Bu mektûb, derin ilmi, hâlleri ve sözleri ile her ihtisâs sâhibini hayrette bırakan, kerâmet ve fazîletler hazînesi, Eshâb-ı kirâmın ve islâm âlimlerinin büyüklüğünün vesîkası, seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” tarafından yazılmıştır:

Efendim,

Yüksek mektûbunuzda yerleştirmiş olduğunuz bilgi cevherleri, okuyanları çok sevindirdi. Çünki, böyle ince din meselelerini çözüp, fikirlerdeki pürüzleri düzeltmek, bu fakîr için, en zevkli bir vazîfe ve rûhumu besliyen bir gıdâdır.

Bu suâllerinizi çözüp, zihinleri aydınlatmak 3 türlü olabilir: İlim ile, zevk ile ve akıl yolu ile.

İlim ile cevâb vermek için, i’tikâd bilgilerine dayanılacağından, önce, kelâm ilminde kullanılan kelimelerin, bu ilme mahsûs olan manâlarını bilmek lâzımdır.

[Birçok kelimeler, her ilimde, başka manâya kullanılır. Meselâ, zâlimler kelimesi tefsîr ilminde, kâfirler demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tasavvufda ise, ayrı manâsı vardır. O hâlde, bir ilme âit bir kitâbı okuyup anlayabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki husûsî manâlarını bilmek lâzımdır. İşte, birkaç sene Mısır’da, Bağdâd’da bulunup da argo lisânı arabca öğrenenlerin ve eline bir ceb lügati alıp da, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri tercemeye kalkışan yeni din âlimlerinin(!), para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsîrler, bozuk ve zararlı olmaktadır. Bir tasavvuf âliminin huzûrunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip, pişmeden, olgunlaşmadan, (Mesnevî) okutan, tasavvuf kitâbları tercemesine kalkışan tarîkatcıların sözleri ve yazıları da, yanlış ve çok zararlı olur].

Kazâ ve kader. Helâl rızık, harâm rızık. Allahü teâlânın ilminin sonsuz olması ne demektir? Helâl, harâm, Allahü teâlânın rahmeti nedir? Adâlet ve zulüm; Allahü teâlânın adâleti. Akıl nedir? Aklın kısımları, akl-ı selîm, akl-ı sakîm, Rab nasıl olur? Rabbin üzerine birşey lâzım mıdır? Rab, mahlûklara faydalı, uygun şeyleri yapmağa mecbûr mudur?

Zevk yolu ile anlayabilmek, bu bilgileri, uzun uzadıya açıklamakla, geniş anlatmakla ve yazmakla olamaz. Anlayışların yüksek ve aşağı derecelerine göre, müşkillerini çözene hüsn-i zan ederek, güvenerek uzun zamân birlikte bulunmaları ile güzel, feyzli bir sûrette olur. Bu sûrette hiçbir delîle, isbâta, kelimelerin manâlarını bilmeğe hâcet kalmaz. İçinde zarûrî bir bilgi hâsıl olur. Yakîn ile, vicdân ile inanır. Ulûm-i nakliyye ile, yanî âyet ile, hadîs ile ve ulûm-i akliyye ile isbâta lüzûm kalmaz. Hattâ, isbât için gösterilen delîlleri, senedleri, maksaddan, gâyeden uzak görür, yabancı bulur. Bu şartlar olmazsa, her delîl, her isbât noksân olur. Zekî olanların zihinlerine gelen şüpheler, yanlış düşünceler giderilemez. Hattâ artarak, îmânı da sarsılır. İşte, yarım fen adamları hep böyledir.

İslâm ilimlerinden ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin, yanî tecribî ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder.

Akıl yolu ile anlamağa gelince, bunun için, önce ulûm-i akliyyeyi, yanî akla dayanan bilgileri öğrenmek lâzımdır. Bu bilgiler nelerdir, kaça ayrılır? İ’tikâd meselelerine bağlılığı olanlar hangileridir. Bağlı olmayanları, uymayanları hangileridir? Tecribî fizik, riyâzî fizik, ilâhî fizik ilimleri nelerdir? Riyâzî fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Din bilgilerini sarsmaz. Astronomi [ilm-i heyet], aritmetik [hesâb] ve geometri [hendese], dîne yardımcı bilgilerdir. Tecribî fizikteki, (Tecrube ve isbât edilenlere uymayan) birkaç yanlış teori [nazariyye] ve hipotez [faraziyye]den başka, hepsi dîne uymakta, îmânı kuvvetlendirmektedir. İlâhî fizik [metafizik] bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dîne uymaz.

Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin, aklî ilimlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebebleri meydâna çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.

Adalet

Kıymetli mektûbunuzun sonunda, (Adâlete uymuyor gibi görünmüyor mu?) diyorsunuz. Efendim, adâletin ve bunun zıddı olan zulmün, ikişer tarîfi vardır:

1) Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koyduğu kanûn, kâide, çizdiği hudûd içinde hareket etmektir. Zulüm ise, bu kanûnun, bu hudûdun, bu dâirenin dışına çıkmaktır.

Âlemleri yaratan, yoktan var eden, mâlikimiz, sâhibimiz Allahü teâlâ, hâkimlerin hâkimi, herşeyin asıl sâhibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, hâkimi, sâhibi, mâliki yoktur ki, Onu bir hudûd içinde harekete, bir dâire içinde kalmağa mecbûr etsin ve bir kanûn altında bulundursun. Bir vezîri, bir müşâviri, bir yardımcısı yoktur ki, iyiyi fenâdan ayırmak için işâret versin, yol göstersin. Bundan dolayı, Allahü teâlânın, adâletin bu tarîfi ile zâten bir ilgisi olmaz. Ona zulüm kelimesi yaklaşamıyacağı gibi, bu tarîfe uyarak, âdil demek de, yakışmaz. Âdil denilmesi, zulmü hâtırlatabilir. Allahü teâlâ için bu ta’rîfe göre, adâleti hâtırlamak da, zulmü hâtırlamak gibi, câiz olmaz. Allahü teâlânın bir ismi (adl)dir. Âdil olduğu muhakkaktır. Bu ism de, başka isimleri gibi, (te’vîl) olunur. İslâmiyyete uygun bir manâya çevrilir. Yanî, adl’den murâd, adâletin gâyesidir. Meselâ, Rahmân ve Rahîm de, Allahü teâlânın ismidir. Rahmet ve rahm sâhibi demekdir. Rahm, kalbin bir tarafa eğilmesine denir. Allahü teâlânın kalbi yokdur ki, meyletsin. O hâlde, rahm demek, rahmın gâyesi demekdir ki, ihsân etmek, iyilik etmektir. Adl isminin de gâyesi, netîcesi, iyilik edici, nefse uygun gelen, tatlı gelen şeyleri verici demektir.

Allahü teâlâ, adle, adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, muhtâr olmazdı. Yanî, irâdesi, isteği bulunmazdı. İrâdesi olmayan, mecbûr olur.

Bu tarîfe göre, “Filân şey adâlete uymuyor” denilemez. Allahü teâlâya, bu manâda âdil denilemiyeceği gibi, böyle adâlete mecbûr da değildir.

2) Adâletin yüksek tarîfi, “Kendi mülkünde olanı kullanmak” demekdir. Zulüm de, başkasının malına, mülküne tecâvüzdür. Adâletin, dînimizdeki tarîfi de, işte budur.

Âlemlerin hepsi, ulvî, süflî, cismânî, arazî (sıfatlar), bedenî, rûhî, melekî, insânî, cinnî, hayvânî, nebâtî, cimâdî [cânsız], felekî [gökler], kevâkib [yıldızlar], büyük ve küçük cisimler, Arş ve Kürsî, yer ve gökler, elementler ve mineraller, madde ve manâ âlemleri, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın kemîne [âciz, muhtâc] mahlûkları ve mülkü olup, hepsinin tek yaratanı, müstakil sâhibi, yalnız Odur. O, her hâlde, her bakımdan kemâldedir. Noksânlık yoktur ki, ikmâl etmek, tamâmlamak lâzım olsun. Ondan başka herşey, Onun mülkü ve mahlûkudur. Memlûk mâlike, mahlûk hâlıka, mülkte ve yaratmakta şerîk [ortak] olmadığı gibi, birşeye de mâlik değildirler.

Bu her iki tarîfe göre, Allahü teâlânın işleri için, (adâlete uymayan) birşey olmaz. Böyle görmek, yaratanı, bazı şeylerde, yarattığı şeylere benzetmek olur. Bu ise, büsbütün haksızlıktır. Yaratan, hiçbir sûretle yarattıklarına benzemez.

[Tavsiye Yazı: Müslüman bir ailede doğmamak adaletsizlik mi? ]

AKLIN TEFSÎRİ

Akıl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Yanî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırd etmek için yaratılmıştır. Bunun için, hakkı bâtıl ile karıştırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akıl yaratılmıştır. Allahü teâlânın kendisinde ve Ona âit bilgilerde, hakkın bâtıl ile karıştırılması olamayacağından, o bilgilerde, akıl yalnız başına senet olamaz. Mahlûklara âit bilgilerde, hakkı bâtıl ile karıştırmak mümkün olduğundan, bu bilgilerde aklın işe karışması doğru olur. Allahü teâlâya âit bilgilerde hakkı bâtıl ile karıştırmak istidâdı olmadığından, akıl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan bir olmak ister. Ayrılık olmadığı için, orada aklın işi yoktur.

Akıl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âit bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz. Mahlûklara âit bilgilerde, kıyâs olup, doğru kıyâs etti ise sevâb kazanır. Yanlış kıyâs etti ise afv olur. Allahü teâlâya âit bilgilerde kıyâs olsa, şâhit ile gâibe istidlâl [bilinmeyeni, bilinene benzeterek anlamağa çalışmak] lâzım olur. Yanî, anlaşılmayan şeyleri, bilinen şeyler gibi sanmak olur. Akıl ve ilim adamlarının hepsi, şâhidden gâibe istidlâlin bozuk bir yol olduğunu, sözbirliği ile bildirmektedir. Akıl, yalnız, Allahü teâlânın varlığını isbât etmekde biraz iş görür. Bu bilgi, derin ve güçtür. Önce, aklın müşekkik mi, mütevâtî mi olduğunu anlıyalım:

(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde müsâvî miktârda bulunan sıfat demekdir. İnsanlık ve hayvanlık sıfatları gibi.

İnsanlık, en yüksek insan ile en aşağı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlığı müsâvîdir. İnsanlık, Nebîde dahâ çok, dahâ kuvvetli değildir. Bir Nebînin insanlığı ile bir kâfirin insanlığı arasında fark yoktur. Cemşîd gibi büyük bir pâdişâh ile, bir köy çobanının insanlığı aynıdır. Yanî, Cemşîd’deki insanlık, çobandaki insanlıktan üstün değildir.

(Müşekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî miktârda bulunmayan sıfattır. İlim gibi. İlim, âlimlerin bazısında çok, bazısında azdır. Büyük bir fen adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilimden elbette dahâ çoktur ve dahâ geniş, dahâ parlaktır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecrube sâhibi olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, başka bir âlim bulunursa, ona itimâd elbette dahâ çok olur.

Akıl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilim gibi müşekkik midir? Elbette müşekkikdir. Yanî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu hâlde, (aklın kabûl edebileceği) sözü nasıl doğru olabilir? Hem hangi akıl, yanî kimin aklı, en çok aklı olan kimsenin mi, yoksa her akıllı denen kimsenin mi?

Akıl, başlıca 2 kısımdır: (Selîm akıl), (Sakîm akıl). Bunların her ikisi de akıldır. Tam selîm akıl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pişmân olacak hiçbir harekette bulunmaz. Düşündüğü şeylerde aslâ hatâ etmez. Hep doğru ve sonu iyi olan işlerde bulunur. Doğru düşünür ve doğru yolu bulur. İşleri hep doğrudur. Böyle akıl, ancak Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her başladıkları işte muvaffak olmuşlardır. Pişmân olacak, zarar görecek birşey yapmamışlardır. Bunların aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” akıllarıdır. Bunların akılları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun akıllardır. Onun için, bunların zamânında, islâmiyyet genişledi. Müslümânlar çoğaldı. Târîhi iyi anlayan, bunu pek iyi görür. Sakîm akıllar, bunların aksi, tam tersi olan akıllardır. Düşündükleri şeylerde ve yaptıkları işlerde yanılır. Hepsi üzüntüye, pişmânlığa, zarara, sıkıntıya sebeb olur.

Bu iki kısım akıl arasında, çok ve çeşitli dereceler vardır. Şunu da bildirelim ki, müminlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı olduğu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî aklı vardır. Kâfirin dünyâ işlerine eren aklı, âhiret işlerine eren aklından üstün olduğu gibi, müminin âhiret işlerini anlayan aklı, dünyâ işlerini anlayan aklından üstündür. Fakat, bu hâl devâmlı değildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici işlere yarayan akıl, devâmlı olan, bitmeyen işlere yarayan akıldan dahâ kıymetli olamaz.

[Aklı ve zekâyı birbirine karıştırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki bağlılıkları bulmak, benzeyiş ve ayrılışları anlamaktır. İsviçreli Claparede, zekâyı “Yeni îcâb ve vaziyetlere, zihnin en iyi şekilde uymasıdır” diye anlatmıştır. Yanî muhîtimize uymamızı sağlayan bir kuvvettir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız tesîr etmesi ile hâl değişdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda, tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki kuvvete, alışkanlık da karışır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak için, yeni bir fâliyyet, bir davranış ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson diyor ki: “İlk insanların ve her asrın, geri kalmış kısımları, tabîate uymak, hayvanlar ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmıştır. Bu âletler, zekâ ile yapılmıştır”. Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikte yükselmek akla değil, zekâya alâmettir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, “Zekâ, düşünceyi, hayâtın yeni şartlarına uydurmaktır”, dedi. Yanî problem, mesele çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, “Zekâ, mücerred fikirlerle düşünebilmektir” demiştir. Bütün bu tarîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı, akıldan aşağı, bir şuûr basamağıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akıldan önce teşekkül etmektedir. Akıl sâhibleri, teorik yollar ve kâideler ortaya koyar. Zekî kimse, bunların pratiğe tatbîkini sağlar.

Fakat, aklı az ise, akıl sâhiblerinden öğrendiklerini kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliğinden ulaşamaz. Yanî, zihni iyi işlemez ve istidlâlleri doğru yapamaz. Zekâ, düşünebilmek kuvvetidir. Fakat, düşüncelerin doğru olması için, akıl lâzımdır. Zekî insan, düşüncelerinin doğru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre eden akıldır. O hâlde, her zekî kimseyi akıllı sanmak doğru olamaz. Zekî bir kimse, büyük bir kumandan olabilir. Akıllılardan öğrendiği usûlleri, yeni harb vaziyetine uydurarak, kıtaları fethedebilir. Fakat, aklı az ise, bir hatâ ile, başarıları, felâkete döner. Meselâ, Napolyon’un zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve akılsız hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. III. sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zamânında, Napolyon’un Sûriye’de, islâm askerleri karşısında bozguna uğrayarak nasıl kaçtığı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, 10.000 kat dahâ çok korkunç olurdu. Akılsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çokluğu kadar, cemiyetlere büyük tehlike olur].

Bu yazılar dikkatle okunursa, her işte ve hele dînî işlerde akla güvenilemiyeceği, bu işlerin akıl ile ölçülemiyeceği meydâna çıkar.

Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünki, akıl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selîm olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünyâ işlerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?

İnsanların şekil ve ahlâkları başka başka olduğu gibi, akıl, tabîat ve ilimleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birşey, başkasının aklına hiç de uygun gelmeyebilir. Birinin tabîatine uygun olan birşey, başkasının tabîatine uymaz. O hâlde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü, doğru bir sened olamaz. Ancak, akıl ile islâmiyyet, birlikte, tam ve doğru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:

“Dînini ve îmânını, insan düşüncelerinin netîcelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma!” buyurmuşlardır.

Evet, akıl huccettir, doğru yolu gösterir. Fakat, selîm olan akıl gösterir, her akıl değil.

Demek oluyor ki, selîm olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akıllar, yanî Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslâmiyyetin her hükmü, bu akıllar için, pek meydânda, âşikâr ve apaçıktır. Senede, isbât etmeğe lüzûm olmadığı gibi, tenbîh etmeğe, haber vermeğe de lüzûm yoktur.

HALÂL VE HARÂM

Herşeyi, Allahü teâlâ yarattı. Herşeyin sâhibi, mâliki Odur. Kullanmamız için izin verdiği şeyler, helâl olur. İzin vermediği şeye de, harâm denir. Meselâ, bir erkeğe, iki kız kardeşten birini nikâhla almağı helâl eyledi. İkincisini de almağı harâm etti. Harâm demek, sâhib ve hâlık olan Allahü teâlânın, bir şeyi kullanmağa izin vermemesi demektir. Helâl ise, o yasak düğümünü çözmek demektir.

Birşey, bir kimseye helâl, başka bir kimseye harâm olabilir.

Dünyâda harâm işleyen kimse, âhirette ondan mahrûm kalır. Burada helâl şeyleri kullananlar, orada, o şeylerin hakîkatine kavuşur. Meselâ, bir erkek, dünyâda harâm olan ipeği giyerse, âhiretde ipek giymekten mahrûm edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhdan temizlenmedikce, Cennete giremez demektir. Cennete girmiyen de Cehenneme girer. Çünki, âhiretde, bu ikisinden başka yer yoktur.

Âhiret işleri, hiçbir bakımdan dünyâ işlerine benzemez. Bu dünyâ, yok olmak için yaratıldı. Yok olacaktır. Âhıret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünyâ ile âhiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız isimleri, anlatılması benzemektedir. Meselâ Cennet kelimesi, dünyâda bostân, âhirette ise, Cennet denilen, sonsuz nimetlerin bulunduğu yer demektir. Cehennem de, burada derin ateş kuyusu, orada ise Cehennem denilen azâb dolu yere denir.

ÎMÂN

Efendim! Yüksek mektûbunuzun baş tarafında (kâmil olan îmân) demişsiniz. Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Çünki, îmânda azlık, çokluk olmaz. Îmânın kendisi, az veyâ çok olmaz. Azlık, çokluk, îmânın parlaklığında, belli olmasındadır. Îmânın, aslı, kendisi: Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrubeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmektir, inanmakdır. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zamân Peygambere itimâd tam olmaz. İtimâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Akıl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.

İnanılması lâzım şey için, tecrubî ilimlere danışıp, tecrubeye uygun ise, inanır, tecrube ile isbât edemeyince, inanmaz veyâ şüpheye düşerse, o zamân, tecrubesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.

Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakda, aklın, felsefî ve tecrubî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecrubî ilimlere danışmak doğru olmaz. Çünki, akıl ile, tecrube ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamânla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.] O hâlde:

Îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimâd ve itikâd etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veyâ şüphe etmek küfürdür. Çünki, Resûle inanmamak veyâ itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber olamaz.

[Îmân demek, (Nass)larda, yanî, Kur’ân-ı kerîmde ve icmâ’ ile ve zarûrî olarak bilinen hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerin hepsine, inanmak demekdir. Burada (İcmâ’) demek, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği demekdir. Birşeyi, Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirmedi ise, Tâbi’înin sözbirliği bu şey için icmâ’ olur. Tâbi’în de bu şeyi sözbirliği ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbi’înin sözbirliği ile bildirmeleri, bu şey için icmâ’ olur. Çünki, bu 3 asrın âlimleri, yanî müctehidleri, hadîs-i şerîf ile övülmüştür. Bunlara (Selef-i sâlihîn) denir. Sahâbe ve Tâbi’îne (Selef-i sâlihîn) denildiği, İbni Âbidîn’de (Kâdîlık) bahsinde yazılıdır.  Buhârî ve Müslim ve Kütüb-i sitteden olan diğer 4 kitâpta yazılı binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmiştir. Zarûrî olarak bilinmek demek, her asırda, müslümânların çoğunun işittikleri, yayılmış bilgi demektir. Bunları bilmemek özür olmaz.

Hadîka’nın 111. sahîfesinde diyor ki, İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. Çünki, bunlara inanmıyan kâfir olur. Bunlara inananlara (Mü’min) ve (Müslümân) denir. Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olur. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden bazıları itikâdda ictihâd yaparak 73 fırkaya ayrıldı. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan ve açık olanların da manâları icmâ’ ile ve zarûrî olarak anlaşılmamış olan yapılacak işlerde ictihâd etmek câizdir. İnanılacak olan bilgilerde ictihâd hiç câiz değildir. Böyle bilgilerde ictihâd ederken yanılmak, küfr olmaz ise de, büyük günâh olur. Müslümânların 73 fırkasından 72 fırkası böyle yanılmış, doğru yoldan ayrılmış, (Bid’at sâhibi) olmuşlardır. Bunlar sapık inançlarının cezâsı olarak Cehenneme gireceklerdir. Fakat, müslümân oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmayacaklar, azâb gördükten sonra, çıkarılacaklardır. Şüpheli bilgilerde Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan fırkaya (Ehl-i sünnet) denir. İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş olan işlerin helâl veyâ harâm olmalarını anlamakta ictihâd yaparken yanılmak suç olmaz. Sevâb olur. Ehl-i sünnet fırkasının içinde bulunan, inanışları birbirlerine uygun, doğru 4 mezhebin iş bakımından birbirlerinden ayrılmaları bu sûretle olmuştur.

[Bir hüküm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ’ hâsıl olursa, bu icmâ’a inanmak da lâzım olduğu, inanmayanın kâfir olacağı, Mektûbât’ın 2. cildinin 36. mektûbunda yazılıdır.

Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda bulunan müslümânlara Ehl-i sünnet denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda açık bildirilmemiş olan ahkâmdaki ictihâdlarını beğenmeyen ve bu manâsı açıkca anlaşılamıyan nassları yanlış te’vîl ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak savunan sapıklara (Selefiyye) denir. Selefiyye bid’atini ortaya çıkaranların en meşhûru İbni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar kendilerinin Eshâb-ı kirâm yolunda olduğunu savunuyor, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk ma’nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî müslümânları kötülüyorlar.]

Hadîs-i şerîfde, “Lâ ilâhe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin kendisi kâfir olur” buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, “Lâ ilâhe illallah ehli” yanî (Ehl-i kıble) olan kimse, icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş inanılacak şeylerde manâsı açıkca anlaşılamayan nassları yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrılınca veyâ başka bir büyük günâh işleyince kâfir olmaz demektir. Fakat, Ehl-i sünnetten ayrılan kimse, tevâtür ile zarûrî olarak öğrenilen din bilgilerinden birine inanmazsa, buna “Lâ ilâhe illallah ehli) denmez. Böyle kimse kâfir olur.” İbnî Âbidînin 377. sahîfesinde de böyle yazılıdır. Hadîka’da, 2. kısmın sonunda buyuruyor ki, “Hazret-i Alî’yi 3 halîfeden üstün tutana (Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâma söğene (Mülhid) denir.” Şî’î, Ehl-i kıbledir.  (Mülhid) ise, kâfir olmakdadır. Mülhidlere bugün Kızılbaş da denilmekdedir. Şî’îler bugün kendilerine (Ca’ferî) diyorlar.

Görülüyor ki, (Lâ ilâhe illallah ehli) yanî (Ehl-i kıble) demek, tevâtür ile ve zarûrî olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan, yanî müslümân olan kimse demektir. Böyle kimse, sapık inanışı ile kâfir olmaz.

Hadîka’da 154. sahîfede diyor ki, “Bir kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfe inanmak lâzım değil ise de, manâsı tevâtür ile bildirildi ise, bu icmâ’a inanmak lâzım olur”.

(Milel-nihâl) kitâbı tercemesinin 69. sahîfesinde diyor ki, “İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdular. Bu sözün ma’nâsı, Ehl-i kıble olan, günâh işlemekle kâfir olmaz demekdir. 72 fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar, Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması câiz olan açıkca anlaşılamıyan delîllerin te’vîllerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez.

Fakat, zarûrî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihâd câiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünki, bunlara inanmayan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmamış olur. (Îmân) demek, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zarûrî olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfr olur. İnanmamağı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmayarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veyâ yanılarak olursa, küfr olmaz”.

İbni Âbidîn, 1. kısmın önsözünde buyuruyor ki: (Felsefe) yunanca bir kelimedir. Eski ma’nâsı, beğendiği düşüncelerini, hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecân verici lâflarla inandırmağa çalışmak demek idi. Görünüşte doğru, çoğu bozuk olan sözler idi. Tecrubeye, hesâba dayanmayan şahsî düşüncelere (Felsefe) denirdi. Varlıklar yoktan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, halâl, harâm olanlara inanmağa gericilik demek böyledir. (İhyâül’ ulûm)da diyor ki, “Eski yunan felsefesi, başlı başına bir ilim değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabî’iyyeciler ve tabîbler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. (İlâhiyyât) üzerinde, yanî Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emrleri, yasakları üzerinde, kendi akılları, görüşleri ile konuştular. Hâlbuki hesâb, hendese, mantık, tabî’at bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubâhdır. Bunlarda mütehassıs olmak faydalıdır. Îmânı kuvvetlendirmek ve millî kalkınma, râhat, huzûr için ve cihâd için, islâmiyyeti yaymak için bunlar lâzımdır. Bunların hepsi islâm bilgileridir. Medeniyyet de, bu demektir. Fakat bunları islâmiyyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur”.

Görülüyor ki, fen bilgilerini, insanlara hizmet için öğrenmek faydalıdır, sevâbdır. İnsanların râhatını, huzûrunu kaçırmak, insan haklarını yok etmek, insanları sömürmek, îmânlarını, ahlâklarını bozmak için öğrenmek, felsefe olur. Harâm olur. Öğrenilmesi lâzım olan ve yasak olan ilimler, Hadîka’da uzun yazılıdır. Bunlar, İstanbul’da neşredilen arabî (Hulâsatü’t-tahkîk fî hükmi’t-taklîd vet-telfîk) kitâbının sonunda bastırılmışdır.

Fetâvâ-i Hindiyye’de, 5. cild, 377. sahîfede diyor ki: Îmân edilecek ve yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek sanat bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevâptır. Öğrenmezse günâh olmaz. Farz olan bilgilere yardımcı olanları, meselâ astronomi öğrenmek de sevâptır. Fıkıh öğrenmeyip, yalnız hadîs öğrenen, iflâs eder. Kelâm ilmini, yanî îmân bilgilerini, ihtiyâcdan fazla öğrenmek câiz değildir. Bid’atlerin, fitnelerin yayılmasına sebeb olur. Sadr-ül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki, “Kelâm, tevhîd kitâblarının birkaçında felsefî bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdî’nin ve İstikrârî’nin kitâbları böyledir. Bunlar, islâmın bildirdiği doğru yoldan ayrılmış sapık kimselerdir. [Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce] böyle sapık kitâbları okumak câiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Alî Cübbâî ve Kâ’bî ve Nazzâm İbrâhîm bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız (Mu’tezilî) sapıklarının kitâbları da, eski yunan felsefecilerinin bozuk fikirleri ile doludur. Böyle kitâbları okumak gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi (Mücessime) fırkasındakilerin kitâpları da böyledir. Bunlar bid’at fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i Eş’arî de, önceleri Mu’tezile inancını yaymak için çok kitâp yazdı. Allahü teâlâ, kendisine hidâyet verdikten sonra, eski fikirlerini kötüleyici kitâplarını yaydı. Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitâbları okuması zararlı olmaz. Şâfi’î âlimleri, îmân bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş’arî’nin kitâblarından aldılar. Ebû Muhammed Abdüllah bin Sa’îdin bu kitâbları açıklayan eserleri tamâmen zararsız hâldedir. Sözün kısası, eski felsefecilerin yazdığı din kitâblarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrendikten sonra okumaları câiz olur”.

Hindiyye’den tercüme tamâm oldu.]

Dînimizin bildirdiği birşeyde şüpheye düşen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu şey ile neyi bildirmek istemiş ise, öylece îmân etdim, inandım demelidir. Hemen, şübhesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. İlmine ve dîne bağlılığına güvenilir, zekî, ârif, harâmlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini bilen, müşkilleri çözebilen bir zâtı arar, bulur. Bundan aldığı cevâp, şüphesini giderince, artık öylece îmân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Tesâdüfe bırakmayıp, hemen aramalıdır. Bulamazsa veyâ bulup da, şüpheden kurtulamazsa, Allahü teâlânın ve Resûlünün dilediği gibi inandım demeli ve şüphesinin giderilmesi için, Allahü teâlâya duâ etmeli, yalvarmalıdır. İşte, bunun için, her şehirde, müşkilleri çözebilen bir zâtın bulundurulması farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin iftirâlarını, fen ve felsefe bilgileri ile karşılayabilen, fen adamı geçinenlerin i’tirâzlarını, fennî metodlara dayanarak çözebilen, kitâblı kâfirlerin yanlış sözlerini, dinlerindeki bozuk yerleri isbât ederek, red edebilen, doğru yoldan ayrılmış olanların, fitne ve fesâd ateşlerini söndürebilen, dünyâ târîhini iyi anlamış, matematik bilgisi kuvvetli ve islâm bilgilerinin derinliklerine ermiş bir din âlimi bulundurmak lâzımdır. İslâm devletleri böyle âlim yetiştiriyordu. Böyle bir din âlimi bulunmazsa, islâmiyyet, din câhillerinin elinde oyuncak olur. İstedikleri gibi din kitâbları yazar, gençlerin dinsiz yetişmesine sebeb olurlar. Bir memleketde, islâmiyyetin yerleşmesi için, herşeyden önce, hakîkî din âlimi yetiştirmek lâzımdır. Din âlimi bulunmazsa, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını yaymağa çalışmalıdır. Bu kitâplar bulunmazsa, din câhilleri, din adamı şekline girip, kitâb ve mecmû’a yazarak, konferanslar, vaaz ve dersler vererek milletin dînini, îmânını çalarlar. İslâmiyyeti yıkarlar da, kimsenin haberi olmaz. [Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, lâ bil mal-ı vel haseb.] Yanî insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil!

Bezzâziyye’de, kerâhiyyet kısmında diyor ki, “İbâdetleri yapan kimse, îmânının bozulmasında şüphe eder ve günâhım çoktur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır. Îmânının devâm edeceğinden şüphe eden kâfir olur. Şüphe etmeği beğenmezse, mü’min olduğu anlaşılır”.

[İbni Âbidîn, Mürted bâbında diyor ki, “5 sınıf kâfir vardır: Dehriyye, Seneviyye, Felâsife, Veseniyye ve Ehl-i kitâb. İlk 4’ü kitâbsız kâfirdir. Yanî semâvî kitâbları yokdur.” Bugün Hindistân’da yayılmış olan Berehmen ve bunun, mîlâddan 542 sene evvel ölmüş olan Budda Gautama tarafından değiştirilmesi ile hâsıl olan Buda dinlerinde olanlar, Vesenîdir, yanî putlara [heykellere] taparlar. Bu dinlerde, oradaki eski Peygamberlerin kitâplarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmektedir. Berehmen ve Buda dinleri, hristiyanlık dîni gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdiği, doğru dinlerin bozulmuş, değişdirilmiş bir hâlidir.

Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, 14. mektûbunda diyor ki, “Allahü teâlâ, insanları yarattığı zamân, Birmîhâ [veyâ Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistân’a da, Bîd ve Vidâ isminde bir kitâp gönderdi. 4 cüz’ idi. Âlimleri bu kitâptan 6 mezheb çıkardılar. İnsanları dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allahın bir olduğuna, insanları Onun yarattığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tasavvufa inanırlar. Uzun zamân sonra, başka Peygamberler gönderildi. Bunlar hakkında, kitâplarımızda, hiçbir bilgi yoktur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve Evliyânın rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yaptılar. Şefâatlerine, yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde ettiler [ise de, müşrik değildirler. Ehl-i kitâb, yanî kitâblı kâfirdirler.] Arabistân’daki putperestler [ve hristiyanlar], böyle değildir. Bunlar, putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Herşeyi yalnız putlardan istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için, (müşrik) oluyorlar.] Berehmenler ise, hurmet, şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmuş olanları için de, kâfir diyemeyiz. Fakat şimdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed aleyhisselâma îmân etmesi, yanî müslümân olması lâzımdır. Şimdi müslümân olmayana kâfirdir deriz.”

[Hindistânda bulunan (Sîh)ler, Baba Nanek isminde bir Hindûnun mezhebinde olan kâfirlerdir. İslâmiyyeti ve Berehmen dinlerini karıştıran bu adam, [m. 1539]da öldü.] Seyyid Şerîf-i Cürcânî “rahmetullahi aleyh”, Şerh-i mevâkıf sonunda, 3. maksadda buyuruyor ki: “Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmıyan kâfir olur. Bunlardan yehûdî ve nasârâ [hıristiyan], Berehmen ve Budistler, başka Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în” inanıyor. Bunların getirdikleri ve sonradan bozulmuş olan kitâbları okuyorlar. Bunlara tapınmıyorlar. Bunun için bu kâfirlere Ehl-i kitâb denir. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Herşey tabî’at kanûnları ile var oluyor. Bir yaratıcı yokdur. Dehr, ya’nî zamân ilerledikce, herşey değişmekdedir diyor”.

Mecûsîler, Senevîdir. Allahü teâlânın iki olduğuna, putperestler ise, çok olduğuna inanıyor. Hepsi, müşrik, ya’nî kitâbsız kâfirdirler. Çünki, bir Peygambere inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler, masonlar, tanrısız kâfir olup, Dehriyye kısmındandır. Berehmen, Budist, Yahûdî ve Hıristiyanlar, Ehl-i kitâb iken, zamânla, (müşrik) oluyorlar. Şimdi, yeryüzünde, değişdirilmemiş bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdiği islâm dînidir. Bu dînin, kıyâmete kadar bozulmıyacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ söz vermişdir.

İnsan resmine, heykeline hurmet, tazîm etmek, kıymet vermek, onu yükseğe koyup, karşısında dikilmek, eğilmek, secde etmek, medh edici şeyler söylemek, yalvarmaktır. Bu da iki sebeble olur:

1) Hocasının, babasının, âmirinin, bir Peygamberin, Velînin, dîne ve millete hizmet edenin resmi olduğuna inanarak hurmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından, yanî Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlardan birinin bulunduğuna inanmaz. Onu mahlûk bilir. Onu sevdiğini bildirmek, onu sevindirmek için, başkalarına uyarak hurmet eder. Böyle hurmet eden kâfir olmaz. Harâm işlemiş olur. Harâm olduğuna inanmıyan kâfir olur. Kâfirlerin resmine böyle ta’zîm küfr olur.

2) Resmin, heykelin sâhibinde ve salîbde [haçda] veyâ yıldız, güneş, inek gibi herhangi bir şeyde, ulûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, meselâ, istediğini yaratır, her istediğini yapar, hastaya şifâ verir diyerek ta’zîm etmek, küfr olur. Şirk olur. Bu kimse müşrik olur. Ta’zîm etmesi ibâdet, tapınmak olur. Bu resimler, heykeller ve şeyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, Îsâ Allahın oğludur, melekler kızlarıdır diyerek, erkek ve kız resimlerine ve heykellere hurmet etdikleri için, müşrikdirler. Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları için, müşrik değil, Ehl-i kitâbdırlar. Fakat, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kâfirdirler.]

KAZÂ VE KADER

Îmânın altı şartından altıncısı, kazâ ve kadere inanmaktır. Kazâ ve kader, zekî insanların zihinlerinin en çok takıldığı bir bilgidir. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi iyi anlamamaktan ileri gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiçbir zekînin şüphesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.

Âlemlerin yaratanı, yaratdığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden Arşa kadar hepsini, maddeleri, manâları, bir ânda ve bir arada bilir. Herşeyi yaratmadan önce biliyordu. Herşeyin iki türlü varlığı olur. Biri ilimde varlık, ikincisi, hâricde, maddeli varlıktır.

İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” bunu bir misâl ile, şöyle anlatmıştır: Bir mühendis mi’mâr, yapacağı bir binânın şeklini, her yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâğıda çizer. Sonra bu plânı, mimâra ve ustalara verir. Bunlar da, bu plâna göre, binâyı yapar. Kâğıttaki plân, binânın, ilimdeki varlığı demektir ve zihinde tasavvur edilerek çizilen şeklidir. Buna, (ilmî, zihnî, hayâlî vücûd) isimleri verilir. Kereste, taş, tuğla ve harçdan yapılan binâ da, hâricdeki varlıktır. Mühendis mimârın zihninde tasavvur ettiği şekil, yanî bu şekle olan bilgisi, binâya olan kaderidir.

Kazâ ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda, bir takım yanlış fikirler, evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, ta’rîflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten kurtulurlar.

Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.

Allahü teâlâ, herşeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader, bu ilimdir.

Kader, hiçbirşey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilim sıfatının mahlûklara olan bağlılığıdır. Mazher-i Cân-ı Cânânın 13. mektûbu, kazâ ve kader bilgisini çok güzel açıklamaktadır.

(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at)kadere îmân etmiş, kadere inanmak îmânın şartıdır demiştir. Yanî kadere inanmıyan, mü’min değildir dediler.

Kaderin, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünki, kader, bildiği şeyleri yaratmak demektir.

[Kader ve kazâ kelimeleri, birbiri yerine kullanılır. Kader yerine, kazâ denir].

Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: “Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın kullarından sakladığı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve din sâhibi olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır. Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konuşması câiz değildir. Şu kadar bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı şakîdir. Cehennemde kalacaktır. Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecektir. Bir kimse, hazret-i Alî’den “radıyallahü anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!) buyurdu. Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr sordu. Bu def’a: (Kader, Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı) buyurdu.”

 

Kaynak: Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye

 

İlim olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,
öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,

kurtulmaya çalışmalı, baştan başa millet,
kâfi değil mi yoksa, bu son dersi felâket?

Bu felâket dersi, neye mal oldu, düşünsen,
beynin eriyip, yaş gibi, damlardı gözünden.

Son olaylar, ne demektir, bilsen ne demektir:
Gelmezse eğer, kendine millet, gidecekdir.

Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,
zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.

Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalışmak lâzım,
dîne bağlı, atomla silâhlı er olmak lâzım!

Din bilgisi, harb gücü, ileri olmak gerek,
ikisidir ancak, millete huzûr verecek.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler