Peygamber efendimize her zaman; yaratılmadan önce, yaratıldıktan sonra, dünyadaki hayatında ve vefâtından sonra; berzah kabir âleminde, tevessül edilmiş; kıyamet günü dirildikten sonra, Arasat meydanında ve Cennet’te de edilecektir. Vesile, Allahü teâlânın, nezdinde yakınlığa ve hacetlerin giderilmesine sebeb kıldığı her şeydir.
Resûl-i ekrem ile tevessül, yani Resûlullah efendimizi, Allahü teâlâ katında vesile etmek, O’nun yardımını ve şefaatini istemek caizdir. Bunlar; Peygamber (aleyhimüsselâm), Selef-i salihin’in, ulema ve diğer müslümanların yaptığı şeylerdendir. Müslümanlardan hiç kimse bunu kötü görmemiştir. Şimdiye kadar, bozuk itikad sahipleri dışında, bunları kabul etmeyen hiç kimseye rastlanmamıştır.
İnsanların babası Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirildiği vakit, Peygamber efendimizi vesile yapmıştır. Bunu, sevgili Peygamberimiz bir hadîsi şerîflerinde şöyle anlatmışlardır: “Âdem (aleyhisselâm) zellesi sebebiyle Cennet’ten çıkarılınca: “Ya Rabbi! Beni Muhammed’in hürmetine affet” dedi. Allahü teâlâ “Ya Âdem! Sen Muhammed’i nasıl bildin. Daha ben, O’nu yaratmadım?” buyurdu. Âdem (aleyhisselâm); “Ya Rabbi! Beni yaratıp bana ruh verdiğin zaman, gözümü açıp baktığımda, arşın kenarında “La ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah” yazılı gördüm. İsmini isminle sevdiğin O’dur dedi. Allahü teâlâ; “Doğru söyledin ey Âdem! Mahlukatımdan en çok sevdiğim O’dur. O’nun hürmetine af dilediğin için seni affettim” buyurdu.” Bir rivâyete göre de; “O senin zürriyetinden gelecek olan bir Peygamberdir. O’nu yaratmasaydım, seni, evladını yaratmazdım. O’nu şefaatçi gösterdiğin için seni affettim, bağışladım” buyurdu.”
Bununla ilgili binlerce misal vardır. Bunlardan birkaç tanesi aşağıya alınmıştır:
2 gözü âmâ bir kimse, gözlerinin açılması için Resûlullah efendimizden dua istedi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem de; “İstersen dua ederim. Fakat sabredip katlanırsan, senin için daha iyi olur” buyurdu. “Sabretmeye gücüm kalmadı. Dua etmeniz için yalvarırım” dedi. “Öyle ise, abdest alıp şu duayı oku!” buyurdu. “Allahümme inni es’elüke ve eteveccehü ileyke bi nebiyyike Muhammedin nebiyyir-rahmeti. Ya Muhammed! İnni eteveccehü bike ilâ Rabbi fi-haceti litakdiye Allahümme şeffi’hü fyye.”
O kimse, bu duayı okuyunca, Allahü teâlâ kabul buyurarak gözlerinin açıldığını, hadîs âlimlerinden İmâm-ı Nesâî bildiriyor.
Resûlullah efendimizin vesile edilmesi ile ilgili Osman bin Hanif hazretleri şu hâdiseyi anlatır: “Osman bin Affan halife iken, büyük sıkıntısı olan bir kimse, Halifenin karşısına çıkmaya utandığı için bana dert yanmıştı. Ben de, hemen abdest al! Mescid-i seadete git! Yukarıda bildirilen duayı et, iste- diğini bildir, dedim.
Adamcağız, dua ettikten sonra, Halifenin bulunduğu yere gidip huzûruna çıkarılmış. Halife, bunu seccadesi üstünde oturtup, derdini dinlemiş ve kabul etmiş. Adamcağız, işinin birdenbire yapıldığını görünce, sevinerek bana geldi. “Allahü teâlâ senden razı olsun! Halifeye sen söylemeseydin, sıkıntıdan kurtulamayacaktım” dedi. Benim Halife ile görüştüğümü zannetti.
