Sual: Osmanlıda Eğitim ve öğretim nasıldı?
Cevap: Her seviyede eğitim ve öğretim yapılırdı. Sıbyan mektebinden üniversite mâhiyetindeki dârülfünûn ve medrese ile medrese-i mütehassısîn denilen ihtisas müesseselerine kadar teşkilâtlı idi. Câmilerde yapılan günlük vaazlarla da vatandaşlar eğitilirdi. Osmanlı eğitim sistemi, İslâm terbiyesi ve örfe göreydi. Öğretim İslâmî esaslara göre olduğundan her Müslüman Kur’ân-ı kerîm okumasını bildiğinden, Osmanlıca da Kur’ân harfleri ve ilâvelerinden meydana geldiğinden Müslümanlar arasında okuma-yazma nisbeti yüzdeyüze yakındı. Gayri müslim tebeadan dağ ve mağaralarda yaşayıp, medeniyeti kabul etmeyen taassup sâhipleri kişiler varsa da, Osmanlı hoşgörüsü bunlara baskı yapmaktan uzaktı. Bunlar hâlâ böyle olup, insanlar arasına karışmamışlardır. Osmanlının bütün memlekete şâmil eğitim ve öğretim müesseseleri olduğu gibi, gayri müslim ve bâzı gayri Türk ve yabancıların da okulları vardı. Sıbyan, rüştiye, idâdî, dârülfünûn, çeşitli medreseler, mekteb-i aklâm, mekteb-i fünûn-i idâdiye, mekteb-i fünûn-i mâliye, mekteb-i fünûn-i nücûm, mekteb-i maarif-i adliyye, mekteb-i nüvvâb, mekteb-i Osmanî, mekteb-i sultanî, mekteb-i tıbbıyye-i mülkiyye, mekteb-i ulûmu-i harbiye adlarıyla ve pekçok askerî ve sivil okul vardı. Türkiye’deki Gayri müslim azınlık ve yabancılar da kendi dil, din ve kültürlerinde mektep açtılar. Rum, Ermeni, Yahûdî, Fransız, İtalyan, Avusturya, Amerikan, Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Süryânî, Mûsevî gibi azınlıklar, çeşitli din, dil ve yabancıların başta İstanbul olmak üzere Selânik, İzmir ve diğer merkezlerde okulları vardı. Okulların kitap, âlet ve edâvatları ülke içinde hazırlanıp, îmâl edildiği gibi dışarıdan da getirilip, tercüme de yaptırılırdı. Eğitim ve öğretim her devirde yaygın ve mükemmel olmasına rağmen, Sultan II. Abdülhamîd Han (1876-1909) zamânında daha artıp, mükemmelleşti. Memleketin her köşesine aynı şekil ve değerde liseler yaptırdı. Bunların bâzıları hâlâ daha sağlam olup, eğitim ve öğretim seviyesi bakımından Türkiye’nin en meşhur liseleridir. Osmanlı eğitim ve öğretim sisteminde öğrenci-öğretmen-veli münâsebetleri mükemmel olup, hocaya hürmet edilirdi. Hoca da talebesine şefkâtle muâmele ederdi. Okullarda falaka olmayıp, dayak karakollarda vardı.
Osmanlıda İlim; Osmanlılarda bütün dînî, fennî, sosyal ilimler ve teknik bilgiler kuruluşundan sonuna kadar her seviyede öğretilip, tatbik edilerek, yayıldı. Osmanlı Devletinin kuruluşunda, kurucuların etrafında Anadolu Selçukluları devrinde yetişen âlim ve velîler vardı. Osman Gâzi dâhi, devrin şeyhlerinden olan ve bölgede büyük îtibar görüp, hürmet edilen Şeyh Edebâlî’nin talebesi ve dâmâdıydı. Osman Gâziden sonra pâdişâh olan Sultan Orhan Handan Vahideddîn Hana kadar bütün Osmanlı sultanları ilme hizmet edip, meşgul olan âlimlere hürmet göstererek onların teveccühünü kazanmışlardı. Memleketin her tarafı ilim yuvası müesseselerle donatılarak, ışık ve feyz kaynağı olmuştur. Osmanlılar devrinde yapılan mektep ve medreselerden, yazılan kitap ve diğer eserlerin bâzılarından hâlâ faydalanılmaktadır. Osmanlılar devrinde dînî ilimlerden; ilm-i tefsir, ilm-i usûl-i hadis, ilm-i hadis, ilm-i üsûl-i kelâm ilm-i kelâm, ilm-i usûl-i fıkıh, ilm-i ahlâk da denilen ilm-i tasavvuf, ilm-i kıraat, akâid, belâgat, ilm-i Kur’ân, ilm-i ferâiz, fennî ve sosyal ilimlerden de; riyâziye (matematik), hendese (geometri), heyet (astronomi) ilm-i nebâtat (botanik), hikmet-i tabi’iyye (fizik), ilm-i kimyâ (kimyâ), ilm-i tıp, mantık, felsefe, içtimâiyet (sosyoloji), Doğu ve Batı dilleri ve edebiyatı, Slav dilleri, coğrafya, târih, lügat dâhil bütün ilimler tahsil edilirdi. Bu ilim sahalarında her devirde pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler bırakarak, ilme hizmet ettiler.
Osmanlıların kuruluşundan îtibâren dînî ve hukûkî sahada yetişen meşhur ilim adamları ve eserlerinden bâzıları: Şerefüddîn Dâvûd-i Kayserî (vefâtı 1350), İznik Medresesi müderrislerindendi, 13 kadar eser yazdı. Şeyh-ül ekber Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin Fususü’l-Hikem adlı meşhur eserini Matlau Husus-il-Kilem fî Meânii Fusus-il-Hikem adıyla şerh etti, yâni açıkladı. Molla Fenârî (vefâtı 1431) yüzden fazla eser yazdı. En meşhur eseri Fusus-ül-Bedâyi li Usûl-iş-Şerayi. İbn Melek İzzuddîn Abdüllatif (vefâtı 1394), müderris olup, fıkıhtan Mecmau’l-Bahreyn ve Mülteka’n-Nehreyn, Menzilül Envâr, hadisten Meşârik-ül-Envâr. Hızır Bey (vefâtı 1459) ilim dağarcığı lakâbıyla tanınır. İstanbul’un ilk kâdısıdır. Yetiştirdiği talebelerinden Muslihuddîn-i Kastalânî, Hocazâde, Tâcizâde, Hatipzâde, Muarrifzâde, Kâdızâde-i Rûmî, Mûsâ Paşa ve Tazarruat sâhibi Sinan Paşa meşhurdur. Molla Hüsrev (vefâtı 1480) Dürer, Gurer, Mirkat, Mir’at eserlerinin sâhibidir. Hocazâde Muslihüddîn Mustafa (vefâtı 1488), Tehâfüt sâhibidir. Sinan Paşa (vefâtı 1486) Tazarruât, Tezkiret-ül-Evliyâ eserlerinin sâhibidir. Ali Kuşçu (1397-1474), dînî ve fennî ilimlerde eser sâhibidir. Zîc-i Gurgâni’yi tamamladı. Müderristi, Risâle-i Muhammediye ve Risâle-i Fethiyye eserlerinin sâhibidir. Molla Lütfi (vefâtı 1495), müderristi. Hendeseden Târif-ül Mezbah, Mevzuat ve daha birçok kitabı vardır. Müeyyedzâde Abdurrahman (vefâtı, 1516), Mecma-ül-Fetâve, Cüz’ü Lâyetecezza eserlerinin sâhibidir. Âli Cemalî Efendi (vefâtı 1520). Zenbilli Âli Efendi adıyla da tanınan meşhur şeyhülislâmdı. Muhtarat fetvâlarının toplandığı eseridir. İbn-i Kemâl Ahmed Şemseddîn Paşa (vefâtı 1536), (Müftiüs-sekaleyn yâni insan ve cinin müftüsü ünvânı sâhibidir. Şeyhülislâmdı. Üç yüz kadar eseri vardır. Atufî Hayreddîn Hızır (vefâtı 1541) Arap edebiyatında, tefsir, hadis ve kelâmda ihtisas sâhibiydi. Ravz-ul-Esnan fî Tedbir-i Sıhhat-i Lebdan adlı tıbbî eserinin yanında daha 15 kıymetli telifi vardır. Kınalızâde Ali (vefâtı 1565), müderristi. Ahlâk-ı Alâî, Tabakât-ı Hanefiyye, Durer ve Gurer Hâşiyesi ve daha on kadar eseri vardır. Taşköprülüzâde Ahmed Îsâmüddîn (vefâtı 1561), Şakayık-ı Nu’mâniye, Mevzuat-ül-Ulûm adlı telifleriyle tanınır. Celâlzâde Sâlih Efendi (vefâtı 1565), müderristi. On dört kadar eseri vardır. Câmi-ül-Hikâyat Tercümesi, Târih-i Mısr-ı Cedid, Târih-i Budin, Fetihnâme-i Rodos, Mohaçnâmeeseriyle tanınır. Ahmed Cevdet Paşa (1823-1894) Mecelle’yi hazırlayan heyetin başkanı olup Kısas-ı Enbiyâ ve Malûmat-ı Nafi’a eserleri meşhurdur. Diğer ilim ve teknik sahalarda da pekçok âlim yetişip, kıymetli eserler vermişlerdir. Edebiyat; 700 yıla yakın iktidarda kalan ve dünyânın en büyük devleti olan Osmanlı Devleti; başta pâdişâhlar olmak üzere pekçok şâir ve edib yetiştirdi. Dünyânın en verimli lisanlarından olan Osmanlıca yazı ve dilini geliştirdi. Yazma ve basma pekçoğu Türkiye kütüphâne ve arşivlerinde olmak üzere, dünyânın her tarafında pekçok Osmanlıca eser vardır. Osmanlıca; devlet lisanıydı. Osmanlı sultanları halîfe ünvânını da taşıdıklarından Osmanlı Türkçesiyle yazılıp basılmış eserler dünyânın dört bir tarafına yayılmıştır.
Osmanlıda Güzel sanatlar; mîmârî, çinicilik, minyatür sahalarında muhteşem, nâdide eserler verildi. Mîmarlık sahasında, kendine has, estetik mâhiyette sanat eserleri yapıldı. Bunu sivil, askerî, dînî, mülkî, adlî, sosyal ve kültürel eserlerde en güzel şekilde başta İstanbul olmak üzere, memleketin her tarafında görmek mümkündür. Topkapı, Yıldız, Çırağan, Göksu Kasrı, Dolmabahçe, Beylerbeyi sarayları, Selimiye Kışlası, Kuleli Askerî Lisesi, Anadolu ve Rumeli Hisarları, Bursa Yeşil, Ulu câmileri, Edirne’deki Selimiye Câmii, İstanbul’daki Fâtih, Mahmûd Paşa, Süleymâniye, Şehzâdebaşı, Sultanahmed, Nûruosmâniye, Vâlide Sultan; Manisa’da Murâdiye, Hâtuniye câmileri; Mahmûdpaşa, Sultan Süleyman, Sultanahmed, Fuadpaşa, Mahmud Şevket Paşa, Hürrem Sultan, Nakşidil Sultan türbeleri; Nilüfer Hâtun İmâreti, Kapalıçarşı, Sultanahmed Çeşmesi, Mîmar Sinân Sebili, Fâtih, Süleymâniye medreseleri, Haseki, Gureba Hastâneleri Osmanlı mîmârî eserlerinin nümûneleridir. Cinicilik; dekoratif şekiller olup yaygın olarak câmilerde, saraylarda ve diğer eserlerde kullanıldı. Minyatür; nakkaşlar tarafından kâğıt, duvar, tahta ve taşa zarif şekilde işlenirdi. Kat’ı denilen kâğıt oymacılığı sanatı da vardı. Hat; güzel yazı sanatı olup, yazarlarına hattat denir: Kûfî, Sülüs, Nesih, Muhakkak, Reyhânî, Tevkî’, İcâze, Ta’lik, Divânî, Celi, Rik’a, Ma’kili dâhil, bin kadar çeşidi vardı. Halıcılık, kumaşçılık, dericilik, ciltçilik, kitapçılık, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcılık, mürekkepçilik, mobilya, sandalcılık da ayrı birer sanat dalı olarak, her sahada eserler verildi. Ahlâk; Osmanlı idâresinde İslâm ahlâkı hâkimdi. Pâdişâhın sarayında İslâm ahlâkı en güzel şekliyle yaşanır, buradan halka yayılırdı. Enderunda yetiştirilerek taşra çıkarılan beyler ve askerler bir taraftan haremde yetiştirilerek üstün ahlâk sâhibi kimselerle evlendirilen câriyeler, güzel ahlâkın çevreye yayılmasında başlıca âmil oldular. Memlekette umûmî kâideler dâhil gayri müslimler hâriç herkes İslâm ahlâkına ve örfe uymak mecburiyetindeydi. Vatanseverlik, Osmanlılık şuuru, vakâr, büyüğe hürmet, küçüğe şefkât, vefâ ve sadâkat, hayırseverlik, cömertlik, merhamet ve müsâmaha, tevekkül, nâmus, temizlik, hayvan ve bitki sevgisi, his, kıymet ve idealleri başlığı altında toplanabilen ahlâk ölçülerine riâyet edilirdi. Güzel ahlâk, kıymet ölçüleri sâyesinde memleket emniyet ve huzur içinde olup, tam bir kardeşlik havası hâkimdi. Osmanlı ahlâkını gören devrin sefir ve seyyahları yazdıkları eserlerde gıbtayla bahsetmekte ve okuyanları imrendirmektedirler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) zamânında Osmanlı ülkesinde bulunan Edmondo da Amicis, Constantinople (İstanbul) 1883 adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Paşasından sokak satıcısına kadar istisnâsız her Türkte vakâr, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları ile, aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyâfetleri farklı olmasa, İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir… İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve kibar cemâatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakârete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir tezâhüre şâhit olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzûmundan fazla işgâl etmek, ayıp sayılır.”