Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Kur’ân-ı kerîmi öyle güzel, öyle tatlı ve te’sirli okurdu ki, O’nu dinleyen gayr-i müslimler de hayran kalırlardı. O’nu dinleyerek müslüman olanların sayısı çoktu. Hazreti Berâ bin Âzib anlattı ki: “Bir yatsı namazından sonra Resûlullah efendimizi, Tîn sûresini okurken dinlemiştim, öyle güzel okuyordu ki, sesi ve okuyuşu O’ndan daha mükemmel olan bir kimse dinlemiş değildim.”
Eshâb-ı kirâm arasında sesi çok güzel olan, Kur’ân-ı kerîmi okurken ağlayan ve ağlatanlar pek çoktu. Bunlardan birisi, Üseyd bin Hudayr idi. Bir gece, atını yanına bağlayıp, Bekara sûresini okumaya başladı. Okurken at birden bire ürktü. Hazreti Üseyd sustu, at sâkinleşti. Okumaya başladı, at yine ürktü. Susunca sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca, yine ürktü. Üseyd bin Hudayr’ın oğlu Yahya, ata yakın bir yerde yatıyordu. Atın, çocuğa bir zarar vermesinden endişe ederek, okumayı bıraktı. Gökyüzüne baktığında, beyaz bulut gölgesine benzeyen bir sisin içinde, kandil gibi parıldayan şeyler farketti. Okumayı kesince, o parıldayan şeylerin semaya doğru yükselerek gittiğini gördü. Sabah olunca, sevgili Peygamberimizin huzûr-ı şeriflerine gidip, başından geçenleri anlattı. Resûlullah efendimiz; “Onların ne olduğunu biliyor musun?” diye sorunca, Hazreti Üseyd; “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Bilmiyorum” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Onlar melekler idi. Senin sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumaya devam etseydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da onları görür ve seyrederlerdi. Onlar, halkın gözlerinden gizlenmezlerdi.”
Kur’ân-ı kerîmi pek yanık okuyanlardan biri de Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk idi. Namaz kılarken okumaya başlayınca, kendini tutamaz, mübârek gözlerinden yaşlar boşanırdı. Görenler bu hâline hayran olurlardı. Bir gün müşrikler toplanıp; “Bu kimse, peygamberin getirdiklerini yanık yanık okuyarak ağlıyor. Çocuklarımız ve kadınlarımızın onun bu hâline meftun olup, müslüman olmalarından korkuyoruz” demişlerdi.
Sevgili Peygamberimizin mübârek cemâlini görerek, O’na âşık olanlardan, mübârek sözlerini ve okuduğu Kurân-ı kerîmi dinleyince, hayran kalıp müslüman olanlardan biri de Abdullah bin Selâm hazretleridir.
Tevrât ve İncîl’i iyi bilen Abdullah bin Selâm, îmân etmeden önce bir Yahudi âlimi idi. Kendisi, müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Ben Tevrât’ı ve izahlarını babamdan okuyup öğrenmiştim. Bir gün babam, âhir zamanda gelecek olan peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı ve; “Eğer O, Hârûn evlâdından gelecek olursa, O’na tâbi olurum; yoksa tâbi olmam!” dedi ve Resûlullah’ın Medîne’ye gelişinden önce öldü.
Resûlullah’ın Mekke’de nübüvvetini îlân ettiğini işittiğim vakit, O’nun sıfatlarını, ismini ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple, O’nu gözleyip durdum. Resûlullah’ın Medîne yakınında Kuba denilen yerdeki Amr bin Avf oğullarının evinde misâfir olduğunu birinden öğreninceye kadar bu hâ- limi Yahudilerden saklayıp sustum.
Bir gün bahçemde hurma ağacından yaş hurma toplarken, Nâdir oğullarından birisi, “Bu gün, Arabların adamı geldi” diye bağırdı. Beni bir titreme almıştı. Hemen; “Allahü ekber” diyerek tekbir getirdim. O anda halam Hâlide binti Hâris, ağacın altında oturuyordu. Çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince; “Allah elini boşa çıkarsın ve seni umduğuna kavuşturmasın. Vallahi sen, Musa bin İmrân’ın geleceğini işitseydin bundan fazla sevinmezdin!” diyerek bana çıkıştı. Ona; “Ey hala! O, vallahi Mûsa bin İmrân’ın kardeşidir ve O’nun gibi bir peygamberdir. O’nun yolundadır ve O’nun gönderildiği tevhîd ile gönderilmiştir” dedim.
Bunun üzerine bana; “Ey kardeşimin oğlu! Yoksa O, kıyamete yakın gönderileceği bize bildirilen peygamber midir?” dedi. “Evet” dedim, “öyleyse haklısın” dedi.
Resûlullah Medîne’ye hicret ettiği zaman, O’nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. Mübârek cemâlini, nûrlu yüzünü görür görmez; “O’nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!” dedim. Resûlullah, toplanan insanlara İslâmiyet’i anlatıyor, nasîhatler veriyordu. Burada Resûlullah’dan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur:
“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabâları ziyâret ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selâmetle girersiniz.”
Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem, beni nübüvvet nûru ile tanıyıp; “Sen, Medîne âlimi îbn-i Selâm mısın?” buyurdu, ben de; “Evet” deyince, sevgili Peygamberimiz; “Yaklaş” buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah! Allahü tealâ için söyle! Tevrat’ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?” Ben de; “Allahü teâlânın sıfatları nelerdir, söyler misiniz?” dedim. Bu suâle karşılık, Resûlullah biraz bekledi ve Cebrâil aleyhisselâm İhlâs sûresini indirdi: Resûlullah efendimizin okuduğu bu sûreyi işitince, Peygamberimize hemen: “Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Sen O’nun kulu ve Resûlüsün” diyerek Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.”
Sonra; “Yâ Resûlallah! Yahudiler; insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnâd ve iftirâlarda bulunan zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftiralarda bulunurlar. Siz, önce beni onlardan sorunuz!” dedim ve evin bir tarafına saklandım. Benim peşimden Yahudilerin ileri gelenlerinden bir grup içeri girdi. Resûlullah efendimiz, Yahudilere; “Aranızdaki Abdullah bin Selâm, nasıl bir kimsedir?” diye sordu. Yahudiler de; “O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbn-i Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, Yahudilere; “Eğer o müslüman olduysa, siz buna ne dersiniz?” diye sordu. Yahudiler; “Allah onu böyle bir şeyden korusun!” diye karşılık verdiler.
O sırada saklandığım yerden çıkıp; “Ey Yahudi topluluğu! Allahü teâlâdan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Allahü teâlâya yemîn ederim, siz de bilirsiniz ki; elinizdeki Tevrât’ta isminin ve sıfatlarının yazılı olduğunu gördüğünüz Allahü teâlânın resûlü budur. Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür” diyerek O’nu tasdik ettim. Bunun üzerine Yahudiler; “O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün de oğludur!” diyerek çeşitli kusurlar ve iftirâlarda bulunup beni kötülediler. Ben; “Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallah! Ben onların zâlim, yalancı, kötülükten çekinmeyen, iftiracı bir millet olduğunu size haber vermemiş miydim? İşte hepsi ortaya çıktı!” dedim. Resûlullah Yahudilere; “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur” buyurdu. Bunun üzerine hemen evime döndüm. Ailemi ve akrabâlarımı İslâmiyet’e dâvet ettim. Halam da dâhil hepsi müslüman oldular.
Benim îmân etmem, Yahudileri çok kızdırdı. Bunun için beni sıkıştırmaya başladılar. Hattâ Yahudi âlimlerden bâzıları; “Arablardan peygamber çıkmaz, senin adamın hükümdardır” diyerek, beni İslâmiyet’ten vazgeçirmeğe kalkıştılar, fakat muvaffak olamadılar.”
Kendisi ile birlikte; Sa’lebe bin Sa’ye, Üseyd bin Sa’ye, Esed bin Übeyd ve bâzı Yahudiler samimî olarak müslüman oldular. Fakat bâzı Yahudi âlimleri; “Muhammed’e yalnız bizim şerlilerimiz inandı. Eğer onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dînini bırakmazlardı” dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, onlara cevap olarak âyet-i kerîme indirip, meâlen buyurdu ki: “Onların (ehl-i kitâbın) hepsi bir değildir. Ehl-i kitâbın içinde ibâdet ve tâatte bulunan bir cemâat vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allahü teâlâ’ nın âyetlerini okurlar.” (Âli İmrân 3/113)
Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye Kitabını Okumak İçin Tıklayınız.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız