Îsâ aleyhisselâmdan sonra, bir son Peygamber “aleyhissalatü vesselâm” geleceği İncil’de yazılıdır. Yuhanna İncili’nin 14. babının 16. âyetinde Îsâ aleyhisselâm;
“Allah size, sizinle beraber kalacak bir teselli edici gönderecektir” demektedir. 26. âyetinde ise, “Bu hakiki tesellici size her şeyi öğretecek ve size benim öğrettiklerimi de hatırlatacaktır” demektedir. 16. babın 13. âyetinde ise, “O, size her hakikate yol gösterecektir. Zira O, size kendiliğinden bir şey söylemeyecek, fakat Allah’ın söylediklerini size bildirecektir” demektedir. [Hristiyanlar “Tesellici” kelimesini “Ruh” diye tercümede ısrar ederler.]
Bundan başka, Kitâb-ı mukaddesin Eski Ahd (Tevrat) kısmında Arap ırkından bir Peygamber geleceği yazılıdır. Tesniye’nin 18. babının 15. âyetinde, Mûsâ aleyhisselâmın İsraillilere, “Rab sizin için aranızdan, kardeşlerinizden benim gibi bir Peygamber “aleyhissalatü vesselâm” çıkaracaktır” dediği yazılıdır. Burada bahis konusu olan İsraillilerin kardeşleri, İsmaililer yani Araplardır. İşte İncil’de ve Tevrat’ta yazılı olan ve Arap ırkından geleceği müjdelenen bu son Peygamber, Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”dir. Getirdiği din, İslam dinidir. Bu dine îman edenlere Müslüman ismi verilir. Müslümanların kudsi kitabı, Kurân-ı Kerîm’dir. Kurân-ı Kerîm, Allahü teâlâ tarafından Peygamberimiz Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme, Arabî olarak vahiy olunmuştur. Aradan 1400 sene geçmiş olmasına rağmen, tek kelimesi, hatta tek harfi değişmemiştir. Hangi dinden olursa olsun, herkes onu okuduğu zaman azamet ve haşmetine hayran kalır. Hatta, Arabî bilmeyenler bile onun başka dillerdeki tercümesini okurken, bu muazzam ifadenin kudretini itiraf etmeye mecbur olurlar.
3 mukaddes kitap hakkında Nişancızade Muhammed Efendi’nin Mîr’at-ı Kainat kitabında şu bilgiler vardır:
Mûsâ aleyhisselâm, Medyen şehrinde Şuayb aleyhisselâma 10 sene hizmet ettikten sonra, anasını ve kardeşini ziyaret için Mısır’a giderken Tur dağında kendisine Peygamber olduğu bildirildi. Mısır’a gitti. Firavun’u ve kavmini dine davet etti. Dönüşte yine Tur’a uğrayıp Allahü teâlâ ile konuştu. Kendisine “Evamir-i aşere” yani 10 emir ve 40 cilt Tevrat nazil oldu. Her ciltte 1.000 sûre, her surede 1.000 âyet vardı. 1 cilt, 1 senede okunurdu. Mûsâ, Harun, Yuşa ve Uzeyr ve İsa’dan “aleyhimüsselâm” başka kimse Tevrat’ı ezberlememiştir. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, Tevrat nüshaları yazıldı. Mûsâ “aleyhisselâm”, Allahü teâlânın emri ile altın ve gümüşten bir sandık yapıp, kendine nazil olan Tevrat’ı içine koydu. Kudüs’e yakın bir yerde 120 yaşında vefât etti. 1269 senesinde Mısır sultanı Baybars kabri üzerine türbe yaptırdı. Mûsâ aleyhisselâmdan sonra Yuşa “aleyhisselâm”, Amalika’dan Kudüs’ü aldı. Çok zaman sonra İsrailoğullarının dinleri ve ahlakları bozuldu. Buhtunnasar Babil’den gelip, Kudüs’ü aldı. Süleyman aleyhisselâmın yapmış olduğu Mescid-i Aksa’yı yıktı. Tevratları yaktı. 200.000 kişi öldürdü. 70.000 din adâmını esir aldı. Babil’e götürdü. Behmen padişah olunca esirleri serbest bıraktı. Uzeyr aleyhisselâm Tevrat’ı okudu. İşitenler yazdılar. Uzeyr aleyhisselâmdan sonra yine bozuldular. 1.000 Peygamberi şehit ettiler. İskender gelinceye kadar, İran’ın emrinde yaşadılar. İskender’den sonra, Yunanlıların tayin ettiği Yahudi valilerle idare edildiler.
İncil’e gelince, bu da ilk şeklinde olduğu gibi saklanmadı. Hele İncil’i ezberden bilen tek kişi yoktu. Havarilerin bile İncil’i ezberden bildiğine dair tek bir kayıt yoktur.. Halbuki Kurân-ı Kerîm, 23 senede, parça parça nazil oldukça, Onu müminler hemen ezberliyorlardı. Ancak Yemame muharebesinde, Kurân-ı Kerîm’in hepsini ezberlemiş 70 hafız şehit olunca, “Kurân-ı Kerîmi ezberden bilenler azalıyor” diye, telaş eden Ömer “radıyallâhu anh”, o zamanki halife Ebubekir’e “radıyallahü teâlâ anh” başvurarak, Kurân-ı Kerîm’in toplanıp yazılmasını tavsiye ve rica etti. Bunun üzerine, hazret-i Ebubekir, Muhammed aleyhisselâmın katibi olan Zeyd bin Sabit’e “radıyallahü teâlâ anh” Kurân-ı Kerîm surelerinin ayrı ayrı kağıtlara yazılmasını emretti. Kurân-ı Kerîm Kureyş lehçesi dâhil, yedi lehçe üzerine vahyedilmişti. Hatta bâzen herhangi bir Kurân-ı Kerîm kelimesini iyi telaffuz edemeyenlere, aynı manada başka bir kelime kullanmasına da müsaade olunuyordu. Mesela, Abdullah ibni Mesud “radıyallahü teâlâ anh” (Taamül-esim) kelimesini mütemadiyen (Tammülyetim)diye okuyan bir köylüye, “Sen bu kelimeyi telaffuz edemiyorsan, bunun yerine aynı manada olan (Taamülfacir) kelimesini kullan!” demişti. Fakat Kurân-ı Kerîmin böyle muhtelif lehçelerle okunması, aynı manada da olsa, başka kelimeler kullanılması, müslümanlar arasında münakaşalara, hangi lehçenin daha iyi olduğu hakkında münakaşaya (ihtilafa) sebep oldu. Bunun üzerine, o zamanki halife Osman “radıyallahü teâlâ anh”, yine Zeyd bin Sâbit “radıyallahü teâlâ anh” reisliği altında bir heyet toplayarak, Kurân-ı Kerîmin yalnız Kureyş lehçesi üzerine yeniden yazılmasını ve tertip edilmesini emretti. Sureler, hep Kureyş lehcesi ile yazılmış sayfalardan seçildi. Bu Mushaftan, 7 aded yazılarak vilâyetlere gönderildi. Bu sûretle, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefât edeceği sene, Cebrâil aleyhisselâm ile 2 defa okumuş oldukları Kurân-ı Kerîm yazıldı. Buna uymayan nüshaları imha edildi. Bugün bütün İslam memleketlerinde mevcûd olan Kurân-ı Kerîmlerin tertibi ve şekli “Mushaf-ı Osmani” ye tam uygundur. O zamandan beri bir tek harfi değişmemiştir.
Rıyadu’n-nasıhin ismindeki fârisî kitapta diyor ki “Osman “radıyallahü teâlâ anh” halife iken, Ashâb-ı kirâmı “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” topladı. Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vefât ettiği sene okuduğu Kurân-ı Kerîm bu olduğuna ittifak ile karar verdiler. 7 lugatten birini tercih etmek, ümmete vâcib değildi, câizdi”.
İslam dininin menbaları 4’tür. Kurân-ı Kerîm, hadis-i şerif, icmâ-ı ümmet ve kıyas-ı Fukaha. İcmâ, söz birliği demektir. Ashâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” söz birliği ile 4 mezhep imamlarının söz birliği, müslümanlar için senettir, vesikadır. Çünkü, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Ümmetim, hata, dalâlet üzerinde birleşmez) buyurmuştur. İcmâ ile anlaşılan bilgilerin doğru olacaklarını, bu hadis-i şerif de haber vermektedir. Bunun için, Ashâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” icmâ ettiği bu Mıshaf sahihtir. Bundan başkasını okumak haramdır. Zaten, bugün Kureyş lehçesinden başka lehçelerle yazılmış Kurân-ı Kerîm mevcûd değildir. 7 lehçenin hepsi zamanla tegayür etmiş, unutulmuş, kaybolmuşlardır. Bugün müstamel muhtelif Arabî lugatlar ile Kurân-ı Kerîmi anlayabilmek için, tefsir kitaplarını okuyarak, Kureyş lehçesini, kelimelerin o zamanki kullanıldıkları mânâları öğrenmek lâzımdır.
Kurân-ı Kerîm hakkında garblı meşhur âlimler, edipler, hayranlıklarını dâima izhar etmişlerdir.Meşhur ediplerden biri olan Alman şairi Goethe, Kurân-ı Kerîmin, tam doğru olmayan almanca bir tercümesini okuduktan sonra, (İçindeki tekrarlardan sıkıntı duydum. Fakat ifadenin Âzameti, haşmeti karşısında hayran kaldım) demekten kendini men’ edememiştir.
Bir ingiliz rahibi olan Beoworth-Smith, (Muhammed ve Muhammed’e bağlı olanlar) “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” isimli eserinde, (Kuran, üslub temizliği, ilim, felsefe ve hakikat mucizesidir) diye yazmaktadır.
Kurân-ı Kerîmi ingilizceye tercüme eden Arberry ise, (Ne zaman ezan dinlesem, o bana çok tesir eder. Akan nağmelerin altında, sanki davula vuruluyormuş gibi bir ses duyarım. Bu vuruş, sanki kalbimin vuruşu gibidir) demektedir.
Marmaduke Pisthali ise, Kurân-ı Kerîm için, (En taklit olunmaz bir ahenk, en sağlam bir ifade! İnsanları ağlamaya veya sonsuz muhabbet ve aşka sevk eden bir kudret!)ifadesini kullanmıştır. Bunların yanında birçok garblı filozof, ilim ve siyaset adamları, Kurân-ı Kerîmden, büyük bir hürmet, büyük bir takdir, büyük bir hayranlıkla bahs etmektedirler. Fakat bunlar, Kurân-ı Kerîmi, Allah kitâbi olarak değil, Muhammed aleyhisselâmın yazdığı büyük ve kıymetli bir eser olarak kabul etmektedirler. Eğer böyle olmasaydı, bütün bu hayranların müslüman olmaları icap ederdi.
Bakınız, Lamartin bile: (Muhammed, bir yalancı Peygamber değildir. Çünkü O, kendisinin Allah tarafından yeni bir dini yaymak için seçildiğine inanıyordu) demektedir. Bu da, şunu gösterir:Garblı ilim adamları, Muhammed aleyhisselâmın yalancı olmadığını, fakat Onun kendi karihasından [zekasından] gelen Kurân-ı Kerîmi Allahü teâlânın vahyi zannettiğini ileri sürüyorlar. Onlara göre Muhammed “aleyhisselâm”, yalan söylemiyordu. Hakikaten kendisini Peygamber zannediyor ve ağzından çıkan sözlerin, Ona Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inanıyordu.
Kurân-ı Kerîm misli olmayan büyük bir mucizedir. Aşağıda beyan edeceğimiz gibi, içinde en derin ilmi ve fenni bilgiler, bütün dünyada bugüne kadar yapılmış medeni kanunlara numune teşkil edecek ilmi ve hukuki esaslar, eski tarihe ait birçok bilinmeyen malumat, insanlara verilebilecek en büyük ahlak esasları, nasihatler, dünya ve ahiret hakkında en mantıki izahat esasları ve bunlara benzer, o zamana kadar hiçbir kimsenin bilmediği, bilemediği, tasavvur bile edemediği hususlar vardır.Bunlar kimsenin söyleyemeyeceği yüksek bir ifade ile beyan edilmiştir.
Muhammed “aleyhisselâm” ümmi idi. Yani kimseden bir şey okumamış, öğrenmemiş, hiç bir şey yazmamıştı. Bu husus Kurân-ı Kerîmde, Ankebût sûresinin 48. âyetinde meâlen, ( [Ey Muhammed “aleyhisselâm”! Bu Kurân-ı Kerîm sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler [Kurân-ı Kerîmi, başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derlerdi. [Yahudiler de, Onun vasfı Tevratta ümmi olarak bildirilmiştir, bu ise ümmi değil diye şüpheye düşerlerdi]) buyurulmuştur. Muhammed aleyhisselâm 40 yaşında iken, ibâdet için çekildiği Hira dağındaki mağarada, kendisine Cebrâil aleyhisselâm tarafından ilk vahiy getirildiği zaman, korkudan şaşkına dönmüş, ne yapacağını şaşırmış, koşa koşa evine giderek zevcesi olan Hadice radıyallâhu anhadan kendisini yatağa yatırmasını, üstünü sıkıca örtmesini rica etmiş, uzun müddet kendisine gelememişti. Kendisinde büyük bir rûhâniyet, bir üstünlük olduğunu kabul eden, insanlar için yeni bir din kitabı hazırlamak isteyen bir zât, böyle mi olur?Her şeyden evvel, böyle bir muazzam eseri yazabilecek kudrette bilgi öğrenmesi, pek çok şeyler okuması, birçok tetkikler yapması icap etmez mi? Halbuki Muhammed aleyhisselâm çocuk iken, 2 kere tüccarlarla Şam tarafına götürülmüş, bu seferlerinde, yalnız ticaret eşyasının muhafazası ve emniyeti vazifesini yapmış, ticaret kervanları idare etmiş, bunları yalnız SON DERECE YÜKSEK OLAN DÜRÜSTLÜĞÜ ve inanılmaz derecede yüksek olan hafızası ile yapmıştı. Kendisine, hatırına bile gelmeyen, hiç beklemediği böyle bir vahiy gelmesi, onu sevindirmemiş, bilakis korkutmuştu. Ancak vahiyler tekrarlandıkça, Allahü teâlânın kendisine hakikaten gâyet mühim ve ağır bir vazife verdiğini anlamış ve Allahü teâlânın emirlerine bütün mevcutiyeti ile itaat ederek, Onun bildirdiği (Tek Allah) esâsı üzerine kurulmuş olan İslam dinini neşre başlamıştı. Muhammed aleyhisselâmın İslam dinini neşretmesi, Ona hiçbir dünyevi menfaat temin etmemiş, bilakis hemen hemen, bütün Mekkeliler kendisine düşman kesilmişti. (Hiçbir Peygamber, benim çektiğim eziyeti çekmedi, benim kadar üzülmedi) buyurmuştur. Bu hadis-i şerif, kitaplarda yazılıdır. Bu da gösteriyor ki Muhammed aleyhisselâm yeni bir din neşretmesinde hiçbir menfaati veya arzusu bulunmuyordu. Esasen, yukarıda da zikir ettiğimiz gibi, kendisinin yetişmesi ve muhiti böyle muazzam bir iş için kâfi değildi.
O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın Kurân-ı Kerîmi kendi başına tertip ettiğini kabul etmeye imkan yoktur. Acaba Kurân-ı Kerîm, ancak Allahü teâlâ tarafından vahyedilen muazzam bir eser midir? Bir de bunu tetkik edelim:
Bir yeni peygamber zuhûr edince, onun etrafında toplanan halk, ondan mucizeler bekler. Gerek Mûsâ “aleyhisselâm”, gerek Îsâ “aleyhisselâm” peygamberliklerini ispat etmek için mucizeler göstermek zorunda kaldılar. Hakikatte bu mucizeler, ancak Allahü teâlânın emir ve müsaadesi ve yaratması ile meydana geldi. Fakat, bunları tarihçiler, (Musa’nın ve İsa’nın “aleyhimesselam” mucizesi) diye kayd ettiler. Halbuki bizim gibi insan olan Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, kendiliklerinden mucize yapamazlar. Mucize, ancak Allahü teâlâ tarafından yaratılır. Peygamberler ancak, Allahü teâlânın yarattığı mucizeleri insanlara gösterirler.
Allahü teâlâ, Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme en büyük mucize olarak (Kurân-ı Kerîmi) vahyetmiştir. Kurân-ı Kerîm, mucize olduğu muhakkak olan en büyük kitaptır. Halbuki Araplar, Muhammed aleyhisselâmdan, semadan bir kitap indirilmesini veya bir dağı altuna çevirmesini istiyorlardı. Kurân-ı Kerîm, bu hususu ne güzel beyan buyurmaktadır. Ankebût sûresinin 50 ve 51. ayetlerinde meâlen, (Müşrikler, ne olur rabbinden [Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine delâlet eden Îsâ aleyhisselâmın sofrası, Mûsâ aleyhisselâmın asası gibi] mucizeler indirilmiş olsaydı dediler. [Ey Habîbim] Sen onlara de ki mucizeler Allahü teâlânın kudreti ve irâdesi ile olur. [Ne zaman ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.] Doğrusu ben ancak Onun azabını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kuran gibi bir kitabı sana indirmiş olmamız, onlara [mucize olarak] yetmez mi?Bunda, inanan kavim için, rahmet ve nasihat vardır) buyurulmuştur. O hâlde, Muhammed aleyhisselâmın en büyük mucizesi, Kurân-ı Kerîmdir. (Bu Allah kitabı değildir, onu Muhammed yazmıştır) diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, yukarıda meâl-i şerifini bildirdiğimiz, Ankebût sûresinin 48. âyetinde cevap vermiştir. Böyle şüphelere mahal bırakmamıştır. Allahü teâlâ, Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin böyle bir kitabı yazacak bir kudrette olmadığını ve Kurân-ı Kerîmin kendisi tarafından vahyedildiğini teyid etmektedir. Esasen Muhammed aleyhisselâmı Peygamber olarak seçerken, Onun bilhassa ümmi, yani okuma yazma öğrenmemiş olmasını bildirmiş ve bu sebepten Kurân-ı Kerîmin ancak Allahü teâlâ tarafından vahyedilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir. Bu âyet-i kerimenin tefsirinde bu hususta geniş malumat vardır. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu gösteren en büyük vasfı, FEVKALEDE DÜRÜSTLÜĞÜ, SADAKATİ, CESARETİ, SABIR VE DİRAYETİDİR. Yalnız yüksek ilmi değil. Allahü teâlâ, Nisa sûresinin 82. âyetinde meâlen, (Kurân-ı Kerîmin mânâsını düşünmiyorlar mı? Eğer Allahtan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok ihtilaf bulunurdu) buyurulmuştur ki bu ne kadar doğrudur. Allah kelamı olmadığını öğrendiğimiz bugünkü (Kitâb-ı mukaddes)de, Tevrat ve İncilde pek çok ihtilaflar vardır. Bu da, bunların insan eliyle yazılmış olduklarını ispat etmektedir.
Şimdi büyük bir sabır ile ve tamamen bi-taraf olarak, Kurân-ı Kerîmin hakikaten büyük bir mucize olup olmadığını tetkik edelim. Bir kitabın mucize olması için, onun çok belâgatli bir lisanla yazılmış olması, kimsenin o zamana kadar bilmediği, duymadığı hakikatleri, hikmetleri ortaya koyması ve eserin hiçbir kimsenin yapamayacağı bir tarzda tertip edilmiş bulunması lâzımdır.
Kurân-ı Kerîmin lisanının belâgati hakkında çok misal verdik. Bu husus, esasen bütün dünya tarafından kabul edilmiştir. Kurân-ı Kerîmin belâgatini inkâr eden tek insan yoktur.
Kurân-ı Kerîmde, o zamana kadar hiç bilinmeyen hususlar zikredilmiş midir? Bunu tetkik edelim:
Bugün dünyamızın nasıl meydana geldiği hakkında büyük ansiklopedilerde ve fen adamlarının kitaplarında şu malumat vardır:
(Milyarlarca sene evvel, bütün kainat [Evren] bir tek parçadan ibaret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilak oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir cihete doğru gidiyordu. Nihâyet, bu parçaların bâzıları birbirleriyle birleşerek muhtelif seyareler [gezegenler] ve ayrı ayrı galaksiler [saman yolları], güneşler ve peykler [aylar] meydana getirdiler. Artık Fezada [uzayda] bu ilk patlamaya karşı bir mukavemet kalmadığından, bu seyyareler ve uydular ve bunların içinde bulundukları galeksiler fezada kendi mahreklerinde [yörüngelerinde] devir etmeye [dönmeye] ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde güneşin de bulunduğu bir galeksidir. Kainatta sayılamayacak kadar çok galeksiler vardır. Kainat, gittikçe genişliyen bir manzume [sistem]dir. Galeksiler yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaktadır. Çünkü, Kainat, genişlemektedir. Bir kere, süratleri ziyanın süratine varırsa, artık öteki galeksileri görmemize imkan kalmayacaktır. Şimdiden, daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecburuz. Zira, bir müddet sonra, onları göremeyeceğimizden korkmaktayız.) diyorlar.
Kendileri ile görüştüğümüz fen adamlarına, (Bu neticeye ne zaman vasıl oldunuz?) dediğimiz zaman, (Şöyle böyle 50-60 seneden beri, bütün dünya fen adamları bu kanaatlarda birleşmiştir) demektedirler. 50-60 sene, dünya hayatında çok kısa bir fasıladır.
Şimdi hemen bu hususta Kurân-ı Kerîmde Allahü teâlânın ne buyurduğunu tetkik edelim:
Enbiyâ sûresi, 30. âyetinde meâlen, “İnkar edenler, gökler ve Erd küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırttığımızı bilmezler mi?” buyurulmuştur. Yasin sûresinin 37 ve 38. ayetlerinde meâlen, “İnkar edenlere bir delil de, gecedir. Biz, ondan gündüzü ayırırız, sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de, kendi mahrekinde [yörüngesinde] yürür” buyurulmuştur. Demek oluyor ki Allahü teâlâ, fen adamlarının ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın yaratılışını bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir. Şimdi yine fen adamlarına dönelim.
Biyologlar: (Bugün hayatın nasıl meydana geldiğini şöyle açıklıyoruz: Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardı. Yıldırımların tesirleri ile bunlardan âmino-asitler meydana geldi. Milyarlarca sene evvel, ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amibler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan âmino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Görüldüğü gibi, bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir) diyorlar.
Kurân-ı Kerîmde de, ilk canlının denizlerde yaratıldığı 1400 sene evvel bildirilmektedir.
Enbiyâ sûresi, 30. âyetinde meâlen, “İnkar edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?” ve Furkan sûresi, 54. âyetinde meâlen, “İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabalar yapan Allahtır” ve Yasin sûresi, 36. âyetinde de meâlen, “Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve BİLMEDİKLERİ BİRÇOK ŞEYLERDEN çift çift yaratan Allahü teâlâ her türlü ayıp ve noksandan münezzehtir” buyurulmuştur. Burada, nebatatı ve hayvanatı tetkik edenlere ve bunların yanında “Bilmedikleri şeyler” buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceliyen ilim adamlarına imalar, işaretler vardır. Nitekim, Rum sûresinin 22. âyetinde meâlen, “Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, Onun varlığının ayetlerinden [işaretlerinden]dir. Doğrusu burada âlimler [anlayış sahipleri] için ibret vardır” buyurulmuştur. Demek oluyor ki (lisan ve renk farklarında) henüz bizim bugün daha bilemediğimiz bazı incelikler vardır.Bunlar zamanla meydana çıkacaktır.
Şimdi, dünyanın sonu hakkındaki malumatımızı tetkik edelim. Fen adamları, (Dünyanın muhakkak sonu gelecektir. Nitekim, kainatta bâzen bir seyare parçalanıp ortadan kaybolmaktadır. Bizim tetkiklerimize göre, dünyamız, önceden katî olarak hesap edemediğimiz bir zaman sonra, muvazenesini gayb ederek param parça olacaktır) demektedirler. Halbuki bunu Kurân-ı Kerîm bize 1400 sene evvel bildirmiştir. Zilzal sûresinin 1. ve 2. ayetlerinde meâlen, “Arz [yer yüzü] dehşetle sarsıldığı ve içinde olanları [hazine ve ölüleri] dışarı çıkardığı zaman” buyuruluyor. Mümin sûresi, 13. âyet-i kerimesinde meâlen, “Size, [varlığına ve birliğine delâlet eden] ayetlerini, mucizelerini gösteren, size GÖKTEN RIZK İNDİREN Odur. Bu ayetlerden, işaretlerden Allaha inananlardan başkası ibret almaz” buyurulmuştur.
Buradaki (gökten rızk indiren) tabiri, çok kereler Mûsâ aleyhisselâm ve kavmi, çölde yolunu gayb ettiği zaman, gökten inen (Kudret helvası) denilen ve bugün de susuz yerlerde peyda olan Manna adlı şekerli maddeyi işaret olabilir denilmiştir. Halbuki bu tefsir yanlıştır. Tefsir kitaplarında, âyet-i kerimedeki (Size gökten rızk indiren) mealindeki kısım, (Size gökten rızkınızın sebebi yağmur ve gayrilerini [kar, rutubet] indiren Allahü teâlâdır) şeklinde tefsir buyurulmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, bizim rızkımızı hakikaten semadan indirmektedir. Bunu biraz izah edelim. Bugün, en büyük fen adamları, dünyada albüminlerin, proteinlerin nasıl meydana geldiğini şöyle izah etmektedir:(Yağmurlu günlerde yıldırım ve şimşeklerin tesirleri ile havadaki oksijen ve azot birleşerek renksiz azot monoksit gazını meydana getirmekte, bu gaz tekrar oksijenle birleşerek, turuncu renkli azot dioksit, diğer taraftan yine yıldırım ve şimşeklerin tesiri ile havadaki rutubet ve azottan, amonyak meydana gelmektedir. Azot dioksit ise, rutubetin tesiriyle nitrik aside dönüşmekte, bu sefer nitrik asit ile amonyak, yine havada bulunan karbonik asitle birleşerek amonyum nitrat ve amonyum karbonat hâsıl olmakta, meydana gelen bu tuzlar, yağmurla yer yüzüne inmektedir. Yer yüzünde bu tuzlar toprakta bulunan kalsiyum tuzları ile birleşerek kalsiyum nitratı meydana getirmekte, bu tuz da nebatat [bitkiler] tarafından mass edilerek [emilerek] onların yetişmesine sebep olmaktadır. Bu nebatatı yiyen insanlarda ve hayvanlarda, o maddeler muhtelif proteinlere, [ki bunların arasında albüminler de vardır] tehavvül etmekte ve bu hayvanların etlerini, sütlerini, yumurtalarını yiyen insanları beslemektedir. O hâlde, insanların rızki Kurân-ı Kerîmde bildirilmiş olduğu gibi, semadan gelmektedir.)
Yukarıdaki malumatı, (Kurân-ı Kerîmde bildirilen şeyler, fen bilgilerine uymuyor) diyenlere cevap olarak yazıyoruz. İslam âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, tefsir ilminin mütehassısları, âyet-i kerimeleri, zamanlarındaki fen bilgilerine göre tefsir etmişlerdir. Biz burada, Kurân-ı Kerîmin her asırdaki fen bilgilerine uygun olduğu gibi, en yeni keşiflere de muvafık olduğunu göstermek istiyoruz. Her âyet-i kerimenin birçok, hatta sonsuz mânâsı vardır. Çünkü, Allahü teâlânın bütün sıfatları gibi, kelam sıfatı da sonsuzdur. Bu mânâların hepsini, ancak Kurân-ı Kerîmin sâhibi, yani Allahü teâlâ bilir. Bunların çoğunu Peygamberine “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirmiştir. Bu mübarek Peygamberi de “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, münasib gördüklerini Ashâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” haber vermiştir. Yukarıda verdiğimiz malumat, o mânâlar deryasından birkaç damla olabilir kanaatindeyiz.
Şimdi biz, bütün bu fen adamlarına, (Acaba bu hakikatları bundan tam 1400 sene evvel, okuma yazma öğrenmemiş olan bir Zât düşünebilir miydi?) diye soracak olsak, onlar:(Böyle şey olur mu? Bugün, bu hakikatlara varmak için, insanlar sayısız kitaplar okumuşlar, sayısız tecrübeler yapmışlar ve ancak asırlardan sonra, bu hakikatlara varmışlardır. Bu tecrübeleri yapabilmek için, uzun seneler okumak, muazzam laboratuvarlar kurmak, birçok hassas aletleri hazırlamak ve kullanmak icap eder) diyeceklerdir.
O hâlde, okuma yazma öğrenmemiş olan ve tamamen câhil bir muhitte yetişen bir zâtın, böyle muazzam ilmi hakikatleri kendiliğinden bulup ortaya koyması düşünülebilir mi? Elbetteki düşünülemez. O hâlde, Kurân-ı Kerîmin Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” tarafından yazıldığı iddiasını kabul etmeye imkan yoktur. Bugün, birçok gayretlerden sonra, elde edilen hakikatları bize 1400 sene evvel bildiren bir kitap, ancak ALLAHÜ TEÂLÂNIN KİTABI olabilir. Böyle muazzam bir kudret, insanlarda olamaz. Ancak ALLAHÜ TEÂLÂda vardır. Yukarıdaki hususları dikkat ile okuyan herkes, buna inanacaktır. Buna inanmamak taassup, inadcılık ve cahillik olur. Muhammed “aleyhisselâm” Kurân-ı Kerîm surelerini neşrederken, ancak Allahü teâlânın kendisine vahyettiği sözleri naklediyor, bunları O da, diğer insanlarla birlikte öğreniyordu.
Şimdi, Kurân-ı Kerîmin hakikaten en büyük bir mucize olduğunu gösteren 2. bir hususa, onun tertip tarzına temas edeceğiz:
Bugünkü, en yüksek medeniyet asrında insanların kullandıkları bilgisayarlarla Kurân-ı Kerîm incelendiği zaman, akıl almaz derecede muazzam bir matematik esas üzerine kurulduğu anlaşılır. Netice, insanın aklını durduracak kadar mühimdir. Bu netice ancak Allahü teâlânın mucizesidir.
Bu yapılan tecrübenin esasına varmadan evvel, biraz da, Kurân-ı Kerîmin nasıl vahyedildiğini ve Allahü teâlânın vahiy esnasında Peygamberine “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” neler buyurduğunu tetkik edelim. Çünkü bunun Kurân-ı Kerîmin tertip şekli ile irtibatı vardır. Kurân-ı Kerîm bugünkü tertip üzerine vahyedilmemiştir. İlk vahyedilen sûre, (ALAK) suresidir. Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ilk olarak Alak sûresinin ilk 5 ayeti vahyedildi. Bunların meâl-i şerifleri, (Ey Muhammed, her şeyi yaratan Rabbin Allah’ın ismi ile oku! O insanı pıhtılaşmış kandan [alaktan] yarattı. Oku, Allah büyük kerem sâhibidir. O, kalemle öğretir, insanlara bilmediklerini öğretir) dir.
Kendisine bu ilk vahiy geldiği zaman,Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ne kadar korktuğunu, nasıl telaş ettiğini yukarıda zikretmiştik. O, kendisine Allahü teâlânın, yeni bir din tebliğ etmek gibi, muazzam ve güç bir vazife vereceğini hiçbir zaman düşünmemişti. Kendisinin, hristiyanların çok kereler iddia ettiği gibi, kendiliğinden meydana çıkmadığı ve kendisine Allahü teâlâ tarafından büyük bir vazife verileceğini ve ne sakil yüklere tahammül edeceğini bilmediği, Müzemmil sûresinin 1-5. ayetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed! Gecenin yarısında, istersen biraz sonra, istersen biraz önce bir müddet için kalk ve tertil ile ağır ağır Kuran oku! Doğrusu biz sana TAŞIMASI GÜÇ BİR VAZİFE vereceğiz) şeklinde bildirilmektedir.
Bu vazifenin ne kadar müşkil olduğu şundan malumdur ki Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” İslamiyeti neşre başlayınca, kendisine pek çok düşmanlar zuhûr etti. Bütün gayretine rağmen, İslamiyetin 6. senesinde, Ömer’in “radıyallâhu anh” îman ettiği gün, müminlerin miktarı [(Medâric) ve (Zerkani) de] 45 erkek ve 11’i kadın olmak üzere ancak 56 kişiye varmıştı. Fakat Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem”, çok dürüst, çok temiz, çok mükemmel bir insan olduğundan ve kendisine Allahü teâlâ tarafından verilen vazifenin büyüklüğünü bildiğinden hiç yılmamış, bütün tehlikelere, zahmetlere tahammül ederek, bu kudsi vazifeyi muvaffakiyet ile ifa etmiştir.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hakkında, bütün dünyanın ancak hürmet duyduğunu ve müteassıb birkaç papazdan başka hiç kimsenin aleyhinde hiçbir söz söylemediğini bir kere daha tekrar edelim. Aşağıda Almanya’da Stuttgart şehrinde [m. 1888] senesinde, neşredilmiş olan (Kürschner) ansiklopedisinin Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve İslam dini hakkındaki yazısını beraber okuyalım. Bu yazıyı bir ansiklopediden almamız, bu gibi kitapların mümkün olduğu kadar hakikati yazmak mecburiyetinde olmaları sebebi iledir. Bizi burada asıl alakadar eden kısım, Peygamberimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ahlakı ve meziyetleri hakkında kullanılan sözlerdir.Daha bundan yüz sene evvel, İslam dini hakkında hristiyan ilim adamlarının neler düşündüğünü de bildirdiği için, bu parçayı tamamen tercüme ederek sizlere sunuyoruz:
(Muhammed “aleyhisselâm”ın künyesi, Ebülkasım bin Abdullah’tır. İslam dininin müessisidir. 20 Nisan 571 de Mekke’de doğmuştur. Küçük yaşından beri ticaret ile meşgul olmuş, çok seyahatlar (!) yapmış, halk ile temas etmiş, her şeyi öğrenmeye heveslenmiştir. Daha genç yaşında, zengin bir tüccardan dul kalmış olan ve işlerini takip için kendisini yanına almış bulunan, Hadice ile evlenmiştir. 610 senesinde, kendisinin Peygamber olduğuna ve Allah tarafından kendisine vahiy geldiğine inanmış ve TEK ALLAH MEFHUMUNU, birçok putlara tapan Araplara tebliğ için, büyük bir gayret ile fealiyete geçmiştir. Muhammed “aleyhisselâm”, Allahü teâlâ tarafından bu vazifenin kendisine verildiğine bütün kalbi ile inanıyordu. Mekke halkının büyük kısmı kendisinin aleyhinde olduğu, fikirlerini şiddet ile reddettiği, hatta kendisini öldürmek istedikleri hâlde, mücadelesini, faaliyetini durdurmadı. Nihâyet, kendisine karşı çıkanların fazla tazyiki üzerine, 622 senesinde Mekke’den ayrılarak Yesrib [Medine] şehrine gitti. Müslümanlar bu harekete (Hicret) adını verirler ve takvimlerini bu tarihe göre başlatırlar. Muhammed “aleyhisselâm”, Medine’de birçok taraftar buldu. Bir putperestlik dini olan eski Arap dinini tamamen islah, onlara Allah’ın bir olduğunu ispat etmek istiyordu. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiğine göre, hak din olan İbrahim aleyhisselâmın dininde bildirdiği esaslar ile Mûsâ ve İsa’nın “aleyhimesselam” bildirdikleri dinlerin esasları birdi. Fakat sonradan bu dinlerin içerisine bozuk îtikatlar, inanışlar karıştırılarak tahrif edilmiş, yahudilik ve hristiyanlık şeklini almıştı. Muhammed “aleyhisselâm”, bütün bu dinlerin birbirinin temadisi, devamı olduğunu ve en temizlenmiş şeklinin ise, ancak İslamiyet olduğunu herkese anlatıyordu.
(İslam) demek, (kendini tamamen teslim etmek) demektir. İslam dininin kitabı, Kurân-ı Kerîmdir. Diğer dinlerin kitaplarında yalnız mânevî hususlardan bahs olunurken, Kurân-ı Kerîmde aynı zamanda, ictimai, iktisadi ve hukuki hükümler de mevcuttur. İnsanlara dünyada neler yapmaları lazım geldiği hakkında, hatta medeni kanun şeklinde olan hükümler çoktur. Aynı zamanda, nasıl ibâdet edileceği, nasıl oruç tutulacağı, vücudun nasıl yıkanacağı hakkında emirler bulunduğu gibi, diğer insanlara ve başka dinden olanlara karşı nasıl hüsn-i muamele edileceği hakkında da malumat vardır. Kurân-ı Kerîm, müslüman olmayan zalim hükümetlere karşı mücadeleyi emreder. Bütün esâsı tek Allaha ibâdet etmektir. Dini resimleri, heykelleri men’ eder. Şarabı ve domuz etini yasaklar. Mûsâ ve İsayı da “aleyhimesselam”, Peygamber olarak kabul eder. Fakat, bunların derecelerinin son Peygamber olan Muhammed aleyhisselâmdan daha aşağı olduğunu bildirmiştir. [Bu, hakikaten böyledir. Çünkü, Mûsâ ve İsa’ya “aleyhimesselam” nazil olan Tevrat ve İncilde Muhammed aleyhisselâmın vasıfları, üstünlükleri yazılıdır. Bunları bilen, Mûsâ ve Îsâ “aleyhimesselam”, Onun ümmetinden olmak için çok yalvardılar, duâ ettiler. Îsâ aleyhisselâmın bu duâsı da kabul olundu. Allahü teâlâ Onu diri olarak göğe yükseltti. Kıyamete yakın tekrar yer yüzüne inecek, Muhammed aleyhisselâmın dinine uyacak ve onu yayacaktır.] İslam dinini kabul edenler ve Onun emirlerine uygun olarak yaşayanların ahirette, içinde dünya zevkleri, nehirler, meyveler, ipekli sedirler bulunan Cennete gideceklerini ve orada kendilerine genç ve güzel hûrîler verileceğini müjdeler.
Muhammed “aleyhisselâm”, gâyet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir Zât idi. Dâima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların dâima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabır ile gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğü, merhameti, fakirlere yardımı, misafirperverliği, şefkati, dâima müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan buyurmuştu. Dâima kanaat ile yaşamış, debdebe ve şaşaa [gösteriş]dan ictinab etmiştir. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir müslümanın bile hatırını saymıştır. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılık ile anlaşma ile nasihat ve izah ile halletmeye uğraşmış ve çok kereler bunda muvaffak olmuştur. [Bütün ömrü boyunca, hiç kimseyi incitmemiş, kimseyi kırmamıştır. Kendisi için kimseye kızmamıştır. Kendisinden bir şey istenip de, yok dediği, hiç işitilmedi. Var ise verir, yok ise sükut ederdi. O, Allahü teâlânın sevgilisi idi. Geçmiş ve gelecek bütün insanların seyyidi, Efendisi idi.] 630 tarihinde tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca fethetmiş ve çok kısa zaman içinde, yarı vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları haline getirmiştir.
İslam dini, her birinin hakkını tanımak şartı ile bir erkeğin 4’e kadar kadınla evlenmesine izin vermektedir. Muhammed “aleyhisselâm”, 8 Haziran 632 tarihinde vefât etmiştir.) Kürschner ansiklopedisinden tercüme burada tamam oldu.
Ansiklopedinin bu yazısını okuduğumuz zaman, şu kanaate varıyoruz: Bunu hazırlıyan tarihçi, İslam dininin Allahü teâlânın dini olduğuna tam inanmasa bile bu dinin mükemmel bir din olduğunu ve tek Allaha inanmayı emrettiğini, vahşi Arapları medeni yaptığını kabul etmekte, hele Peygamberimizden, pek büyük bir meth ve sena ile bahsetmektedir. İşte, ne mükemmel bir insan olduğunu bütün dünyanın tasdik ettiği Muhammed aleyhisselâma, son derece dürüstlüğü ve sadakati sebebi ile en büyük düşmanları, azgın kâfirler dahi (Muhammed-ül-emin = Kendine güvenilir Muhammed) derlerdi. Bu kudsi vazifeyi, her türlü müşkilata rağmen, devam ettirdi. Bir müddet sonra Cebrâil “aleyhisselâm” Ona Alak sûresi 14 ayetini daha getirdi. Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Mekkelilere, onların zulümlerine rağmen, kendisine vahiy olunan Kurân-ı Kerîm surelerini okuyor, onları hak dine davet ediyordu. Mekkeliler, ona gülüyor, alay ediyorlardı. Nemaz kıldığı ve görünmeyen bir ilaha ibâdet ettiği için, (Sen delirmişsin!) diyorlardı. O zaman, Allahü teâlâ, Kalem sûresinin 1-4. ayetlerini vahyetti. Bu ayetlerde meâlen, (Nun, Kalem ve onunla yazılanlara yemin olsun ki Ey Muhammed, Sen deli değilsin. Doğrusu sana devamlı ecîr [sevap] vardır. Şüphesiz Sen büyük bir ahlaka sahipsin) buyuruldu.
Kurân-ı Kerîmin Allah kelamı olmadığını ve Muhammed aleyhisselâm tarafından hazırlandığını iddia edenleri reddeden âyet-i kerimeler nazil oldu.
İsra sûresi 88. âyetinde meâlen, (De ki insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, [belâgat, güzel nazım ve kâmil manada] bu Kuranın bir benzerini ortaya koymak için biraraya gelseler, yemin olsun ki yine de benzerini ortaya koyamazlar) buyuruldu.
Necm sûresi 3 ve 4. ayetlerinde meâlen, (Muhammed “aleyhisselâm”, kendi arzusu ile konuşmaz. [Çünkü O, tevhidi ilan ve şirki yok etmek ve dini yaymak ile emrolunmuştur.] Onun [din işlerinde] konuşması ancak vahiydir) buyurulmuştur.
Kehf sûresi 110. âyetinde meâlen, (Onlara de ki ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ama, bana Rabbimin tek bir ilah olduğu vahiy olunmuştur. [Zâtında benzeri, sıfatlarında şeriki ortağı yoktur.] Rabbine kavuşmak isteyen bir kimse, amel-i sâlih, faydalı iş işlesin ve Rabbine ibâdet etmekte hiç şerik [ortak] koşmasın) buyurmuştur.
Ve nihâyet, hala Kurân-ı Kerîmin Allahü teâlânın kelamı olduğundan şüphesi olanlar için, Müttessir sûresi nazil oldu.
Bu surenin 1-10. ayetlerinde meâlen, (Ey örtüye bürünen Muhammed! Kalk da [kâfirleri Allahü teâlânın azâbı ile] korkut! Rabbini tekbîr et, tazim et! Giydiklerini temiz tut! Haram edeceğim şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin için sabır et! Sura üfürüldüğü zaman, kâfirlere çok sıkıntılı bir gündür. Onlara kolaylık yoktur…) buyurulmuştur.
24. ayetten başlayarak meâlen, (Kuran için, bu sihirdir, bu ancak bir insan sözüdür dedi. İşte bunu söyleyeni, şiddetli bir ateş içine, Cehenneme atacağım. Şiddetli ateşin ne olduğunu sen ne bilirsin? O [içine girenleri] ne çıkartır, ne de azaptan vazgeçer. İnsanın derisini karartır, yakar. Orada 19 [azap yapan melek] vardır. Ateşte olanlara azap yapmak için, meleklerden başkasını memur etmedik. Ehl-i kitap [yahudi ve hristiyanlar bu sayıyı, kendi kitaplarında bildirilene uygun görerek Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetine ve] Kurana inanırlar. Müminlerin de imanı artar. Ehl-i kitap ve müminler, [bu adette] şüphe etmesinler. Kalpleri hasta olanlar ve kâfirler ise, Allah bunu [19 adedini] bildirmekle ne yapmak ister derler. Bunun gibi, Allah dilediğini [kötüleri] doğru yoldan saptırır ve dilediğini [iyileri] de, doğru yola kavuşturur. Rabbimin [Cehennem ehlini azaplandırmak için yarattığı] meleklerin adedini, ancak kendisi bilir [Bu 19 melek, diğer meleklerin reisleridir.]) buyuruldu.
Kurân-ı Kerîmin hakikaten Allahü teâlânın kelamı olduğundan şüphe edenlere bir cevap olan bu suredeki 19 sayısı, Tevratta da bildirilmişti.
İslam dininde bir şeyin kudsiyet kazanması için, İslâmin (Edille-i şer’iyye) denilen 4 temel kaynağından birisi ile bildirilmiş olması lâzımdır. 19 ve 786 rakamlarının kudsi oldukları hiç bildirilmedi. O hâlde, bu rakamlar kudsi değildir. 19. asrın sonlarında kurulan ve az zamanda dünyaya yayılan (Behai) dininde, on dokuz sayısı kudsileştirlimiştir. Oruçları 19 gündür. Her behainin 19 günde bir 19 behaiyi evine davet etmesi şarttır. Dinlerini idare eden mecliste 19 üye vardır. Nerdeyse, imanın şartını 6 yerine 19 yapacaklar. Kendilerine müslüman diyorlar. Allah ve Kuran isimlerini söylüyorlar ise de, müslümanlıkla hiçbir ilişkileri yoktur. Sinsi bir İslam düşmanıdırlar.
1880 senesinde, İngilizler tarafından, Hindistan’da kurulmuş olan, Kadıyânî ve Ahmedi isimlerindeki dinin mensubları da, kendilerinin müslüman olduklarını söylüyorlar. Halbuki bunlar, bu dinin kurucusu olan Ahmed Kadıyâniyye Peygamberdir diyorlar. Hatta onu Peygamberimizden üstün tutuyorlar. Îsâ aleyhisselâmı çok küçültüyorlar. Bütün İslam âlimleri birleşerek, Kadıyânîlerin müslüman olmadıklarına karar verdiler. Bu kararı kitaplarına yazarak bütün dünyaya duyurdular. Abdüsselam isminde Pakistanlı bir Kadıyânî, 1979 Nobel Fizik mükafatını aldı. Bazı kimseler, müslümanların başarısı diye buna sevindiler. Halbuki bu başarı, Komünist Rusların mükafat alması, aya gitmeye çalışması gibidir. Bu kâfirler, Kurân-ı Kerîmin emrettiği gibi çalıştıkları için, Allahü teâlâ, kendilerini, dünyada, maksatlarına kavuşturuyor. Evet, böylelerinin başarıları, insanlık için sevindirici ise de, müslümanlar için utandırıcıdır. Müslümanların da, bu kâfirler gibi, Kurân-ı Kerîme uyarak çalışmaları, insanlık için faydalı şeyler bulmaları, imanda, ahlakta olduğu gibi, fende de, dünyaya güzel örnek olmaları lâzımdır. Ancak bunu yapınca sevinmek ve övünmek hakkımız olacaktır.
Kurân-ı Kerîmin bir 3. mucizesi daha vardır. Şimdi Onu da tetkik edelim:
İslamiyetten evvel Arabistan bir çöl ve orada oturan insanlar da yarı vahşi bedevilerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İbtidai bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi korkunç adetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar, Araplarla hiç uğraşmamış, birçok kavimlerle savaştıkları hâlde, Arapların yanından geçmemişlerdi. Bu sebepten, İranlıların, Romalıların ahlaksızlıkları, zulümleri, hiylekarlıkları Araplara bulaşmadı. Merd olarak kaldılar. İşte böyle âciz, zavallı, fakat saf ve temiz olan bir kavim, onlara mürşidlik, rehberlik eden Muhammed aleyhisselâmın getirdiği Kurân-ı Kerîm sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, harikulâde [olağanüstü] bir gayret ile 30 sene içinde, şarkta Türkistan ve Hindistan, garbda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslam devleti meydana getirmiştir. İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şeyler keşfetmişlerdir. İlim, fen, tıb ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi, ilimde o kadar ileri gitmişlerdi ki Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıb tahsil ediyorlardı. O zamanın Avrupasından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, (Avrupa’nın mânevî inkişafı) ismindeki eserinde şöyle demektedir:(O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanyaya gelen Araplar, evvela onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hristiyan tarihçiler, İslama karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.)
Thomas Carlyle, yukarıda yazılı olan hakikatleri aynen kabul ettikten sonra, (Araplara bir kahraman Peygamber, onların çok iyi anladıkları bir kitap ile reislik etti. O zaman İslam dini bir kıvılcım gibi parladı. Hindistan’dan Granadaya kadar, büyük bir dünya parçasını ateşledi. Karanlık dünyayı nur içinde bıraktı) demektedir.
Lamartine, Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatib, Peygamber, kumandan, insan düşüncelerini sihrleyen, yeni hükümler koyan, muazzam bir İslam devleti kuran Zât. İşte Muhammed “aleyhisselâm” budur. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullanılan bütün mikyaslarla [ölçülerle] ölçülsün. Acaba Ondan daha büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekten kendini alamamıştır.
Gibbon, (Roma İmperatorluğunun Çökmesi ve Yıkılması) adlı eserinde, İslam dini ve Kurân-ı Kerîm hakkında şunları söylüyor:(Kurân-ı Kerîm, Allahü teâlânın birliğini ispat eden en büyük eserdir.)
Amerikan astronomi mütehassısı Michael H. Hart, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birer tetkik ederek, bunların içinden yalnız 100 tanesini ayırmakta, bu 100 kişi arasında en büyüğü olarak, Muhammed aleyhisselâmı göstermektedir. (Onun kudreti, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahyedildiğine inandığı, muazzam eser Kurân-ı Kerîmden gelmektedir) demiştir.
Amerika Chicago Üniversitesi profesörlerinden meşhur ruhiyat mütehassısı yahudi Jales Massermann, 1974 senesinin 15 Temmuzunda neşredilen (Time) mecmuasının hususi nüshasında (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, tarihte şimdiye kadar gelip geçmiş olan rehberleri tetkik etmekte, bunların hayatlarını tahlil etmekte ve (Bunların en büyüğü Muhammed aleyhisselâmdır) demekte ve şu neticeye varmaktadır:(Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Mûsâ aleyhisselâm gelir. Îsâ “aleyhisselâm” ve Buda lider olmaya lâyık kimseler değildi). Halbuki kendisi, yahudi olduğu için, Mûsâ aleyhisselâmı Muhammed aleyhisselâma tercih etmesi beklenirdi. O, bunu yapmamış, hakikatten ayrılmamıştır.
Amerika’da (En Büyük İnsan) yarışmasında, en çok rey alan yine Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” olmuştur.
30 sene içinde bir vahşi kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni, en yüksek ahlaklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet haline getirmek, her hangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın tahakkuk ettirdiği bir mucizedir ve bunu Araplara yaptırmak için, onlara Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” vasıtası ile Kurân-ı Kerîmi göndermiştir. Ancak Kurân-ı Kerîme ve böylece Allahü teâlânın emirlerine tâbi olarak bu akıl almaz, muazzam iş zuhûr etmiştir.
Bütün bu zikrettiğimiz hususlar, beyan ettiğimiz hakikatler, tertibindeki ilâhî nizam, Kurân-ı Kerîmin dünyanın en büyük mucizesi olduğunu size göstermiyor mu?İşte dünyayı kısa zamanda medeniyete kavuşturması da, Kurân-ı Kerîmin 3. mucizesidir.
1894 senesinde İstanbul’da vefât etmiş olan büyük tarihçi Ahmed Cevdet Paşa “rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitabında diyor ki (Îsâ “aleyhisselâm” göğe çıkarıldıktan 40 sene sonra Romalılar Kudüs’e hücum ettiler. Yahudilerin kimini öldürdüler, kimini esir aldılar. Kudüsü yağma ettiler. Yakıp yıktılar. Tevratları ve başka kitapların hepsini yaktılar. Beytülmukaddesi, yani Mescid-i aksayı yerle bir ettiler. Kudüs şehri çöl haline geldi. Yahudiler bundan sonra bir daha toplanamadı. Bir hükümet kuramadılar. Dağıldıkları yerlerde hor ve hakir yaşadılar. Îsâ aleyhisselâmın, 30 yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Kendisine 12 kişi inandı. Bunlara (Havariyun) denir. 33 yaşında diri olarak göğe kaldırılınca, Havariler dağılıp, bu yeni dini yaymaya çalıştılar. Sonra, İncil diye çeşitli kitaplar yazıldı. Bunlar Îsâ aleyhisselâmı anlatan tarih kitapları idi. Asıl İncil ele geçmemiştir. Her yer küfür ve şirk içinde idi. Îsâ aleyhisselâmın dini 300 sene gizli tutuldu. Ona inandığı öğrenilen kimselere işkence ediliyordu. Roma İmperatörü Kostantin 310 senesinde, bu dine izin verdi. Kendi de hristiyan oldu. İstanbul şehrini yaptı. Roma’dan İstanbul’a taşındı. Fakat bu dinin esasları bozulmuş, unutulmuş olduğundan, papazların elinde oyuncak oldu. Miladın 395. senesinde, Roma devleti 2’ye ayrıldı. Roma’daki papaya tâbi olanlara (Katolik), İstanbul’daki patrike tâbi olanlara (Ortodoks) denildi. Kiliselere resimler, heykeller kondu. Başka milletler de küfür ve şirk içinde idi. Romalılar, bütün Avrupa’yı, Mısır’ı, Suriye’yi, Irak’ı aldılar. Fen ve sanatta ileri iseler de, ahlakları bozuktu. Keyfe, can yakmaya dalmışlardı. Aldıkları memleketlere fenâ ahlaklarını yerleştirdiler. Bereket versin ki Arabistan yarım adasına saldırmadılar.
Araplar câhil kalmıştı. Kimi hristiyan, kimi yahudi, ekserisi de putperest olmuş, bir kısmı da, İbrahim ve İsmail Peygamberlerden “aleyhimessalavâtü vetteslîmât” kalma adetlere bağlı idi. Mekke sakinlerinin çoğu, müşrik olarak putlara tapıyorlardı. Kabenin içine put [heykel], doldurulmuştu. Bütün dünya da, zulmet ve dalâlet içinde idi. Araplar fende geri iseler de, edebiyata çok ehemmiyet veriyorlardı. İçlerinde, kuvvetli hatibler ve şairleri vardı. Şiir söylemekle iftihar ederlerdi. Arap lisanının kemâle gelmesi, Allah tarafından bir kitap indirileceğine bir işaret idi.) Cevdet Paşanın sözü burada tamam oldu.
Bu kadar açık delillerle Kurân-ı Kerîmin hakikaten Allahü teâlânın kitâbi olduğunu ispat ettikten sonra, hala Ona inanmayan kalmışsa, Allahü teâlânın onları ahirette en büyük azâba mahkum etmesine [çarpmasına] şaşmamak icap eder. (Kurân-ı Kerîmde çok zalimane hükümler vardır) diyen hristiyanlara, (Hayır,Kurân-ı Kerîmin birçok yerinde, Allahü teâlânın çok merhametli, çok affedici olduğu zikredilmiştir. Günah işliyen bir kimse, günahlarına nedâmet ederse, Allahü teâlâ onu affedecektir. Fakat, bu kadar açık delillere rağmen, hala Kurân-ı Kerîme îman etmeyenlerin ahirette ebedî azap görmeleri, hiç zalimane olmaz) demeliyiz!
Hakiki müslüman olmak demek, yalnız adete tâbi olarak ibâdet etmek değil, İslâmin emrettiği güzel ahlakı edinerek, insanlık vazifelerini yaparak, ruhen de tertemiz olmak demektir. İbadet eden, fakat hileyi zeka eseri sayan, insanları aldatan, hatta bâzen muzır propagandalara aldanarak insan öldüren, ortalığı yakıp yıkan, yalan söyleyen bir kimse, müslüman olduğunu söylese de, hakiki müslüman değildir. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde (Furkan) sûresinde, bir müslümanın nasıl olması icap ettiğini beyan buyurmuştur. Bunu tefsir etmek için, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime hümullahü teâlâ” ziyâdesi ile kitap yazmışlardır. Fakat biz, kendimizi hala fenâ huylardan kurtaramıyor, Kurân-ı Kerîmde bildirildiği gibi çalışmıyor, Allahü teâlânın emirlerini yapmıyor, sözüne sâdık olamıyor, sokaklarımızı pislik içinde bir harabeye çeviriyor, ruhen ve bedenen temizlenemiyoruz. Halbuki elimizde bize bütün bu güzel şeyleri emreden, ne yapmamız lazım geldiğini açık açık bildiren, Allahü teâlânın kelamı (Kurân-ı Kerîm) ve Peygamberimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” emirleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime hümullahü teâlâ” kitapları vardır.
Allahü teâlâ, Feth sûresi 28. âyetinde meâlen şöyle buyurmaktadır:
(Allahü teâlâ, Peygamberini, hidayet ve hak din, İslamiyet ile gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselâmın hak] Peygamber olduğuna şahit olarak Allah yeter.)
Saf sûresi 9. âyetinde meâlen, (Müşrikler istemese de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü Muhammed aleyhisselâmı, [sebeb-i hidayet olan] Kuran ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır) buyurulmuştur.
Ve Allahü teâlâ vaat ediyor:
(ALLAHÜ TEÂLÂ ŞÜKREDENLERİN MÜKAFATINI VERECEKTİR.)
Burada şükretmek demek, Kurân-ı Kerîmin istediği gibi, tam müslüman olmak demektir. Allahü teâlânın verdiği nimetleri, Onun emrine uygun olarak kullanmak demektir. Bugün dünyada bir milyardan ziyâde müslüman olduğu bildiriliyor. Yani, dünyada her 4 kişiden 1’i müslümandır. Eğer bu müslümanlar, Allahü teâlânın emrettiği gibi, ruhen ve bedenen tertemiz insanlar olur, birbirlerine kardeşçe bağlanır, çalışır, her sahada ilerlemeye başlarsa, Allahü teâlâ da, onlara mükafatını verecek, o zaman müslümanlar, tıpkı kurun-u vüstada olduğu gibi, medeniyetin en önüne geçeceklerdir. Allahü teâlâ, bize bunu vaat ediyor. Allahü teâlâ, hiçbir zaman vaadinden dönmez.
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Kitabını Okumak İçin Tıklayınız.