Âlem öylesine kararmış ve etrafı zulmet o şekilde kaplamıştı ki, insanlar her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeyi bırakmışlardı. Şaşkınlıklarından kâinatta cereyan eden hâdiselere ve Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı eşyâya, bilhassa elleriyle yonttukları taştan ve tahtadan putlara “ilâh” diye tapınıyorlardı. Âlem mahzûn, varlıklar mahzûn, gönüller mahzûndu ve yüzler gülmeyi unutmuştu. Allahü teâlânın, diğer mahlûklardan üstün olarak yarattığı insanların, Cehennem’den kurtulmalarına sebep olacak bir kahraman lâzımdı. Nitekim doğmasına çok az bir zamân kalmıştı. Âlem, Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, temiz alınlardan temiz alınlara geçerek gelen nûrun sahibini karşılamak için hazırlanıyordu. İnsanlara ve cinne ebedî saâdeti gösterecek eşsiz İnsan geliyordu!… Şefkat ve merhamet menbaı, Rabbi’nin ahlâkı ile ahlâklanmış yüksek insan geliyordu!…
Makâm-ı mahmûd sahibi, şefâatçilerin baş tâcı geliyordu!… Kâinatın hocası, varlıkların özü, insanların efendisi geliyordu! Mahşer gününün imdâda yetişicisi, peygamberlerin sultânı geliyordu!… Allahü teâlânın Habîbi, sevgilisi, hürmetine yaratıldığımız, âlemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz geliyordu!… (Sallallahü aleyhi ve sellem)
Bu gelen ilmi ledün sultânıdır,
Bu gelen tevhîd ü irfân kânıdır.
Bu gelen aşkına, devreyler felek,
Yüzüne müştak durur ins ü melek.
Yedi kat yer, yedi kat gök, kısaca âlem büyük bir hürmet ve sevinç içinde Seyyidü’l-Mürselîn, Hâtemü’l-Enbiyâ, Habîb-i Hudâ olan efendisini beklemekte idi. Bütün mahlûkât hâl lisânı ile: “Hoş geldin yâ Resûlallah!” demek için hazırlanmıştı. Hicretten 53 sene evvel Fil vak’asından iki ay kadar sonra, Rebî’ulevvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Hâşimoğulları mahallesinde, Safâ tepesi yakınında bir evde hasretle beklenen, Allahü teâlânın nûru Muhammed Mustafâ (sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem) doğdu. O’nun teşrifiyle âlem, yeniden hayat buldu. Karanlıklar, birden “Nûr” ile aydınlandı.
Medhü ’n-nübüvve ” kitabında buyuruldu ki:
“Şereflerin en yücesine mazhar olan annelerin en bahtiyârı Hazreti Âmine, hamileliğini şöyle anlatır: “O servere hâmile olduğum günlerde, hiç acı ve elem görmedim. Hâmile olduğumu hissetmezdim. Ancak altı aydan sonra bir gün, uyku ile uyanıklık arasında bir kimse bana; “Senin hâmile olduğun kimdir, bilir misin?” dedi. “Bilmiyorum” cevâbını verince; “Bilmiş ol ki, Peygamberlerin sonuncusuna hamilesin!” haberini verdi. Doğum zamânı yaklaşınca, o kimse tekrar geldi, dedi ki: “Ey Âmine! Çocuk doğunca, ismini Muhammed koy.” Başka bir rivâyette de; “Ey Âmine! Çocuk doğunca, İsmini Ahmed koy” şeklinde bildirilmiştir.”
Hazreti Âmine vâlidemiz, doğum ânını da şöyle anlatır:
“Doğum ânı geldiğinde, heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sıvazladı. Korku ve ürpertiden eser kalmadı. O anda susamış, sanki hararetten yanıyordum. Yanımda süt gibi beyaz, bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti, içmem için bana verdiler. İçtim, baldan tatlı ve soğuk idi. Artık susuzluğum kalmamıştı. Sonra büyük bir nûr gördüm, evim o kadar nûrlandı ki, O nûrdan başka bir şey görmüyordum.
O sırada etrafımı sarıp, bana hizmet eden pek çok hanım gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Bunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Bunların birden bire ortaya çıkmalarından hayret içinde idim. Onlardan biri dedi ki: “Ben Fir’avn’ın hanımı Âsiye’yim! Diğeri de; “Ben de Meryem bint-i İmrân’ım. Bunlar da Cennet hûrileridir” dedi.
Yine o esnada beyaz, uzun ve gökden yere kadar uzanmış ipek bir kumaş gördüm. “Onu insanların gözünden örtün” dediler. O anda bir bölük kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkûttandı. Korkudan terlemiştim, düşen ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O hâlde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Bütün yeryüzünü doğudan batıya kadar gördüm. Etrafımı melekler kuşatmıştı.
Muhammed aleyhisselâm doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu, şehâdet parmağını kaldırdı. Sonra gökden, onu bürüyen, beyaz bir bulut parçası indi. Bir ses işittim; “O’nu mağripten meşrıka kadar her yerde gezdirin. Gezdirin ki, cümle âlem O’nu ismiyle, cismiyle ve sıfatıyle görsünler. O’nun isminin Mâhî olduğunu yâni Allahü teâlâ, O’nunla şirk eserlerini yok ettiğini bilsinler” diyordu. O bulut da gözden kayboldu ve Muhammed’i (sallallahü aleyhi ve sellem) bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada, yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi geldi. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Mübârek oğlumu leğenin içine koydular. Mübârek başını ve ayağını yıkayıp, ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürdüler, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”
Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada, Hazreti Âmine vâlidemizin yanında Abdurrahmân bin Avfın annesi, Şifâ Hâtûn, Osman bin Ebi’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hâtûn ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtûn vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler.
Şifâ Hâtûn şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında yardımcı olarak bulunuyordum. Muhammed aleyhisselâmın, doğar doğmaz duâ ve niyaz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü…”
Bundan başka bir çok hâdiseye şâhid olan Şifâ Hâtûn; “Ne zamân ki, O’na peygamberliği bildirildi, hiç tereddüd etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum” demiştir.
Safiyye Hâtûn da şöyle anlatmıştır:
“Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada, her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dil ile; “Lâ ilâhe il-lallâh, innî resûlullâh” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, “biz onu yıkanmış olarak gönderdik” denildi. Göbeği kesilmiş ve sünnet edilmiş olarak görüldü. Doğar doğmaz secde etti. O sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım “Ümmetî, Ümmetî! (Ümmetim, ümmetim)” diyordu.”
Sevgili Peygamberimiz doğduğu sırada, dedesi Abdülmuttalib, Kâbe-i şerîfe’nin yanında Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyordu. Bu zamân müjde verdiler. Muhammed aleyhisselâmın doğduğu günde bir çok hâdiseler gören Abdülmuttalib, bu müjdeye çok sevinip; “Bu oğlumun sânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi.18
Abdülmuttalib, böylesine büyük bir mutluluğu kutlamak için, doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek, insan ve hayvanların istifâdesine sundu. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere; “MUHAMMED” (sallallahü aleyhi ve sellem) ismini verdim” dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere ise; “Allahü teâlânın ve insanların O’nu methetmelerini, övmelerini istediğim için” cevâbını verdi. Başka bir rivâyette de “Muhammed” ismini koyanın Âmine Hâtûn olduğu bildirilmiştir.
Âmine hatundur onun annesi,
O sedeften doğdu O dürdanesi.
Rebiulevvel ayının nicesi,
On ikinci pazartesi gecesi.
O gece ki doğdu, O hayr-ul beşer,
Annesi onda neler gördü neler.
Dedi gördüm, O Habib’in annesi,
Bir acep nur ki, güneş pervanesi.
Fırlayıp evimden çıktı nagehan,
Göklere dek nur ile doldu cihan.
Gökler açıldı, yok oldu karanlık,
Üç melek gördüm, elinde üç ışık.
Biri doğu biri batıda onun,
Biri damında, dikildi Kâbe’nin.
İndiler göklerden melekler saf saf,
Kâbe gibi kılındı evim tavaf.
Yarılıp çıktı duvardan nagehan,
Geldi üç huri bana oldu ayan.
Bu hususta derler o üç dilberin,
Asiye’ydi biri o mehpeykerin.
Biri Meryem hatun idi aşikâr,
Birisi hem hurilerden bir nigâr.
Çevre yanıma gelip oturdular,
Mustafa’yı birbirine muştular.
Dediler oğlun gibi hiçbir oğul,
Yaratılalı cihan, gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi kadri cemil,
Bir anaya vermemiştir O Celil.
Ulu devlet buldun, ey Âmine sen,
Doğacaktır senden O hulk-i hasen
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır,
Bu gelen tevhid-i irfan kânıdır.
Bir adı Mahmud, bir adı Ahmed’dir,
Varlığı cümle âleme rahmettir.
Âmine eder vakit oldu tamam,
Ki vücuda gele O hayr-ül enam.
Susadım gayet hararetten katı,
Sundular bir cam dolusu şerbeti.
Şerbeti karşımda tuttu huriler,
Bunu Rabbimiz gönderdi dediler.
Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
Lezzeti dahi şekerde yok idi.
İçtim onu oldu, cismim nura gark,
Edemedim kendimi ben nurdan fark.
Geldi bir ak kuş kanadıyla revan,
Arkamı sıvadı kuvvetle heman.
Doğdu o saatte O sultan-ı din,
Nura gark oldu, semavat ü zemin.
Kim olmak isterse ateşten necat,
Aşk ile, şevk ile etsin salevat!
Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.
Mahlûkatın hepsi sevindi o an,
Dirilip âlem yeniden buldu can.
Kâinattaki her şey edip seda,
Çağrışarak dediler ki, merhaba!
Merhaba, ey âl-i sultan merhaba!
Merhaba, ey kân-i irfan merhaba!
Merhaba, ey sırr-ı furkan merhaba!
Merhaba, ey derde derman merhaba!
Merhaba, ey rahmeten lil-âlemin!
Merhaba, sensin şefial müznibin!
Bütün dertlilerin dermanı sensin,
Cümle âlemlerin sultanı sensin.
Çünkü nurun ruşen etti âlemi,
Gül cemalin gülşen etti âlemi.
Âmine hatun artmış idi hayreti,
Bir zaman aklı gidip geldi geri.
Gördü gitmiş huriler hiç kimse yok,
Görmedi oğlunu yalvarırdı çok.
Bir an şöyle düşünceye dalmıştı,
Huriler onu götürdü sanmıştı.
Dört tarafa bakıp edince nazar,
Gördü ki bir köşede hayrül-beşer.
O ulu, Kâbe’ye karşı duruyor,
Yüzün yere koymuş secde ediyor.
Secdede diliyle tahmid ediyor,
Kaldırmış parmağın tevhid ediyor.
Dudaklar kıpırdardı, söylerdi kelâm
Anlayamazdım, ne derdi o hümam
Kulağım ağzına verdim, dinledim,
Söylediği sözü o an anladım.
Derdi ki, ya Rab yüzüm tuttum sana,
Ya İlahi ümmetimi ver bana!
Ümmetim dedi sana, O Mustafa,
Ver salevat sen de ona, bul safa.
Essalatü vesselamü aleyke ya Resulallah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Habiballah!
Essalatü vesselamü aleyke ya Seyyidel-evveline vel-âhirin.
Mevlid-i Şerif Velâdet Bahri (Süleyman Çelebi)
“Peygamber Efendimizin Mübarek Nurunun Yaratılması” yazıyı okumak için tıklayınız.