Ma’lûm olduğu üzere insan, his, hareket, gıdâ ve sâir zarûrî ihtiyâcları bakımından, diğer hayvanlar ile müşterek olduğu hâlde, sâhib bulunduğu fikir ve idrâk ile diğer hayvanlardan mümtâzdır. Bunun gibi, insanın dünyâya ve âhirete âit işlerinde, hem cinsi ile yardımlaşmaya ihtiyâcı olduğunu bilmesi, Allahü teâlâya îmân etmesi ve Enbiyâ-ı i’zâmın [Peygamberlerin] Allahü teâlâdan teblîg buyurduğu emirleri ve nehiyleri kabûl ve tasdîk etmesi, fikir nûru ile hâsıl olur.
Hayvanların hepsi, insana o fikir cevheri sebebiyle itâat edip, emrine girer. İnsanoğlu bu sebeple diğer mahlûkâtın pek çoğundan üstün ve fazîletlidir. Buna göre, insanın fikri, ilimlerin ve san’atların menşe’i [kaynağı] olur.
Fikir, öyle bir mutlak idrâktir ki, o idrâk, ona sâhib olanın, eşyâyı his ve şu’ûrundan [anlamasından] ibârettir.
Mutlak idrâk, bütün varlıklardan, hayvanlara mahsûs bir sıfat olup, bu sıfat, nebâtât [bitkiler] ve cansız varlıklarda mevcûd değildir.
Allahü teâlâ, hayvanlarda his ve idrâk için, 5 adet hassâ-i zâhire [beş duyu organı] yaratmıştır. Faydalı şeyleri elde etmek ve zararlı şeylerden uzak durmak yolunu, bu hâssaların kullanılması ile ta’yîn buyurmuştur.
Havâss-ı zâhire [5 duyu organı], semi’ (işitmek), basar (görmek), şemm (koklamak), zevk (tatmak), lems (dokunmak) hâssalarından ibârettir.
Hiss-i semi’ (işitme duyusu) ile ses ve sedâlar işitilir. Hiss-i basar (görme duyusu) ile eşyâ görülür. Hiss-i şemm (koklama duyusu) ile kokular his edilir. Hiss-i zevk (tadma duyusu) ile yiyecek ve içeceklerin tatlılığı ve acılığı gibi özellikleri bilinir. Hiss-i lems (dokunma duyusu) ile de eşyânın sıcaklık ve soğukluk [yumuşaklık ve sertlik] gibi hâlleri his edilir.
İnsanın havâss-ı zâhiresinden [görünen his organlarından] başka dimâgında 5 adet kuvve-i bâtınası [görünmeyen 5 his organı] da vardır. Çünki, insan kendi zâhir bedeninde yerleştirilmiş ve mevcûd his uzuvlarıyla idrâk etdiği hâlleri, bâtınî kuvvetlerine teslîm edip, bildirip, bâtınî idrâkleri vâsıtasıyla eşyânın hakîkatini tanıma ma’rifetini elde eder.
Ulemâ-i muhakkıkîne [hakîkati açığa çıkaran âlimlere] ve hükemâya göre, insanın nefsi ve rûhu, madde olmayan ve kemâlâtı elde etmek de bedene ve bedende bulunan âlât-ı hissiyyeye [his organlarına], muhtâc olan rûhânî varlıkdır. [Nefs ve rûh ayrı ayrı varlıklardır. Nefs, bütün kötülüklerin menşe’idir.]
Rûh fermân sâhibi bir sultân derecesinde olup, beden bu sultânın memleketi gibidir. Havâss-ı zâhire [görünen his organları] ise, o memleketin a’yân ve erkânı gibidir. Havâss-ı bâtına [görünmeyen his organları], o sultânın yakınları gibidir. Sultân gibi olan rûh, a’yân ve erkânı güzel bir şeklde kullanarak, dünyâ ve âhirete âit işlerini yürütüp, saâdet-i dâreyne [dünyâ ve âhıret se’âdetine] vâsıl ve nâil olur.
Havâss-ı bâtına hakkında, bazı islâm âlimleri tarafından beyân buyurulan ma’lûmâtın hulâsâsı şöyledir:
Havâss-ı bâtınanın [görünmeyen his organlarının] tamâmı mahrûtî (elips) şeklinde olan dimâgda bulunur.
Başın uzunlamasına olan kısmında 3 adet boş yer bulunur. Bu yerlere butûn-ı dimâg denir.
Batn-ı evvel: Başın en üst tarafında olup, diğer bâtınların en büyüğü ve en genişidir.
Batn-ı sânî: Batn-ı evvel ile batn-ı sâlisin [1. batn ile 3. batnın] arasında dehlîz [iki kapı arasında olan mahâl] gibi ortadadır. 1. ve 3. batndan dahâ dardır.
Batn-ı sâlis: Başın en aşağı tarafında olup, 1. batndan dahâ küçükdür.
Bu üç batnın herbiri de ayrıca 3 tabaka olup, 1. tabakaya, “mukaddime”, 2. tabakaya, “mutavassıt”, 3. tabakaya, “muahhar” denir.
Dimâgda sıralanmış olan 3 batndan herbiri, kalbden dimâga çıkan rûh-ı nefsânî ile dolu olup, herbirinde bir çeşit his ve idrâk bulunduğundan, nefsin kuvve-i müdrikesi onlarda da mevcûttur.
Dimâgda bulunan [görünmeyen] 5 kuvvetin birincisi, (hiss-i müşterek), ikincisi (hayâl), üçüncüsü, (kuvve-i vâhime), dördüncüsü, (kuvve- i hâfıza), beşincisi, (kuvve-i müfekkire) [mutasarrıfa]dır.
1– Hiss-i müşterek: Dimâgda, batn-ı evvelin önünde bulunan bir kuvvetdir. [Yanî, bu duygunun yeri beynin önündedir.] İnsan, 5 duyu organlarından göz ile gördüğü eşyâyı, kulak ile işittiği sesleri ve sözleri, dil ile tattığı duyguları, burun ile kokladığı kokuları ve dokunma ile his ve idrâk ettiği eşyânın hâllerini bu kuvve-i hiss-i müşterek vâsıtasıyla idrâk eder. Zîrâ bedenin zâhirinde olan duyu organlarından her biri, sâdece bir duyuya mahsûs olan şeyin idrâkine vâsıta olur. Bir hâssa ile his olunan şey, diğer bir hâssa ile idrâk edilmez. Meselâ görme organı [göz] ile sâdece [görme sahâsındaki] şeyler [ziyâ yardımı ile] görüldüğü gibi, işitme kuvvetiyle [kulak ile] yalnız sesler, harfler ve kelimeler işitilir. Yoksa göz ile işitilecek şeyler, kulak ile de görülecek şeyler idrâk edilemez. Fakat batn-ı evvelin önünde bulunan kuvve-i hiss-i müşterekde bunların tamâmı, bir ânda ve bir defada hâsıl olup, idrâk edilir. Havâss-ı zâhire [görünen his organları], sanki hiss-i müşterek denilen kuvvetin dışardaki câsûsları durumundadır. Bunlar hâriçden aldıkları, hissedilen sûretleri hiss- i müştereke ulaştırıp, teslîm ederler.
2– Kuvve-i hayâl: Dimâgda, batn-ı evvelin son tarafında [beynin 1. boşluğunda] bulunan bir kuvvetdir. Hiss-i müşterekde resmedilen hissî sûretleri kaydederek korur. Hiss-i müşterekin hazînesi durumundadır. [Görünen] Duyu organları ile elde edilen ve zamânın geçmesiyle unutulan bu sûretleri insan, ihtiyâç duyduğu zamân, kuvve-i hayâl vâsıtasıyla hâtırlar. [Hayâl olmasaydı, herkes birbirini unutur, kimse kimseyi tanımazdı.]
3– Kuvve-i vâhime: Dimâgdaki 3. batnın önünde ve 1. tabakasında bulunan bir kuvvettir. Görünen his organlarıyla his edilerek bilinen eşyânın hâlleri, kendilerine mahsûs parçaları ve sıfatları bu kuvvet vâsıtasıyla idrâk edilir. Bir insanın diğer bir insandan kendine karşı muhabbet veyâ düşmanlık his etmesi, annenin babanın evlâdına ve evlâdın da anne babaya meylini ve muhabbetini idrâk etmesi, koyunun karşılaştığı kurttan kendisine düşmanlığı his ederek ondan sakınması, kuvve-i vâhimeye misâldir. Zîrâ, kuvve-i vâhime ile his olunanlar arasında vâki’ olan ahvâl-i cüz’iyye idrâk olunduğundan, hayvanlarda da bu kuvvet vardır. Fakat insan, kuvve-i vâhime ile cüz’i manâları hissettiği, anladığı gibi, nefs-i nâtıkası ve kuvve-i akliyesi ile, küllî manâları da idrâk eder. Meselâ mutlak düşmanlık ve muhabbet lafızlarının küllî manâlarını insan aklıyla bilir. Hayvanlar ise, bundan gâfil olup, belki rastladığı çeşitli eşyânın hâlini görerek idrâk ederler. Yoksa insan gibi küllî manâları ve mutlak hükümleri idrâkden tamâmen âcizdirler.
4– Kuvve-i hâfıza: Dimâgdaki 3. batnın sonunda bulunan bir kuvvet olup, kuvve-i vâhime ile idrâk olunan cüz’i ma’nâlar orada muhâfaza edilir. Kuvve-i hâfıza, vehmî sûretlerin hazînesi makâmındadır. Bu sebeble hâfızada resim ve nakşedilen manâlar, ihtiyâc hâlinde o hazîneden alınarak îcâb ettiği şekilde kullanılır.
5– Kuvve-i müfekkîre [mutasarrıfa]: Dimâgın batınlarının ortasındaki 2. batında bulunan bir kuvvettir. Hiss-i müşterek ve kuvve-i vâhime ile idrâk olunan hissî sûretlerde ve cüz’i manâlarda terkîb ve tahlîl sûretiyle tasarrûfda bulunur. Bu sebeble bu kuvvet dimâgda bulunan kuvvetlerin en üstünüdür.
İnsana mahsûs hâssalardan, özelliklerden olan fikir, üç mertebe olup, her mertebe bir netîceyi hâsıl eder.
Fikrin birinci mertebesi, hâricde tabi’î tertîb veyâ sonradan yapılmış bir tertîb ile tertîb edilmiş olan işleri düşünmektir. İnsan önce bu işleri zihnen anlar ve düşünür, sonra yapmaya başlar. Kuvve-i fikriyyenin bu mertebesi ekseriyâ tasavvurât, düşünceler hâlidir. İnsan için faydalı şeyleri elde etmeye ve zararlı şeyleri uzaklaştırmaya yarayan (akl-ı temyîz) bundan ibâretdir.
Fikrin 2. mertebesi, öyle bir fikirdir ki insan, insanlarla olan muâmelesine ve işlerine âit üsûl ve âdâbı o fikir ile yürütür. Kuvve-i fikriyyenin bu ikinci mertebesi, ekseriyâ tasdîki hükümler olup, tecrübe yoluyla birer birer elde edilince, tam bir faydaya ve herkesin menfaâtine vesîle olunur. Fikrin bu mertebesine (akl-ı tecrîbî) denir.
Fikrin 3. mertebesi öyle bir fikr-i dakîkdir ki [ince bir fikirdir ki], bu da küllî bir matlûbu ya sırf ilmî veyâ sâdece zannî olarak ifâde etmektir. Fikrin bu mertebesinin amel ile alâkası yoktur. Fikrin bu mertebesine (akl-ı nazarî) denir. Eşyânın hakîkatleri ve hâriçde bulunan maddelerin hakîkatte var olduğu üzere, bunların cinslerini, fasıllarını ve sebeplerini ifâde eden fikrî kuvvet bu 3. mertebe ile tamâm olur. İnsanın hakîkatının manâsı olan mücerred akıl, nefs-i müdrîkedir.
İnsan ve diğer hayvanlardan meydâna gelen işler ve eserler, kendi kasd ve irâdeleri ve Allahü teâlânın onlarda yarattığı kudret ile hâsıl olur. Bu işlerin bazısı muntazam ve tertîbli, bazısı ise, muntazam ve tertîbli değildir. Muntazam ve tertîbli olan işler, özellikle insana mahsûstur. Muntazam olmayan işler ise, diğer hayvanlara mahsûstur.
İnsan, aklını ve fikrini kullanarak, birşey yapmak isteyince, o şeyin yakın ve uzak sebeblerini, illetlerini, parçalarını ve şartlarını ve diğer esâslarını düşünür. Sonra o şeyin başlangıcından nihâyetine kadar îcâb eden sebeb ve esâslarını tertîb ve takdîr ederek, lâyık olduğu şekilde maksadı olan işi tamâmlar.
Her fiilin [işin], meydâna gelmesi, o işin parçalarının ve esâslarının toplanıp, tertîb edilmesine bağlıdır. Bu sebeble o işin tamâmlanması ve sona ermesi illet ve esbâbından [sebeplerinden] sonra gelir. O işin parçaları arasında dahî takdim ve te’hîre [öncelik ve sonralığa] riâyet lâzım olduğundan, önce olan sebebi sonraya bırakmak, sonra gelmesi îcâb eden sebebi öne almak mümkün olmaz. Bir fiilin [işin] başlangıcı ve sebebi de başka bir başlangıc ile sebebe bağlıdır. Bu hâlde, birinci sebebin meydâna gelmesi 2. sebebin meydâna gelmesinden sonra hâsıl olur. Aynı şekilde 2. sebep 3. sebebe, 3. sebep 4. sebebe bağlı olur. Sebepler silsilesi 2-3 mertebe veyâ dahâ çok mertebelerle illetlerin ve sebeplerin fikir vâsıtasıyla sonuna varılıp ve istenilen işin yapılmasına teşebbüs edilir. Böylece fikrin sonu olan son sebep ile bizzat işe başlanır. Sonra son sebebin sebeb olduğu ikinci sebebe ve ondan sonra üçüncü sebebe inilerek, işin başında düşünülen ilk sebep ile iş son bulur. Meselâ bir ev yapmak istenince, o evin meydâna gelmesinin bağlı olduğu illet ve sebeplerden önce, duvarlar hâtıra gelir. Sonra duvarların temeline geçilerek düşünce sıralamasında o temel son illet ve sebep olur.
İnsan fikri evi yapma işine önce temelden, sonra duvardan başlar. Ondan sonra evin yapılması son iş olur. İşte bu manâ, (fiil ve amelin evveli, fikrin sonudur ve fikrin evveli amelin sonudur), diye ulemâ arasında meşhûr olan sözün doğru manâsıdır.
İnsanın fiil ve amelinin hâriçte meydâna gelmesi, birbirine bağlı olan illetler ve sebepler üzerinde düşünmeye bağlıdır. Düşündükten sonra o fiil ve amele başlanır. Fikrin evveli amelin sonudur. Amelin evveli ise, fikirden sonra gelir. Bu sebeple insan rûhu, ilim ve ameli kendisinde topladığından ve ilhâma mazhâr olduğundan, illetler ve sebepler arasında tertîbe ve âlemin nizâmına vâkıftır. Bundan dolayı insanın fiilleri ve amelleri muntazâm olur. Hayvanlarda his ve hareket mevcûd ise de, düşünce yoktur. Bu sebeble kendilerinden meydâna gelen fiilleri ve işleri tertîb ve tanzîm etmediklerinden, işleri kemâl üzere olmaz. Zîrâ hayvanlar, sırf işitmek, görmek ve diğer hâllerde, beş duyu organını kullanmakla yalnız his edilebilen şeyleri idrâk ederler. Akıl ile anlaşılabilen şeyleri tanzîm ve tertîb etme gücüne sâhip değildirler. Bu âlemde mu’teber olan işler, bir nizâm içinde insanın fiillerine tahsîs edilmiştir. Bu nizâmın dışında kalan işler, insanın düzenli fiillerine bağlı olduğundan, hayvanların işleri insanların işlerinin altında kalır. Bu sebeple hayvanlar, insanların hizmetine ve emrine verildi.
Fikir ve düşünce, insana mahsûs bir sırr-ı Rabbânî ve nûr-i ruhânîdir. İnsan his ve hareket bakımından müşterek olduğu hayvanlardan, fikir ve düşünme özelliği ile ayrılır. İnsan, işte bu fikir ve düşünme ile, sebep ve netîceler arasında bulunan irtibâta ve alâkaya vâkıf olması, temel prensipleri bilmesi ve anlaması nisbetinde kemâle erişir. Sebeblere vâkıf olmak husûsunda insanlar farklıdır. bazıları birşeyin 2 veyâ 3 mertebe illet ve sebebine vâkıf olup, dahâ fazlasını anlamaktan âcizdir. Bazı kimseler de 5 veyâ 6 mertebe illet ve sebebe vâkıf olup, insanlığı, en yüksek derecede olur.
İşte yukarıda beyân olunduğu üzere insan nefsi, küllî hakîkatleri idrâk etmesiyle diğer hayvanlardan mümtaz olup, işlerinde tedbîr ve tasarrûfu ile şereflenmiştir. fakat, insanın eşyânın hakîkatlerini bilmesi ve anlaması, meleklerdeki gibi doğrudan hâsıl olmadığı gibi, yine insanın aklı, bütün hâdiselerin hakîkatine de birdenbire ulaşamaz. Eşyânın hakîkatini ilm-i husûlî ile bilmek, havâss-ı zâhire ve bâtına [görünen ve görünmeyen his organları] vâsıtasıyla hâriçten elde edilen eşyânın sûretlerinin ve hâllerinin tedrîcen müşâhedesine ve düşünülmesine bağlıdır. Bu itibârla insan, dimâgın batnlarının ortasında bulunan kuvve-i müfekkiresini, hâriçten görüntüleri elde edilen ve bilinen eşyânın bazen terkîb ve tertîbi [sentezi], bazen tahlîl ve tefrîki [analizi] husûsunda kullanarak, elverişli olduğu ilmî kemâlâtı elde eder. Ammâ, Resûller ve Nebîler “aleyhimüsselâm” hazretleri, ilim nûrlarıyla nûrlanmış, eşyânın hakîkatlerinin küllî sûretleri, onların yaratılış cevherlerinde şekillenmiş ve görüntülenmiştir. Bu sebeple, Allahü teâlânın zât ve sıfatlarını, madde ve ma’nâ âleminde mevcûd olan eşyânın küllî hakîkatlerini ve hâllerini rabbânî bir feyzle ve imdâd-ı ilâhî ile bilirler. Bu itibârla Peygamberlerin ilimleri bahs edilen duyu organları, zâhirî ve bâtınî his kuvvetleri gibi vâsıtalara muhtâc değildir.
İlm-i ledünniyye sâhibi olan Evliyâ-i kirâmın ilimleri de, yukarıda açıklandığı gibidir. Bu ilâhî ni’metin, mü’minlerin sa’îdlerine âlem-i berzâhta hâsıl olduğu, büyük âlimler tarafından bildirilmiştir.
Diğer insanlar, rabbânî ilme ve rûhânî idrâke kendi tabi’atlarıyla kavuşmaktan âcizdirler. Beden zulmetleri, ilâhî ma’rifet nûrları ile onların arasında perdedir. Bu sebeple insan, nefs ve rûhun en aşağı tarafı olan cisim ve beden tarafına meyl ve hareket eder. Duyu organlarıyla kendi dışındaki varlıklara bakıp, his ve idrâk ettiği sûretten, hayâlinde ve hâfızasında dahâ önceden muhâfaza ettiği bilgileri, kuvve-i müfekkiresi vâsıtasıyla mantık kâidelerine göre terkîb ve tertîb ederek, tasavvur ve tasdîk nev’ilerinden bilmediklerini tahsîl eder. İnsanlar için bu sûretle elde edilen ilim ve maârifin tamâmı, his uzuvları yardımıyla ve kuvve-i mutehayyile vâsıtasıyla hâriçde bulunan varlıklardan elde edilir. Bu bilgiler, husûsî kâidelere ve belli kanûnlara bağlı olduğundan, çerçevesi geniş değildir. Zîrâ, mantık kitâblarında bildirildiği üzere, bir şeyin tasavvuru veyâ bir şey ile diğer şey üzerine hüküm ve tasdîk bilinmediğinde, o bilinmeyen şeyi bilmek için zihinde dahâ önce bilinen ve muhâfaza edilen esâslara [temel bilgilere] mürâcaat olunur. Tedrîcen düşünme ve sıralama ile bilinmeyen şey bilinir. Buna göre insanın ilmi, bilinmeyenleri bilmeğe elverişli olan şeyleri zihnen araştırır. Elde ettiği bilgileri uygun bir şekilde tertîb ve terkîb edib, bütün gücünü harcayarak bilinen sebeblere ve esâslara ulaşır ve bunları aşmaz. İlmin sebeblerinden olan esâslarda veyâ bu esâsların tertîb ve terkîbinde hatâ olursa, o hatâ sebebiyle bilinende de hatâ olur. Âlimler arasında ihtilâfların ve suâllerin çokluğu, bundan meydâna gelir.