Hazreti Ömer halife iken, kıtlık oldu. Eshâb-ı kirâmdan Bilal bin Hars, Resûlullahın türbesine gidip; “Ya Resûlallah! Ümmetin açlıkdan ölmek üzeredir. Yağmur yağması için vesile olmanı yalvarırım” dedi. Resûlullah efendimiz o gece rüyasında görünüp; “Halifeye git! Benden selâm söyle! Yağmur duasına çıksın!” buyurdu. Hazreti Ömer, yağmur duasına çıkınca, yağmur yağmaya başladı.
Allahü teâlâ, sevdiklerinin hatırı için, duaları kabul buyurmaktadır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmı çok sevdiğini bildirmiştir. Bunun için, bir kimse, “Allahümme inni es’elüke bicahi Nebiyyik-el-Mustafa” diyerek bir dua etse, duası red olunmaz. Bununla beraber, ufak-tefek dünya işleri için, Resûlullah’ı vesile etmek edebe uygun olmaz.
Burhaneddin İbrahim Mâliki buyurdu ki: “Çok aç olan fakir bir kimse, Hücre-i seadete gidip; “Ya Resûlallah! Karnım açtır” dedi. Az sonra birisi gelip, fakiri evine götürdü, karnını doyurdu. Fakir yapdığı duanın kabul olduğunu söyleyince, “Kardeşim! Çoluk-çocuğundan ayrılıp uzak yollardan sıkıntılar çekerek Resûlullah’ı ziyâret için geldin. Bir lokma ekmek için Resûlullah’ın huzûruna çıkmak yakışır mı? O yüksek huzûrda, Cennet’i ve sonsuz nîmetleri istemeli idin! Burada istenilen şeyleri Allahü teâlâ reddetmez” dedi. Resûlullah’ı ziyâret etmek şerefne kavuşanlar, kıyamet gününde şefaat etmesi için dua etmelidir.”
İmâm-ı Ebû Bekr-i Mükrî, bir gün İmâm-ı Taberânî ve Ebû Şeyh ile Mescid-i seadetde oturuyorlardı. Birkaç günden beri bir şey yemediklerinden çok acıkmışlardı. İmâm-ı Ebû Bekr artık dayanamayarak; “Açım ya Resûlallah!” dedikten sonra, bir köşeye çekildi. Seyyidlerden bir zat, 2 hizmetçisi ile gelerek; “Kardeşlerim! Dedem Resûlullah’dan açlıkdan yardım istemişsiniz. Sizi doyurmamı emir buyurdu” dedi. Getirdiklerini birlikte yediler. Artanını bunlara bırakıp gitti.
İslam âlimlerinden Ebû Abdullah Muhammed Merâkeşî (V.683/1284), Misbahuz zulam adlı kıymetli kitabında Resûlullah efendimizi vesile ederek muradlarına kavuşan yüzlerce müslümanı ve dualarını uzun yazmaktadır. Resûlullah’ı vesile ederek muradlarına kavuşanlardan biri de, Muhammed bin Münkedir’dir. Şöyle anlatır: “Bir adam, babama 80 altın bırakıp cihada gitmişti. “Bunları sakla! Çok muhtac olana da yardım edebilirsin” demişti. Medîne’de kıtlık oldu. Babam, altınların hepsini açlıktan bunalanlara dağıttı. Altınların sahibi gelip istedi. Babam; “Bir gece sonra gel” dedi. Hücre-i seade-te gidip, sabaha kadar Resûlullah’a yalvardı. Gece yarısı, bir adam gelip; “Uzat elini!” dedi. Bir kese altın verip, sonra oradan kayboldu. Babam evde altınları sayıp 80 adet olduğunu görünce, sevinerek hemen sahibine verdi.”
