Yirmisekizinci Bölüm
İLM-İ TASAVVUF
İlm-i tasavvuf, kemâl sâhiplerinin [Evliyânın] saâdet ve kemâl mertebelerinde ilerlemesinden ve bu mertebelerde kemâl ehline ârız olan şeylerden bahseder. Fakat bunları hakkıyla anlatmak mümkün değildir. Çünki kelimeler, herkesin anlayabileceği manâlar için konmuştur. Tasavvuf ehlinin, bedenî kuvvetlerden sıyrılıp, gaybet hâlinde idrâk ettikleri manâlar anlaşılamaz. Bu manâlar ancak bazı lafızlarla ifâde edilmeye çalışılır. Yoksa bu manâları hakkıyla ifâde edecek lafızlar yoktur. [Çünki bu manâlar ancak tatmakla anlaşılır.] Nitekim akıl ile anlaşılan şeyler, vehim ile anlaşılamadığı gibi, vehmî şeyler hayâl ile, hayâlî şeyler de his organlarıyla anlaşılmaz. Yine ayn-ül-yakîn ile bilinebilen şeyler ilm-ül-yakîn ile anlaşılamaz. İşte tasavvuf ilmini bilmek isteyen kimsenin, bu ilme ayn-ül-yakîn ile kavuşmaya çalışması gerekir. Zîrâ âlimler, tasavvuf ilmi, aklın ötesinde olduğundan, anlatmakla elde edilemeyeceğini bildirmişlerdir.
Şiir tercemesi:
Tasavvufa aklı eremez herkesin,
Ereceği şeydir hakkı bilen kimsenin.
Hakkı görmeyen onu nereden bilsin,
Kör nasıl görsün ışığını güneşin.
Ma’lûm olduğu üzere, mertebelerin üstün olmasında Peygamber efendimizin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmaktan dahâ üstün bir mertebe yoktur. Bu sebeble, Resûl-i ekremden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra müslümânların en üstünü olan Eshâb-ı kirâm, “Sahâbe” lafz-ı şerîfi ile meşhûr olup, başka bir isim ve lakapla anılmazlardı.
İkinci asırda, müslümânların en üstünü olan Eshâb-ı kirâm hazretlerinin sohbetlerinde bulunmakla şereflenen zevât-ı kirâma “Tâbi’în” denir. Tâbi’în-i kirâmdan sonra gelenlere ise “Etbâ-ı tâbi’în” denir. Etbâ-ı tâbi’în- den sonra, insanların mertebelerinin farklılığı sebebiyle, insanların en üstünlerine, yanî din işine son derece önem veren zâtlara “Zühhâd” ve “Ubbâd” denildi. Dahâ sonra bid’atler çıkıp, insanlar arasında yayıldı. Her fırka zâhidlerin kendilerinde bulunduğunu iddiâ ettiler. O zamânda ahkâm-ı şer’i şerîfe riâyet ederek, gafletten korunan ve kalblerini temizleyen Ehl-i sünnetin seçilmişlerinin bu hâline “tasavvuf” [kendilerine ise “mutasavvuf”] denilmiş ve bu isim yerleşmiştir.
Tasavvuf ismi, hicrî 200 târîhinden önce meşhûr oldu. İlk defa kendisine “Sôfî” denilen zât, hicrî 115 senesinde vefât eden Ebû Hâşim Sôfî hazretleridir. [Ebû Hâşim Sôfî; “Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalblerden kibri çıkarmaktan kolaydır!” buyurmuştur. “Faydasız ilimden Allaha sığınırım” sözünü çok söylerdi.] Tasavvufun manâsını, gâyesini ve bu husûsdaki hâlleri en mükemmel şekilde îzâh eden kitâb, imâm-ı Rabbânî hazretlerinin (Mektûbât) kitâbıdır.
Bir rivâyete göre, sofiyye tâifesine “Sôfî” denmesinin sebebi, onların sôfdan, yanî yünden elbise giymeleridir. Yünden elbise giymeleri de dünyâ zînetine meyl ve rağbet etmemelerindendir. Diğer bir rivâyete göre, “Sôfî” kelimesinin aslı “Safevî”dir. Yanî namâzda ilk safda duranlar manâsınadır. “Safevî” kelimesinin söylenmesinde zorluk olduğu için bu kelimedeki (Vav) harfi (Fâ) harfinden öne alınarak “Sôfî” şeklinde telaffuz edilmiştir.
Başka bir rivâyete göre “Sôfî” lafzı “Soffa” lafzından alınarak, tasavvuf ehli için söylenmişdir. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerinin zamân-ı saâdetlerinde, muhâcirlerin fakîrlerinden bir cemâ’ate “Eshâb-ı soffa” denirdi. “Sôfî” kelimesinin “Soffa” kelimesinden alınmış olması lügat bakımından doğru değilse de, manâ bakımından doğrudur. Çünki tasavvuf ehlinin hâlleri Eshâb-ı soffanın hâllerine benzemektedir. Zîrâ, Eshâb-ı soffanın Medîne-i münevverede evleri, akrabâları ve aşîretleri yoktu. Bu mubârek zâtlar 400 kişi idi. Mescid-i Nebîde ikâmet ederler ve gece-gündüz ibâdet ile meşgûl olurlardı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.