14. BÖLÜM
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin bazı rüyâları ve Evliyânın “rahmetullahi aleyhim” sözlerinden naklettikleri.
Buyurdular ki: Defalarca, Habîb-i Hüdâ’nın “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâreti şerefine kavuştum. Yanî, rüyâda görmekle şereflendim. Hâlimde çok inâyetler gördüm. Bütün bunlar, o hazretin “sallallahü aleyhi ve sellem” saâdetli ziyâretinde hâsıl oldu. File binmişlerdi. Ondan inip, “Geliniz şânlarımızı birleştirelim” buyurdular. Bu rüyânın tabîri hiç hâtıra gelmiyor.
Buyurdular ki: Bir kere Server-i kâinâtın “aleyhi efdalüssalâtü vettehıyyât” cihânı süsleyen cemâliyle müşerref oldum. O hazret ile o kadar çok yakındık ki, Mübârek nefesi bana geliyordu. Bu esnâda susamış idim. Serhendli pîrzâdeler de oradaydılar. O hazret onlardan birine su getirmesini emretti. Bu fakîr: Yâ Resûlallah! Onlar benim pîrzâdelerimdir diye arz ettim. Buyurdular ki: “Onlar bizim emrimize uyarlar, buyurdu. Sonra pîrzâdelerden biri suyu getirdi. Ben kanıncaya kadar içtim. Sonra, yâ Resûlallah! Zât-ı âliniz, hazret-i Müceddid-i elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz, diye arz ettim. Buyurdular ki: “Onun gibi ümmetim arasında başka kim vardır”. Yine yâ Resûlallah! Onun Mektûbâtı mubârek nazarlarınızdan geçmiş midir, diye arz etdim. “Eğer birşey hâtırınızda ise okuyunuz” buyurdular. Bu fakîr de: “Allahü teâlâ verâü’l-verâdır. Sonra verâü’l-verâdır” ibâresini okudum. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” çok memnûn oldular. Bundan çok hoşlandılar. Yine okuyunuz buyurdular. Tekrâr aynı ibâreyi arz ettim. Dahâ güzel buldular. Bu hâl uzayıp gitti. Sabâhleyin o azîzlerden biri geldi. “Bu gece rüyâmda sizin güzel bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyâ nedir dedi. Fakîr bu rüyâmı ona anlattım. Çok hayret etti.
Buyurdular ki: O hazretin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübârek nefesinden ve sohbetinden kendimi baştan başa nûr içinde buldum. Uyanık iken olan hâllerden dahâ güzel olan bu rüyânın tesîriyle, birkaç gün hiç susuzluk hissetmedim ve bir şeye arzûm olmadı.
Buyurdular ki: Rüyâmda geniş bir sahrâ gördüm. Pek çok Evliyâ orada murâkabe halkasında idiler. Halkanın ortasında hazret-i Hâce Nakşibend iki dizi üzerine ve Seyyidüttâife hazret-i Cüneyd dizlerini dikip elleriyle bağlayarak oturmuştu. Seyyidüttâifenin üzerinde, mâsivâdan geçme ve fenâ hâlleri görünüyordu. Herkes oradan kalktı. Nereye gidiyorlar diye sordum. Birisi, emîrü’l-mü’minin Alî Murtezâ’yı “radıyallahü anh” karşılamaya gidiyoruz, dedi. Sonra, hazret-i Emîrü’l-mü’minîn teşrîf buyurdular. O sırada berâberinde kilime bürünmüş başı açık, ayağı yalın, saçı birbirine karışmış bir şahıs göründü. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” tam bir tevâzu ve hurmetle o şahsın elini eliyle tuttu. O esnâda, bu kimdir, dedim. Oradakilerden biri, Tâbi’înin en üstünü Üveys-i Karnî’dir, dedi. Orada son derece nûrânî berrâk bir oda peydâ oldu. Bütün azîzler (orada bulunan büyükler) o odaya girdiler. Nereye gittiler, dedim. Birisi, bugün hazret-i Gavsü’s-sakaleynin vefât yıldönümüdür. Hazret-i Alî “radıyallahü teâlâ anh” bu yıldönümü sebebiyle teşrîf ettiler.
Buyurdular ki: Bâtın nisbetinde, fenâ ve yokluğun zuhûr ettiğini görünce ve sâlik, kendinden geçme ve istiğrâk hâli ile vasıflanınca, kendini rüyâda ölü olarak görür. Başkalarının farkına varmamak ve şuûrsuzluk onun ayrılmaz vasfı olur. Fakîre, hazret-i Seyyid’in “radıyallahü teâlâ anh” teveccühleriyle, fenâ-i kalb hâsıl olduğu, mâsivâya alâkaların kesildiği, gönülden hevânın kaybolduğu günlerde, rüyâda başımın vücûdumdan ayrıldığını gördüm. Fakat dilim ile kelime-i tayyîbeyi söylüyordum.
Yine rüyâmda şöyle gördüm. Güyâ ölmüşüm. İnsanlar techîz ve tekfînimi yapıyorlardı. Sonra cenâze namâzımı kılıp, hazret-i Hâce Kutbüddîn “rahmetullahi aleyh” mezârı tarafına defin için götürdüler. Cenâzemi kabre koyup, kabrime toprak atıncaya kadar rûhum da onlarla berâber idi. Ben bir duvârın başına oturmuşum. Münker ve Nekr melekleri, hadîs-i şerîfde bildirildiği şekilde gelip, dişlerini kabre vurup, kabre girdiler. O sırada rûhumun bedenimle irtibâtı peydâ oldu. Melekler suâl-cevâptan sonra gittiler. Ben kabrimde son derece râhat olarak uykuya daldım.
Yine şöyle bir rüyâ gördüm. Bu dünyâdan çıkmışım. İnsanlar techîz ve tekfînden sonra, cenâzeyi kaldırmak istediler. Cenâze ansızın havâda uçup gitti. İnsanlar cenâzemin peşinden gidiyorlar. Benim rûhum da onlarla berâber gidiyordu. O esnâda kendime âit bir rubâi aklıma geldi. Rubâi:
Gözün ve kulağın teşvîşini izhâr etme,
Hoşluk ve şamata sermâyesi olma.
Kendi ayağınla kabir başına gitmeli,
Ey cevheri pâk olan! Omuzu yüklü olma.
Buyurdular ki: Cenâb-ı Emîrü’l-mü’minîn ve nisbet-i aliyye-i Nakşibendiyyenin baş kaynağı olan hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’a “radıyallahü anh” aşırı muhabbetimden dolayı, insanlık îcâbı, bâtınî nisbetimde bir perdeleme olduğunda, bizzat o hazrete mürâcaat ederim. Onların iltifâtiyle bende hâsıl olan bulanıklık gitmektedir. Bir kere onları medh eden bir kasîde söylemiştim. Fakîrin hâline çok inâyet edip, tevâzu ile, (Biz bu medhlere lâyık değiliz) buyurdular.
Buyurdular ki: Bizim nisbetimiz Cenâb-ı Emîrü’l-mü’minîn hazret-i Alî Mürtezâ’ya “kerremallahü vecheh” ulaşır. Fakîrin, o cenâba özel niyâzım vardır. Bedenî bir râhatsızlığım olduğunda, o hazrete teveccüh ediyorum. Şifâ sebebi hâsıl oluyor. Bir kere ona bir kasîde arz eyledim. Onun matla’ı şöyleydi:
Âgâhlık gözünün ışığı Emîrü’l-mü’minîn Haydâr,
Yedullahın parmağının ıslaklığı Emîrü’l-mü’minîn Haydâr.
O hazret, bu kasîde sebebiyle iltifât etdi.
Buyurdular ki: Mubârek Ehl-i beyt imâmlarına “radıyallahü anhüm” sevgi, îmâna sebeb olur. Tasdîk ve yakînin devâmının sermâyesidir. Bu büyüklere “radıyallahü anhüm” muhabbetten başka hiçbir amel kurtuluş vesîlemiz değildir. Sonra şu şiiri okudular.
Şiir:
Bizim mazharımız bir ta’ât yapmadan toprağa gitti,
Kendi kurtuluşunu bu türâbın sevgisine bıraktı.
Buyurdular ki: Hazret-i Müceddidin “radıyallahü teâlâ anh” marifetleri, ona âit ince bilgiler, kitâp ve sünnete uygundur. İtirâz olan yerlerde kendileri bizzat cevâp vermiştir. Bu cevâplar ehl-i insâf yanında kâfîdir. Evliyânın söylediği ve ehl-i zâhirin itirâz ettiği birçok sözün manâsı tevîlsiz olmuyor. Böyle sözlerde hâlin galebe çalmasından veyâ lafızlar kastedilen manâya yardımcı olmadığından ve manâyı ifâde etmediğindendir. Yâhud emr-i ilâhî veyâ emr-i ilâhîyi izhâr etmekten dolayı böyle söylenmiştir diye yapılan tevîl, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kelâmlarında da geçerlidir.
Şeyh Abdülhak Muhaddis “rahmetullahi aleyh” başlangıçda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, bazı marifetlerine, yanî bildirildiği ince bilgilere itirâzlar yazmış, fakat sonunda bu itirâzlardan ictinâb etmişdir. Hazret-i Hâce Bâkî Billah’ın “rahmetullahi aleyh” halîfesi Hâce Hüsâmeddîn’e şöyle yazmışdır: (Bu günlerde fakîrin Meyân Şeyh Ahmed’in “sellemehullah” zâtına olan gönül saflığım haddinden fazladır. Tarîkata riâyet, insâf ve aklın hükmü bir tarafa, Meyân hakkında insanlık ve yaratılıştan olan perde kalmamıştır. Zâten böyle büyükler hakkında böyle şeyler olmamalı. Zevk, vicdân ve hâlin galebesi yoluyla içime öyle bir şey düştü ki, dil onu ifâde edemez. Kalbleri ve hâlleri çeviren Allahü teâlâyı tesbîh ederim. Zâhire bakanlar uzak görseler de, durum nedir ve hangi minvâl üzeredir bilmiyorum.)
Bu satırları yazan fakîr (Abdullah-ı Dehlevî “kuddise sirruh”) derim ki: Abdülhak Dehlevî’nin, beşeriyyet îcâbı perdeler aslâ kalmamıştır sözünden, itirâzların, hakkı izhârdan ve insâfdan dolayı değil, nefsâniyetten kaynaklandığı anlaşılmaktadır. O hâlde düşünmeden ve tahkîk yapmadan, yanî araştırıp, incelemeden itirâz edenlerin durumları da böyledir. Eğer İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sözlerine insâf nazarı ile bakılırsa, hiç itirâz olmaz.
Hazret-i Şeyh Abdülhak Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, itirâzlarını yazdığı risâlesinin sonunda şöyle yazmıştır: (Fakîr, sizin bütün bu marifetleri ve makâmları yazmanız, Allahü teâlâ tarafından mı yoksa kendiliğinden söylediği sözler mi olduğu hakkında gayb âlemine teveccüh ettim. Bunun üzerine (Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir.) meâlindeki âyet-i kerîme kalbime ilhâm edildi.
Bu âyet-i kerîme Fir’avn ve Fir’avn’ın adamları hakkında şüphenin giderilmesi ve Mûsâ aleyhisselâmın haklılığını isbât hakkında nâzil olduğu açıktır. O hâlde hazret-i Şeyh’in “rahmetullahi aleyh” inkârından vazgeçmesi ve bu âyet-i kerîmenin bâtın-ı şerîfine konması itirâzların giderilmesi konusunda iki delîldir.
Buyurdular ki: Pâdişâhtan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine sıkıntı ulaşması, onun Enbiyây-ı kirâma “aleyhimüsselâm” mütebâ’atlarının kemâline delîldir. Yûsüf aleyhisselâm zindanda itikâf yaptılar. Seyyidü’l- mürselîn “aleyhi efdalüssalât” mihsâbda inzivâ buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sevenleri, itirâzları ve şüpheleri giderme husûsunda risâleler yazmışlardır. Şüphelerin giderilmesi husûsunda en iyi risâle Mirzâ Muhammed Beg Bedahşî’nin risâlesidir. O bu eserini Mekke-i mükerremede yazmıştır. Dört hak mezhebin müftîlerine mühürletmişdir. [(Atıyyetü’l-vehhâb) risâlesidir.]
Buyurdular ki: Feyz-i ilâhî sonsuzdur. Her Evliyânın isti’dâdına göre zuhûr etmektedir. Allahü teâlâ sonra gelen büyüklere hikmet-i bâligâsı, yanî yüce hikmeti sebebiyle, bir takım kemâlât ihsân etmiştir ki, öncekilerden bu ilimler ve feyzler bildirilmemiştir. Enbiyânın “aleyhimüsselâm” birbirine üstünlüğü vardır. Evliyâ için de birinin diğerine üstünlüğü vardır. Hazret-i Müceddidin mümtâz olduğu makâmlar, tarîkatından istifâde edenler, o derecelere ve makâmlara ulaştıklarından, o ilimleri ve keyfiyetleri ikrâr ettiklerinden dolayı, o makâmda artık şüphe kalmamıştır. Çünki haber-i mütevâtir sıdk ve yakîni ifâde eder. O makâmlara ulaşmayan kimsenin, bunları uzak görmesi, kendi cehlinden olup, ma’zûrdur. Hârikulâde hâllerin zuhûru şart değildir. Eshâb-ı kirâm “radıyallahü anhüm” hiçbir velînin ulaşamayacağı yüksek derecelere sâhib olmakla berâber, kendilerinden hârikulâde hâller, şevk, zevk ve istiğrâk hâlleri çok görülmemiştir.
Bir şahıs, Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerine, size göre hazret-i Gavsü’s sakaleyn ve hazret-i Müceddid-i elf-i sânîden “radıyallahü anhümâ” hangisi dahâ üstündür diye sordu. Buyurdular ki: Her ikisi de, mürşidimdir. Her ikisi de fakîre rahmet-i ilâhî bulutundan yağmur yağdırmıştır. Benim susuzluğumun gitmesi için onlardan biri de kâfîdir. Ancak yüksekliğe hangisi dahâ yakındır, bilmiyorum.
Buyurdular ki: Hazret-i Seyyid Nûr Muhammed Bedevânî hazretlerinin pîri hazret-i Hâfız Muhammed Muhsîn, istifâde için hazret-i Şeyh Muhammed Ma’sûm’un “rahmetullahi aleyh” huzûruna gitti. Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdular ki, sizin büyükleriniz bizim büyüklerimizi inkâr ederler. Siz, inkâra mı ikrâra mı geldiniz. İnkârdan dolayı, özür dilemek için cevâbını verdi. Sonra onların sohbetlerine devâm edip, kemâl derecesine ve başkalarını kemâle erdirme derecesine kavuştu.
Bu satırları yazan fakîr (Abdullah-ı Dehlevî hazretleri) derim ki: Hazret-i Müceddid’in “radıyallahü anh” torunlarından âlim ve çok amel sâhibi olan hazret-i Şeyh Muhammed Ferrûh hacca gittiler. Seyyid Muhammed Berzencî, hazret-i Müceddidi inkâr husûsunda pek şiddetli idi. Bu zât Medîne-i münevverede bulunuyordu. Mekke-i mükerremeye gidip, Şeyh Muhammed Ferrûh’u ilzâm için, ilmî münâzaralara girip, susturmak istedi. Şeyh Muhammed Ferrûh hazretleri şöyle duâ etdi: Allahım ben arab değilim, o ise arabdır. Sonra harem-i mubârekde mücâdele münâsib değildir. Beni onun sıkıntısından muhâfaza eyle. Allahü teâlâ onun duâsını kabûl etti. Seyyid Muhammed Berzencî şiddetli hastalandı. Şeyh Muhammed Ferrûh hazretleri Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” kabr-i saâdetini ziyâretle müşerref olup, Hindistân’a dönmek üzere bir gemiye bindi. Seyyid Muhammed Berzencî iyileşince, bir kayığa binip, gemiye gitti. Ona yetişip, gemide hazret-i Müceddidin ma’rifetleri hakkında münâzara ve mübâhese etmek istiyordu. Bu esnâda Şeyh Muhammed Ferrûh hazretleri: Allahım! Dilediğin şeyle beni ondan koru diye duâ etti. Bunun üzerine Seyyid Muhammed Berzencî’nin bindiği kayık battı. Evliyâyı münkîr olan, lâyık olduğu şeye kavuştu.
Buyurdular ki: Hazret-i Şeyh Abdül Ehad, kendi babasından ve amcasından istifâde etmişti. İki büyüğün nisbetini birbirine müsâvî görürdü “rahmetullahi aleyhim”. Nisbet-i Sa’îdî ve nisbet-i Ma’sûmiyye arasında fark görmezdi.
Buyurdular ki: Bana göre bu iki büyük müsâvîdir. Tıbkı imâmeye bitişik iki tesbîh tânesi gibi. Fakat Allahü teâlâ, bu iki büyüğün nisbetleriyle bize bir imtiyâz bahşetmiştir. Nisbet-i Sa’îdîde hillet (dostluk) makâmına uygun olan izmihlâl (yok olma) ve bîhodluk çoktur. Nisbet-i Ma’sûmîde ise, mahbûbiyyet makâmına münâsib olan safâ ve parlaklık sayısızdır. Nübüvvet kemâlâtında ve diğer makâmlarda nisbet-i Sa’îdiyyenin kuvveti fazladır. Vilâyet husûsunda ise nisbet-i Ma’sûmiyye dahâ kuvvetlidir. Bu iki sâhibzâdenin dışında başka kimse, hazret-i Müceddide mahsûs makâmlarla müşerref olmamıştır “rahmetullahi aleyhimâ”.
Buyurdular ki: Tâliblere ilk tevbeyi telkîn etdiğim zamân, tevbe-i nasûh husûsunda ısrâr ve mübâlağa gösterirdim. Bir gece pîrim hazret-i Şeyhi “radıyallahü teâlâ anh” rüyâmda gördüm. Fakîrin hâline inâyet buyurdular. Orada çok konuşan biri vardı. Ona da teveccüh buyurdular. Onda şaşkınlık hâli görüldü. Kalkıp, çalgısını kırdı. Dîne uymayan hâlinden tevbe etti.
Buyurdular ki: Tevbe usûlü şöyledir: Bâtın nisbeti tâlibe gâlib gelince kendini gösteriyor. O tevbede ısrâr etdiğim günden beri tevbe-i nasûhta ısrârdan vazgeçtim. Çünki kısaca tevbe kâfîdir. Tevbe-i nasûh zamânı gelince hâsıl olmaktadır.
Buyurdular ki: Âlimlerden bir cemâat fakîre, Nakşibendiyyenin diğer tarîkatlara ne üstünlüğü var da, onu tercîh ettiniz diye sordular. Şöyle cevâp verdim. Bu yol Kitâp ve sünnete uygundur. Bu kat’îdir. Kat’î olan şeye uygun olan şey de kat’îdir. Bu tarîkattaki vazîfeleri devâmlı yapmaktan sünnete uymak hâsıl olur. Şerî’ate (sünnete) uymak ile ise, bu tarîkatın nûrları artar. Bir kere iblîs, kuru melay sûretinde görünüp, bana şöyle dedi: Sizin mîzâcınızda aşk ve heyecân gâliptir. Tabîatınız âşikâne şiirlere rağbet etmektedir. Hâl böyleyken, simâ’a yer olmayan, keyfiyet (hâl) bulunmayan bir tarîkatı niçin tercîh ettiniz. Ona şöyle cevâp verdim. Akîde ve muhabbet, Allahü teâlânın yüce hikmetinin gereğidir. Bunun üzerine şöyle dedi. Bu durumda ortada bir mecbûrîlik var. O zamân onun inatcı suâlinden dolayı öfkelendim. Saçından tutup, başına elimle vurmak istedim. Lâkin o ânda kayboldu.
Buyurdular ki: Bir gece hazret-i Seyyidin pîri hazret-i Şeyh Seyfeddîn “rahmetullahi aleyhimâ” teheccüde kalktı. Bu sırada kulağına ney sesi geldi. Kendinden geçip düştü. Mubârek eline bir darbe geldi. Buyurdular ki: İnsanlar bize dertsiz diyorlar. Hâlbuki dertsiz onlardır. Çünki simâ’ın tesîrine sabır gösteriyorlar.
Buyurdular ki: Bu yolun büyüklerinden biri yolda gidiyordu. Bir simâ’ sesi kulağına geldi. Tahammül edemeyip, oturdu. Gönül harâretinin keskinliği baş kâsesini (başını) yardı. (Bu sebeble) simâ’ helâk edicidir. Bundan dolayı simâ’ harâm oldu.
Buyurdular ki: Hazret-i Seyyidin pîri hazret-i Şeyh Seyfeddînin dergâhında “rahmetullahi aleyhimâ” hergün 100 dervîş istifâde için toplanırlardı. Herbirinin isteğine göre yemek pişerdi. Bütün bu nimetlerle berâber, sâlikler yüksek makâmlara ulaşıyorlardı. Çünki bu tarîkat mürşidin himmet ve teveccühüdür. Bu tarîkat erbâbından biri yemeği azaltmak isteyince, pîri ona şöyle buyurdu: Bu tarîkatın feyzlerinin hâsıl olmasında böyle işlere ihtiyâç yoktur. Çünki bizim büyüklerimiz, işin esâsını vukûf-i kalbîye ve mürşidin sohbetine devâm üzerine binâ etmişler, kurmuşlardır. Zühd ve meşakkatli mücâhedelerin semeresi hârikulâde hâller ve tasarruflardır. Devâmlı zikir, teveccüh ilallah ve sünnet-i seniyyeye ittibânın netîcesi, nûrların ve bereketlerin çokluğudur. Zâhire bakan avâm hârikulâde hâllerin görülmesine itibâr eder. Ma’nâdan haberi olan havassın murâdı ise, kalbin tasfiyesi ve nisbet mâallahdır.
Buyurdular ki: Hazret-i Hâfız Sa’dullah’ın pîri Muhammed Sâdık hazretleri “rahmetullahi aleyhimâ”, hazret-i Gavsü’s-sakaleynin “radıyallahü teâlâ anh” yüksek evlâdından birini görmeye gitti. Fakat sâhibzâdelik düşüncesiyle, o gelince, ona hürmet için ayağa kalkmadı. Muhammed Sâdık hazretleri onun edebe riâyet etmemesinden dolayı nâhoş oldu. Ancak onun himmet etmesiyle Nakşibendiyye yolunu ondan almak ve iyi hâllere kavuşmak için kendisine ısrârlı bir şekilde talepte bulundu. Fakat akrabâları onun bu tarîkata dönmesini hoş karşılamadılar ve: Kendi yüksek babalarınızın yolunu bırakıp, başka bir yolu seçdiniz dediler. O da onlara şöyle cevâp verdi: Allahü teâlâya Kâdirî yolu ile de, Çeştî yolu ile de kavuşulur. Aradığımı nerede bulursam onu almak için koşarım.
Buyurdular ki: Bir keresinde edepsiz bir kadın, Şeyh Abdül Ehad hazretlerine münâsib olmayan şeyler söyledi. Sabretdiler. Gayret-i ilâhiyenin ondan intikâm için harekete geldiğini bildirdi. Orada bulunanlardan birine, onun başına bir tokat vurmasını emretdiler. O şahıs bundan çekindi. Edepsizlik eden kadın ise düşüp öldü. Emri yerine getirmekten çekinen şahsa, o kadının kanı (ölmesinin vebâli) senin boynundadır. Şâyet sen bizim emrimize uysaydın, o edepsiz can vermezdi. Selâmetde kalırdı. Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri bunu anlattıkdan sonra: Meşâyıhın emrini duraklamadan, beklemeden yerine getirmelidir. Zîrâ onların emrinde hikmetler gizlidir.
Buyurdular ki: Şeyh Abdül Ehad hazretlerinin halîfelerinden Şâh Gülşen “rahmetullahi aleyhimâ” son derece zühd ve riyâzet sâhibiydi. Bu, hazret-i Cüneyd’in “rahmetullahi aleyh” dergâhındaki sâliklerin gıbta edeceği derecede idi, denebilir.
Îşân (Şâh Gülşen) şöyle dedi: Bende yemek düşüncesi üç gün geçtikten sonra peydâ olurdu. Açlık şiddetlenince ağaçların yapraklarını, yâhud salatalık ve kavun-karpuz kabuklarından ne bulursa, onları temiz su içinde yıkayıp yerdi. 30 seneden beri omzunda taşıdığı eski bir kilimi vardı. Bir defasında orucunu açmak için şiddetli sıcakta, havuz suyu istedi. Birisi şöyle arz etti. Burada bir kuyu vardır. Suyu soğuk ve tatlıdır. Bunun üzerine: Biz bu kadar seneden beri bu mescidde kalıyoruz. Fakat burada bir kuyu bulunduğu aslâ hâtırıma gelmemiştir, buyurdu. Çok susadıklarında havuz suyundan içerdi.
Bir kere bir şahıs ona hediye olarak bir kese altın gönderdi. Hemen kalkıp, hac bize farz oldu buyurdu. Çok kısa bir müddet sonra döndü. Bir dilenci benden para istedi. Bir kese altını ona verdim. Haccın farziyeti benden düşdü, buyurdu.
Bir defasında zekât vermek istedi. Çünki, her farzın edâsında Allahü teâlâya husûsî yakınlık hâsıl olmaktadır. Ne zamân zekât nisâbı malı olsa maksadın (kurb-ı has) hâsıl olması için, hem zekâtı hem de nisâba ulaşan malı, Allah için fakîre verirdi. Zîrâ altın nisâbı nedir ki, dervîşlerin hazînesi bâbullahdır, yanî Allahü teâlânın kapısıdır.
Buyurdular ki: Medâriyye dervîşlerinden bir cemâat raks ediyorlar ve gürültü koparıyorlardı. Gönül gözüyle gören bir zâtın kalbinden: Bu bid’atcıların arasında kemâl ehlinden biri olacak diye geçti. Onlardan biri yaklaşıp şu beyti okudu.
Beyt:
Cihânın hâksarlarına hakâretle bakma,
Ne biliyorsun, belki bunlar arasında süvârî vardır.
Buyurdular ki: Hiç kimseyi inkâr etmemeli. O zemân hakîkatın ma’nâları zâhir olur.
Buyurdular ki: Nevvâb Mükerrem Hân “rahmetullahi aleyh”, Muhammed Ma’sûm hazretlerinden “rahmetullahi aleyh” istifâde edip, bâtınî kemâlâta kavuşmuş idi. Bir gün Sultân Alemgîr Muhammed Evrengzîb ona: Kaç yaşındasınız diye sordu. O da 4 yaşındayım. Büyük pîre hizmetim kadar yaşım var. Gerisi, vebâl-i âhıretdir (Âhıretde benim için sıkıntı ve zahmetdir).
Beyt:
Benim vakitlerim yâr ile geçen vakitlerdir,
Geri kalan fâidesiz ve gafletdir.
Buyurdular ki: Nevvâb Muhammed Hân’ın yemek ziyâfetinde çok tekellüfler bulunurdu. İsrâf derecesine ulaşırdı. Lâkin hazret-i Seyyid “radıyallahü teâlâ anh” bütün bu ihtiyât ve takvâlarına rağmen, bazen onun tekellüfle verdiği yemeği yerler ve şöyle buyururlardı: Onların bu yemeğinin bereketiyle bâtın nûrum o kadar artıyor ki, sanki yemek yememişim. Nevvâb Mükerrem Hân 2 rekat nemâz kılmış, hazret-i Îşân Muhammed Ma’sûm’a olan muhabbetinin çokluğundan ve her şeyine âit nisbet nûrlarının zuhûru sebebiyle kendisi nûr olmuştu.
Mesnevî:
Bâkır muhabbetten altın oluyor,
Acılar muhabbetten tatlı oluyor.
Sirkeler muhabbetten mey oluyor,
Diken muhabbetten gül oluyor.
Buyurdular ki: Îşân kendi pîrine: Sizin muhabbetiniz Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetine gâlib gelmektedir. Bu ise bende infi’âle (râhatsızlığa) sebep oluyor, diye yazdı. Kendisine cevâp olarak: Pîrin muhabbeti Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” muhabbetinin aynıdır. Pîrin bâtınında bulunan kemâlât-ı ilâhiyyeyi cezbe sebeb olur.
Beyt:
Akıl gözü şaşı olunca,
Önce ma’budun pîrindir.
Buyurdular ki: Nevvâb Mükerrem Hânın vefâtı sırasında teberrüken hazret-i Hâce-i Ahrâr’ın “kuddise sirruh” külâhı onun başına konuldu. Bunu firâset nûruyla anlayıp: (Onu alın! Yerine üstâdımın külâhını geçirin! Çünki, beni saâdetlere kavuşduran odur) dedi.
Buyurdular ki: Nakşibendiyyenin önceki büyüklerinin nisbetinin nûrları ile nisbet-i Ahmediyyenin nûrları arasında farklar vardır. Keyfiyetlerde de farklılıklar vardır. Pîr, kendinden istifâde edenlere iltifâtda bulunur. Bu teveccüh, pîrin pîrlerinkinden az zâhir olur. Çünki burada bedenlerinin yakınlığı sebebiyle aralarında kuvvetli bir berâberlik meydâna gelmekdedir.
Buyurdular ki: Bir gün hazret-i Şeyh, hazret-i Seyyid’in ve Nevvâb Mükerrem Hân’ın “rahmetullahi aleyhimâ” mezârlarını ziyârete gitti. İkisinin kabrleri aynı yerdedir. Her iki mezâra teveccühten sonra: Her iki büyüğün nisbeti aynı. Lâkin hazret-i Seyyidin fark ve verâ nisbeti, nûrâniyette ve parlaklıkta bambaşkadır.
Buyurdular ki: Hazret-i Şeyh Abdül Ehad’den “rahmetullahi aleyh” iki kimse tarîkat aldı. Biri Kâdirî tarîkatı, diğeri Nakşibendiyye tarîkatı. Hazret-i Şeyh Abdül Ehad “rahmetullahi aleyh” şöyle buyurdular: Hazret-i Gavsü’l a’zamın mubârek rûhu teşrîf edip, kendi hânedânına (tarîkatına) mürîd olan (şahsın) misâlî sûretini, hazret-i Hâce Nakşibend de teşrîf buyurup, o da kendi tarîkatına bağlanan şahsın misâlî sûretini berâberinde getirdi. “Rahmetullahi aleyhim.”
Buyurdular ki: Allahü teâlâya tevessülde, tarîkat meşâyıhından herbiri habl-i metîn (sağlam dayanak) olup, kurb, yanî manevî yakınlık mertebelerine kavuştururlar. İstifâde eden kimse, feyz elde ederse, büyük saâdetdir. O büyüklerden biri olur. Bu büyüklerden her birinin kavuştuğu müjdeye ortak olur ve o azîzlerin inâyeti, yardımı kendisine yönelir.
Buyurdular ki: Gavsü’s-sakaleynin kendi tarîka-i aliyyesine bağlananlara teveccüh etmesi çok ma’lûmdur. Gavsü’s-sakaleynin bu tarîkata mensûb olanlardan bir kimseyle görüşünce, ona çok teveccüh etmektedir. Aynı şekilde hazret-i Hâce Nakşibend de kendi mensublarına inâyet, yardım ederler.
Maglân sahrâda uyurken, atlarını ve yüklerini hazret-i Hâcenin himâyesine havâle ederler, gaybdan yardımlara kavuşurlardı. Bu bâbda hikâyeler çoktur. Onları yazmak sözü uzatır.
Buyurdular ki: Sultânü’l-meşâyıh Nizâmeddîn Evliyâ “rahmetullahi aleyh” mezârını ziyâret edenlere çok inâyet buyururlardı. Aynı şeklde Şeyh Celâl Pânipûtî de kendini ziyâret edenlere teveccüh ederlerdi. Hâce Kutbüddînin müşâhede etdiği şeylere dalıp, kendinden geçmesi çoktur. Hazret-i Hâce Şemsüddînin mâsivâya hiç teveccühü yokdur. “Rahmetullahi aleyhim.”
Bu satırları yazan fakîr derim ki: Pânipût’tan ayrıldığım gün, ayağımı gözüm gibi yapıp tam bir edeple hazret-i Şemseddîn Türk’ün ziyâretine gittim. Benim hâlime inâyet buyurdular. Mâsivâyı terk etmiş olmama rağmen, bana öyle bir inâyet buyurdular ki, kıymetli teveccühleri gönlümü o kadar hazlandırdı ki, Dehlî’ye kadar o inâyetlerinin tesîrini kendimde hissetdim. Günlerce o hâllerle dolu oldum.
Buyurdular ki: Bu büyüklerin nisbetinin arz ve kuvveti o derecededir ki, dil onu ifâde etmekten âcizdir. Hattâ bu azîzlerin ve önce gelen sofiyyeyi aliyyenin bâtınî nisbetleri karşısında, biz insanların bu yoldan nasîbimiz yoktur, denebilir.
Birgün kendi talebeleriyle hazret-i Hâce Nakşibend’in mubârek rûhuna teveccüh ettiler. Sonra Sübhânallah! Ne kuvvetli nisbet, hazret-i Hâce’den cezbe zuhûr etdi. Niçin olmasın ki, bu hânedânın büyük hâcesi onlardır. Bu satırları yazan fakîr derim ki: Ben o esnâda hocamın huzûrunda idim. Hazret-i Hâce tarafından öyle bir nisbet hâsıl oldu ki, sanki damarlarımız boşalıp, nûrlar ve keyfiyetlerle doldu. Başımızı murâkabeden kaldırdığımızda, hazret-i Hâce’nin teveccühü kalmamış, ma’mûr gönüllerimiz sanki boş ve nûrsuz kalmıştı. Bâtınlarımızdaki bu nûrlar ve keyfiyetler, hakîkat semâsının ortasındaki o güneşlerden gelen parıltıdır. “Radıyallahü teâlâ anhüm.”
Buyurdular ki: Pânipût’te, İmâm-ı Bedreddîn’in “rahmetullahi aleyh” mezârı başında murâkabe yapmıştık. O kadar teveccüh etmeme rağmen, nisbetten bir eser zâhir olmadı. Ancak uzun bir müddet sonra, onların nisbeti, bir ânda gâyet latîf bir şekilde zâhir oldu. Bundan Îşân’ın sülûkunun safiyyesi bilinen tarzda olmadığı anlaşıldı. Allah yolunda şehîtlik mertebesine kavuştular. Bir kerede, bir ânda kurb mertebelerine seçilme yoluyla kavuştular. Allah yolunda cânlarını fedâ eden şehîdlerin hâlleri de böyledir. İnâyeti, ilâhî cezbeleri bir ânda onları kurb makâmına ulaştırır.
Buyurdular ki: Hadîs âlimi olan Şâh Veliyyullah Dehlevî “rahmetullahi aleyh” yeni bir yol bildirmişlerdir. Marifet sırlarını ve kapalı bilgileri tahkîkte husûsî bir tarzları vardır. Bâtını bu ilimlere ve kemâlâta sâhip olmakla berâber, Rabbânî âlimlerdendir. Zâhir ve bâtın ilimlerini kendinde toplayan ve yeni bilgiler ortaya koyan birkaç âlim vardır.
Buyurdular ki: Hizmet evliyâsını biz biliyoruz ve onlarla buluşup, görüşmemiz oluyor. Lâkin onları açıklamamıza Allahü teâlâ râzı değildir. Ordunun kutbu ile Nâdîr Şâh görüşmüştü. Bir iş için Lâhor kâdîsinin mührü lâzım olmuştu. Ona bu durumu söyledim. Kısa bir müddet içinde orada kâğıdı kâdînin mührü ile mühürletip getirdi. Biraz gecikmişti. Gelince kâdînin meşgûliyeti olduğu için geciktim. Yoksa bir ânda gidip gelebilirdim, dedi.
Bir keresinde fakîr bir kimsenin kızının nikâhı için, bir miktâr altın lâzım olmuştu. Gece yarısı kaleye gitti. Sultân Mahmûd Şâh her gece kimsesiz fakîrlere sarf etmek için içinde bin rupye bulunan bir keseyi başucunda tutardı. Hizmet Evliyâsından olan o zât, bu keseyi alırken pâdişâhın haberi oldu. Onu hırsız zannetti. O zât pâdişâha: Benim vâsıtamla cânınızı kurtardınız. Ayrıca altın isterim dedi. Pâdişâh bu kadar kâfîdir, dedi.
Buyurdular ki: Bu zât gizlice gelir halkaya otururdu. Onu kimse görmezdi. İnsanların kendisinden istifâde etmesi için sohbet ve safâ evliyâsının herkes tarafından bilinmesi lâzımdır. Uzlet evliyâsının ise, sırların ortaya çıkmaması için gizlenmesi zarûrîdir.
Bir defasında elinde ok ve yay bulunan iri yarı bir genç, hazret-i Îşân’ın (Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin) huzûruna geldi. Hazret-i Îşân ona hürmetle kalkıp, “Sizsiniz” buyurdu. O bir müddet oturup gitti. Hazret-i Îşân: Bu genc ebdâldandır. Senbehl beldesinin muhâfazası ona havâle edilmiştir. Kısa bir müddet için buraya bizi görmeye gelmiş buyurdu.
Bir gün buyurdu ki: Dehlî beldesinin kutbu falanca mahâllede ikâmet eden Keşmîrli birisidir. Bu sırada Muhammed İhsân, bana onun adını ve nişânını söyleyiniz dedi. Esrâr meydâna çıksın mı istiyorsunuz buyurdu. Bir defasında bir azîz asker kıyâfetinde hazret-i Îşân’ın huzûruna geldi. Nereden geliyorsunuz buyurdu. Şu ânda Ecmîr’den geliyorum. Talebelerinize, mensûblarınıza, sevenlerinize Necîb Hân’ın muhâfazası için İhlâs sûresinin vird edinmelerini emretmenizi söylemekle emrolundum, dedi. Bunun üzerine hazret-i Îşân’ın emriyle eshâbı, İhlâs sûresini vird edindiler. Necîb Hân, küffârın şerrinden mahfûz oldu. Hazret-i Îşân çoğu zamân melâike-i kirâmı, ervâh-ı tayyîbeyi, bâtın nûrlarını, baş gözüyle görürdü.
Bir kere, Îşânın huzûrlarında bulunuyordum. Bu esnâda huzûrunda bulunanlar için, bunlar kimlerdir, buraya gelmişler, dedi. Burada kimse yoktu diye arz ettim. Yalnız siz görmüyorsunuz buyurdular. Hakîkat şu ki herkes gaybî şeyleri keşfedemez. Ancak, gayb âlemlerini görmek, bu yolda şart değildir. Yapılacak iş, devâmlı Allahü teâlâya yönelmek ve Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi olmaktır.
Buyurdular ki: Devâmlı Allahü teâlâya yönelmekten ve meşâyıh-ı kirâma “rahmetullahi aleyhim” muhabbetten başka, dahâ ümmîdlendirici bir amelimiz yoktur.
Buyurdular ki: Her amelin bir keyfiyeti vardır. Namâz bütün keyfiyetleri kendisinde toplamaktadır. Kur’ân-ı Kerîm okumak, tesbîhât, salavât-ı şerîfe ve istigfâr gibi zikirlerin nûrlarını ihtivâ eder. Eğer namâzın edebleri hakkıyle yerine getirilirse, birinci asrın (asr-ı saâdetin) hâllerine benzeyen en sağlam ve doğru hâller namâzda hâsıl oluyor.
Bu satırları yazan fakîr, Allahü teâlâ ona afvıyla muâmele buyursun, derim ki, namâz mü’minin mi’râcı olunca, bâtın için namâzda urûc (yükselme) hâsıl olur. Latîfeler yukarıdan gelen nûrlardan nasîbini alır. Bütün bu hâllerin hâsıl olması için, namâzda ta’dîl-i erkâna riâyet, huşû’ ve hudû’ zarûrîdir.
Buyurdular ki: Kur’ân-ı mecîdi okumak, bâtının safâsına ve kalbdeki kabz hâlinin gitmesine sebep olur. Ayrıca harflerde terdîl ve sesi güzelleştirmek gerekir. Kur’ân-ı kerîmi cehr-i mutavassıt, sesi biraz yükselterek okumak, zevkler hâsıl eder.
Buyurdu ki: Ramazân-ı mubârekte bâtın nisbetinin terakkîleri çok olur. Orucda, gîbet ve yalandan sakınmak vâcibtir. Yoksa oruc açlıktan öteye gitmez. Bu ayın rızâsı için ve orucu hakkıyla tutmak için gayret etmeli.
Buyurdular ki: Büyüklerden biri Ramazân-ı şerîf ayını âbid bir kimse sûretinde gördü. Siz oruc tutanlardan râzı mısınız diye sordu. Oruc dedi ki: Orucun hakkını zâyi etmek sûretiyle beni üzdüler. Yalnız Huccetullah Nakşibend (Muhammed Ma’sûm hazretlerinin II. oğlu) “rahmetullahi aleyhimâ”, hastalık sebebiyle oruc tutamadı. Fakat buna rağmen çok üzüldü. Onun bu üzüntüsü diğer insanların orucundan dahâ hoş geldi.
Buyurdular ki: Bu mübârek ayın nûrları ve bereketleri Şa’bân ayının ilk günlerinden itibâren görülür. Sanki Ramazân ayının feyzli hilâli doğmuş gibi olur. O kadar belirir ki, parlak bir dolunay olur ve bu ayın nûrları cihânı aydınlatır. Ramazân ayının ilk gecesinden itibâren öyle anlaşılır ki, ilâhî feyzler güneşi bulut perdesinden çıkıp, parlar. Bu sebeble azîzler mûbarek Ramazân ayında her taraftan gelip toplanırlar. Şaşılacak sohbetler olur. Terâvîhte Kur’ân-ı Kerîm dinlerken şaşılacak hâller meydâna gelir. Bazen terâvîhten sonra Eshâbıyla murâkabe yaparlar, güzel hâller hâsıl olurdu. Kadir gecesi olması muhtemel olan gecede, bu gece çok bereketler akar, çok tecellîler zâhir olur, buyururlardı. Böyle bir gecede çok duâ ederlerdi. Bu hâllerin keyfiyetleri yazı ile anlatılamaz.
Buyurdular ki: Kadir gecesi, bedeliyet tarzında, tek gecelerden birinde olur. 27. gecesi kat’î değildir. Ancak gecede çok duâ etmek, insanlar arasında bu geceyi ihyâda yapıla-gelen namâz kılmak sebebiyle çok bereketlere kavuşulur. Bazen Kadir gecesi 27. gecede olur.
Buyurdular ki: Bu günlerin cemiyet ve huzûru, bütün senenin zahîresi olur. Eğer bu ayda bir kusûr ve gevşeklik olursa, bunun izi bütün sene kalır. Bu durum tecrübe ile sâbittir. Bu fakîr, hocamdan şöyle işittim. Eğer bu ay cemiyet ve taâtle geçerse, diğer aylarda bu güzel hâl ve cemiyet devâm eder. Bu manâ hadîs-i şerîften istifâde edilerek söylenmiştir.
Buyurdular ki: Hazret-i Şeyh “rahmetullahi aleyh” her sene Ramazân-ı şerîfin son 10 gününde itikâf yaparlardı. Tarîkat icâzetine erişenlere bu günlerde teberrük hırkasını verirlerdi. Bâtınî terakkîlere kavuşabilmeleri için, bugünlerde insanların, talebelerinin, bâtınî terakkîlerden nasîblenmeleri için, murâkabe halkasında mutlaka bulunmaları üzerinde önemle dururlardı. Ramazândan sonra buyururlardı ki, orucun bereketiyle, azîzlerin nisbetleri çok nûrlu ve pek parlak oldu. Âh! Keşke senenin tamâmı Ramazân olsaydı. Gerçi her zamân tutulan oructa safâ hâsıl olur. “Onun mükâfatını ben veririm” vaadinin bereketlerinden hâli değildir. Lâkin diğer oruclar Ramezân-ı şerîf orucunun keyfiyetlerine sâhip değildir.
Bu satırları yazan fakîr (Abdüllah-i Dehlevî hazretleri) derim ki: Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: (Oruc benim içindir, onun sevâbını ben veririm) şeklindedir. Bu durumda orucun rü’yetde tam bir tesîri vardır. “Ne mutlu oruc tutanlara.”