Sual: Mucizelerin en büyüğü hangisidir?
Cevap: Musa aleyhisselâmın ve İsa aleyhisselâmın Peygamberlikleri mucizelerle belli olduğu gibi, Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliği de, öylece mucizelerle meydandadır. Musa aleyhisselâm zamanında sihir, İsa aleyhisselâm zamanında doktorluk, Muhammed aleyhisselâm zamanında şiir, fesâhat ve belâgat yani güzel ve tartılı konuşmak sanatları çok ilerlemişti. Allahü teâlâ da; bu Peygamberlerine ümmetlerinin kıymet verdiği şeylerde mucizeler ihsan etti. Muhammed aleyhisselâmın da, İsa aleyhisselâm gibi, ölüyü dirilttiği ve Firavun ile adamlarının Musa aleyhisselâma sihirbaz dedikleri gibi, Kureyş kâfirlerinin de Muhammed aleyhisselâma sihirbaz dedikleri kitaplarda açık ve uzun yazılıdır.
Muhammed aleyhisselâm ümmi idi. Yani, mektebe gitmedi. Okuyup yazmadı. Hiçbir insandan ders almadı. Ümmi olduğu hâlde, tarih, fen, ahlak, siyaset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitap ortaya koydu. Yalnız o kitaba uyarak dünyaya adalet yaymış olan hükümdarların yetişmesine sebep oldu. Kur’ân-ı Kerîm, Muhammed aleyhisselâmın mucizelerinin en büyüğüdür. Hatta, bütün Peygamberlerin mucizelerinin en büyüğüdür. Bu en büyük mucize, yalnız Muhammed aleyhisselâma verilmiştir. Dinde reformcular, Muhammed aleyhisselâmın daha çocuk iken, Şam yolculuğunda bir papazla birkaç dakika konuştuğu zaman, bütün bu bilgileri, o papazdan öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lazım gelir. Bu kadar çürük, bu kadar gülünç bir iftira olamaz. Kâbe duvarında yıllarca asılı duran ve sahiplerini birer dahi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şiir arasından seçilmiş bulunan fesâhat ve belâgat şaheseri yazıların birer paçavra gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebep olan âyet-i kerimeler, o papazla birkaç dakikalık konuşmanın neticesi olamaz! Bugün Kur’ân-ı Kerîmin belâgatini yeniden anlamaya kalkışmaya, hiç lüzum yoktur. O ilâhî kitap, Arapçanın en yüksek zamanında, en salahiyetli mütehassıslara, üstünlüğünü imzalatmıştır. Arap edebiyatının mütehassısları olanlardan, Muhammed aleyhisselâmın zamanında yetişenler arasında, Kur’ân-ı Kerîmin belâgatindeki ilâhî üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir.
Zamanında en kıymetli hüner sayılan bir sanatta, üstünlüğünü herkese kabul ettiren böyle bir şerefi ve kemali, kendine mal etmeyerek, kimsenin bilmediği bir Allahtan geldiğini söylemesi ve bu şeref ve üstünlükle, kendini değil de, o meçhul zâtı tanıttırmaya çalışması, insanlık arzuları ile birleşemeyen ve şöhret, menfaat düşkünlerinin işine gelmeyen şaşılacak bir şeydir. Hükümet lezzetini, ilim ve marifet lezzetinden üstün tutanlar, ilmin ve marifetin kıymetini anlayamayanlardır. Bir şair, sanatının en yüksek derecesinde olduğunu gösteren bir tanecik şirini, devlet başkanlığı ile değişmez. Değişen olsa bile maddi menfaat için değişir. Muhammed aleyhisselâm, kendisinin devlet başkanı olmadığını söylemiş, devlet ve saltanat yerine herkes gibi orta halli yaşamıştır. Ölümünde ailesine bir şey bırakmayan ve göz bebeği gibi sevdiği kızı hazret-i Fâtıma, küçük bir şey istediğinde, “Biz Peygamberler, miras bırakmayız. Bizden kalanlar sadaka olur” buyuran bir zâtın, hükümet ve saltanat peşinde olacağını düşünmek için insanın beyni sulanmış, vicdanı kararmış olmalıdır. “Bu sözleri kendiliğimden söylemiyorum. Allahın emirlerini bildiriyorum. Ben de sizin gibi bir kulum” diyerek ortaya çıkan o yüce Peygamberin, haşa bir yalancı olması ihtimali o kadar uzak ve o kadar bozuktur ki bunu Avrupa ve Amerika fikir adamları söz birliği ile kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Meydana koyduğu din ile kazandığı yüksek mevkii, keskin zekası ve kuvvetli görüşü ve yaman aklı ile başardığını söylemek zorunda kalmışlardır. Komünistler de, o yüce Peygambere bir çamur atamayacaklarını anlayarak, saraya benzer bir hastalığın tesiri ile kendisine melek geldiğini zannederek bu başarıları elde etmiştir diyorlar. O akıl, zeka ve siyaset ve başarıları anladıkları ve söyledikleri hâlde, hastalık icabı, zan ile konuştu demeleri ise, inkar hastalığının kendi akıllarını örterek yaptıkları bir saçmalama olduğu meydandadır. Çünkü, bu sözlerinin bir kısmı, diğerinin yalan olduğunu göstermektedir. Yani komünistler, kendi sözleri ile kendilerini mağlub etmektedir.
Edebiyatcılar, bir şiiri hangi şairin yazmış olduğunu, imzasına bakmadan, onun düşünme ve yazma sanatından anlamaktadırlar. Edebiyat mütehassısları, Kur’ân-ı Kerîm ile Resûlullahın kendi sözü olan hadis-i şerifleri inceliyerek, ikisinin birbirine benzemediğini anlamışlardır. Birbirine hiç benzemeyen 2 türlü üsluba ve yazı sanatına aynı adamın sahip olması edebiyat tarihinde görülmüş bir şey değildir. Çünkü, olacak bir şey değildir. Bir insanın, birbirine benzemeyen 2 türlü yüzü olması gibidir.
Kur’ân-ı Kerîmin, hadis-i şeriflerden ve başka ilâhî kitaplardan bir ayrılığı ve üstünlüğü de şudur ki bu Kitab-ı mecid (Kur’ân-ı Kerîm) bugüne kadar semadan indiği gibi, değişmemiş olarak kalmıştır. Harfleri ve noktaları bile değişmemiştir demek yetişmiyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîmdeki kelimelerin çeşitli okunuşundan başka, bu kelimelerin uzun, kısa, açık, kapalı, kalın, ince gibi okunmaları da, Resûlullahın bildirdiği ve okuduğu gibi kalmıştır. İlm-i kıraat denilen ve pekçok kitabı olan büyük bir ilme ve İslam âlimlerinin bu yoldaki çalışmalarına ve hizmetlerine bakıp da şaşmamak elde değildir. Kurandan olup da çıkarılmış veyâhut Kurandan olmayıp da sonradan katılmış tek bir kelime yoktur. Çünkü, İslam âlimleri, Kur’ân-ı Kerîme dokunulmaması, ufak bir şüphenin bile ona yaklaşamaması için, çok sağlam bir esas koymuşlardır. Yani, Kur’ân-ı Kerîmin her asırda söz birliği ile gelmesi şarttır. Ashâb-ı kiramdan bugüne kadar, her asırda, yalan üzerinde söz birliği yapacakları düşünülemeyen yüz binlerce hafızlar vasıtası ile bizlere gelmiştir. Sanki bir an durmayan coşkun bir nehir gibi ebediyete doğru akıp gitmektedir. Bugün İslam düşmanlarının yeryüzünü kapladığı bir zamanda bile elhamdülillah, dünyanın her tarafında, Allah kitabının her kelimesi, her noktası birbirine benzemektedir. Bu Kitab-ı mübinin (Kur’ân-ı Kerîmin) ne kadar çok sağlam olduğu şundan da anlaşılır ki Ashâb-ı kiramın büyüklerinden bazıları bildirdiği hâlde, tevatür, yani söz birliği hâlini almayan okuma şekilleri, ne kadar kuvvetli olsa bile Kurandan olmak için kâfi görülmemiştir. Mesela, yemin kefaretini bildiren (3 gün oruç) âyet-i kerimesini, Abdullah ibni Mesud “radıyallahü teâlâ anh”, (3 gün arka arkaya oruç) olarak bildirmiş ve bunu fıkıh âlimleri vesika bilerek, kefaret orucunun 3 gün mütetabiat olarak, yani ard arda tutulması lazım olmuştur. Fakat Abdullah ibni Mesud hazretleri, Ashâb-ı kiramın büyüklerinden, çok güvenilir ve çok sağlam bir zât olmakla beraber, sözünde yalnız kaldığı için Mütetabiat kelimesi Kur’ân-ı Kerîme girememiştir. İhtiyat olunarak bu kelimenin mânâsı alınmış ve yine ihtiyat olunarak Kur’ân-ı Kerîme sokulmamıştır. Bunlara Kıraat-i şazze denir.
Tavsiye Yazı –> Kötü Din Adamının Özellikleri Nelerdir?
Tavsiye Yazı –> Ebedi Saadete Nasıl Kavuşulur?