Sual: Zemzem nedir? Zemzemin tarihi nasıldır?

Cevap: Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin; “Yeryüzünde bulunan kuyuların en hayırlısı, Zemzem suyunun mübarek kuyusudur” buyurarak medh eylediği Kâbe-i muazzamanın yanında bulunan kuyu ve suyu. Zemzem’in, her biri bir özelliğinden dolayı verilen 30 kadar ismi vardır. Yavaş yavaş ak, mânâsına Zemzem ismi verildiği rivayet edilmişse de, başka nakiller de bulunmaktadır. Ayrıca çok sulu olması yüzünden Zemzem isminin verildiği de rivayetler arasındadır.

Allahü teâlâ, Zemzem ile İsmail’i (aleyhisselâm) suya kandırdığı için; Sakıyyullah-ı İsmail adı ile anılmış ve Allahü teâlânın birliğine inananlara büyük faydalar sağladığı için de Nâfia denilmiştir. Zemzem suyunu doya doya içen mü’minlerin bütünü nura gark olup, Cehennem azabından emîn olacakları müjdelendiği için Büşrâ, berrak ve saflığından dolayı Safiyye, tatlılığı sebebiyle Muazzibe diye adlandırılmıştır. Dehr sûresi 21. âyet-i kerîmesinde (bir kavle göre) Zemzem’e işaret buyrulduğu için Tâhire adı verilmiş, bütün azalara, safa bahşettiği için Mermiye denilmiş, bozulma göstermemesinden dolayı Salime ismi uygun görülmüştür. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem sünneti olduğu için sıhhat ve berekete sebeb olmuş ve bu yüzden Meymûne adıyla anılmıştır. Yemeğin yerini tutup kâfi geldiği için Kâfiye, içenlere rahatlık, sıhhat ve afiyet verdiği için Afiye, cümle evliyâ-ı kiram ve sâlihlerin içtikleri ve Resûlullah efendimizin de sallallahü aleyhi ve sellem içerek mübarek ağız suları kuyuya dahil olduğu için, Zemzem’in kadr-ü kıymeti arttığından Şerâb-ül-ebrâr denilmiştir.

Seçilmiş ve büyük âlimler söz birliği ile, Zemzem’in yeryüzünde bulunan suların en latîfi ve en üstünü olduğunu bildirmişlerdir.

Zemzem’in yeryüzüne çıkması ile ilgili olarak İmâm-ı Buhârî’nin (rahmetullahi aleyh) Abdullah ibni Abbâs hazretleri vasıtasıyla rivayet ettiği mevkuf hadîs-i şerîfde şöyle buyruldu:

“İbrahim (aleyhisselâm), İsmail’in anası Hâcer ve emzirmekte olduğu oğlu İsmail ile beraber Mekke’ye geldi. Hâcer ile İsmail’i, Beyt-i şerîfin yanında yüksek bir yerde ve Zemzem kuyusunun üzerinde büyük bir ağacın yanına bıraktı. Hâlbuki o târihte Mekke’de hiç bir kimse olmadığı gibi, içecek su da yoktu. İşte İbrahim (aleyhisselâm), Hâcer ile oğlunu buraya bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve su dolu bir testi bıraktı. Sonra Şam’a gitmek üzere oradan ayrıldı. İsmail’in anası Hâcer, İbrahim’in arkasını tâkib etti ve; “Ey İbrahim! Görüp görüşecek bir ferd, yiyip içecek bir şey bulunmayan bir vadide bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” dedi. Hâcer, bu sözleri tekrar tekrar söylemesine rağmen, İbrahim (aleyhisselâm) iltifat etmeyip yoluna devam etti. Nihayet Hâcer ona; “Bizi burada bırakmayı sana Allahü teâlâ mı emretti?” diye sordu. İbrahim; “Evet, Allahü teâlâ emretti” diye cevap verince; Hâcer; “Öyleyse Allahü teâlâ bizi zayi etmez ve korur” diyerek, oğlunun yanına döndü. İbrahim (aleyhisselâm)da, ayrılıp, Mekke’nin üst tarafında Hâcer ile İsmail’in gözlerinden kayboldu. Seniyye mevkiine varınca, yüzünü Kabe’ye çevirdi ve ellerini kaldırarak (meâlen) şöyle dua etti: “Ey Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını (İsmail ile onun zürriyetini) hürmeti vâcib olan mukaddes evinin (Kabe’nin) yanına, ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Ey Rabbimiz! Orada namazı dosdoğru kılsınlar diye, insanlardan bir kısmının gönüllerini o yerlere yönelt. (Kabe’yi ziyarete gelsinler). Onları çevreden gelecek her türlü meyvelerle rızıklandır ki, sana şükretsinler.” (İbrahim sûresi: 37). Artık İsmail’in anası, oğlu İsmail’i emziriyor ve testideki sudan içiyordu. Testideki su tükenince, hem Hâcer hem de çocuğu susadı. Hâcer, çocuğunun susuzluktan toprak üstünde yuvarlandığını görünce, yavrunun bu acıklı hâline bakmaktan üzüldü. Onun yanından kalkıp, o mıntıkada Kabe’ye en yakın dağ olan Safa tepesini buldu ve üstüne çıktı. Sonra vadiye karşı durup; “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı. Fakat hiç kimseler görünmüyordu. Bu defa Safa tepesinden indi. Vadiye varınca, ayağı takılmasın diye eteğini topladı. Sonra, yenilmez güçlüklerle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Vadiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve; “Bir kimse görebilir miyim?” diye baktı, fakat hiç bir kimse göremedi. Hâcer, bu suretle Safa ile Merve arasında yedi defa gidip geldi. İşte bunun için hacılar, Safa ile Merve arasında sa’y ederler. Hâcer, Merve üzerine son defa çıktığında kulağına bir ses geldi ve kendi kendine; “Sus, iyice dinle!” dedi. Dikkat kesilince, aynı sesi bir daha işitti. Bunun üzerine Hâcer, sesin geldiği tarafa bakıp; “Ey ses sahibi, sesini duyurdun. Eğer bize yardım edebilirsen imdadımıza yetiş ve yardım et” dedi. Böyle der demez (şimdiki) Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde Cibril (aleyhisselâm) göründü. (Bir rivayette) “Cebrail (aleyhisselâm) “Kimsin?” diye sordu. Hâcer; “İbrahim’in çocuğu olan İsmail’in anası Hâcer’im” dedi. “Sizi kime emânet etti?” deyince; “Allahü teâlâya” cevâbını verdi. Cebrail (aleyhisselâm); “Sizi her şeye kadir olana emânet etmiş” dedi.” İbn-i Abbâs rivayetine devam ederek şöyle dedi: “Topuğu ile (veya kanadıyla) toprağı kazıp suyu (Zemzem’i) meydana çıkardı. Hâcer (bu durumu görünce), zayi olmasın diye hemen suyun etrafını çevirip havuz hâline getirdi. Bir taraftan da testisini doldurmağa çalışıyordu. Su ise, avuç avuç alındıkça tekrar fışkırıyordu. Allahü teâlâ, İsmail’in anasına rahmet etsin! O, Zemzemi kendi hâline bırakmış olsaydı, yahut suyu avuçlamasa idi, muhakkak Zemzem, akar bir ırmak olurdu. Hâcer, bu sudan içti. Çocuğa süt olup emzirdi. Cibril (aleyhisselâm) Hâcer’e; “Sakın mahvoluruz diye korkmayınız! İşte şurası Beytullah’ın yeridir. O beyti, şu çocukla babası yapacaktır. Muhakkak ki Allahü teâlâ, o beytin ehlini zayi etmez” dedi. Beytullah’ın mahalli, tepe gibi yerden yüksekçe idi. (Zamanla) seller sağını solunu kazıp aşındırmıştı.

Hâcer bu şekilde yaşarken, günün birinde Cürhüm kabilesinden veya onların ehl-i beytinden bir cemâat, Kedâ’ yoluyla gelip Mekke’nin alt tarafına kondular. Cürhümîler, Zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir takım kuşların dolaştığını görünce; “Kuş kısmı, muhakkak bir suyun başında döner, dolaşır. Hâlbuki biz bu vadide su bulunmadığını biliyorduk; (durumu) anlayalım” diyerek, oraya, ayağına çevik bir iki kişi gönderdiler. Gidenler orada Zemzem kuyusunu bulup varlığından haber verince, Cürhümîler de kuyunun yanına gelip, yerleştiler. Cürhümîler geldiğinde, İsmail’in anası da su başında idi. Cürhümîler ona; “Bizim de şuraya gelip, civarınızda barınmamıza müsâade eder misiniz?” dediler. Hâcer de; “Evet, inebilirsiniz ve bu sudan istifâde edebilirsiniz. Fakat bu suda mülkiyet iddia edemezsiniz” dedi. Onlar da razı oldular.”

Zemzem sonradan İbrahim aleyhisselâm tarafından kazılarak kuyu hâline getirildi, önceleri kurak ve ıssız bir yer olan Mekke, Zemzem’le birlikte şenlenerek, kuşlar gelip cıvıldaşmaya başladı. Yemen kabilelerinden Cürhümîler, burada yerleşip Mekke şehrini kurdular. İsmail (aleyhisselâm) büyüyünce, babasına yardım edip, Allahü teâlânın emriyle Kabe’yi yaptılar. Allahü teâlâ Mekke’yi mübarek kılıp, insanların Kabe’yi tavaf etmesini emreyleyince, her taraftan, akın akın Kabe’yi tavafa geldiler ve Zemzem’in suyundan içtiler. Açlar doyup, susuzlar kandı ve hastalar şifâ buldu. İsmail (aleyhisselâm) ve çocukları, gelen hacıların ibâdetlerini kolayca yapmalarını sağlayıp, İsmail aleyhisselâmın akrabaları olan Cürhümîler de onların hukukuna riâyet ettiler. Yıllar sonra İsmail aleyhisselâm vefat etti. Muhammed aleyhisselâmın nurunu taşıyan oğlu Kaydar da fâni dünyâdan ebedî âleme göçtü. Cürhümîler, akrabalıkları münâsebetiyle Kabe’nin idaresini ele geçirdiler. Zamanla Kabe’ye ve Harem-i şerîfe hürmetsizlik edip, Beytullah’a gelen hediyeleri gizli ve açık olarak yemeye başladıkları gibi, Harem-i şerîfde hayâsızca günâh işlediler. İsmail aleyhisselâmın evlâtlarını üzdüler ve başlarındaki reislerini dinlemediler. İsmail aleyhisselâmın torunları çevreye dağıldılar, sonunda Cürhümîler de, düşmanları olan Huzâa kabîlesi tarafından Mekke’den çıkarıldılar. Huzâalılar, Mekke’ye ve Kabe’nin idaresine hâkim oldular. Cürhümîler çıkarlarken, Zemzem kuyusuna Kabe’nin kıymetli eşyalarını doldurup, ağzını kapatarak, kuyuyu belirsiz hâle getirdiler. Yıllar geçince, hafızalardan silinerek tamamen unutuldu.

Aradan uzun seneler geçmişti. Resûllah sallalahü aleyhi ve sellem efendimizin dedesi Abdülmuttalib’e bir gece rüyasında bir kimse; “Ey Abdülmuttalib! Kalk Tayyibe’yi kaz!” diyerek kayboldu. Ertesi gün; “Kalk, Berre’yi kaz!” dedi. 3. gün de aynı kimse; “Kalk, Mednûne’yi kaz!” emrini verdi. Rüyanın arkası kesilmiyordu. Dördüncü gün ise, yine o kimse; “Ey Abdülmuttalib! Kalk, Zemzem kuyusunu kaz!” deyince, Abdülmuttalib; “Zemzem nedir? Kuyu nerededir?” diye sordu. O zât da; “Zemzem hiç eksilmez ve dibine erişilmez bir sudur. Dünyânın dört bucağından gelen hacılara kifayet eder. Cebrail aleyhisselâmın kanadıyla vurduğu yerden çıkmıştır. Allahü teâlânın, İsmail aleyhisselâm için yarattığı sudur. Susuzları kandırır. Açları doyurur. Hastalara şifâ olur. Yerini bildireyim. Kurban kestikleri zaman artıklarını bir yere dökerler. Sen orada iken kırmızı gagalı bir karga gelir. Gagasıyla yeri eşer. Karganın eştiği yerde, bir de karınca yuvası görürsün. İşte orası Zemzemin yeridir” dedi. Abdül-muttalib, sabahleyin yanına oğlu Hâris’i alarak Kabe’ye gitti ve heyecanla beklemeye başladı. Rüyada haber verildiği gibi kırmızı gagalı karga gelip, birçukura kondu ve gagası ile yere vurmaya başladı. Altından karınca yuvası çıktı. Abdülmuttalib ile oğlu Haris, derhal orayı kazmaya başladılar. Bir müddet kazdıktan sonra kuyunun ağzı göründü. Abdülmuttalib, bunu görünce; “Allahü ekber, Allahü ekber!” diyerek tekbir getirmeye başladı. Başından beri, kuyunun kazılmasını dikkatle tâkib eden Kureyşliler; “Ey Abdülmuttalib! Bu, babamız İsmail’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız vardır. Bizi bu işe ortak etmelisin!” dediler. Abdülmuttalib karşı çıktı ve; “Hayır! Bu iş, sâdece bana ihsan edilmiş bir vazifedir” diye cevab verdi. Bunun üzerine Kureyşliler; “Sen yalnızsın. Tek oğlundan başka kimsen de yok, bize karşı koyman da mümkün değil!” dediler. O zaman içi burkuldu. Çünkü kendisini kimsesizlikle ayıplıyorlardı. Ellerini semâya kaldırarak; “Yâ Rabbî! Bana on çocuk ihsan eyle. Eğer bu duamı kabul buyurursan, içlerinden birini Kabe’de kurban edeceğim” diye yalvardı.

Abdülmuttalib, kazı işinin tehlikeli bir hâl aldığını, netîcede şiddetli çarpışmaların olabileceğini düşündü. Sonunda kazmayı bırakarak anlaşma yoluna gitti. İşin bir hakem tarafından hâlledilmesini istedi. Sonunda, Şam’da oturan bir kâhinin buna çâre bulacağına karar verdiler. Kureyş’in ileri gelenlerinden bir grup ile yola çıkıldı. Yolda susuzluktan ve sıcaktan ziyadesiyle bunalan kervan, mecalsiz kaldı. Artık bir damla suya can atacak hâle gelmişlerdi. Tek arzularının bu olmasına rağmen, kavurucu çölün ortasında su bulmak imkânsızdı. Herkesin ümîdini kestiği bir anda, Abdülmuttalib onlara; “Geliniz geliniz! Toplanınız! Hem size, hem de hayvanlarınıza yetecek kadar su buldum!” diye bağırdı. Muhammed aleyhisselâmın mübarek nurunu alnında taşıyan Abdülmuttalib, su ararken, devesinin ayağı büyük bir taşa takılmış ve taş yerinden oynayınca altında su çıkmıştı. Herkes koşarak geldi, kana kana su içerek yeniden hayat buldu. Abdülmuttalib’in bu büyüklüğü karşısında mahcûb olan Kureyşliler; “Ey Abdülmuttalib! Artık sana diyecek bir sözümüz yok. Zemzem kuyusunu kazmaya en lâyık sensin. Bu hususta seninle bir daha münâkaşa etmeyeceğiz. Hakeme gitmeye de lüzum kalmadı, artık geri dönüyoruz” dediler ve Mekke’nin yolunu tuttular. Abdülmuttalib, alnında parlayan nurun hürmetine, Zemzem kuyusunu kazıp suyu çıkarma şerefine kavuştu. Kendisi ve oğulları, hacılara Zemzem suyu dağıttılar (sikâye). Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamanında Abdülmuttalib’in oğlu Abbâs (radiyallahu anh), hacılara şu dağıtmak (sikâye) ile vazifeli idi.

Zemzem kuyusu, Mescid-i haram içinde, Hacer-i esved kösesi karşısında ve köşeden 8 metre uzakta bir odada olup, 1,8 metre yüksek olan taş bileziği vardır. Bu odayı, İstanbul’da Beylerbeyi câmii’ni yaptıran I. Abdül-hamîd Hân yaptırmıştır. Odanın mermer döşeli zemini duvarlara doğru meyillidir. Duvar diblerinde olukları vardır. Kuyuya su sızmayacak şekilde ustalıklı yapılmıştır. Kuyu ağzı, bu hizadan 1,5 metre kadar yüksektir. Târihin kıymetli yadigârı olan bu güzel san’at eseri, 1963 (H. 1383) yılında yıktırıldı. Kuyu ağzı ve bir kaç metre çevresi, yeryüzünden bir kaç metre aşağı indirildi.

Tavsiye Yazı –> Güzel Ahlak Nasıl Kazanılır?

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler