve hem bütün mahlûkât nazarında onun sâhip olduğu üstün (izzetli) huy budur. Gökte melekler, havada kuşlar, denizde balıklar, çöllerde, sahralarda ve denizlerde vahşî hayvanlar, aşağıda ve yukarıda bulunan bütün yaratıklar hepsi onu sever ve ona yakın olmak isterler. Onun dileğini cenâb-ı Hak yaratır, ihsân eder.
Fudayl bin Iyâd (rahmetullahi aleyh) yol kesici iken tevbe etti. Malları sâhiplerine geri verdi. Bir yahudi geriye kaldı. Fakat Fudayl’ın ona verecek bir şeyi yoktu. Yahudiye dedi ki: “Hiç malım kalmadı ki seni hoşnut edeyim, bana hakkını helâl et.” Yahudi dedi ki: “Ben, bana mal vermediğin müddetçe helâl etmemeğe yemîn ettim.” Fudayl, “Eğer benim verecek bir şeyim olsaydı, seninle böyle konuşmazdım” dedi. Yahudi, “Elini şu elbisenin altına sok, orada bir kese altın vardır. Onu çıkar bana ver ki, yemînim yerine gelsin de, hakkımı sana helâl edeyim” deyince. Fudayl (rahmetullahi aleyh) elini o elbisenin altına soktu, bir avuç altın çıkardı ve ona verdi. Yahudi dedi ki, “Bana İslam’ı arzet (bildir).” Ben Tevrât’da okudum ki, ümmet-i Muhammed‘den doğru ve ihlâs ile tevbe edenin elinde toprak altın olur. Ben senin bu söylediğinde doğru olup olmadığını bilmek istedim. Bu elbisenin altında hiç altın yoktu. Bildim ki, Muhammed‘in aleyhisselâm dîni haktır ve senin tevben haktır (gerçektir).” Bunu söyledi ve onun elinde müslüman oldu. Bunun gibi vak’a (olay) çoktur. Tevbe, öyle herkesin değerini bileceği bir sermâye değildir. Tevbe, insanların kurtuluşudur. Gönlün hayâtı ve canın besini (gıdâsı) ve âhıretin meyvesidir. Mü’minin sürûrudur, sevincidir. Günahlar demetinin şifâsı, hastaların yarasının merhemi, düşenlerin yapışacağı iptir. Yolunu kaybetmişlerin rehberi, söz dinleyicilerin işitme anahtarı, konuşanların sözünün sıdkıdır. Müstekîm olanların istikâmetinin (doğruluğunun) adımıdır. Sâlihlerin basîret nûru, Allahü teâlânın azâbından korkanların korkusunun istirâhatı ve recâ sâhiplerinin ümidinin müjdecisidir. Nitekim cenâb-ı Hak, Yûnus sûresi 63. âyet-i kerîmede meâlen; “(Evliyâ) onlardır ki, Allahü teâlâya îmân edip, O’na muhâlefet etmekten sakınırlar.” buyurdu. Yine Yûnus sûresi 64. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmaktadır: “Onlar için dünyâ hayatında (Kur’an-ı kerîm ile) ve âhırette (ihsan ile) müjdeler vardır. Allahü teâlânın kelimelerinde (sözlerinde, vâdlerinde) hiç bir değişme yoktur. İşte bu müjde, en büyük kurtuluştur.” Şimdi sözün başına dönelim. Tevbenin şartı nedir? Tâib (tevbe edici) nasıl yaşamalıdır ki, tevbe makâmı doğru olsun? Ve, bu sözü geçen makâmlara ulaşsın. Bunları anlatalım:
Tâibin, önce cenâb-ı Hakk’ın emrini gözetip, tevbeyi cenâb-ı Hakk’ın kitabında bildirdiği gibi yapması gerekir. Allahü teâlâ, Tahrim sûresi sekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! Günahlarınızdan, Allahü teâlâya tevbe-i nasuh ile (ölünceye kadar bir daha günah işlememek üzere, nefsine nasîhat veren tevbe ediciler gibi) tevbe edin!…” buyurmaktadır. Rivâyet edildi ki, âyet-i kerîmede bildirilen tevbe-i nasuh, kulun geçmişte işlediği günaha pişman olması ve bundan sonra da o günaha dönmemeye kat’î olarak karar vermesidir. Yine bildirildi ki, tevbe-i nasuh 4 şeyi kendinde toplar: 1- Lisan (dil) ile istiğfâr, 2- Günahı işleyen âzâ ile günahı terketmek (pişman olmak), 3- Bu günahı bir daha hiç işlemeyeceğine kat’î olarak karar vermek, 4- İnsanı günah işlemeye sevkeden kötü arkadaşlardan uzaklaşmaktır. Kalb pişman olmalı, dil duâ etmeli, yalvarmalı, âzâ da günahtan çekilmelidir. Nâsuh’un yaptığı tevbe gibi tevbe etmelidir. Üstâd İmâm Ebû Bekr Surbânî’nin (rahmetullahi aleyh) tefsîrinde yazıyor ki: “Bu Nâsuh, yol kesicilikten tevbe etmiş bir kimse idi. Tevbe edip herkesin hakkını geri verdi. Her birini hoşnut etti. Hiç malı kalmadı. Biri gelip hakkını istedi. Üzerindeki peştamalı çıkardı. Orada bir akarsu vardı. O akarsuyun içine oturdu. Peştamalı o kimseye verdi.”
Allahü teâlâ bize bildirdi ki: “Tevbeyi, Nâsuh’un yaptığı gibi yapınız. Ve her alacaklınızı mümkün olduğu kadar hoşnut ediniz. Geriye kalanı, ben kendi hazînelerimden hoşnut ederim.” Her makâma göre ayrı ayrı tevbe etmek lüzumunu çok iyi bilmelidir. Âsî olanın işlediği günaha tevbe etmesi lâzımdır. İtâat edenin, bu hâlini üstün (iyi) görmekten tevbe etmesi gerekir. Ayrıca, Kur’an-ı kerîm okuyanların ucbdan (kendini beğenmekten), âlimin hasetten, doğru yolda olanın, bu hâlini kendinden bilmekten ve bütün insanların her husûsta benlik his ve düşüncelerinden tevbe etmesi lüzûmu hiç unutulmamalıdır. Âzâları ile günah işleyip, sonra tevbe etmek, gözü, kulağı, dili korumak zor değildir. Fakat böyle olmakla beraber, tâiblerin (tevbe edenlerin) derecesine kavuşmak da kolay olmamaktadır. Zirâ tevbe edenin, hiç bir nefesini zâyî etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine bakmaya yöneltip; “Ne yaptım! Söylediğim ne oldu?” gibi düşüncelerle ve insâf gözüyle hareket etmelidir. “Efendisine hizmette kusurlu olana mükâfât verilir mi? Azâbı ve cezâsı nasıl olur?” diye düşünüp, Cehennem azâbına düşmekten korkması gerekir. Bunları düşündükçe, nedâmet ateşi gönlünde yükselip, gönlü yana ve gözleri yaşlar döke ve dili feryâd ede. Vücûdu eriye, gözünü lâzım olmayanı görmekten, kulağını gerekmeyeni işitmekten, dilini söylememesi gerekeni söylemekten muhâfaza ede. Kötü arkadaşı terk edip, gidilmemesi gereken yerlere gitmekten, alınmaması gerekeni almaktan sakına. Bütün âzâlarını, kulluk bağı ile bağlı kıla ve hoşnut edebileceği her hasmını hoşnut ede. Tam hasret ve nedâmetle ve kalbinde tam bir korku ile devamlı; “Acabâ benim bu hatâ ve zulümlerim affolur mu? Bana ne muâmele yaparlar? Af mı, yoksa azap mı ederler?” diye düşüne. Bir nefesini korkuyla, diğerini ümîdle geçire. Gece-gündüz Allahü teâlânın işiyle meşgûl ola. Her vakitte dilini Allahü teâlânın zikri ile ıslata.
Affedilen tevbekar, Allahü teâlânın seçtiği ve beğendiği kimsedir. Onun gönlü, cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. İlim öğrenip, riyâzet çekip, kendi nefsinin hevâsını terkedip, Allahü teâlânın rızâsını istemiştir. 2 cihânın sâhibi cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve ihsânı, yarattığı bir kulundan az olmaz. Cenâb-ı Hak söz veriyor ve Şûrâ sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruyor: “Allahü teâlâ kullarını, işledikleri günahlara pişmanlıkla yaptıkları tevbelerini kabûl eder ve dilediği kimsenin (büyük ve küçük) seyyiâtını (kötülüklerini, günahlarını) affeder.” Yine Allahü teâlâ, Furkân sûresi 70. âyet-i kerîmede meâlen; “(Günahına) tevbe eden, Allahü teâlâya ve Resûlü’ne îmân eden, (İslâm’ın erkânı üzerine) sâlih amel işleyen kimselerin günahlarını, Allahü teâlâ sevâba tebdil eder (çevirir)” buyuruyor. Cenâb-ı Hak, tâiblere (hakiki tevbe edenlere) bu müjdeyi vermiştir.
Tevbe etmek saâdet alâmetidir. Tevbe eden, tevbenin şartlarını yerine getiren yukarıda anlattığımız vasıfları da ele geçiren kimsenin, geçtiği topraklar, diğer topraklara, o kimsenin oturduğu yer de diğer yerlere karşı övünür. Tâib, bir dereden, nehirden veya denizden geçtiğinde, ihlâs, tevbe, safâvet ve gönül sıdkı ile besmele çekse, o sular, kıyâmete kadar onun için sevâbı ona âit olmak üzere tesbîh ve tehlil ederler ve cenâb-ı Hak‘tan onun için af dilerler. Onu aydınlatan güneş, ay ve yıldızlar da, onun için istiğfâr ederler. Cenâb-ı Hak, onu halkın gönlünde tatlı (sevimli) ve seçilmiş kimselerin gönlünde sevgili kılar. Göklerdeki melekler, onun için istiğfâr ederler, ölürken beşâret bulur (müjdelenir). Kabir ona Cennet bahçelerinden bir bahçe olup, kıyâmette yüzü ak olarak haşrolur. Sırat’tan kolay geçer. Hesâbı ihsân ile kolay olur ve Cennet’te yüksek derece bulur. Tevbe cevheri, herkesin ele geçireceği bir şey değildir. O öyle bulunmaz bir incidir ki, herkes onun değerini bilemez. Tevbeleri sebebiyle yüz binlerce günahkâr affedilir.
Bir kimse tevbekârların makâmına ulaşamazsa, tevbeden ümidini kesmemelidir. Tevbekârları kendine dost edinmelidir. Onlarla oturup kalkmalıdır ki, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına muvafık (uygun) hâle gelsin.Tâiblere ve bütün mü’minlere iyilik dilemelidir. Onlara duâ etmelidir. Çünkü Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Bir kimse, erkek ve kadın mü’minler için günde 25 kere istiğfârda bulunursa, Allahü teâlâ, onun kalbinden gıll (kin) ve hasedi giderir. Bu günde onu, ebdallerden yazar. Kıyâmet günü, o kimse için, bütün mü’min ve mü’minelerin hepsi, “Yâ Rabbî! O bizim için istiğfârda bulunurdu. Sen de onu mağfiret et” derler ve böyle söylemeyen bir kimse kalmaz.” Yine Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Abdestli olarak uyu! Eğer ölürsen, şehîd olarak ölürsün, küçük, büyük herkese hürmet göster!” Sen, saâdet hangisinde olduğunu bilmezsin. Tevbe ile kabre giren, annesinden yeni doğmuş gibidir. Müslihlerin (ıslah-ı nefs etmişlerin) ve tâiblerin arasında olursan ve başka hiçbir iyilik olmasa bile, sonunda sende bir nedâmet peydâ olur. Kendi hâlini anlarsın.
Ahmed-i Namıkî Câmi hazretleri, Miftah-ün-necat isimli kıymetli kitabının son faslında buyuruyor ki: “İyi bir arkadaş, 2 cihân için de büyük saâdettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan Cennet’te bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden Hazret-i Havvâ vâlidemiz yaratıldı.
İyi arkadaşa sâhip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur’an-ı kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü, mutlakâ, asıl, neseb, akrabâlık gibi sebeplere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf’e yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmir isimli köpek, Kur’an-ı kerîmde onlarla beraber zikrolundu.
Beyt:
Tevbe ya Rabbî hatâ râhına gittiklerime…
Bilip ettiklerime, bilmeyip ettiklerime…
Tavsiye Yazı –> Eyyühel Veled Risalesi (İmam Gazali)