İmâm-ı Muhammed Musa hazretleri, bu kitabında başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır:
“637 (k.1239) senesinde, Sader kalesinden seçkin bir cemaatle beraber çıktık. Yanımızda bize kılavuzluk eden bir kimse vardı. Bir müddet gittikten sonra suyumuz tükendi. Su aramaya başladık. Ben de bu arada ihtiyacımı görmek için gittim. Bu sırada müthiş bir şekilde uykum geldi. Nasıl olsa giderken beni uyandırırlar deyip, başımı yere koydum.
Uyandığımda, kendimi çölün ortasında yapayalnız buldum. Arkadaşlarım beni unutup gitmişlerdi. Yalnızlıktan büyük bir korkuya kapıldım. Çölde, sağa sola yürümeye başladım. Nerede bulunduğumu, nereye gideceğimi bilemiyordum. Her taraf dümdüz kumdu. Az sonra hava karardı. Yolculuk yaptığımız kafilenin izi bile yoktu. Ben, gece karanlığında yapayalnızdım. Korkum daha da şiddetlendi. Telaşla daha süratli yürümeye başladım.
Bir müddet gittikten sonra, çok susamış ve yorulmuş bir halde yere düştüm. Artık hayatımdan ümidimi kesmiş, ölümümün yaklaştığını hisseder gibi olmuştum. Susuzluk ve yorgunluktan, ızdırap ve elemim son haddine varmıştı. Birden aklıma geldi. Gece karanlığında; “Ya Resûlallah! Yetiş! Senden, Allahü teâlânın izniyle yardım etmeni istiyorum!” diye inledim.
Sözümü bitirir bitirmez, birinin bana seslendiğini duydum. Sesin geldiği tarafa baktığımda; gece karanlığında, etrafına ışıklar saçan, bembeyaz elbiseler giyinmiş, o zamana kadar hiç görmediğim bir kimsenin beni çağırdığını gördüm. Bana yaklaşıp elimi tuttu. O anda bütün yorgunluğum ve susuzluğum kayboldu. Yeniden doğmuş gibi oldum. Ona canım birden ısınıverdi. El ele bir müddet yürüdük. Hayatımın en tatlı anlarından birini yaşadığımı hissettim. Bir kum tepeceğini aşınca, beraber yolculuk yaptığım kafilenin ışıklarını görüp, arkadaşlarımın seslerini duydum. Onların yanlarına doğru yaklaştık.
Benim bindiğim hayvan en arkada onları takib ediyordu. Birden gelip önümde durdu. Bineğimi önümde görünce, sevinç çığlıkları attım. Ben bağırınca, benimle gelen zat elini elimden çekti. Sonra elimden tutup bineğime bindirdi. Sonra da; “Bizden bir şey isteyeni ve yardım talebinde bulunan kimseyi biz boş çevirmeyiz” diyerek geri dönüp gitti. O zaman O’nun Resûlullah Efendimiz olduğunu anladım. O geri dönüp giderken, çevresine yaydığı nûrların gece karanlığında göğe doğru yükseldiği görülüyordu. O gözümden kaybolunca birden aklım başıma geldi. “Nasıl olup da ben Resûlullah Efen- dimizin elini ayağını öpmedim” diye çırpındım ama iş işten geçmiş fırsat elden kaçmıştı.
Ebü’l-Hayr Akta’, Medîne’de beş gün aç kalmıştı. Hucre-i se’âdetin yanına gelip, Resûlullaha selâm verdi. Aç olduğunu bildirdi. Bir yana çekilip uyudu. Rü’yâda, Resûlullahın geldiğini gördü. Sağında Ebû Bekr-i Sıddîk, solunda Ömer Fârûk ve önünde Aliyyül Mürtezâ vardı. Hazreti Alî gelip, yâ Ebe’l-Hayr! Kalk, ne yatıyorsun? Resûlullah geliyor dedi. Hemen kalktı. Resûlullah gelip, büyük bir ekmek verdi. Ebü’l-Hayr diyor ki, çok aç olduğum için hemen yemeye başladım. Yarısı bitince uyandım. Kalan yarısını elimde buldum.
Ahmed bin Muhammed Sûfî diyor ki: Hicâz çöllerinde varlığım kalmadı. Medîne’ye geldim. Hucre-i se’âdet yanında Resûlullaha selâm verdim. Bir yana oturup uyudum. Resûlullah Efendimiz görünüp, “Ahmed geldin mi? Avucunu aç!” buyurdu. Avucumu altınla doldurdu. Uyandım. Ellerim altın dolu idi.
İmâm-ı Semhûdî, kapısının anahtarını düşürdü. Bulamadı. Hucre-i se’âdet önüne gelip, yâ Resûlallah! Anahtarımı düşürdüm. Evime gidemiyorum dedi. Bir çocuk elinde anahtarı getirdi. Bunu buldum. Acabâ sizin mi, dedi.
Kilisli Mustafâ Işkî efendi, Mevârid-i Mecîdiyye târih kitabında diyor ki: “Mekke’de 20 sene kaldım. 1247 [m. 1831] senesinde altmış altın biriktirip, çoluk çocuk ile Medîne’ye geldik. Paralar yolda bitti. Bir tanıdığıma misâfir olup, Hücre-i se’âdete geldim. Resûlullahdan yardım istedim. Üç gün sonra, bulunduğum eve bir bey gelerek, benim için bir ev kirâladığını söyledi. Eşyâlarımı oraya taşıttı. Bir senelik kirâ bedelini ödedi. Birkaç ay sonra, bir ay hasta yattım. Evde yiyecek ve satacak birşey kalmadı. Zevcemin yardımı ile dama çıkıp, Resûlullahın türbesine karşı, sıkıntımı anlatıp yardım dilemek istedim. Ellerimi kaldırınca, dünyâlık istemekten utandım. Birşey söyleyemedim. Odama indim.
Ertesi gün, bir kimse gelip, filân efendi bu altınları sana hediye gönderdi, dedi. Keseyi aldım. Geçimimiz düzeldi ise de, hastalıktan kurtulamadım. Yardımla Hücre-i se’âdet önüne gelip, Resûlullahtan şifâ istedim. Mescidden çıkıp, kimseden yardım istemeden evime yürüdüm. Eve girer- ken, hastalığım hiç kalmadı. Nazar değmemesi için, sokağa birkaç gün bastona dayanarak çıktım. Fakat, para bitmişti. Çoluk çocuğu karanlıkta bırakıp, Mescid-i Nebevîye geldim. Yatsı namazından sonra, sıkıntımı Resûlullaha söyledim. Yolda tanımadığım bir kimse yanıma gelip, elime bir kese verdi. İçinde, beheri 9 kuruşluk 49 altın vardı. Mum ve lüzûmlu şeyleri aldım, eve geldim. Şakâyık-i Nu’mâniyye kitâbının tercümesinde 2. cildde diyor ki, Osmânlı devletinin ilk Şeyhul-islâmı ve zemânının müceddidi olan büyük İslâm âlimi Mevlânâ Şemseddîn Muhammed bin Hamza Fenârî’nin gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece, Resûlullah efendimiz; “Tâhâ sûresini tefsîr eyle!” buyurdukta, “Yüksek huzûrunuzda, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmeğe gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” demiş. Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz, mubârek hırkasından bir parça pamuk çıkarıp, mubârek tükürüğü ile ıslattıktan sonra, gözleri üzerine koymuştur. Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde bularak kaldırmış, görmeğe başlamışdır.
Allahü teâlâya hamd ve şükür etmiştir. Pamuk ipliklerini saklayıp, öldüğü zaman gözleri üzerine konmasını vasiyyet etmiştir. 834 [m. 1431]de Bursa’da vefat edince, vasıyyetini yerine getirdiler.
