Otuzuncu Bölüm

İLM-İ TA’BÎR-İ RÜ’YÂ

İlm-i ta’bîr-i rü’yâ, nefse âit hayâller ile gayba âit şeyler arasındaki münâsebetten bahseder. Önce nefse âit hayâllerden gayba âit şeylere intikâl olunur. Bu intikâl ile insan yâ kendine âit hâlleri veyâ kendi dışında vukû’ bulan şeyleri anlar.

Bu ilmin faydası, yâ sevindirici, hayırlı bir haber, yâ da korkutarak sakındırmaktır.

Ma’lûm olduğu üzere rü’yâ, nefs-i nâtıkaya âid bir işdir. Eğer rüyânın aslı olmadığı farz edilirse, insanda rüyâ görme hâlinin yaratılmasının faydasız olması mahzûru ortaya çıkar. Hâlbuki, hakîm-i mutlak olan Allahü teâlâ faydasız şey yaratmaktan münezzehdir. Onun her yarattığı şeyde bir hikmet ve fayda vardır.

İslâm âlimleri rüyâ hakkında şöyle buyurmuşlardır: Rüyâ âlemi, rûhânî âlemlerden biridir. İnsanların dinlenmesi ve râhatı için uyku denilen tabi’î hâl meydâna gelince, uyuyunca, insanın rûhu zâhirden bâtına yönelir. Levh-i gaybîden [gaybdan] kendi aynasına aks eden kâinâttaki sûretleri bir ânda görür ve [temâşa eder] seyreder. Zîrâ, insan uyanık iken, kendi bedeninin hâllerini sevk ve idâre ile meşgûl olmak, görmek ve işitmek ve diğer duyu organlarıyla his ettiği şeyleri düşünme hâli üzere yaratıldığından, kendini bilmekten ve kendisine levh-i gaybdan aks eden bilgilerden, ma’rîfetlerden habersizdir. İnsan uyuyunca, his penceresini kapar. Bedene âid alâkalardan düşüncesini keserek, rûhu âlem-i gayba yönelince, melekleri ve diğer rûhânî varlıkları müşâhede eder. Ülemâ-i muhakkikîne göre, rûhânî varlıklar, vukû’ bulan işlere vâkıftırlar. Geçmişte zuhûr eden şeyleri ve gelecekte zuhûr edecek şeyleri bilirler. Bu sebeble insan rûhu, uyku sırasında bedene âit işlerle meşgûl olmaktan kısmen kurtularak, bir ân rûhânî âleme ulaşmaya fırsat bulur.

Rûh da rûhânî cevherlerden olduğundan, o ânda basîret nûruyla ulvî rûhlara bakar. Onların aynalarında şekllenmiş olan gayba âid bilgilerden nice bilgilere kavuşur ve gelecekte zuhûr edecek olan hâdiselerden bir kısmını öğrenir. Sonra yine o ânda rûhâniyyetden cismâniyyete döner, uykudan uyanır. Rüyâda öğrendiklerini dimâğın bâtınında bulunan Kuvve-i muhayyileye bildirir. Eğer insanın rûhu kendisini bedene âit alâkalardan gereği gibi kurtaramayıp, aynası alâkalar ile kirlenmiş ise, levh-i gaybdan aks eden ma’nâları tam olarak müşâhede edemez ve hakîkî manâları anlayamaz. Böylece dimâg kuvvetlerinden muhayyile kuvveti, nefsin eksik olarak müşâhede etdiği manâları, bu eksik müşâhedeye göre tasvîr eder ve ona uygun bir kalıba döker. Bu sebeble o rüyâ ta’bîre muhtâc olur. Rüyâyı tabîr eden de rüyâ sâhibinin anlattığı sûrete uygun ve benzer olan ma’nâları söyler. Fayda, zarar, hayır ve şerden hangisine delâlet ederse, onu açıklar. Fakat rûh aynası temiz, parlak ve vehimden uzak olup, basîret yüzünden perdeyi kaldırarak, âlem-i gaybda bir ân ervâh-ı ılliyyîn ile görüşüp, kendisinin veyâ başka bir şahsın hâlleri ile alakalı işleri gereği gibi müşâhede ederse, bu rüyâ hayâlden uzak, gerçeğe uygun ve sâlihâ bir rüyâ olduğundan, ta’bîre ihtiyâcı yoktur ve görülen şey aynen vâki’ olup, ortaya çıkar.

İnsan rûhu, yaratılışdan ma’rifete, ilme ve sanata kâbiliyyetli ve ve elverişli bir rûhânî cevherdir. Fakat rûhun elverişli olduğu bu kemâllerin hâsıl olması, bağlı bulunduğu bedenin içinde ve dışında yaratılan zâhirî ve bâtınî kuvvetlerin ve bedendeki diğer uzvların hâricde his edilebilen şeylerde kullanılmasına bağlıdır. Meselâ, zâhirî kuvvetlerden görme kuvvetiyle görülebilecek şeyleri görür ve işitme kuvvetiyle işitilebilecek şeyleri işitir, koklama duyusuyla kokuları koklayıp, tatma duyusuyla tadları alır, dokunma duyusuyla sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluğu his eder. Sonra dimâgın iç bölümlerinde mevcûd olan beş kuvve-i bâtına ile de his olunabilecek herşeyin hâllerini ayrı ayrı hayâl edip, düşünerek, cüz’î hükmlerden küllî hükmlere ulaşır. Böylece eşyânın küllî tabi’ât ve hakîkatlerini, hâllerini umûmî olarak anlama melekesini tam bir şekilde elde eder. Bundan sonra his ve uzuvların yardımı olmadan gaybî ilmleri ve ilâhî ma’rifetleri de rûh sâdece, rûhânî zâtı ve nûrânî tabiatı ile idrâk ederek, ervâh-ı ılliyyîne ve mukarreb meleklere kısmen benzerlik ve münâsebet elde eder.

Ancak rûhânî varlıklar arasında nefsin mertebesi meleklik mertebesinden dahâ aşağı olduğundan, ilmî ve amelî kemâllerde mele-i a’lânın [melekler âleminin] pek yüksek olan derecesine ulaşamaz. Zîrâ melâike-i kirâmın Allahü teâlânın zât ve sıfatlarını rûhânî ve cismânî âlemde bulunan diğer eşyânın hakîkatlerini bilmeleri ve anlamaları, insan nefsi gibi, bedenî kuvvetleri ve duyu organları vâsıtasıyla tedrîcen elde etmeye bağlı değildir. Bilâkis melekler yaratılışdan bütün ilmî ve amelî kemâllere bir defada topdan kavuşurlar. İnsanların uzun zamânda çalışarak tedrîcen kazanacağı ilmlere ve ma’rifetlere melekler yaratılışdan tam olarak kavuşurlar.

Bu sebeble meleklerin kemâle ermeleri için kendilerinin dışında başka his kuvvetlerine ve organlara muhtâc olmadıkları meydândadır. [Yanî melekler terakkî etmezler. İnsan nefs-i emmâresine uymıyarak, şerî’atin emrlerine uyarak terekkî edip, yüksek derecelere kavuşur.] İnsan da yaratılışında bulunan isti’dâdı fi’liyyâta dökerek kullanıp, eşyânın hakîkatlerini ve varlıkların tabi’atlarını öğrenir ve anlar, böylece kemâle erer. Sonra his perdesini kaldırıp rüyâ âleminde cismâniyyetden rûhâniyyete terakkî eder. Melekût âleminin nûrlarıyla ve rûhânî zâtlarla bir ân buluşunca, o bir ânda levh-i gaybdan, isti’dâdı ve safveti [hâlisliği, temizliği] derecesinde gaybî ilmlere vâkıf olur. İnsan rûhu ölüm ile bedenden alâkayı kesme kâbiliyyetine sâhib olduğu gibi, rüyâ âleminde de meşgûliyyetlerden ve alâkalardan sıyrılınca, gayba dâir bir çok şeylere vâkıf olur. [(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbının 88. sahîfesindeki, 3. cild, 31. mektûb ile, 480. sahîfedeki, 2. cild 60. mektûbu okuyunuz!] İnsanlarda ma’nevî yakınlık ve uzaklığa göre gaybî şeylere kavuşma istidâtı farklıdır. Bu isti’dâdın bir kısmı herkesin tabi’atında bulunup rüyâ âleminde ortaya çıkar. Bir kısmı ise, Evliyâya mahsûs olup, onlar rüyâ hâlinin dışında da, uyanık iken de keşf ve ilhâm yoluyla, alâkalı bazı şeylere vâkıf ve muttali’ olurlar.

Peygamberlerde “salevâtullahi aleyhim ecma’în” âlemi gayba ulaşma istidâdı en yüksek derecededir. Onların mubârek rûhları latîf bedenlerinde bulunan zâhirî ve bâtınî kuvvetler ile his ve müşâhede olunan şeylerden ve diğer bedenî meşgûliyyetlerin hepsinden alâkayı kesmişlerdir. Bu sebeple bir ânda beşeriyyet dâiresinden çıkıp, rûhânî varlıkların en yüksek derecesi olan melekiyyet-i mahzâ mertebesine yükselirler.

Böylece ervâh-ı ılliyyîn ve melâike-i mukarrebînden bir rûh-ı a’zam ve melek-i mu’azzam olur. Bu esnâda gayb âleminde gizli olan esrâr-ı ilâhiyyeyi bilinmeyen ve Peygamberlerin zâtlarına mahsûs bir idrâk ve şühûd ile müşâhede ederler ve husûsî vaktlerde vahy-i ilâhîyi alırlar. Sonra yine melekiyyetden beşeriyyet hâline dönerler. His ve hayâl dâiresini şereflendirdiklerinde [his, hayâl ve madde âlemine döndüklerinde], melekleri beşer sûretinde de görürler. Allahü teâlâ tarafından kendilerine vahy olunan kelâm-ı ilâhîyi vahy meleğinden alırlar.

Peygamberlerin bu yüksek hâlleri, diğer insanların rüyâ âleminde gördükleri hâlden son derece yüksekdir. Bununla berâber nübüvvet ile rüyâ arasında gaybdan feyz alma bakımından kısmen bir münâsebet ve benzerlik vardır. Resûl-i ekrem “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nübüvvet ile rüyânın münâsebetini ve aralarındaki farkı ümmeti ve Eshâbına bildirmek maksadıyla, “Rü’yâ, nübüvvetin kırkaltı cüz’ünden bir cüz’dür” buyurdu. Diğer bir rivâyetde rüyâ, nübüvvetin 43 cüz’ünden ve bir rivâyetde ise, 70 cüz’ünden bir cüz’dür diye hadîs kitâblarında bildirilmişdir. Bu rivâyetlerin hepsinde nübüvvetin cüz’lerinin bildirilen sayıya tahsîs edilmesi, asl maksad değildir. Bilâkis nübüvvet ve risâlete âid olan yüksek mertebelerin çokluğunu ve rüyâ ile nübüvvetin birbirinden temâmen farklı olduğunu bildirmek kasd edilmişdir. Zîrâ bu hadîs-i şerîfin bazı isnâdlarında nakl edildiği üzere, arabîde yetmiş ma’nâsına gelen “Seb’în” kelimesi arablar arasında çokluğu bildirmek için kullanılagelmişdir.

Ma’lûm olduğu üzere, insanların nefs ve rûhları gayba âid şeyleri bilmeye isti’dâdı olup, her şahısda bu isti’dâd vardır. Ancak her şahsın almaya elverişli olduğu ilmî ve amelî kemâllerin, kendisi için bilfi’l hâsıl olmasına çok manîler vardır. Bu engellerin en büyüğü insanın bedeninde bulunan beş duyudur. Bunların her biri ile insan, hâricde bulunan his olunabilecek şeyleri his ve idrâk ile meşgûl olur. İlgilendiği bu şeyler, his ve hayâl perdesi arkasında bulunan âlem-i ma’nâyı ve rûhânî sûretleri görmesine engel olur. Bu sebeble Allahü teâlâ insan tabi’atında uyuma hâlini yaratarak, rûh aynasından his perdesini kaldırıp, gayb âlemine bir kapı açmıştır. İnsanın rûhu rü’yâ âleminde o kapıdan manâ âlemine girip ve gayb levhâsında bulunan gayba âid sûretlerden arzûladığı bazı şeylere vâkıf olur. Böylece insan rûhu bazen rüyâ âleminde bedene âit alâka ve meşgûliyyetlerden kurtulup, bir lahzâ âlem-i gayba nazar ederek maksadına kavuşur.

Uyku ile insandan his ve şu’ûr gidip, his organlarının iş görmez hâle gelmesinin sebebi şudur: İnsanı diğer hayvanlardan ayıran nefs-i nâtıkası cism ve cismânî değildir. Bilâkis o, ervâh-ı melekiyye gibi gözden gizli ve fakat eserleri bedende görülen rûhânî bir varlık ve nûrânî bir cevherdir. Bulunduğu bedeni sevk ve idâre eder. İnsan bedeninin zâhir ve bâtınında onun emri ve hükmü geçer. İnsan nefs-i nâtıkası ile diğer hayvanlardan ayrıldığı gibi, nefs-i nâtıka da ervâh-ı melekiyye ve diğer rûhânî varlıklardan bedene bağlanmasıyla ayrılır. Kendisinde meydâna gelen ilim, kemâl ve diğer işler, bedende bulunan zâhirî ve bâtınî duyuları kullanmakla hâsıl olur. Fakat insan nefsi, ervâh-ı melekiyye gibi latîf ve rûhânî bir cevherdir. Beden de kesîf ve zulmânîdir. Bu sebeple aralarında çok uzak bir münâsebet ve tam bir zıdlık vardır. Latîf şeyin latîf şeye tesîri hikmete uygun ve latîf şeyin kesîfe [cisme] te’sîri ise âdet-i ilâhiyyeye muhâlifdir. Bundan dolayı nefs-i nâtıkanın elverişli olduğu ilm ve kemâli elde etmesi ve işlerini yapması, böylece kendini kemâle erdirmesi için, Allahü teâlâ ahlât-ı erbe’ânın [kan, balgam, safra, sevda] en latîfinden ve bilhâssa hâlis kandan yaratılmış ve tabîblerin lisanında hayvânî rûh diye bilinen latîf buharı, insanda yaratıp, nefsin işlerini yapmaya vâsıta kılarak, hikmet ve kudretine delîl eyledi.

Tabîblerin reîsi Calinos’dan ve diğer meşhûr tabîblerden nakl edilerek, teşrîh kitâblarında yazıldığı gibi, insan bedeninde bulunan a’zâların reîsi ve en şereflisi kalbdir [yürekdir]. Kalb [yürek], çam ağacı kozası gibi mahrûti [koni] şeklinde bir uzuvdur. Sivri tarafı göğsün aşağısında sol tarafa meylli, yassı tarafı ise göğsün ortasına yaklaşmış şekldedir. Kalb [yürek], 4 gözlüdür. [Üst tarafdaki 2 göze kulakcık, altdaki gözlere karıncık denir. Kulakcıkların kendi aralarında ve karıncıkların kendi aralarında geçit yokdur. Sağ kulakcıkdan sağ karıncığa, sol kulakcıkdan sol karıncığa geçit vardır. Kalbin [yüreğin] sol tarafında temiz kan, sağ tarafında kirli kan bulunur. Sağ karıncıkdaki kirli kan; akciğer atar damarları ile, akciğerlere gider. Orada karbondioksidini bırakır. Solunum yolu ile alınan havadaki oksijen ile yüklenen bu kan, akciğer toplar damarları ile, yüreğin sol kulakcığına gelir. Oradan sol karıncığa geçer. Sol karıncıkdaki temiz kan, Aort atar damarı ile bütün vücûda yayılır. Kapiller [kılcal damarlar] ile her canlı hücreye ulaşır. Hücrelerde yanma olayı olur. Oksijeni bırakıp, karbondioksit ile yüklenen bu kan, toplar damarlar ile, yüreğin sağ kulakcığına gelir. Bu dolaşım hareketi dimâg [beyin] tarafından kontrol edilir.]

Yukarıda yapılan açıklamalardan anlaşılacağına göre, nefs-i nâtıkadan sudûr ve zuhûr eden ilmî ve amelî kemâller, bedenin bütün işleri kalbde bulunan hayvânî rûh vâsıtasıyla hâsıl olur. [Hayvânî rûhun yeri göğüsdür. İstekli işleri yaptıran bu rûhtur.] Rûh-ı hayvânî, bedenin eczâsının en latîfi ve en şereflisi olduğundan, nefs-i nâtıkaya latîflik bakımından kısmen münâsebeti ve uygunluğu vardır. İşte bu nefs cevherinden meydâna gelen işlere hayvânî rûh âlet olmaktadır. Bu sebeble hayvânî rûhun bu işe liyâkatı açık olup, zâhirî ve bâtınî uzuvlarda nefsin eserleri ve işleri onun vâsıtasıyla meydâna gelmekdedir.

Yine dahâ önce bahsedildiği gibi insanın ilim ve idrâkı iki şeklde meydâna gelir. Birincisi, bedenin zâhirinde bulunan işitme ve görme gibi duyu organları vâsıtasıyla bilmekdir. İkincisi, dimâgda bulunan kuvve-i vâhime ve kuvve-i mütehayyile gibi bâtınî kuvvetlerle elde etdiği idrâkdir. İşte bu iki şekldeki his ve idrâk, nefs-i nâtıkanın âlem-i gaybda bulunan rûhânî varlıkları ve yaratılışdan elverişli olduğu gayba âid bilgilerin sûretlerini görmesine mâni’ olmuşdur. Yine 5 duyunun herbiri, duyu organlarından birinde bulunur. Görme gözde, işitme kulakda, koklama burunda, tad alma dilde ve dokunma duyusu tenin cüz’lerinin çoğunda bulunur. Bu sebeble nefs-i nâtıka bu beş duyu organlarını ve kuvvetlerini idrâk olunan şeylerde kullanınca, bu duyulara yorgunluk, gevşeklik ve sıkılma hâli meydâna gelir. Çok çalışmak ile de hayvânî rûh bedene yayıldığından, his kuvvetlerinde za’îflik, gevşeklik ve azalma meydâna gelince, Allahü teâlâ insanın his kuvvetlerine râhatlık vermek için, insan nefsinde uyuma hâlini yarattı. İnsan gece ve gündüz uyku ile duyu organlarını dinlendirir. Çok çalışma sebebiyle meydâna gelen yorgunluğu böyle giderir.

Böylece kazanacağı ilim ve kemâl ve diğer işler için yeniden tam bir güç kazanır. Duyu organlarının dinlenmesi ve râhatı ancak kalbin merkezinden dimâga ve diğer uzuvlara giden latîf buhârın zâhirden bâtına dönmesiyle hâsıl olur. Bu dinlenme, bilhâssa güneşin batması ve sıcaklığın gitmesiyle, geceleyin, insanın bedenine dokunan soğukluğun yardımıyla olur. Bu durumda insanın tabi’atı, gecenin soğukluğunu hissederek, vücûddaki tabi’î sıcaklık tenin derinliklerine yönelir ve zâhirden bâtına dönerek nefs-i nâtıkanın kemâl elde etmesinde bineği durumunda olan hayvânî rûhu bedenin dışından içine sevk eder. Bu sebeble insanın uykusu ekseriyyetle geceleyin olur.

Latîf bir buhâr gibi olan [madde olmıyan] hayvânî rûh, dışdan, bedenin içinde bulunan bâtınî kuvvetlere dönünce, nefs-i nâtıkanın duyu organları vâsıtasıyla meydâna gelen alâkaları ve mâni’leri gayb olur ve çalışmasında azalma meydâna gelir. Bu sebeble, dimâg kuvvetlerinden hâfıza kuvvetinde bulunan his organlarıyla elde edilmiş olan sûretlere baş vurur. Mutehayyile kuvveti de o sûretleri birleşdirir veyâ birbirinden ayırarak, hayâl bir terkîb meydâna getirir. Meydâna gelen bu terkîbin sûreti, nefsin yakın zemânda görüp, uyanık iken bildiği ve tanıdığı şeyler cinsinden olur. Sonra duyu organlarıyla his olunan şeylerin dimâgda toplandığı yer olan hissî müşterek kuvvetine, o sûretleri indirir ve duyu organlarıyla hâricde hissedildiği şeklde görür. İnsanın rûhu bazen uykuda duyu organlarıyla meydâna gelen meşgûliyyetlerden kurtulduğu gibi, dimâg kuvvetleriyle hayâl etdiği hayâlî sûretlerden de kurtulur. Sonra insanın rûhu, bir ân ma’nevî bir görme ile levh-i gaybdan kendi aynasına aks eden gayba âid bilgileri de görür. Bundan sonra insan rûhu vâsıtasız bizzat Hak teâlâ tarafından aldığı gayba âid bilgileri, kuvve-i mutehayyileye ulaştırır. Kuvve-i mutehayyile de o manâları yâ aynen tasvîr eder, yâhud münâsib bir kalıba dökerek hayâl eder. Eğer alınan ma’nânın aynısını tasvîr edemeyip, ona yakın bir şekilde tasvîr ederse, o rüyâ tabîre muhtâc olur. Bazen da nefs-i nâtıka beşerî alâkalardan kendini kurtarıp, bir ân âlem-i ervâha ulaşamaz ve kendi aynasına aks eden gaybî sûretleri göremez. Bilâkis, duyu organları vâsıtasıyla uyanık iken dışarıdan içeriye gelen ve hâfıza kuvvetinde bulunan his yoluyla elde edilen sûretlerde, mutehayyile kuvveti birleşdirme ve ayırma ile tasarrufta bulunur. Böyle görülen rü’yâlar doğru değildir. Bunlar edgâs-ı ahlâm yanî karışık rü’yâlardır.

Rü’yâların yukarıda bildirildiği gibi 3 çeşid olduğunu, Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” rivâyet olunan sahîh hadîs-i şerîf de te’yîd eder. Zîrâ Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yânın 3 şekilde olduğunu bildirmişdir. Biri bizzat Allahü teâlâdan, biri melek vâsıtasıyla, biri de şeytânın aldatmasıyladır.

İnsan rûhunun gaybdan, vâsıtasız, doğrudan alıp, mutehayyilenin de aynen tasvîr etdiği rü’yâlar, Allahü teâlâ tarafından olup, rûh levhâsına aks ederler. Bu rü’yâlar ta’bîre muhtâc olmayıp, aynen meydâna gelir.

Rûhun levh-i gaybdan aldığı, fakat mutehayyile ve hâfıza kuvvetinde bulunan manâları birleştirmek ve ayırmak sûretiyle, tasarrufda bulunarak gördüğü rü’yâlar şeytândandır ve yalandır. Çünki böyle rü’yâlar fâsid vehmler ve asılsız hayâllerdir. Şeytân nefse dâimâ bâtıl şeyler telkîn etdiğinden, bu rü’yâlara şeytândandır denmişdir.

Rü’yâ, insana mahsûs ve insanın tabi’atında bulunan bir hâldir. Her insanda bu hâl bulunur. Hattâ uykuda öyle rü’yâlar görür ki, insan uyanık iken bunları görünce, uyku sırasında kendisine gayba âid bir şey gösterilmiş olduğunu anlar. Çünki uykuda rûhun gayba vâkıf olması mümkün olunca, uyku dışında da başka bir yol ile gayba âid şeylere ulaşması mümkündir. Zîrâ uyku ve uyanıklık sırasında gaybı idrâk eden aynı rûhdur. İnsanda yaratılışdan mevcûd olan tabi’î özelliği ve isti’dâdı devâmlıdır ve her zamân bulunur.

Âlem-i menâmda müşâhede olunan [Uyku âleminde görülen] rüyâlar, insanın irâde ve gücüyle meydâna gelmez. Bilâkis insan rûhu kendisinin veyâ başka bir şeyin ahvâlini bilmek için gayb tarafına yönelip, oradan bir şeyi bekleyince, Allahü teâlânın lütfu ve yardımıyla, o şeyin hakîkatı gaybdan rûh aynasına aks edip, görünür. Yoksa insan rûhu istediği zemân istediği şeyi rü’yâda göremez.

Âlimler, rüyâ tabîrine dâir çok kitâb yazmışlardır. Bunlardan bazısı, İbni Dekkâkın (Fevâid-ül ferâid) adlı kitâbı gibi muhtasar ve İmâm-ı Hanbelî hazretlerinin (Şerh-ul-bedr-il-münîr) eseri gibi orta büyüklük- de ve Ebus-Sehl el-Mesîhî ile Mevlânâ Muhammed Kutbuddîn İznikî hazretlerinin eserleri gibi genişdir. Âlimler, Kutbuddîn İznikî hazretlerinin ilm, fazîlet, zühd ve vera’ sâhibi, eşine az rastlanan, kıymetli bir zât ve zâhirî ilmlerde ve tesavvufda zemânının en büyük âlimi olduğunu bildirmişlerdir. [821 [m. 1418]de İznik’de vefât etdi. Hanefî fıkh âlimi ve tasavvuf büyüklerindendir. Tîmûr hân kendisine çok saygı göstermişdir. Türkçe (Râhat-ül-kulûb) ve (Mukaddime-tüs-salât) kitâbları vardır. Oğlu Muhammed İznîki 885 [m. 1480]de Edirnede vefât etdi. (Mürşid-ül-müteehhi- lîn) ve (Mızraklı ilmihâl)i yazmışdır.]

Âlimler, Selef-i sâlihînden Muhammed bin Sîrîn hazretlerinin “rahmetullahi aleyh” rüyâ tabîri ilminde çok yüksek dereceye ulaşdığında sözbirliği etmişlerdir. Onun ta’bîrnâmesi bütün dünyâda mu’teber ve meşhûrdur. [Ebû Bekr Muhammed bin Sîrîn, tâbi’îndendir. Basralıdır. 33 senesinde tevellüd, 110 [m. 729]da vefât etdi. Hadîs âlimi ve rüyâ tabîrcisi idi.]

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler