Nisbet lafzının tasavvuf ehlinin ıstılâhında ne manâya geldiğini sormuşsunuz. Nisbet, arabîde iki taraf arasındaki alâka demekdir. Tasavvuf ehlinin ıstılâhında ise, Allahü teâlâ ile yarattıkları arasındaki alâkadır. Kelâm âlimleri buna sâniiyyet, yaratıcılık ve masnûiyyet, yaratılmışlık demektedirler. Gilâlin (testi yapanın) testiye nisbeti de böyledir. Kitâbın ve sünnetin zâhirinden böyle anlaşılıyor. Sofiyye eğer vahdet-i vücûd ehli ise, bu nisbete vahdette kesret diyorlar. Suyun dalgalar ve kabarcıklar sûretinde zuhûr etmesi gibi. Vahdet-i vücûd ehli bu kesret itibârîdir. Mevcûd vahdet-i hakîkî, mutlak su değildir, derler. Vahdette kesret tabîrinin hulâsâsı, mahlûkun Hak ile aynı olduğunu savunmaktır. Bu manâyı çeşitli tevîller ve misâllerle meşrû ve makûl göstermeye çalışıyorlar. Eğer ehl-i tasavvuf şühûdiyyeden ise nisbeti, aslın zılla nisbetidir derler. Güneşten yayılan ışıkların güneşe nisbeti gibi. Zıl burada tecellî ma’nâsındadır. Yanî bir şeyin ikinci derecede zuhûrudur. Bu zıllî kesret de güneşin vahdet-i hakîkîsinin mahalli olamaz. Nisbetin birinci tarîfi ile ikinci tarîfi arasındaki fark şudur: Her ne kadar zıllın kendi aslından başka ayrı bir hakîkatı olmayıp, o asıl ikinci mertebede zuhûr etmiş, kendini zıl olarak ortaya çıkarmış olsa da. Ancak birinin, diğerinin aynı olduğunu söylemek burada doğru olmaz. Deniz ve dalgalar için böyle söylemek doğru olur.
O hâlde şuhûdiyye denen tasavvuf ehli, tevhîd akîdesine bir zarar gelmemesi için, bu nisbet tabîri ile bir bakıma asıl ile zıllın birbirinden ayrı olduğunu söylemektedirler. Böyle olduğu Kitâp ve sünnetten kolayca çıkarılabilir. Nisbetin asıl ile zıllın aynı olduğu manâsının îzâhını vahdet-i vücûd ehli sofiyyenin kitâplarından öğrenmek lâzımdır.
Vahdet-i vücûd ehline göre nisbetin îzâhı ise şöyledir: Bu büyüklere göre mümkinâtın hakîkatleri ilm-i ilâhîde ademlerden (yokluklardan) ve varlıklardan ibârettir. Şöyle ki, ademler izâfîdir. Yanî ademü’l-ilm (ilmin yokluğu), cehl ile kudretin yokluğu acz ile ifâde edilmesi gibi bu ademler izâfî olup, birbirinden farklı manâlardadırlar. Bunlar ilm-i ilâhîde mevcûtturlar. Ademlerin mukâbili olan sıfat-ı hakîkiyyenin görüntüleri olmuşlar. O sıfatların nûrları bu görüntülere aks etmiş, bu karışım teayyünât-ı âlemin aslı olmuştur. Şühûdiyye ehline göre a’yân-ı sâbite ilm-i ilâhîde izâfî ademlerden ve sıfât-ı hakîkiyyenin zıllerinden mürekkebdir. Hâricî hakîkînin zıllı olan hâricî zıllînin aynasında hâricî eserlerin aslı olmuştur. O hâlde a’yân-ı hâriciyye (hâricî varlıklar) şühûd ehline göre zıllî olarak vardırlar. Hakîkî varlıkla değil, hâricî zıllîde var olurlar. Hakîkî varlığın tahakkuk ettiği hâricî hakîkîde değildir. Âlemde varlık zıl ve aks olarak ne varsa hepsi Allahü teâlâdandır. O hâlde Allahü teâlâdan başka hakîkî varlık yoktur. İşte tevhîd inancı budur.
Adem, şerrin ve noksanlığın kaynağı, varlık hayır ve kemâlin aslı, âlem de yokluk ve varlıktan mürekkeb, hattâ adem onun aslı varlık ise onda emânet olunca, ister istemez âlem güzellik ve çirkinliğin mecmûn olacaktır. Ancak güzellikler varlıktan, çirkinlikler ise âlemin adem tarafından meydâna gelmekdedir. Buna göre sâlik, kuvvetli istîdâdı cezbe-i ilâhînin zıllı olan meşâyıhın cezbi ile seyr-i ilmî ile imkân derekesinden vücûb derecesine doğru, hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere Hâlık ile mahlûk arasında bulunan zulmânî ve nûrânî perdeleri geçer. Hakîkat güneşinin nûrlarının sâlikin aynasında zuhûr etmesine mâni olan bu perdelerin kalkmasıyla zâhir ile mazhar arasında meydâna gelen nisbet-i muhâzâtın bereketleri tam olarak görünür. Bu nûrlar o aynayı görünmez hâle getirir. Bu hâle nisbet-i fenâî derler. Fenâdan sonra Allahü teâlânın ihsân etdiği varlığın her makâma uygun hâle getirilmesi gerekir. Fenâdan sonra sâlikin beşerî varlığını ayakta tutup, şerîat ahkâmını yerine getirebilmesi için, Allahü teâlânın ihsân etdiği varlığın her makâma uygun hâle getirilmesi gerekir. Buna nisbet-i bekaî derler. Sâlik zulmânî ve nûrânî perdeleri tamâmen yırtar, tecelliyât-ı sıfat ve şüyûnâtı geçer, sırf tecelli-i zât ile müşerref olursa, Nebîlerin ulaştığı mertebeye ulaşır. Kötülüğün meydâna gelmesi ihtimâli bulunmaması demek olan ismet mertebesine kavuşur. İmkân derekesinden vücûd derecesine doğru katetdiği mesâfeye göre, sırf şer olan ademden ileriye geçer. Allahü teâlâya dahâ yakın olur. Adem zulmetleri varlık nûrlarının kaplamasıyla yok olunca, dahâ çok hayır kaynağı olur. Fakat bazen şerrin meydâna gelmesi ihtimâli ile velî ve nâib-i nebî olur. İnsanları ıslâh ve terbiye eder. “Enbiyâ masûm, evliyâ mahfûzdur” sözünün manâsı budur.
Şühûdiyye ehlinin ıstılâhındaki nisbetin zuhûrunun manâsı kısaca sofiyye-i müceddidiyye meşrebine göre böyledir.
Sonraki Mektup –> 4. Mektup