Abbasi halifelerinden Ebû Ca’fer Mensur, Mescid-i Nebevî içinde İmâmı Mâlik ile konuşuyorlardı. “Ey Mensur! Burası Mescid-i seadettir! Hafif sesle söyle! Hak teâlâ, Hucurat sûresinde meâlen;
“Sesinizi Resûlullah’ın sesinden daha yüksek yapmayınız!” buyurarak, bir cemaati azarlamıştır. ‘‘Resûlullah’ın yanında hafif sesle konuşanlar” (el-Hücürât, 49/3) âyet-i kerîmesi ile de, hafif konuşanları övmüştür.
Resûlullah’a, vefât ettikten sonra saygı göstermek, sağ iken saygı göstermek gibidir” dedi. Mensur, boynunu bükerek; “Ya Eba Abdullah! Kıbleye karşı mı durmalı, yoksa Kabr-i seadete karşı mı durmalı?” diye sordu. İmâmı Mâlik hazretleri; “Resûlullah’dan yüzünü çevirme! Kıyamet gününün şefaatçisi olan o yüce Peygamber sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, kıyamet günü, senin ve baban Âdem aleyhisselâmın kurtulması için vesile olacaktır.
Kabr-i seadete dönerek ve Resûlullah’ın mübârek ruhuna sarılarak şefaat dilemelisin! Nisa sûresinin 64. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Neftlerine zulmedenler, sana gelip, Allahü teâlâdan af dilerse ve Resûlüm de, onlar için af dilerse, Allahü teâlâyı, tevbeleri kabul edici ve merhamet edici bulurlar” buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme, Resûlullah’ı vesile edenlerin tevbelerinin kabul olunacağını söz vermektedir” buyurdu. Bunun üzerine, Mensur olduğu yerden kalkıp, Hücre-i seadet önünde durdu; “Ya Rabbi! Bu âyet-i kerîmede, Resûlünü vesile edenlerin tövbesini kabul edeceğine söz verdin. Ben de, yüce peygamberinin yüksek huzûruna gelip senden af diliyorum. Kendisi sağ iken af dileyip af buyurduğun kulların gibi, beni de affeyle! Ya Rabbi! Nebiyyürrahme olan yüce Peygamberini vesile ederek sana yalvarıyorum. Ey peygamberin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm! Sana tevessül ederek, Rabbime yalvardım. Ya Rabbi! O yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle!” diyerek yalvarmaya başladı. Arkası kıbleye, yüzü Muvâcehe-i seadet penceresine karşı ayakta durup dua eyledi. Minber-i Nebevî sol tarafta kalmıştı.
İmâm-ı Mâlik’in Halife Mensur’a verdiği nasihat Hücre-i seadet önünde dua edenlerin çok uyanık olmaları lazım geldiğini göstermektedir. O makama uygun edebi ve saygıyı göstermeyecek olanların, Medîne-i münevverede çok kalmaları doğru olmaz buyuruldu.
Anadolu köylülerinden biri, Medîne-i münevverede senelerce kalmış, evlenmiş ve Hücre-i seadetde belli bir hizmete girmişti. Bir gün ateşli bir hastalığa yakalandı ve canı ayran istedi. “Eğer köyümde olsaydım, yoğurttan ayran yaptırıp içerdim” düşüncesini gönlünden geçirdi. O gece, Resûlullah, Şeyhul-Harem efendiye rüyada görünüp, o kimsenin yaptığı işin başkasına verilmesini emir buyurdu. Şeyhul-Harem; “Ya Resûlallah! O hizmeti, ümmetinden filan kimse yapmaktadır” deyince; “O kimseye söyle! Köyüne gidip, ayran içsin!” buyurdu. Ertesi gün, bu emir bildirilince, köylü baş üstüne diyerek memleketine gitti.
Yalnız gönülden geçen bir düşünce bu kadar zarar verince Allah korusun şaka bile olsa uygunsuz bir sözün yahud edebe uymayan bir hareketin ne büyük bir zararı olacağını buradan anlamalıdır.
Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, VIII, 198.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız