Sual: Kur’an-ı Kerîm mahluk mudur?
Cevap: Türpüştî Risâlesi’nde diyor ki:
Bundan önce demişdik ki, Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları Kitâptan, yanî Kur’ân-ı kerîmden ve Sünnetten, yanî hadîs-i şerîflerden öğrenilir. Bu iki temel ve esâstan açıkça anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ Mütekellimdir [söyleyicidir]. Onun kelâmı vardır. Ehl-i sünnet ve cemâ’at mezhebine göre, Hak teâlâ dâimâ söyleyicidir. Söyleyici olmadığı bir an yoktur. Eğer bütün insanlar bir nefeste, Onu çağırsalar, Ona yalvarsalar, hepsine cevâp verir, herkesin dediğini işitir, hepsini görür ve bu bahs etdiğimiz şeylerin olması esnâsında hiçbiri, hiçbir şeklde Onu diğerinden meşgûl etmez ve engellemez.
Kelâm, Hak teâlânın zâtî [subûtî] sıfatlarındandır. Zîrâ kelâmı kaldırırsak, zıddı lâzım gelir. O ise konuşmamak, söylememektir. O ise, ayıb ve noksanlıkdır. Hâlbuki Allahü teâlânın bütün sıfatları kemâlde olup, zıtlarından tamâmen münezzehtir.
Kelâmın Allahü teâlânın sıfatı olduğu anlaşılınca, bundan muhdes [sonradan olma] olmadığı da anlaşılmış oldu. Çünki kadîm muhdesle sıfatlandırılmaz. Bunun açıklaması geçmiş fasıllarda anlatılmıştı.[1]
Bid’at sâhiplerinden bir kısmının itikâdı şöyledir ki, Allahü teâlâ mütekellimdir demek, kelâmın hâlıkıdır, fâili değildir manâsındadır dediler. Bu hem câhillik, hem de inâdla söylenmiş bir sözdür. Onların bu sözünden, mütekellim o kimse oluyor ki, Allahü teâlâ onda kelâmı yaratmış, ammâ, o zâta, onu hareket ettirecek kadar hareket vermemiş manâsı çıkıyor. Oysa mahlûkun sıfatı hâlıka nisbet edilemez. Hâlbuki, Allahü teâlâ Peygamberlere gönderdiği bütün kitâplarda kelâmı kendine izâfe etmiş ve kelâmın kendi zâtının husûsî sıfatı olduğunu bildirmişdir. Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “Biz bir şeyi dilediğimiz zamân, ona ol deriz, o da hemen olur” [Nahl sûresi, 40. âyeti] buyuruyor. Yaratılan bir şey, Allahü teâlânın emri ile yaratılmış olunca, Allahü teâlânın emri [sözü, kelâmı] mahlûk olsaydı, o sözün [kelâmın] bir başka söze ihtiyâcı olur ki, yaratılmış olsun. İkinci, üçüncü ve sonsuza kadar, söz devâm eder. Bu ise fâsiddir. Her şeyin en doğrusunu Allahü teâlâ bilir.
Onlar bu âyeti te’vîl edip, “Bu âyetten murâd, O istediğini yapar demekdir, ol sözünün gerçek ma’nâsı değildir” dediler. Ammâ bu sözleri nassa, ya’nî Kur’ân-ı kerîmin açık âyetlerine uymamaktadır. Çünki, Allahü teâlâ, “Ol deriz ve olur” buyurmaktadır. Ve olur ifâdesi gösteriyor ki, ol demeden önce, o şey yok idi. Bu bid’at sâhiblerinin usûlüne göre Allahü teâlânın kelâmını Mûsâ aleyhisselâmın işitmesi ile, yahûdîlerin işitmesi arasında fazîlet bakımından bir fark yoktur. Hattâ yahûdîlerin işitmesindeki fazîletin çokluğu, Mûsâ aleyhisselâmınkinden dahâ ziyâdedir. Çünki onlar diyorlar ki, Allahü teâlâ kelâmı ağaçta yarattı, sonra Mûsâ aleyhisselâm ağaçtan işitti ve yahûdîler Mûsâ aleyhisselâmdan duydular. Şüphesiz ki, Mûsâ aleyhisselâm gibi büyük bir Peygamberden işitmek, ağaçdan işitmekden üstündür. Onlar, kelâm, meleklere ilhâm edip, meleklerin Peygamberlere söylediğidir diyorlar. Meleğin ilhâmdan kendinde bulduğu kelâma lâyık olsaydı, Allahü teâlânın, kullarının kalbine koyduğu her ma’rifet, Hak teâlânın kelâmı olurdu. Onların mezhebine göre, insanların sözü, onların yapdığıdır, yoksa Allah yaratmıyor. Onların sapık, çirkin itikâdlarından bu kadar bildirmekle yetinelim. Yoksa mezhebleri- nin bâtıl olduğuna Allahü teâlânın kelâmı ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” kıymetli sözleri kâfîdir. Nitekim Allahü teâlâ [çeşitli âyet-i kerîmelerde şöyle] buyurur: “Îmân eden ve iyi işler yapanları, içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan Cennetlere koyacağız. Allah (bu söylenenleri) hak bir söz olarak vaad etdi. Söz verme ve onu tutma bakımından, kim Allahdan dahâ doğru olabilir” [Nisâ sûresi, 122. âyeti]. “Kendinden başka ilâh olmayan Allah, elbette kıyâmet günü toplayacaktır; bunda aslâ şübhe yoktur. Söz bakımından Allahdan dahâ doğru kim vardır?” [Nisâ sûresi, 87. âyeti]. “Allahü teâlâ, ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara ‘Beni ve anamı iki tanrı bilin’ dedin mi? buyurduğu zamân, o, Hâşâ! Seni tenzîh ederim! Hakkım olmıyan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, şübhesiz sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin; hâlbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri bilen yalnız sensin” [Mâide sûresi, 116. âyeti]. “Allah size gerçeği söyler ve doğru yola O eriştirir” [Ahzâb sûresi, 4. âyeti]. “Bir kısım Peygamberleri sana dahâ önce anlatdık, bir kısmını ise sana anlatmadık. Ve Allah Mûsâ ile gerçekten konuştu” [Nisâ sûresi, 164. âyeti]. “Şimdi (ey mü’minler), onların size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre, Allahın kelâmını işitirler de, iyice anladıkdan sonra bile onu tahrîf ederlerdi” [Bakara sûresi, 75. âyeti].
Sözü ve kelâmı arab dilinde kullanılan birçok şekilde kendine izâfe edince, bunların görünüş manâlarını bırakıp, hakîkatten mecâza çevirmeğe kalkışmakta hiç kimsenin hiçbir özrü kalmaz. Bu yeterli bir delîldir. Ammâ onların, anlattığımız cinsten, şüphe uyandırıcı çok sözleri vardır. Âlimler kitâplarında hepsine ayrı ayrı cevâplar yazmışlardır. Biz ise, bu kısa kitâbımızda bu kadarla yetindik.
Allahü teâlânın mütekellim olduğu, kelâmın Onun sıfatlarından biri bulunduğu ve sıfatlarının zâtı gibi kadîm olduğu anlaşılınca, Kur’ân-ı kerîmin gerçekten Allah kelâmı olduğunu bilmek lâzım gelir. Bunun da delîli odur ki, Allahü teâlâ ona kendi kelâmı diyor ve Tevbe sûresi 6. âyetinde meâlen, “Ey Habîbim, eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allahın kelâmını duyup dinleyinceye kadar, ona aman ver…” buyuruyor. Kur’ân-ı kerîmin, Allah kelâmı olduğunda icmâ’-i ümmet vardır.
Kelâmın Allahü teâlânın sıfatı olduğu bilinmiş oldu. Allahü teâlâ ise, bütün sıfatları ile kadîmdir. Resûl-i Ekrem “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem”, Hasen ve Hüseyn’e “radıyallahü anhümâ”, “Sizi Allahü teâlânın kelimâtına ısmarlarım, [Allahü teâlânın kelâmına sığındırırım]” derdi. Allahın Resûlü “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” için, bir mahlûku bir mahlûka sığındırmak doğru olmaz. Allahü teâlânın kelimelerine Tâmme buyurdu. Ya’nî Allahü teâlânın kelimelerinde hiç noksanlık yokdur. Yaratılmış ise noksanlık damgasından kurtulamaz.[2]
Abdüllah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ”, meâl-i şerîfi, “Korunsunlar diye, pürüzsüz arabî bir Kur’ân gönderdik” olan, Zümer sûresi 28. âyeti ile bu ma’nâya işâret edip, “Her mahlûkta, bir pürüz, bir eğrilik, muhakkak vardır” buyurdu. Ya’nî Kur’ân-ı kerîmde hiç pürüz olmamakla, Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olmadığı bildirilmiş oldu.
İbni Abbâs “radıyallahü anhümâ” Kâ’benin yanında bir kimsenin, “Ey Kur’ânın rabbi!” dediğini duyunca, ona, “Sus, Kur’ânın rabbi deme ki, Kur’âna merbûb [terbiye olunmuş, yetiştirilmiş] demiş olursun. Hâlbuki merbûb olan, mahlûk olmuş olur. Bunu bildirmemizin sebebi, dahâ ilk asırda Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olmadığının tasrîh edilmiş olduğunun bilinmesi içindir. Fakat kendi aralarında bu konunun çok konuşulmaması ve bu husûsda yeterli ve tam haberlerin gelmemesinin sebebi, onların zamânında bunu herkesin bilip kabûl etmesidir. Bu husûsda onların nasıl bir şüphesi olurdu ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” onlara, “Allahü teâlâ buyuruyor ki, ey Habîbim, kullarıma de ki, eğer insanlar ve cinler bir araya gelse, Kur’ânın bir benzerini getirmek [söylemek] isteseler, getiremezler. Sırtlarını birbirine dayayıp, birbirlerini kuvvetlendirseler de” buyurmuşdur. Eğer Kur’ân-ı kerîm mahlûk olsaydı, insanların ve cinlerin getirdikleri, her bakımdan Kur’ân-ı kerîm gibi olmasaydı da, mahlûk olma bakımından onun gibi olurdu. Duymuşsunuz ki, Allahü teâlâ o kimseyi ayıplamak için, Müddessir sûresi 25. âyetinde meâlen, “Bu insan sözünden başka bir şey değildir” dediğini bildirmekdedir.[3]
Selef-i sâlihîn âlimleri, Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” sonra sözbirliği ile bildirdiler ki, Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın kelâmıdır. Mahlûk değildir. Dillerimizde okunur, mushaflarımızda yazılır, gönüllerimizde, zihinlerimizde ezbere bulundurulur. Okunan Kur’ân-ı kerîmdir; okumak ise, okuyanın sıfatıdır. Yazılan Kur’ân-ı kerîmdir; yazmak ise yazanın sıfatıdır. Ezberlenen Kur’ân-ı kerîmdir; ezberlemek ise, ezberliyenin sıfatıdır. Kur’ân-ı kerîmin mahlûk olup olmama meselesinde, selef ve halef [önceki ve sonraki] âlimlerinin mezhebi [tuttukları yol] budur. Onların sözü- ne uymamak, bildirdikleri hudûdu aşmak bid’attir, Ehl-i sünnetten ayrılmaktır. Dalâletten, sapıklıktan koruyan, ancak Allahü teâlâdır.
[1] Rivâyete göre, Velîd bin Mugîre’nin, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” okuduğu Kur’ânı dinleyince, çok etkilendiğini öğrenen Kureyş müşrikleri, “Eyvâh! Velîd dîninden dönmüş; artık ona bakarak bütün Kureyş dîninden dönecekdir” dediler. Bunun üzerine, yeğeni Ebû Cehl, Velîd’e gidip, kibrine yediremiyeceği sözlerle onu iknâ etti. Sonra birlikte müşriklerin yanına geldiler. Velîd onlara, Muhammed’e, mecnûn, kâhin, şâir ve yalancı lakâbları ile hitâb etmenin tutarlı olmayacağını anlattı. Nihâyet uzun zamân düşündükten sonra: “Olsa olsa bir sihirbâzdır. Görmüyor musunuz? Kişiyi âilesinden, evlâdından, kölesinden ayırıyor” dedi. Müşrikler bu sözleri çok beğendiler ve Resûlullaha sihirbâz diye hitâb etmeğe başladılar. Bu, Resûlullâha çok dokundu.
[2] Bunun gibi, Hak teâlânın Kelâm sıfatını, kendinden başkasında da bu sıfatı yaratır manâsına yorumlamayın. Zîrâ Allahü teâlâ zâtını sizden örttüğü gibi, Onun hakîkatinin künhünü anlıyabilmeniz mümkün değildir. İhâtasını da böyle anlayamazsınız. İşte zâtını anlamak mümkün olmadığı gibi, sıfatlarının hakîkatinin künhünü idrâk etmek de mümkün değildir. (Akâid-i Hüseynî)
[3] Muhaddis Emîr Cemâleddîn, (Fevâid) kitâbında yazar: “Kur’ân-ı kerîmle hadîs-i kudsî arasındaki fark şudur ki, Kur’ân-ı kerîm mucizedir. Hadîs-i kudsî ise öyle değildir. Namâz Kur’ân-ı kerîm ile sâbit olmuşdur. Kur’ân-ı kerîmi inkâr eden kâfir olur. Hadîs-i kudsî böyle değildir. Kur’ân-ı kerîm için, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ile Allahü teâlâ arasında Cebrâîl aleyhisselâmın vâsıta olması lâzımdır. Hadîs-i kudsî böyle değildir. Kur’ân-ı kerîmin lafzının, Allahü teâlâdan gelmiş olması lâzımdır. Hadîs-i kudsî böyle değildir. Onun sözleri Resûlullahdan olabilir. Kur’ân-ı kerîme abdestsiz dokunulmaz. Hadîs-i kudsîye abdestsiz dokunulur.”
Şerh-i Akâid’de yazıyor: Kur’ân-ı kerîm, mushaflarda yazılı, kalblerde mahfûz, dillerde okunan ve kulakla dinlenendir. Fakat bunlara hulûl etmiş değildir. Kelâmullah sözü, kadîm olan kelâm-ı nefsîyi ve mü’ciz olup, hâdis [sonradan olma] kelâm-ı lafzıyı içine almaktadır. Çünki ikisine de Kelâmullah değildir denmez. Allahü teâlânın kelâm-ı nefsîsi demek, Onun sıfatı demektir. Kelâm-ı lafzîsi demek, Onun mahlûku demekdir. Mahlûkun te’lîflerinden, yazmasından değildir. Bu bakımdan mu’cizedir. (Fetâvâ-yı bi- rehne)