Sual: Türkçe bir din mecmuasında, Muhammed Kutub adında bir Mısırlının yazısı vardır. (İnhiraf çizgisi) adındaki yazı Arabîden tercüme edilmiş. Eğer tercüme doğru yapılmış ise, yazısında şunları söylüyor:
“Türklerin savaş meydanlarında kaydettikleri zaferler, İslama şeref vermiştir. Ancak, Türklerin elinde, İslamın, mânâsından çok şey gayb ettiği de bir gerçektir. Türklerin elinde İslam dondurulmuş, (manen) gelişmesi durdurulmuştur. Osmanlılar, askerlik dışında kalan bütün meydanlarda İslamı dondurdular ve zedelediler. Mesela ilme gereken önemi vermediler. İctihadı durdurarak fıkıh ilmi dondu.
Nihayet İslam, Osmanlıların bağlayıcı kaydından kurtulup bağımsızlığını kazanarak, ileri atılmaya başladı. Özellikle bu atılış Hicaz’da Vehhâbîlik, Sudan’da Mehdi’nin yönettiği Mehdilik hareketlerinde görülmektedir. Bu iki hareket, İslama asıl gücünü ve ilerleme istidadını yeniden kazandıracak nitelikteydi. İslamdaki bu mutlu gelişmeyi gören haçlı emperyalizmi harekete geçti”.
Buna ne cevap vermek gerekir?
Cevap: Osmanlı Türklerinin İslamiyete hizmetleri, bir şaheserdir. Bir abidedir. Tarih meydanına dikilmiş olan bu dev abideyi görmemek için kör veya bir Türk düşmanı olmak lazımdır. Bu Mısırlı yazarın da bildirmek zorunda kaldığı gibi, Osmanlı Türklerini zaferden zafere götüren dinamizm, ahlak, sabır ve kahramanlık, hangi kaynaktan geliyordu? İslam kaynağından değil mi? İslamiyete şeref verilemez. İslamiyetten şeref alınır. Müminlerin şerefli emri hazret-i Ömer “radıyallâhu anh”, “Biz, zelil, aşağı kimselerdik. Allahü teâlâ, bizleri müslüman yapmakla şereflendirdi” buyuruyor. İslamiyetin, her çeşit fazilet ve şerefler kaynağı olduğunu bilmeyen cahiller, İslamiyete şeref verilecek sanırlar.
İstanbul’dan Viyana’ya doğru giden İslam ordusu, Belgrad yakınlarında, bir su başında, mola veriyor. Çeşme, abdest alan, kablarına su koyan askerlerle dolu. Yakındaki bir kilisenin papazı, güzel kızları süslüyor. Ellerine birer kap verip, çeşmeye gönderiyor. Papaz pencereden gizlice seyr ediyor. Kızlar gelince, askerler hemen kenara çekiliyor. Kızlar rahatça doldurup kiliseye dönüyorlar. Papaz, İslam askerlerinin bu güzel ahlakını, faziletini, edebini ve merhametini görünce, “Bu ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin!” diyerek haçlı kumandanlarına haber gönderiyor. Bu Mısırlı yazar, Osmanlı zaferlerini, Attilla’nın orduları gibi, barbar istilası sanıp yanılmakta mıdır? İngiliz lordu Davenport’un kitabını okumuş olsaydı “İslam orduları her gittiği yere, adalet, fazilet ve medeniyet götürmüştür. Boynunu büken mağlub düşmanı daima afv ile karşılamıştır” bilgisini öğrenir de, yazılarında biraz edebli davranırdı. Abbasilerden sonra, İslam halifelerine Mısırda zından hayatı yaşatan, hilafet haklarını onlardan gasp edenler, hutbelerde kendilerine (Sultanül-haremeyn) demekten haya etmiyorlardı. Yavuz Sultan Selim han 1517 senesinde, Mısır’ı fethedip, hilafeti esaretten kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de sultanül-haremeyn diyen hatibi susturup, (Benim için, o mübarek makamların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana (Hadimülharemeyn) deyin!) buyurduğunu tarih kitapları yazmaktadır. İslam ahlakını, Mısırlılar mı dondurmuş; yoksa Osmanlılar mı dondurmuş, buradan çok iyi anlaşılmaktadır.
Sultan II. Abdülhamid han, siyasal bilgiler mektebini birincilikle bitireni, her sene saraya katib alırdı. Böylece, gençleri çalışmaya teşvik ederdi. Katib seçilen Esad Bey (Hatırat-i Abdülhamid han-ı sani) kitabında diyor ki bir gece yarısı şifre yazdım. İmza için, sultanın yatak odası kapısını çaldım. Açılmadı. Bir daha vurdum. Yine açılmadı. Üçüncüyü vuracağım anda, kapı açıldı. Karşıma çıkan sultan, havlu ile yüzünü siliyordu. (Evlat! Seni beklettim. Kusuruma bakma! Daha birinci çalışta kalktım. Gece yarısı, mühim bir imza için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kağıtına abdestsiz imza etmedim. Abdest almak için geciktim. Oku dinliyeyim) dedi. Okudum. Besmele çekerek imzaladı ve hayırlı olsun inşaallah, dedi. İşte Osmanlı sultanları İslamiyete böyle bağlı, böyle saygılı idi. Eyüp Sabri Paşa, (Mir’at-ül Haremeyn) kitabında diyor ki “Sultan Abdülmecid han, Mustafa Reşid Paşa’nın mason olduğunu, İslamiyete uymayan bir yol tuttuğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, (irâde-i şahane) alınıyordu. Sırada bulunan bir kağıt için (Medine ahalisinin bir dilekçesi okunacak) bilgisi verildi. (Durun, okumayın! Beni oturtun!) buyurdu. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. (Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten haya ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Bir gün sonra vefat etti.” İşte, Osmanlı Türk sultanlarının ahlaki hayası ve İslamiyete saygıları böyle idi.
Türkün İslamiyete olan bu saygısı ve edebi, Mescid-i saadette, pis ayaklarını kabir-i saadete karşı uzatıp, leş gibi yatan vehhâbîlerin saygısızlığı ve edebsizliği ile hiç bir olur mu?
Osmanlılarda, İslamiyet ilerlememiş sözünde, sinsi bir İslam düşmanlığının habis kokusu duyulmaktadır. Fenariler, molla Hüsrevler, Hayaliler, Gelenbeviler, İbni Kemaller, Ebussuudler, allame Birgiviler, İbni Abidinler, Abdülgani Nablüsiler, mevlana Hâlid-i Bağdâdîler, Süveydiler ve Abdülhakim Efendiler ve Abduh’u rezil eden allame Mustafa Sabri efendi ve daha nice fıkıh ve kelam âlimleri, hattatlar, mimar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler hangi devlette yetişti? Osmanlılarda değil mi? Osmanlı âlimlerinin yazdıkları binlerce ilim kitapları, her velayetteki milli kütüphaneleri doldurmuştur. Fihristleri meydandadır. Bütün İslam alemine 600 sene fetva veren, her müşkili çözen, müslümanların dertlerine deva olan, hristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyeler yazarak, onları rezil eden, Osmanlı şeyhülislamları değil mi idi? Hayalinin ilim-i kelam haşiyeleri, molla Hüsrev’in Dürer’i, Halebi’nin Mülteka’sı ve İbni Abidin’in Redd-ül-muhtar’ı ve Ebussuud’ün tefsiri ve Şeyhzade’nin Beydavi haşiyesi ve Seyyid Abdülhakim-i Arvasi’nin mektupları ve vaazları bugün, bütün İslam alemine ışık tutmaktadır. Bu yüce âlimleri ve Velileri Osmanlılar yetiştirmedi mi? Bugün de, dinini doğru öğrenmek isteyenler, bu kıymetli kitapları okumalıdır. Tefsirlerin en kıymetlisi Şeyhzade ve Ebussuud tefsirleridir. Müslümanlara faydalı olmak isteyen, bu tefsirleri Türkçeye tercüme etmelidir. Reformcu yazarların tefsirleri böyle değildir. Çünkü onlar, kısa görüşleri, noksan bilgileri ile hatırlarına gelenleri, tefsir diye araya karıştırmışlar, zencire çürük halkalar eklemişlerdir. Çürük halkalı zencire güvenip, sarılıp denize inen, elbette aldanır, boğulur. Bunun için bu uydurma tefsirlerin tercümelerini okumamalıdır. İslamın 600 senelik bekçisi, İslam ilimlerinin kaynağı, hep Osmanlılar idi. Matbaa kurulmalıdır diyen Behcetü’l-fetava gibi yüzlerce fetva kitapları, her asrın icaplarına göre yol gösterdi, ileriye çığır açtılar. Son asrın şaheseri olan (Mecelle) kitabı ise, dünyada benzeri bulunmayan bir hukuk abidesi oldu. Dinde reformcularda Osmanlı ahlaki Osmanlı ilim ve irfanı olsaydı, bir avuç Yahudi karşısında yenilmezlerdi. Müslümanların harp planları mesul kimseler tarafından Londra’da birkaç bin liraya İsrail casuslarına satılmaz ve Arap birliği bütün dünyaya rezil olmazdı.
Kutub denilen Mısırlı yazarların Ashâb-ı kirama ve sonra, Emevi, Abbasi ve Osmanlıların halis müslüman idarecilerine pervasızca ve hayasızca saldırmaları, boşuna değildir. Bunun sebebini yine kendisi açıklamaktadır. Şecaat arz ederken, merd-i kıbti, sirkatini söylemektedir. (Vehhâbîlik, İslamiyeti esaretten kurtardı) diyerek, baklayı ağzından çıkarmaktadır. Evet, mezhepsizleri övebilmek için, İslam halifelerini, İslam âlimlerini kötülemektedirler. Mevdudi’nin, M. Kutub’un ve Abduh’un planları, siyasetleri hep bu temele dayanmaktadır. Hepsi, selef-i salihine saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık, İbni Teymiyye’yi ve Cemaleddin-i Efgani gibi sapıkları bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar. Mezhepsizlerin nesini övüyorlar? Dini ve ilmi kıymetleri sıfır olduğu gibi, ahlaksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, 1964’te tahttan indirilip, 1968’te ölen Süud, Avrupa’da sefahet, namus ve ahlak dışı hareketleri ile ve keyfine, zevkine milyonlar harc etmesi ile bütün dünyaya gösterdi. Mısırlı yazar, Kahire’deki ve Riyad sarayındaki fuhuş, zina, namussuzlukların radyolarda dünyaya yayıldığını görüp, işitip, acaba biraz yüzü kızarmıyor mu? Bütün İslam aleminden gelen milyonlarca hacının her birinden yüzlerce lira rüşvet almaktan haya etmiyorlar. Din kardeşi, yüzlerce lira vermezse, buna hac farizasını yaptırmıyorlar. Halbuki Osmanlıların Reddü’l-muhtar kitabında, Kudüs’ü ziyarete gelen hıristiyanlardan ayakbastı parası almak haramdır diyor. Osmanlılar, kâfirden bile ayakbastı parası almazdı. Vehhâbîler ise, müslümandan istiyor. Vermezse, ibadete mâni oluyor. Bakara sûresinin yüz 14. âyet-i kerimesinde meâlen, “Allahü teâlânın mescidlerinde, onun ismini zikir etmeyi yasak edenden daha çok zalim olamaz!” buyuruldu. Tibyan tefsirinde, Ata hazretleri diyor ki Hudeybiye günü, Mekke kâfirleri, müslümanları, Mescid-i harama sokmayıp, hac ettirmedikleri için, bu âyet-i kerime geldi. Kur’ân-ı Kerîmde kâfire zalim de denilmektedir. Para vermeyen müslümanları, Mescid-i harama sokmayanların ve bunları övenlerin ne oldukları, bu âyet-i kerimeden açıkça anlaşılmaktadır. İşte, kötüledikleri Osmanlı müslümanları! İşte övdükleri vehhâbîler ve dinde reformcular!
(Osmanlılar ictihadı durdurdular) demesi de, yalandır. Bu söz İslam düşmanlarının ağızlarında iğrenç bir sakız haline gelmiştir. Osmanlılar, ictihad kapısını kapamadı. M. Kutuplar ve Abduhlar gibi, Ehl-i sünnet düşmanı cahillerin, İslam dininin afif harimine mülevves kalemlerini sokmalarını önlediler. Osmanlı Türkleri İslamiyeti böyle cahillerin tasallutundan korumasalardı, bugün İslamiyet de, Hristiyanlık hâlini alır, karma-karışık, bozuk bir şey olurdu. Nitekim, Mekke’deki ve Mısır’daki sapıkların elinde müslümanlığın yaralandığı, oyuncak haline geldiği acı acı görülmektedir. Bugün hakiki müslümanlık, Resûlullahın “aleyhisselam” bıraktığı gibi, bütün temizliği ve saflığı ile Türk milletinde kalmış bulunmaktadır.
Mezhepsizlerin önderi olan İbni Teymiyye’nin ve mezhepsizlikte çok aşırı gidenlerin içyüzlerini daha geniş öğrenmek isteyenlere, Hindistan âlimlerinden mevlana Muhammed Hamdullah-ı Dacvi’nin yazdığı (El-besair li-münkiri’t-tevessül-i bi-ehli’l mekabir) ve Muhammed Hasan Can Fârukî Müceddidi Serhendi’nin (Usûlü’l-erbea fi terdid-il-vehhâbîye) kitaplarını tavsiye ederiz. Birincisi Arabî, ikincisi fârisîdir. Önce Hindistan’da, ikinci olarak ,1975’de, İstanbul’da bastırılmışlardır.
Tavsiye Yazı —> Cemaleddin Efgani kimdir?