İlim öğretilirken, ilimlerin mertebelerine [sırasına] riâyet edilir. İlimde ve her şeyde emr-i ehem, emr-i mühim üzerine takdîm olunur [yanî çok mühim olan şey, mühim olan şeyden öne alınır]. İlimde ehem [en mühim] olan şey, maksada götüren şeydir. Buna göre lafızla alâkalı bahisler, manâ ile alâkalı bahislerden öne alınır. Çünki lafızlar manânın mukaddimesi olarak, manânın fehm ve idrâkına [anlaşılmasına] vesîledir. Bu durumda ilm-i edeb, ilm-i mantıkdan önce gelir. Sonra her ikisi de, usûl-i fıkhdan, usûl-i fıkh da ilm-i hilâfdan önce öğretilir.
İlim öğretilirken, bir ilmin diğer ilimden önce öğretilmesi üç sebepten dolayıdır.
Birinci sebep: Önce öğretilen ilmin, sonraki ilimden dahâ mühim olmasından ibârettir. Farz-ı aynın farz-ı kifâyeden önce öğretilmesi, buna misâldir ki, farz-ı ayn, farz-ı kifâyeden dahâ ehemmiyyetlidir.
İkinci sebep: Önce öğretilen ilmin, sonraki ilme vesîle olmasıdır. Nahv ilminin mantık ilminden önce öğretilmesi, buna misâldir.
Üçüncü sebep: Önce öğretilen ilmin mevzû’unun, sonra öğretilen ilmin mevzû’unun cüz’ü, parçası olmasıdır. Çünki cüz’, bütünden önce gelir. Bu bakımdan sarf ilmi, nahv ilminden önce öğretilir.
Ekseriyâ aralarında öncelik sebeplerinden birşey bulunmadığı hâlde, bir ilmin diğer ilimden önce öğretilmesi, aklî şeylerin anlaşılması için alıştırma yapma maksadıyladır. Nitekim, önceki âlimlerden bir kısmı, hesâp ilmini diğer ilimlerden önce öğretmişlerdir. Ekserîyâ, öğrenilmesi çok ihtiyâç olan bir ilmin, diğer ilimlerden önce öğretildiği çok vâkidir. Ekserî musannîf-i kirâm hazerâtı [kitâb yazan büyüklerin ekserîsi] nahv ilmine sarf ilminden dahâ çok ihtiyâç olduğunu düşündüklerinden, eserlerinde nahv ilmini sarf ilminden öne almışlardır.
Farz-ı kifâyelerin öğretilmesi asırların ve şehirlerin âlimlerine göre farklı olmuştur. Meselâ bir beldede, mîrâsı taksîm etmeyi [ferâiz ilmini] bilen bir veyâ iki âlim bulunup da, yirmi kadar fakîh mevcûd ise, o beldede hesâb ilminin öğretilmesi usûl-i fıkh ilminin öğretilmesinden dahâ mühimdir. Öğrenilmesi lâzım olan ilim, farz-ı ayndır. (Farz-ı ayn) ise, islâmiyyetin, herkesin ayrı ayrı öğrenmesini bildirdiği şeylerdir. İslâmiyyetin cemâ’at tarafından yapılmasını emrettiği şeylere gelince, cemâ’at arasında o şeyi bilen bir şahıs bulunup, onu yapınca, o farzlar o cemâ’atin diğer fertlerinden sâkıt olur [düşer]. Böyle şeylere (farz-ı kifâye) denir. Farz-ı kifâye olan ilimler, dünyâ işlerinin muntazam olması için, lâzım olan ilimlerdir. Bunlar da, Kur’ân-ı kerîmi ve sünnet-i nebeviyyeyi anlayarak, onları tahrîfâtdan korumak, i’tikâd bilgilerini delîlleriyle öğrenip, bunlar hakkındaki şüpheleri giderebilmek, vakitlere, farzlara, fer’î hükmlere [fıkıh ilmine], sıhhatin ve ahlâkın korunmasına ve idârî işlere vâkıf olmak, yukarıda sayılan ilimlerden herbirinin tahsîline vâsıta olan lügat, sarf, nahv, meânî, beyân, mantık, ensâb ve hesâb ilimleriyle, bunlardan başka maksadın hâsıl olması için önemli vâsıtalar olan diğer ilimleri elde edip, onlara vâkıf olmak ve bunlarda mahâret kazanmaktır.
Bu ilimlerin birbirine göre önem derecesi, ihtiyâca göre değişir.
İşte öğrenilmesi farz-ı kifâye olan bu ilimleri bilen ve onlarla amel eden bir âlimin bir cemâ’at içinde bulunmasıyla bu farz o cemâ’atin diğer ferdlerinden düşer.