Bu Mektup büyük İslam alimi, II. bin senenin müceddidi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî’nin oğlu Muhammed Mâ’sûm “rahime-hullahü teâlâ”nın, 3 cilt olan, fârisî (Mektûbât) kitabının III. cildinin 55. mektubudur.
Âl-i İmrân sûresi 28. âyetinde meâlen, “Müminler müminlerden başka, kâfirleri sevmesinler. Onları seven, Allahü teâlâyı sevmiş olmaz. Darülharbde, zaruret olunca, onlara dostluk göstermek caiz olur” buyuruldu. Tefsir-i kebir sahibi bu âyet-i kerimeyi güzel açıklamıştır. “Bu âyet, kâfirleri sevmeyi haram etti” demiştir. Âli-i İmrân sûresi 118. âyet-i kerimesi meâlen, “Ey müminler! Mümin olmayan kâfirlerle dost, arkadaş olmayınız!” ve Mücadele sûresi 2. âyet-i kerimesi meâlen, “Allahü teâlâya ve ahiret gününe inanan, Allahın ve Resûlünün düşmanlarını sevmez” ve Mâide sûresi 54. âyet-i kerimesi meâlen, “Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları sevmeyiniz!” ve Mümtehine sûresi 1. ayeti meâlen, “Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanlarımızı sevmeyiniz” ve Tevbe sûresi 72. ayeti meâlen, “Müminlerin erkekleri ve kadınları birbirlerini severler” dir. Bu âyet-i kerimeler de, kâfirleri sevmeyi haram etmektedir.
Müminin kâfiri sevmesi 3 türlü olur. Birincisi, onun küfrünü beğenir. Bunun için sever. Bu muhabbet yasaktır. Çünkü, onun dininden razı olmuştur. Küfrü beğenen kâfir olur. Böyle muhabbet, imanı giderir. İkincisi, herkesle iyi geçinmek için, kâfire dost görünmektedir. Bu muhabbet memnû değildir. Üçüncüsü, ikisi ortasıdır. Onlara meyl eder, yardım eder. Dininin batıl olduğunu bilerek, akrabalık, iş arkadaşlığı sebebi ile dostluk yapar. Bu muhabbet küfre sebep olmaz ise de, caiz değildir. Çünkü bu muhabbet, zamanla dinini beğenmeye sebep olur. Yukarıdaki âyet-i kerime, bu muhabbeti men etmektedir. (Bu âyet-i kerime, müminleri sevmeyip, kâfirleri sevmeyi men’ etmiyor mu? Müminleri de severse caiz olmaz mı?) denirse, diğer âyet-i kerimeler, bunu da men etmektedir. Müseylemetül-kezzab’ın adamları 2 sahabiyi yakaladı. Birisine, “Muhammed’in peygamber olduğuna inanıyor musun?” dedi. Evet dedi. “Benim de peygamber olduğuma inanıyor musun?” dedi. Buna da evet dedi. Müseyleme, kendisinin Beni Hanife kabilesine peygamber olduğuna, Muhammed aleyhisselâmın Kureyş kabilesine peygamber olduğuna inanıyordu. Bunu serbest bıraktı. Diğerini getirdiler. Buna da sordu. Birinci suale evet, ikincisine, ben sağırım dedi. Bunu öldürdü. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” haber alınca, “İkincisi, imanı üzere şehit oldu. Birincisi, Allahü teâlânın verdiği izine tabi oldu” buyurdu. Nahl sûresi 106. âyet-i kerimesi meâlen, “İkrah ile [korkutularak] kalbi iman ile dolu iken küfür söyleyen affolur” olup ikrah olunca, küfre izin vermektedir.
Takıye, kalbinde olanın aksini söylemektir. Buna müdara da denir. İtikadını, mezhebini saklamak demektir. Muhtelif şekilleri vardır: Birincisi, kâfirler arasında olup malından, canından korkanın, kalbi razı olmadığı hâlde muhabbet izhar etmesidir. Bu, caizdir. İkincisi, kalbinde olanı açıkça söylemesidir. Bu, efdaldir. Müseyleme’nin şehit ettiği Sahabi böyledir. Üçüncüsü, öldürmek, zina, malını gasp, yalancı şahitlik, namuslu kadını kazf etmek [fahişe demek], müslüman kadınları kâfirlere haber vermek gibi zararlı şeyleri yapmak caiz değildir. Dördüncüsü, takıye, kâfirlerin galip olduğu yerde caizdir. Şâfiî mezhebinde, zalim müslümanlar arasında da caiz olur. Beşincisi, malını muhafaza için de, takıye caiz olur. “Müminin malı, canı gibi kıymetlidir” hadis-i şerifi buna şahittir. “Malını muhafaza ederken öldürülen, şehit olur” hadis-i şerifi de böyledir. Çünkü, insanın mala ihtiyacı pekçoktur. Mesela, su gaben-i fahiş ile pahalı satıldığı zaman, abdest almak, farz olmaz. Teyemmüm etmek caiz olur. Altıncısı, imam-ı Mücahit diyor ki İslamiyetin başlangıcında böyle idi. Çünkü, o zaman, müslümanlar garib idi, zayıf idi. İslam devleti teşekkül edince, bu hüküm değişti. Takıye, kıyamete kadar caizdir diyenler de vardır. Bunların kavilleri, evladır. Çünkü, müminin kendinden zararı, mümkün olduğu kadar def etmesi lazımdır.
Cahil tasavvufçular ve itikatları küfre varan mülhidler, kâfirlerle dost olmaktan çekinmiyorlar. (Tasavvuf, herkesle iyi geçinmektir) diyorlar. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Evliyanın reisi iken “Fakirlikle övünürüm” demişken, Allahü teâlâ, Tevbe sûresi 74. âyetinde meâlen, “Ey Peygamberim! Kâfirlerle, münafıklarla cihat et! Onlara düşmanlık yap!” buyurdu. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yolu, kâfirlere düşmanlık, onlarla cihat idi. Bunlar nasıl tasavvuf ehlidir? Resûlullahın yolundan ayrılmışlar, başka yol tutmuşlar. Tuttukları yol, dalalet yoludur. Doğru yoldan çıkmaktır. Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler, Allahü teâlânın kâfirlere düşman olduğunu, açıkça bildiriyor. Onun düşmanlarını seven, Onu sevmiş olur mu? Kâfirler ve fasıklar, Allahü teâlânın düşmanı olmasalardı, bugz-ı fillah vâcip olmazdı. İnsanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturacakların en üstünü olmaz ve imanın kemaline sebep olmazdı. Hadis-i şerifte, “Bir kimse, Allahü teâlânın düşmanlarını düşman bilmezse, hakiki iman etmiş olmaz. Müminleri Allah için sever ve kâfirleri düşman bilirse, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Bir kimse, Allahın dostlarını sever, düşmanlarını düşman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, imanı kamil olur” ve “İsyan edenlere düşmanlık ederek, Allaha yaklaşınız!” buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, bir Peygambere vahyetti ki falan abide söyle: Dünyada züht ederek, nefsini rahata kavuşturdun ve kendini kıymetlendirdin. Benim için ne yaptın?” Abid sordu: Ya Rabbi! Senin için ne yapılır? Allahü teâlâ buyurdu: “Düşmanıma, benim için düşmanlık ettin mi ve sevdiğimi benim için sevdin mi?” buyuruldu. Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lazımdır. Bu sevgi ve düşmanlık, insanın elinde değildir. Sevginin icabıdır. Burada, diğer işlerde lazım olan irâdeye ve kesbe ihtiyaç yoktur. Kendiliğinden hâsıl olur. Dostun dostları, insana sevimli görünür. Düşmanları, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sözüne inanılmaz. Ona münafık denir. Şeyh-ul-İslam Abdullah-ı Ensârî diyor ki ben Ebül-Hasan Sem’un’u sevmiyorum. Çünkü, üstadım Hıdri’yi üzmüştü. Bir kimse, hocanı üzer, sen de ondan üzülmezsen, köpekten aşağı olursun. Allahü teâlâ, Mümtehine sûresi 4. âyetinde meâlen, “İbrahim aleyhisselâmın ve Onunla beraber olan müminlerin sözlerinden ibret alınız! Onlar, kâfirlere dediler ki biz sizden ve putlarınızdan uzağız. Dininizi beğenmiyoruz. Allahü teâlâya inanıncaya kadar, aramızda düşmanlık vardır” buyurdu. Bundan sonraki âyet-i kerimede meâlen, “Bu sözlerinde sizin için ve Allahü teâlânın rızasını ve ahiret gününün nimetlerini isteyenler için, ibret vardır” buyurdu. Buradan anlaşılıyor ki Allahü teâlânın rızasını kazanmak isteyenlere, bu teberri [uzaklaşmak] lazımdır. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki “Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. 2 zıd şey, birlikte sevilemez”. İki düşman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum derse, fakat onun düşmanlarından teberri etmese, bu sözüne inanılmaz. Âli-i İmrân sûresi 28. âyetinde meâlen, “Kâfirleri sevenleri, Allahü teâlâ, azâbı ile korkutuyor” buyurdu. Bu büyük tehdid, çirkinliğin çok büyük olduğunu gösteriyor. Halife Ömer’e “radıyallahü teâlâ anh”, burada Hire halkından bir nasrani [hristiyan] var. Hafızası çok kuvvetli, yazısı da çok güzel, bunu kendine katib yaparsan çok iyi olur, dediler. Kabul etmedi. (Mümin olmayan birini dost edemem) dedi ve bu âyet-i kerimeyi okudu. Ebû Musel Eş’arî, halife Ömere, (Yanımda nasrani bir katibim var. Çok işe yarıyor) deyince, (Allah seni kahr etmesin! Niçin, bir müslüman katib kullanmıyorsun? Mâide sûresindeki Ey müminler! Yahudi ve hristiyanları sevmeyiniz! ayetini işitmedin mi?) dedi. (Dini onun, katibliği benim) dedim. (Allahü teâlânın hakir ettiğine ikram etme! Onun zelil ettiğini aziz eyleme! Allahın uzaklaştırdığına yaklaşma!) dedi. (Basrayı onun yardımı ile idare edebiliyorum) dedim. (Hıristiyan ölürse ne yapacaksan, şimdi onu yap! Hemen onu değiştir!) dedi. Mürşidimiz, sebep-i saadetimiz imam-ı Rabbânî “radıyallahü teâlâ anh” 266. mektupta buyuruyor ki (Halilullah olan İbrahim aleyhisselâmın o büyük makamı bulması, Peygamberlerin ağacı olması, Allahü teâlânın düşmanlarından teberri ettiği içindi. Mümtehine sûresi 4. âyetinde meâlen, “İbrahim aleyhisselâmda, sizin için ibret vardır” buyuruldu. Bu fakire göre, insanı Allahü teâlânın rızasına kavuşturacak şeylerden hiçbiri, bu teberri gibi değildir. Allahü teâlânın, küfre ve kâfirlere düşmanlığı, zatındandır. Lat ve Uzza gibi putlara ve bunlara tapanlara kendisi düşmandır. Cehennemde sonsuz yanmak, bu çirkin işin cezasıdır. Nefsin istediği şeyler ve diğer bütün günahlar, böyle değildir. Çünkü, Allahü teâlânın bunlara adaveti ve gazabı, kendinden değildir. Gazabı, sıfatlarından, azâbı ef’alindendir. Bunun için, günahların cezası, sonsuz yanmak olmadı. Hem de, dilerse, bu günahları affedecektir.)