Sual: Akıl tek başına huccet midir? Bizi tek başına doğru yola götürebilir mi?
Cevap: Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri yazdığı bir mektupta bu mevzuya dair buyuruyor ki;
Akıl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Yanî anlayıcı bir kuvvettir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırd etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona âit bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahlûklara âit bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âit bilgilerde hakkı bâtıl ile karıştırmak istidâdı olmadığından, akıl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Ayrılık olmadığı için, orada aklın işi yoktur.
Akıl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âit bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz. Mahlûklara âit bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etti ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etti ise afv olur. Allahü teâlâya âit bilgilerde kıyâs olsa, şâhit ile gâibe istidlâl [bilinmeyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım olur. Yanî, anlaşılmayan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akıl ve ilim adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmektedir. Akıl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçtür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu anlıyalım:
(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî miktârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi.
İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık, Nebîde dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yoktur. Cemşîd gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Yanî, Cemşîd’deki insanlık, çobandaki insanlıktan üstün değildir.
(Müşekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî miktârda bulunmayan sıfattır. İlim gibi. İlim, âlimlerin bazısında çok, bazısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilimden elbette dahâ çoktur ve dahâ geniş, dahâ parlaktır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecrube sâhibi olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, ona itimâd elbette dahâ çok olur.
Akıl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilim gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir. Yanî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akıl, yanî kimin aklı, en çok aklı olan kimsenin mi, yoksa her akıllı denen kimsenin mi?
Akıl, başlıca 2 kısımdır: (Selîm akıl), (Sakîm akıl). Bunların her ikisi de akıldır. Tam selîm akıl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Bunların aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” akıllarıdır. Bunların akılları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun akıllardır. Onun için, bunların zamânında, islâmiyyet genişledi. Müslümânlar çoğaldı. Târîhi iyi anlayan, bunu pek iyi görür. Sakîm akıllar, bunların aksi, tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye, pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb olur.
Bu 2 kısım akıl arasında, çok ve çeşitli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, müminlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhiret işlerine eren aklından üstün olduğu gibi, müminin âhiret işlerini anlayan aklı, dünyâ işlerini anlayan aklından üstündür. Fakat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akıl, devâmlı olan, bitmeyen işlere yarayan akıldan dahâ kıymetli olamaz.
[Aklı ve zekâyı birbirine karıştırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamaktır. İsviçreli Claparede, zekâyı “Yeni îcâb ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uymasıdır” diye anlatmıştır. Yanî muhîtimize uymamızı sağlayan bir kuvvettir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız tesîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda, tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak için, yeni bir fâliyyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: “İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları, tabîate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmıştır. Bu âletler, zekâ ile yapılmıştır”. Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikte yükselmek akla değil, zekâya alâmettir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, “Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmaktır”, dedi. Yanî problem, mesele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, “Zekâ, mücerred fikirlerle düşünebilmektir” demiştir. Bütün bu tarîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı, akıldan aşağı, bir şuûr basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıl sâhibleri, teorik yollar ve kâideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbîkini sağlar.
Fakat, aklı az ise, akıl sâhiblerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Yanî, zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre eden akıldır. O hâlde, her zekî kimseyi akıllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllılardan öğrendiği usûlleri, yeni harb vaziyetine uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyon’un zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve akılsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. III. sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zamânında, Napolyon’un Sûriye’de, islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçtığı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, 10.000 kat dahâ çok korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük tehlike olur].
Bu yazılar dikkatle okunursa, her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akıl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.
Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünki, akıl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
İnsanların şekil ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akıl, tabîat ve ilimleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmeyebilir. Birinin tabîatine uygun olan birşey, başkasının tabîatine uymaz. O hâlde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akıl ile islâmiyyet, birlikte, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:
“Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!” buyurmuşlardır.
Evet, akıl huccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selîm olan akıl gösterir, her akıl değil.
Demek oluyor ki, selîm olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akıllar, yanî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akıllar için, pek meydânda, âşikâr ve apaçıktır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe, haber vermeğe de lüzûm yoktur.
[Seyyid Abdülhakim Efendi’nin mektubunun tamamını okumak için tıklayınız ]
Kaynak: Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye