Mekkeli müşrikler, Bedir gazâsında uğradıkları bozgundan ders almadıkları gibi, bunun acısını da bir türlü unutamıyorlardı. Kureyş, ileri gelenlerinden bir çoğunu bu savaşta kaybetmişti. Ayrıca, Şam ticâret yolunun, müslümanların kontrolüne geçmesi, çileden çıkmalarına sebeb oluyordu.
Ebû Süfyân’ın başkanlığındaki ticâret kervanı, Mekke’ye yüzde yüz kârla dönmüştü. Sermâyeye iştirak edenlerin çoğu, Bedir gazâsında öldüğünden, kervanın kârı Dârün-Nedve denilen, müşriklerin karar almak için toplandıkları binâda muhâfaza ediliyordu.
Saffân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehl, Abdullah bin Rebîa gibi babalarını, kardeşlerini, kocalarını, oğullarını Bedir’de kaybedenler; “Müslümanlar, bizim büyüklerimizi öldürdü. Bizleri perişân etti. Artık onlardan intikam almak zamanı geldi. Kervanın kârıyla, bir ordu hazırlıyalım. Medîne’yi basalım, intikamımızı alalım” diye Ebû Süfyân’a başvurdular.
Ebû Cehl, Utbe, Şeybe gibi azılı kâfirler daha önce öldürüldüğü için, müşriklerin başında, henüz müslüman olmayan Ebû Süfyân bulunuyordu. Şam ticâretinde yüz bin altın elde edilmişti. Bunun yarısı sermâye, yarısı da kâr idi. Sermâye, sahiplerine hemen dağıtılıp, kâr da ikiye ayrılarak yarısı ile silâh diğer yarısı ile de asker toplandı. Ayrıca şâir ve hatiplere de verildi. Hatipler ve şâirler halkı galeyana getirip, savaşa teşvik etmek için şiirler, mersiyeler okuyorlar; kadınlar def, dümbelek çalarak onlara iştirak ediyorlardı. Müslümanları Medîne’den çıkarmak, sevgili Peygamberimizi ortadan kaldırmak ve İslâmiyet’i yok etmek gayesinde olan müşrikler, civar kabîleleri de dolaşarak asker topladılar.
Nihâyet Mekke’de, 3000 kişilik büyük bir ordu hazırlandı. Bunların 700’ü zırhlı, 200’ü atlı olup, 3000 de develeri vardı. Çalgıcıların ve kadınların da iştirak ettiği bu büyük orduya Ebû Süfyân komuta ediyordu. Hanımı Hind de kadınların başında olup, müşrikleri savaşa teşvikte pek ileri gidiyordu. Çünkü Bedir gazâsında babasını ve iki kardeşini kaybetmişti. Bunun acısını unutamıyor, kadınların harbe katılmamasını istiyenlere karşı; “Bedir harbini hatırlayın! Kadınlarınıza, çocuklarınıza kavuşmak için Bedir’den kaçtınız!… Bundan sonra kaçmak istiyenler, karşılarında bizleri bulacaklardır!…” diyerek onları susturuyordu. Bu şekilde Kureyşlileri tahrik ederek bütün gücüyle onları savaşa teşvik etti.
Müşriklerden Cübeyr bin Mut’im’in mızrak atmakta çok usta, pek mâhir olan Vahşî adlı bir kölesi vardı. Attığını vuran keskin bir nişancı idi. Hind, babası Utbe’yi, Cübeyr de amcası Tuayma’yı Bedir’de öldürdüğü için, Hazreti Hamza’ya karşı müthiş bir intikam ateşi ile yanıp tutuşuyorlardı.
Cübeyr, kölesi Vahşî’ye; “Eğer Hamza’yı öldürürsen, seni âzâd eder, serbest bırakırım!” dedi. Hind de; “Onu öldürürsen sana pek çok altın ve mücevherler vereceğim!” diyerek vaadlerde bulundu.
Bütün hazırlıklarını tamamlayan Kureyş ordusu, sancaklarını açarak; birini Talha bin Ebî Talha’ya, birini Ehâbîş’ten birine, birini Üveyf oğlu Süfyân’a verdiler.
Mekke’de hazırlıklar tamamlanmıştı. Hazreti Abbâs; müşriklerin üç bin kişilik bir ordu kurduklarını, bunların yedi yüzünün zırhlı, iki yüzünün atlı olduğunu, üç bin develerinin ve sayısız silâhlarının bulunduğunu bildiren ve yola çıkmak üzere olduklarını haber veren, buna göre tedbir alınmasını isteyen bir mektubu, güvendiği bir kimseyle hemen Medîne’ye gönderdi.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, durumu incelemek üzere bir kaç arkadaşına vazife verdi. Bu sahâbîler, Mekke’ye doğru yol aldılar. Yolda müşrik ordusunun geldiğini haber alarak araştırmaya koyuldular. Kısa zamanda işlerini bitirerek sür’atle Medîne’ye döndüler. Gördükleri ve elde ettikleri bilgiler ile gelen mektup birbirine uyuyordu.
Âlemlerin efendisi, derhal hazırlığa başladı. Ayrıca anî bir baskına uğramamak için, Medîne’nin çevresine nöbetçiler koyarak, tedbir aldı. Eshâb-ı kirâm, kısa zamanda toparlanarak, hazırlıklarını bitirdi. Evde kalanlarla vedâlaşıp helâllaşarak, Sultân-ı enbiyâ efendimizin etrafında toplandılar.
O gün Cumâ idi. Peygamber efendimiz, Eshâbına Cumâ namazını kıldırdı. Hutbede Allahü teâlânın dînini yaymak için cihâd etmenin, fî-sebî-lillah çarpışmanın ehemmiyeti üzerinde durdular. Bu uğurda ölenlerin şehîd olup, Cennet’e gideceğini müjdelediler. Düşman karşısında sebât edenlere, güçlüklere karşı göğüs gerenlere, Allahü teâlânın yardım edeceğini haber verdiler.
Resûl-i ekrem efendimiz, Eshâb-ı kirâmıyla harbin nerede yapılması gerektiği üzerinde istişare etmek istediğini ve o gece gördüğü bir rüyayı anlattılar. Buyurdular ki: “Rüyamda, kendimi sağlam bir zırh içinde gördüm. Kılıcım Zülfkâr’ın ağzında bir gedik açıldığını, boğazlanmış bir sığırı, arkasından da bir koçun getirildiğini gördüm.” Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah! Bu rüyayı nasıl yordunuz?” diye sorduklarında ise; “Sağlam zırh giymek, Medîne’ye, Medîne’de kalmaya işarettir. Orada kalınız… Kılıcımın ağzında bir gedik açıldığını görmem, bir zarara uğrayacağıma işarettir. Boğazlanmış sığır, Eshâbımdan bâzılarının şehîd düşeceğine işarettir. Onun arkasından bir koçun getirilmesine gelince, koç, askerî bir birliğe işarettir ki, inşâallah onları cenâb-ı Hak öldürecektir” buyurdu.
Başka bir rivâyette de; “Rüyamda kılıcımı yere çarptım, ağzı kırıldı. Bu Uhud günü Eshâbımdan bâzılarının şehîd düşeceklerine işarettir. Kılıcımı tekrar yere çarptım, eski düzgün hâline döndü. Bu da, Allahü teâlâdan bir feth geleceğine, mü’minlerin toplanacağına işarettir” buyruldu.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem kendisine vahiyle bildirilmeyen hususlarda, Eshâbıyla istişâre yapar, ona göre hareket ederdi. Düşmanı nerede karşılamak lâzım geldiği üzerinde, Eshâbdan bâzıları; “Medîne’de kalarak müdâfaa savaşı yapalım” dediler. Bu teklif, Peygamber efendimizin arzularına da uygundu. Hazreti Ebû Bekr, Ömer, Sa’d bin Mu’âz (radıyallahü anhüm) gibi Eshâbın büyükleri, Peygamber efendimiz gibi düşünüyorlardı.
Ancak Bedir gazâsında bulunamayan kahraman ve genç sahâbîler; Bedir gazâsına katılan sahâbîlerin kazandığı ecir ve sevabı, Bedir şehîdlerinin ulaştığı yüksek dereceleri Peygamber efendimizden işittikçe, o harpde bulunamadıklarına son derece üzülmüşlerdi. Bunun için düşmanı Medîne dışında karşılamak ve göğüs göğüse çarpışmak istiyorlardı. Hazreti Hamza, Nu’mân bin Mâlik, Sa’d bin Ubâde bunlardan idi. Hazreti Hayseme izin alarak; “Yâ Resûlallah! Kureyşli müşrikler, çeşitli Arab kabîlelerinden asker topladılar. Develerine, atlarına binip topraklarımıza girdiler. Bizi evlerimizde ve kalelerimizde kuşatacak, sonra da dönüp gidecekler. Arkamızdan pek çok lâflar edecekler. Bu hâl onların cesaretlerinin artmasına sebep olacak, yeni baskınlar düzenleyeceklerdir. Şimdi onların karşısına çıkmazsak, diğer Arab kabîleleri bize göz dikecekler. Allahü teâlânın bize, müşriklerin karşısında zafer ihsân edeceğini umarım.
Şâyet ikincisi olursa ki şehîdliktir; Bedir beni ondan mahrum eyledi. Hâlbuki ben onu pek özlemiştim. Oğlum Bedir gazâsına katılmayı istediğimi işittiğinde, benimle kur’a çekmişti. O benden daha tâlihli imiş, şehîdlik şerefine ulaştı.
Yâ Resûlallah! Şehidliği çok özledim. Dün gece rüyâda oğlumu güzel bir surette gördüm. Cennet bahçeleri ve ırmakları arasında dolaşıyor ve bana; “Cennet Eshâbına katıl! Ben, Allahü teâlânın vaad ettiği gerçeğe kavuştum!” diyordu.
Yâ Resûlallah! Vallahi, sabahleyin, oğluma Cennet arkadaşı olmayı ziyâdesiyle arzu etmeğe başladım. Artık yaşım da ilerledi. Rabbime kavuşmaktan başka murâdım kalmadı.
Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Şehîd olup, oğluma Cennet’te arkadaş olmakla şereflenebilmem için, Allahü teâlâya duâ et!…” diyerek yalvardı. Onun bu isteğini, kırmadılar ve şehîd olması için duâ buyurdular.
Çoğunluğun bu fikirde olduğunu gören sevgili Peygamberimiz, düşmanı Medîne dışında karşılamak üzere karar verdiler. Sonra; “(Ey Eshâbım!) Sabır ve sebât ederseniz, bu sefer de cenâb-ı Hak, size yardımını ihsân eder. Bize düşen, azm ve gayret göstermektir!” buyurdular.
İkindi namazını kıldıran Kâinatın sultânı, saâdetli ve mübârek evine vardılar. Arkalarından Hazreti Ebû Bekr ve Ömer, izin alarak girdiler. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sarığını sarmasına, zırhını giymesine yardım ettiler. Efendimiz, kılıcını kuşandı, kalkanını sırtına yerleştirdi.
Bu sırada dışarda Eshâb-ı kirâm toplanmış, Peygamber efendimizi bekliyorlardı. Medîne’de kalmak ve müdâfaa savaşı yapmak isteyenler, diğerlerine; “Resûlullah, Medîne dışına çıkmak fikrinde değildi. Sizin sözünüzle bunu kabul etti. Hâlbuki Resûlullah, emri Allahü teâlâdan alır. Siz, bu işi O’na bırakınız. O’nun emrettiği şeyi işleyiniz” dediler. Diğerleri de yaptıklarına pişman oldular ve; “Resûl-i ekreme muhalefet etmiş olmayalım” diyerek, bu fikirlerinden vaz geçtiler. Sevgili Peygamberimiz, saâdethânelerinden çıkınca, huzûr-ı şerîfine varıp; “Canımız sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sen nasıl istiyorsan öyle yap. Medîne’de kalmak istiyorsan, kalalım. Biz senin emrine muhalefet etmekten cenâb-ı Hakk’a sığınırız” diye özür dilediler. Habîb-i ekrem efendimiz de; “Bir peygamber, giymiş olduğu zırhını harbetmeden çıkarmaz. Tâ ki, cenâb-ı Allah onunla düşmanı arasında hükmedinceye kadar. Size nasihatim şudur ki, emrettiğim şeyleri yapar, Allahü teâlânın ismini anarak sabredip sebât gösterirseniz, Allahü teâlâ size yardım edecektir…” buyurdular.
Bu sırada Amr bin Cemûh hazretleri, evinde dört oğluna; “Evlâdlarım! Beni de bu gazâya götürünüz!” diyor, oğulları da; “Babacığım! Ayağının arızalı olması sebebiyle, Allahü teâlâ seni mâzeretli saydı. Resûlullah, senin sefere gitmene müsaade etmedi. Cihâda çıkmakla mükellef değilsin. Senin yerine biz gidiyoruz!” diyerek babalarını iknâya çalışıyorlardı. Fakat Hazreti Amr; “Yazıklar olsun sizin gibi evlâda! Bedir gazâsında da böyle diyerek, Cennet’i kazanmaktan beni alıkoymuştunuz. Bu seferden de mi mahrum edeceksiniz?…” dedi. Sonra sevgili Peygamberimizin huzûruna çıktı ve; “Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Oğullarım, bâzı özürler ileri sürerek, beni bu gazâdan mahrum etmek istiyorlar. Vallahi ben, seninle beraber sefere çıkıp, Cennet’e girmekle şereflenmek istiyorum. Yâ Resûlallah! Sen, benim Allah yolunda çarpışmamı ve şehîd düşerek şu topal ayaklarımla Cennet’te gezmemi uygun görmez misin?” dedi. Fahr-i âlem efendimiz de; “Evet, uygun görürüm” buyurdular. Buna çok sevinen Amr bin Cemûh hazretleri, hazırlanarak orduya katıldı.
Medîne’de namaz kıldırmak üzere, Abdullah bin Ümmi Mektûm bırakıldı.
Resûllerin sultânı, üç sancak bağladılar. Birini Habbâb bin Münzir’e, birini Üseyd bir Hudayr’a diğerini de Mus’ab bin Ümeyr’e verdiler. Bin kişi civarında olan orduda; iki atlı, yüz de zırhlı bulunuyordu.
Zırhlarını giyen Sa’d bin Ubâde ile Sa’d bin Mu’âz hazretleri önde, sağda Muhâcirîn, solda Ensâr olmak üzere yola çıkan sevgili Peygamberimiz, Cumâ günü ikindiden sonra; “Allahü ekber!” tekbir sesleri arasında bayrama gider gibi, Uhud’a doğru yola çıktılar.
Yolda, Yahudilerden meydana gelen altı yüz kişilik askerî bir birlikle karşılaştılar. Bunlar, münâfıkların başı Abdullah bin Übey bin Selûl’ün müttefikleri olup, İslâm ordusuna katılmak istiyorlardı. Peygamber efendimiz, “Onlar, müslüman olmuşlar mıdır?” diye sordular. “Hayır, yâ Resûlallah” diyerek cevap verdiler. Efendimiz bu defa; “Onlara gidip söyleyiniz, geri dönsünler. Çünkü biz müşriklere karşı, kâfirlerin yardımını istemeyiz” buyurdular.
Nebî-i muhterem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Medîne ile Uhud arasındaki Şeyhayn denilen yere geldiler. Burada, geceyi geçirmek üzere konakladılar. Henüz güneş batmamıştı. Ordu içinde, düşmanla çarpışmak ve şehîdlik mertebesine kavuşmak isteyen çocuk yaşta sahâbîler de vardı. Sevgili Peygamberimiz, burada orduyu teftiş edince, on yedi kadar çocuğun bulunduğunu gördüler. İçlerinden Râfi bin Hadîc, ayaklarının ucuna basarak yüksek görünmeye çalışıyordu. Hazreti Züheyr’in; “Yâ Resûlallah! Râfi’ iyi ok atar” sözü üzerine, onu orduya aldılar. Bunu gören Semüre bin Cündüp; “Ben, güreşte Râfi’i yenebilirim. Onun için ben de gazâda bulunmak isterim” dedi. Peygamber efendimiz tebessüm buyurup, ikisini güreştirdi. Hazreti Semüre, Râfi’i yenince, onu da mücâhidler arasına aldılar. Diğer çocuklar, Medîne’ye, orada bulunanları korumak üzere gönderildiler.
Akşam ve yatsı ezânını, Bilâl-i Habeşî yanık sesiyle okudu. Sevgili Peygamberimiz, namazı kıldırdıktan sonra, Muhammed bin Mesleme’yi elli kişilik bir birliğin başına verdiler ve sabaha kadar nöbet tutmalarını emir buyurdular. Eshâb-ı kirâm istirâhata çekildi. O gece, Peygamber efendimizin başucunda nöbet tutma şerefi Hazreti Zekvân’a nasîb olmuştu.
Bu arada düşman ordusu, İslâm ordusunun Şeyhayn’da istirâhata çekildiğini öğrenip, İkrime kumandasında bir süvâri birliğini devriye kolu olarak vazifelendirdi. Henüz müslüman olmayan İkrime, birliğiyle Harre mevkiine kadar İslâm ordusuna sokulduysa da mücâhid devriyesinden korkarak, geri çekildi.
Fecirden sonra Âlemlerin efendisi, Eshâbını uyandırdı. Uhud dağına geldiler. Burada iki ordu birbirini görebiliyordu. Bilâl-i Habeşî, ruhları coşturan, içleri eriten yanık sesiyle sabah ezânını okudu. Mücâhidler, silâhlı olarak sevgili Peygamberimizin arkasında namazlarını kıldılar, duâlarını yaptılar. Kâinatın sultânı, üzerlerine ikinci bir zırh ve mübârek başlarına da miğferini giydiler.
Bu sırada, münâfıkların başı Abdullah bin Übey; “Biz, buraya kendimizi öldürtmeye mi geldik? Bunu baştan niye anlayamadık” diyerek, 300 kadar münâfıkla birlikte İslâm ordusunu terk ederek Medîne’ye geri döndü.
İnanan, gönül birliği yapan, canlarını, başlarını bu yola koyan ve gözünü kırpmayan, şehâdet rütbesine ulaşmak için can atanların sayısı yedi yüz kadardı. Hepsi de, sevgili Peygamberimizi, kanlarının son damlasına kadar korumak üzere söz verdiler.
Peygamberlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, mücâhidleri nizâma soktu.
Orduyu, arkası Uhud dağına, önleri Medîne’ye gelecek şekilde yerleştirdi. Sağ kanada Ukâşe bin Mihsan’ı, sol kanada Ebû Seleme bin Abdülesed’i kumandan tâyin etti. Sa’d bin Ebî Vakkâs ile Ebû Ubeyde bin Cerrâh önde, okçu birliklerinin başında yer aldılar. Zırhlı kuvvetlerin başına Zübeyr bin Avvâm, öndeki zırhsız kuvvetlerin başına Hazreti Hamza geçtiler. Mikdâd bin Amr’a, arkadaki kuvvetlerin başında vazife verildi.
İslâm ordusunun sol tarafında Ayneyn tepesi vardı. Bu tepede dar bir geçit bulunuyordu. Resûl-i ekrem efendimiz, bu geçide Abdullah bin Cübeyr kumandasında, elli okçu koydu. Okçular geçitte yerlerini aldılar. Sevgili Peygamberimiz, yanlarına gelerek şu kesin emrini verdi; “Bizi arkamızdan koruyunuz. Yerinizde durunuz ve buradan hiç ayrılmayınız. Düşmanı yendiğimizi görseniz de size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi öldüreceklerini, öldürdüklerini görseniz de, gelip bize yardımcı olmayınız. Onlardan bizi korumaya çalışmayınız. Size yöneldikçe, düşman süvârilerini oka tutunuz. Çünkü süvâriler, atılan oklara doğru gelemezler. Allah’ım! Bunları onlara tebliğ ettiğime seni şâhid tutarım!”
Bu emirlerini bir kaç defâ tekrarlayan sevgili Peygamberimiz; “Kuşların, cesedlerimizi kapıştıklarını görseniz dahî, ben size adam göndermedikçe kesinlikle yerinizden ayrılmayınız. Eğer bizim, kâfirleri kırıp, ayaklarımız altında çiğnediğimizi görseniz bile, yine ben size haber göndermedikçe aslâ yerinizi terk etmeyiniz!…” buyurdular. Sonra oradan ayrılıp, ordunun başına geçtiler.
Sancağı Mus’ab bin Ümeyr’e verdiler. Hazreti Mus’ab, elinde sancak olduğu hâlde Peygamber efendimizin önünde yerini aldı.
Bu sırada yeni evlenen Hazreti Hanzala, Medine’den sür’atle Uhud’a gelip, mücâhid saflarına katıldı.
Uhud’a üç gün önce gelen müşrik ordusuna Ebû Süfyân kumanda ediyordu. Onlar Medine’yi arkalarına alacak şekilde yerleştiler. Sağ kanattaki süvarilere Hâlid bin Velid, sol kanattaki süvarilere de İkrime kumanda edecekti. Saffân bin Ümeyye’nin de süvâri birliklerinin başında vazife aldığı rivâyet edilmiştir. Müşrik sancağını Talha bin Ebi Talha taşıyordu.
İki ordu arasındaki güç dengesi çok farklıydı. Kureyş ordusu; sayı, silâh ve techizat yönünden, İslâm ordusunun dört mislinden fazlaydı.
Kureyş ordusunda; gürültü ve şamatadan geçilmiyor, intikam hırslarıyla gözleri deönen kadınlar def, dümbelek çalıyor, şarkılar söyleyerek askeri savaşa teşvik ediyor, taptıkları putlardan yardım istiyorlardı.
Mücâhidlerin tarafında ise, duâlar ediliyor; “Allahü ekber! Allahü ekber!…” diye tekbirler getiriliyor, “Dîn-i İslâm”ın korunması ve yayılması için Allahü teâlâdan yardım taleb ediliyordu. Sevgili Peygamberimiz de, kahraman Eshâbını, cihâda, cenâb-ı Hakk’ın yolunda çarpışmaya teşvik ediyor, bu uğurda kazanacakları sevâbları anlatarak; “Ey Eshâbım! Sayıları az olan kişilere, düşmanla çarpışmak güç gelir. Eğer onlar, sebât ve gayret gösterirlerse, Allahü teâlâ onları ferahlığa erdirir. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine itâat edenlerle berâberdir… Allahü teâlânın size vaad ettiği mükâfâtı isteyiniz…” buyuruyordu. Uhud gazâsıyla ilgili âyet-i kerimelerde de meâlen; “(Ey mü’minler!) Allahü teâlâya ve Resûlüne (emrettiklerine) itâat edin ki, merhamet olunasınız. Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennet’e girmeye koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennet’in büyüklüğü, gökler ve yer küresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi affederler. Allahü teâlâ ihsân edenleri sever.” (Ali İmrân 3/132-134.)
“İşte onların mükâfâtı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altından ırmaklar akan Cennet’lerdir. Onlar, orada ebediyyen kalacaklardır. Böyle yapanların, Allahü teâlâya ve Resûlüne itâat edenlerin mükâfâtı ne güzeldir!” buyuruluyordu. (Ali İmrân 3/136.)
Gönülleri imânla dolu, gözlerinden cesâret kıvılcımları sıçrayan, şehid olmak arzusuyla yanan Eshâb-ı kirâm yerlerinde duramıyor, bir an önce düşmana atılmak için emir bekliyordu. Bedir gazâsında olduğu gibi Hazreti Ali beyaz, Zübeyr bin Avvâm sarı, Ebû Dücânede kırmızı renkteki sarıklarını başlarına bağladılar. Hazreti Hamza da deve kuşu kanadından yapılmış tuğunu taktı.
İki ordu birbirlerine iyice yaklaştı. Artık heyecan son noktasına gelmişti. Biraz sonra, bir tarafta, Allahü teâlânın dînini yaymak için en yakınları ile savaşmaktan hiç tereddüt etmeyen İslâm mücâhidleri; diğer tarafta, bâtıl yollarında ısrar eden İslâm düşmanları arasında büyük bir meydan savaşı başlayacaktı.
Bir ok atımı yaklaştıklarında, düşman saflarından devesini ileri süren zırhlı bir müşrik, mücâhidlerden, çarpışmak üzere er talebinde bulundu. Herkesin kendisinden çekindiğini zannederek, dileğini üç defâ tekrarladı. Bunun üzerine İslâm ordusundan, uzun boylu, sarı sarıklı bir kahraman mücâhidin, yaya olarak meydana yürüdüğü görüldü. Bu, Peygamber efendimizin halasının oğlu Zübeyr bin Avvâm idi. İslâm ordusundan; “Allahü ekber!…” nidâları yükseliyor, Hazreti Zübeyr’in muzaffer olması için duâ ediliyordu. Zübeyr bin Avvâm’ın, müşrike yaklaşır yaklaşmaz, devesi üzerine sıçradığı görüldü. Deve üzerinde müthiş bir mücâdele başladı. Bu sırada sevgili Peygamberimizin; “Onu yere düşür!” buyurduğu işitildi. Hazreti Zübeyr, bu emri alır almaz, râkibini aşağı itti. Arkasından kendi de atlayıp, kılıcını boynuna çaldı. Müşrikin tolgalı başı zırhlı gövdesinden ayrıldı. Efendimiz, Zübeyr hazretlerine duâ ettiler.
Sonra, müşriklerin sancakdârı Talha bin Ebî Talha meydana fırladı; “İçinizde karşıma çıkacak bir kimse var mıdır?” diye bağırdı. Karşısına Allahü teâlânın aslanı Hazreti Ali çıktı. Bir vuruşta, baştan ayağa zırhlara bürünmüş müşrik sancakdârının başını çenesine kadar yardı. Bunu gören sevgili Peygamberimiz; “Allahü ekber!… Allahü ekber!…” diye tekbir getirdi. Buna Eshâb-ı kirâm da katılınca, tekbir sadâları yeri göğü inletti.
Müşrik sancağının yere düştüğünü gören Talha’nın kardeşi Osman bin Ebî Talha, meydana koştu. Sancaklarını kaldırıp, er diledi. Ona da Hazreti Hamza çıktı; “Yâ Allah!” diyerek Osman’ın omuzuna öyle bir kılıç indirdi ki, sancak tutan kolu kopan müşrik yere düşüp can verdi.
Yine müşriklerden, Ebû Sa’d bin Ebî Talha yaya olarak meydana yürüdü. O da baştan ayağa zırhlı idi. Küfür sancağını yerden kaldırdı ve İslâm ordusuna dönüp; “Ben, Kusam’ın babasıyım. Benim karşıma kim çıkabilir?” diyerek bağırmaya başladı. Peygamber efendimiz, onun karşısına yine Hazreti Ali’yi çıkardı. Hazreti Ali, o müşriki de öldürüp sancaklarını yere düşürdükten sonra, mücâhidlerin safları arasında yerini aldı.
Bundan sonra pek çok müşrik sıra ile meydana çıkıp yere düşen sancaklarını kaldırarak, mücâhidlerden, karşılarına çıkacak yiğit taleb ettiler. Fakat, her defâsında kahraman sahâbîler, Allahü teâlânın izniyle gâlip geldi. Her sancakdâr öldürüldüğünde, İslâm askerinden tekbir sadâları yükseliyor, düşman saflarına büyük bir üzüntü ve yeis çöküyordu. Hattâ şamataları ayyuka çıkan müşrik kadınlar bile; “Yazıklar olsun size!…” diyerek, kendi askerlerine bir taraftan hakâret ediyorlar, bir taraftan da; “Daha ne duruyorsunuz?…” diyerek savaşa teşvik ediyorlardı.
Her iki tarafın yerinde duramadığı bir anda, sevgili Peygamberimizin, elinde tuttuğu ve üzerinde; “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve îtibâr var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz” beyti yazılı olan kılıcını göstererek; “Bu kılıcı benden kim alır?” buyurduğu işitildi. Bunu duyan Eshâb-ı kirâmdan birçokları hep birden almak için, ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar; “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?” deyince, Eshâb-ı kirâm sustular ve geri durdular. Kılıcı harâretle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm; “Ben alırım yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz kılıcı Hazreti Zübeyr’e vermedi. Ebû Bekr, Ömer, Ali’nin istekleri de Peygamberimiz tarafından kabûl edilmedi.
Ebû Dücâne; “Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Sevgili Peygamberimiz; “Onun hakkı; eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun hakkı, müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır” buyurunca, Ebû Dücâne; “Yâ Resûlallah! Ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum” dedi. Peygamberimiz de elindeki kılıcı ona teslîm etti. Ebû Dücâne çok cesâretli, kahraman olduğu hâlde, harp meydanlarında çok kurnaz davranır; “Harp hiledir” hadîs-i şerîfine eksiksiz riâyet ederdi. Ebû Dücâne hazretleri kılıcı alınca, harp meydanına doğru çalımlı, vakârlı ve gururlu bir şekilde, beytler söyleyerek yürümeye başladı. Üzerinde, bir gömleği ve başında kırmızı sarığından başka bir şeyi yoktu.
Ebû Dücâne hazretlerinin bu yürüyüşü, Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Bu bir yürüyüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir” buyurarak, yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin câiz olduğunu bildirdiler.
Daha fazla bekleyemeyen müşrik saflarından Hâlid bin Velîd, emrindeki kuvvetlerle hücûma kalktı. Yerinde duramayan Eshâb-ı kirâma, sevgili Peygamberimiz de hücûm emrini verdiler. Bir anda; “Allahü ekber” sadâları harp meydanını doldurmuştu. En önde Hazreti Hamza ellerindeki kılıçlarıyla, zırhsız kuvvetlerin başında olduğu hâlde her gelen kâfire kılıç sallamaya başladı. Büyük bir hırsla gelen Hâlid bin Velîd’in kuvvetleri, derhal geriye püskürtüldü. Hâlid bin Velîd, bu defâ dağ geçidindeki yerden dolaşıp, arkadan vurmak üzere geniş bir kavis çizerek Ayneyn tepesine vardı. Fakat Hazreti Abdullah bin Cübeyr ve emrindeki elli yiğit, onları şiddetli bir ok atışıyla püskürttü.
Artık savaş kızışmıştı. Her iki taraf, olanca güçleriyle çarpışıyordu. Bir sahâbî, en az dört müşrik ile mücâdele ederek, ilerlemeye çalışıyorlardı. Hazreti Hamza, bir taraftan; “Allahü ekber! Allahü ekber!” nidâlarıyla sesleniyor, bir taraftan da; “Ben, Allahü teâlânın aslanıyım!” diyor ve düşmanı kıra kıra, ilerliyordu. Safvân bin Ümeyye, etrâfındakilere; “Hamza nerededir? Bana gösteriniz” diyor, savaş meydanını araştırıyordu. Bir ara gözleri, iki kılıç ile vuruşan birini gördü ve; “Bu çarpışan kim?” diye sordu. Çevresindekiler; “Aradığın kimse! Hamza!” dediler. Safvân; “Ben bu güne kadar kavmini öldürmek için saldıran, onun gibi hırslı ve gözü pek başka bir kimse görmedim” dedi.
Harbin iyice kızıştığı sırada Muhâcirînden Zübeyr bin Avvâm, kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün olduğundan, kendi kendine; “Ben, Resûlullah’tan kılıcı istedim, lâkin Ebû Dücâne’ye verdi. Hâlbuki, ben, halası Safyye’nin oğluyum. Üstelik de Kureyşliyim. Hâlbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım Ebû Dücâne benden fazla ne yapacak?” dedi. Daha sonra Ebû Dücâne’yi tâkibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri; “Allahü ekber!” diyerek tekbir, alıyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli, her tarafı zırhlarla kaplı sâdece gözleri görünen biri, Ebû Dücâne ile karşılaştı. Evvelâ kendisi, Ebû Dücâne hazretlerine hücûm etti. Ebû Dücâne, onun darbesinden kalkanıyla korundu. Müşrikin kılıcı Ebû Dücâne’nin kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı, fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne’ye gelmişti. Bir kılıç darbesiyle râkibini öldürdü.
Bundan sora Ebû Dücâne, her önüne çıkan îmânsızı devirerek, dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına kadar geldi. Fakat kılıcını kaldırdığı hâlde, Ebû Süfyân’ın hanımı Hind’i öldürmekten vazgeçti. Bunu gören Zübeyr bin Avvâm kendi kendine; “Kılıcın kime verileceğini Allah ve Resûlü benden daha iyi bilir” diye söylendi. “Vallahi ben ondan daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim” buyurdu.
Mikdâd bin Esved, Zübeyr bin Avvâm, Hazreti Ali, Hazreti Ömer, Talha bin Ubeydullah, Mus’ab bin Ümeyr hepsi de geçilmez bir kale idiler. Peygamber efendimizin düşmana çok yakın çarpıştığını, tekrar tekrar hücûm ettiğini gören şanlı Eshâb, yerinde duramıyordu. Resûlullah’a bir zarar erişebilir diyerek, etrâfına toplanıyorlar, zırhlara bürünmüş düşmana göz açtırmıyorlardı. Bu sırada, Abdullah bin Amr hazretlerinin şehîd olduğu görüldü.
Bu, Uhud’un ilk şehidiydi. Onun şehîd olduğunu gören arkadaşları aslan kesilerek, Allahü teâlânın rızâsı için düşmanın ortalarına dalmışlardı.
Savaşın çok kızıştığı bir anda yiğitliğin sembolü Hazreti Abdullah bin Cahş ile okçuların pîri Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri karşılaştılar. Çeşitli yerlerinden yaralanmışlardı. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri diyor ki: “Uhud’da, savaşın şiddetli bir ânıydı. Birdenbire Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana; “Şimdi burada sen duâ et, ben “âmîn” diyeyim. Ben duâ edeyim, sen de “âmîn” de!” dedi. Ben de; “Peki” dedim. Ben şöyle duâ ettim: “Allah’ım, bana çok kuvvetli ve çetin düşmanları gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak, geri döneyim.” Benim yaptığım bu duâya bütün kalbiyle; “Âmîn” dedi.
Sonra kendisi duâ etmeye başladı; “Allah’ım, bana zorlu düşmanlar gönder kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihâdın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. Sonunda biri beni şehîd etsin. Sonra dudaklarımı, burnumu, kulaklarımı kessin. Kanlar içinde senin huzûruna geleyim. Sen; “Abdullah! Dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda; “Allah’ım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Huzûruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım, öyle geldim” diyeyim” dedi. Gönlüm böyle bir duâya “âmîn” demeyi arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için, istemeyerek; “Âmîn” dedim.
Daha sonra, kılıçlarımızı çekerek, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O, son derece bahâdırâne saldırıyor ve düşman saflarını darmadağın ediyordu. Düşmana tekrar tekrar vuruyor, şehîd olmak için tükenmez bir arzu ile yeniden saldırıyordu. “Allahü ekber! Allahü ekber!…” diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz ona bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mûcize olarak kılıç oldu ve önüne gelenle vuruşmaya devâm etti. Pek çok düşman öldürdü. Savaşın sonuna doğru Ebü’l-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfirler cesedine hücûm ederek; burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı.”
Mücâhidler safında, kılıcının kınını kırıp; “Ölmek, kaçmaktan çok daha iyidir!” diyerek, müşriklerin arasına yalın kılıç dalan Kuzman, nice yiğitlikler, kahramanlıklar gösterdi. Tek başına 7-8 kâfir öldürdü. Sonunda yaralanıp yere düştü. Eshâb-ı kirâm, onun bu kahramanlığına şaşıp, Peygamber efendimize bildirince; “O cehennemliktir” buyurdular. Katâde bin Nu’mân hazretleri, Kuzman’ın yanına varıp; “Ey Kuzman! Şehâdet sana mübârek olsun!” deyince, Kuzman; “Ben din gayreti için değil; Kureyşlilerin Medîne’ye gelip, hurmalığımı harâb etmemeleri için döğüştüm!” dedi. Sonra ok ile bilek damarlarını delip, intihâr etti. Peygamber efendimizin; “O cehennemliktir!” buyurmasının hikmeti anlaşıldı.
Savaşın başındanberi, başta âlemlerin efendisi sevgili Peygamberimiz olmak üzere, bütün Eshâb-ı kirâm büyük bir mücâdele verdiler. Şiddetli taarruzlar ile müşrik ordusunu geriye püskürttüler. Taştan, ağaçtan yaptıkları ve “Lât, Uzzâ, Hübel!” diye taptıkları putlardan fayda ve yardım isteyen müşrik gürûhu, mücâhidlerin bu kahramanlıkları karşısında bozulup kaçmaya başladı. Onları harbe teşvik etmek için gelen kadınlar, feryâtlar kopararak, kaçan askerlere yetişmeye çalışıyorlardı.
Kureyşli müşrikler, harp meydanını terk edip yanlarında getirdikleri malları bırakıp Mekke’ye doğru kaçmaya başlayınca, İslâm askerleri sevinerek, Allahü teâlânın kendilerine vaad ettiği zafere kavuştukları için hamdettiler. Sayı ve kuvvetçe kat kat üstünlüklerine rağmen müşrikler, müslümanlar karşısında perişân olmuşlardı. Birbirlerini çiğneyerek kaçarlarken, şanlı Eshâb da kovalıyor, yetiştiklerini vurarak öldürüyordu. Bu hengâmede yeni evlenen Hanzala bin Ebû Âmir hazretleri, atı ile kaçmaya çalışan müşrik ordusunun baş kumandanı Ebû Süfyân’a yetişti. Atının bacaklarına kılıç vurarak atı yere çökertti. Yere düşen Ebû Süfyân, bütün gücüyle; “Ey Kureyşliler!… Yetişin!… Ben Ebû Süfyân’ım! Hanzala beni kılıçla doğramak istiyor!…” diye feryâda başladı. Onunla birlikte kaçmaya çalışan müşrikler, bu hâli gördükleri hâlde can derdine düşmüşler, kumandanları ile ilgilenmemişlerdi.
Ancak, o anda Hazreti Hanzala’nın hemen arkasında bulunan Şeddâd bin Esved müşriki, mızrağını Hanzala’nın arkasına sapladı. Hazreti Hanzala; “Allahü ekber!” diyerek bir hamle yapmak istediyse de yere yıkılıp şehîd oldu ve mübârek rûhu Cennet’e uçtu. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz; “Ben, Hanzala’yı, meleklerin, gökle yer arasında, gümüş bir tepsi içinde yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm” buyurdu. Ebû Üseydî şöyle anlattı: “Resûlullah’ın bu sözünü işitince, Hanzala’nın yanına vardım. Başından yağmur suyu damlıyordu. Dönüp bunu Resûl-i ekreme haber verdim.” Hazreti Hanzala’ya, Gasîlülmelâike ( Meleklerin yıkadığı kimse) dediler.”
Müşriklerin kaçtığını gören Ayneyn geçidindeki okçuların bâzıları, harbin bittiğini zannederek yerlerini terk ettiler. Kumandanları Abdullah bin Cübeyr ve on iki kişi yerlerinde kaldılar.
Bu esnâda tetikte bekleyen, her fırsatı değerlendirmeye çalışan Kureyş okçu birlik kumandanı Hâlid bin Velîd, geçitteki mücâhidlerin azaldığını görünce, emrindeki süvârileri harekete geçirdi. İkrime bin Ebî Cehl’le birlikte bir anda Ayneyn geçidine geldiler. Abdullah bin Cübeyr hazretleri ile vefâkar, sâdık arkadaşları saf hâlinde dizilip açıldılar. Sadaklarındaki oklar bitinceye kadar düşmana ok yağdırdılar. Sonra mızraklarıyla, göğüs göğüse gelince de; “Allahü ekber! Allahü ekber!” diye diye kılıçlarıyla nice kahramanlıklar gösterdiler, îmânlı ile îmânsızlar arasında, bire yirmibeş gibi çok nisbetsiz bir durum vardı. Şanlı Eshâb-ı kirâm, Peygamberlerinin emrini yerine getirmek için, kanlarının son damlasına kadar çarpıştılar. Birbiri arkasından şehâdet şerbetini içip, mübârek vücûdları toprağa düştü ve ruhları Cennet’e uçtu (radıyallahü anhüm).
Müşrikler, kinlerinden Hazreti Abdullah’ın elbisesini soyarak, mübârek vücûdunu mızraklarla delik deşik ettiler. Karnını yarıp, iç organlarını dışarı çıkardılar.
Hâlid bin Velîd ve İkrime, geçitteki mücâhidleri şehîd edince, sür’atle İslâm ordusunun arkasından saldırdılar. Eshâb-ı kirâm, bir anda arkalarında, peydâ olan düşmanı görünce, toparlanmaya fırsat bulamadı. Çünkü bir çoğu silâhlarını bile bırakmıştı. Her şey birden bire değişti. Önde kaçan Kureyşli müşrikler, Hâlid bin Velîd’in arkadan hücûma geçtiğini görünce, tekrar döndüler. Mücâhidler, iki ateş arasında kalmıştı. Düşman önden ve arkadan hücûma geçerek mücâhidleri sıkıştırmaya başladı. Sahâbenin birbirleriyle irtibatları kesildi. Dağılmak mecbûriyetinde kaldılar.
Hazreti Ali şöyle anlattı: “Aralarında İkrime bin Ebî Cehl’in de bulunduğu bir müşrik birliğinin ortasına daldım. Etrâfmı sardılar, çoğunu kılıçtan geçirdim. Başka bir birliğin içine daldım, onlardan da pek çoğunu saf dışı ettim. Ecelim gelmediği için bana bir şey olmamıştı. Bir ara Resûlullah’ı göremedim. Kendi kendime; “Yemîn ederim ki, O, harp meydanını bırakıp gidecek bir kimse değildir. Her hâlde Allahü teâlâ yaptığımız uygunsuz hareketlerden dolayı O’nu aramızdan çekip, kaldırmıştır! Artık benim için çarpışa çarpışa ölmekten başka yol kalmamıştır” dedim ve kılıcımın kınını kırdım. Müşriklerin üzerine hücûm edip, onları dağıttığımda, Resûlullah’ın onların arasında kaldığını gördüm. Anladım ki, Resûlullah’ı, Allahü teâlâ melekleriyle koruyordu.”
Düşman askerleri, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yanına kadar yaklaşmışlardı. Durum çok tehlikeliydi. Sevgili Peygamberimiz, tıpkı askerî bir birlik gibi sebât ediyor, yerinden ayrılmıyordu. Bir taraftan düşmanla çarpışıyor, diğer taraftan da dağılan Eshâbını toparlamaya çalışarak; “Ey filân, bana doğru gel! Ey filân, bana doğru gel! Ben Resûlullah’ım. Bana dönüp gelene Cennet var” buyuruyordu. Hazreti Ebû Bekr, Abdurrahmân bin Avf, Talha bin Ubeydullah, Ali bin Ebî Tâlib, Zübeyr bin Avvâm, Ebû Dücâne, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Sa’d bin Mu’ âz, Sa ‘d bin Ebî Vakkâs, Habbâb bin Münzir, Üseyd bin Hudayr, Sehl bin Hanîf, Âsim bin Sâbit, Hâris bin Simme bir anda sevgili Peygamberimizin etrâfında halkalanıp O’nu korumak için canlı bir kale duvarı meydana getirdiler.
Bu sırada Abbâs bin Ubâde hazretlerinin, dağılan Eshâb-ı kirâmın toparlanması için; “Ey kardeşlerim! Bu uğradığımız musîbet, Peygamberimizin emrini yerine getirmeyişimizin bir neticesidir. Dağılmayınız! Peygamberimizin etrâfına geliniz! Eğer bizler, koruyucuların yanında yer almaz da, Resûlullah’a bir zarar gelmesine sebep olursak, artık Rabbimizin katında bizim için ileri sürülecek bir mâzeret bulunmaz” diye bağırdığı duyuldu. Hazreti Abbâs bin Ubâde, yanında Hârice bin Zeyd ve Evs bin Erkam olduğu hâlde, düşmanın içine “Allahü ekber!” nidâları ile yalın kılıç daldılar. Resûlullah’ın uğrunda, O’nu korumak için kahramanca çarpıştılar. Hârice bin Zeyd, on dokuz yerinden yara almıştı. Diğerlerininki de ondan az değildi. Nitekim üçü de çok özledikleri şehîdlik mertebesine ulaştılar.
Eshâb-ı kirâm, bu çok tehlikeli anda, Peygamber efendimizin etrâfında yavaş yavaş toplanmaya başladı. Müşrikler, sevgili Peygamberimizi ve O’na gövdelerini siper eden şanlı Eshâbını çember içine aldılar. Her taraftan birlik hâlinde ilerleyerek çemberi daraltıyorlardı. Kureyşlilerden bir grubun ileri atıldığını gören Âlemlerin efendisi, yanında bulunan ve canlarını fedâ etmeye hazır olan Eshâbına; “Şu birliği kim karşılar?” buyurunca. Vehb bin Kâbus hazretlerinin; “Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Ben karşılarım” deyip, ileri fırladığı görüldü. Allahü teâlânın şerefli ismini dilinden düşürmeyen bu kahraman, yalın kılıç müşriklerin arasına daldı. Peygamber efendimiz; “Seni Cennet’le müjdelerim” buyurdu. Onun düşman karşısında gösterdiği sebât ve gayretini görünce de; “Allah’ım! Ona rahmet eyle! Ona acı.” buyurdular.
Müşriklerin Hazreti Vehb’i ortalarına alıp mızrakla şehîd ettiklerini gören Sa’d bin Ebî Vakkas, ona yardım etmek için ileri atıldı, düşmanın ortasına girip, görülmemiş kahramanlıklar gösterdi. Bir çok kâfiri saf dışı etti. Diğerlerini de geri püskürterek, sevgili Peygamberinin yanına geldi. Resûl-i ekrem efendimiz, Hazreti Vehb için; “Ben senden râzıyım. Allahü teâlâ da râzı olsun” buyurdular.
Habîb-i ekrem efendimiz, mücâhidlerin çemberini yarıp, kendisine doğru bir müşrik bölüğünün ilerlediğini görünce, Hazreti Ali’ye; “Onlara hücûm et” buyurdular. Hazreti Ali, hücûm edip, Amr bin Abdullah’ı öldürüp, diğerlerini kaçırdı. Kılıcı kırılınca, Peygamberimiz, Zülfikâr’ı ona verdi. Başka bir grup gelirken, Peygamber efendimiz; “Yâ Ali! Bunların şerrini benden def eyle” buyurdular. Canını Resûlullah’a fedâ eden Allahü teâlânın aslanı, derhal hücûma geçti. Şeybe bin Mâlik’i öldürüp, diğerlerini geri püskürttü. O anda Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimize; “Yâ Resûlallah! Bu iş, Ali’den zuhûr eden fevkalâde bir civan mertliktir” deyince, Resûlullah efendimiz; “O benden, ben de ondanım” buyurdular Cebrâil aleyhisselâm da. “Ben de ikinizdenim” dedi. O esnâda bir ses; “Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi kılıç bulunmaz” diyordu.
Müşrikler, sevgili Peygamberimizin yanına yaklaşamayacaklarını anlayınca, ok atmaya başladılar. Atılan oklar, ya üzerinden geçiyor, ya önüne, ya sağına, veya soluna düşüyordu. Düşmanı geriye püskürtmek için canlarını dişine takarak çarpışan Eshâb-ı kirâm, bu hâli görür görmez. Âlemlerin efendisinin etrâfına toplanarak, gelen oklara mübârek vücûdlarını siper etmeye başladılar. Peygamber efendimiz Eshâbına, okla mukâbele etmesini emir buyurunca, sahâbiler de düşmana ok atmaya başladılar. Sevgili Peygamberimiz, Sa’d bin Ebi Vakkâs hazretlerini önüne oturttular. Çok keskin nişancı olan Hazreti Sa’d süratle, peş peşe düşmana ok yağdırmaya başladı. Sadağından yâni ok çantasından her ok çekişte; “Yâ Rabbi! Bu senin okundur. Onunla düşmanı vur!” diyor, Peygamber efendimiz de; “Allah’ım! Sa’d’ın duâsını kabûl et! Allah’ım! Sa’d’ın okunu doğrult!… Devâm et, Sa’d! Devam et! Anam-babam sana fedâ olsun!” buyuruyordu. Bu şekilde her ok atışta, Peygamber efendimiz aynı duâlarını tekrar ediyorlardı.
Hazreti Sa’d’ın oku bitince, sevgili Peygamberimiz, kendi oklarını ona verip attırdı. Sa’d bin Ebi Vakkâs hazretlerinin her oku ya bir düşmana, veya bindiği hayvana isâbet ediyordu.
Müşriklerin ok atışlarında, Ebû Talha hazretleri, sevgili Peygamberimizin önüne gerilerek, gelecek her oka kendi vücûdu ve kalkanı ile siper oluyor, arada bir düşmanı şaşkına çeviren nâralar atıyordu. Peygamber efendimiz; “Asker içinde Ebû Talha’nın sesi, yüz kişiden hayırlıdır” buyurdu. Ebû Talha fırsat buldukça, müşriklere ok atmaktan geri durmuyor, sert ve çok seri ok atıyor, attığı boşa gitmiyordu. Attığı okları Resûl-i ekrem efendimiz, merâk edip, mübârek başını yukarı kaldırdıkça, Ebû Talha, Resûlüllah’a bir ok isabet eder korkusuyla; “Anam-babam canım sana fedâ olsun yâ ResûlAllah! Mübârek başınızı kaldırmayınız. Size bir düşman oku isabet edip zarar vermesin! Vücûdum, mübârek vücûduna siper ve sana fedâdır! Beni boğazlamadıkça, sana ulaşamazlar! Ben ölmedikçe, size bir şey olmaz!…” diyerek sevgili Peygamberimizi kendi nefsine tercih ederdi.
Uhud meydanının her tarafında amansız, müthiş bir çarpışma bütün şiddetiyle devâm ediyor, bâzıları atlı, bâzıları da yaya olarak imân-küfür mücâdelesini sürdürüyorlardı. Eshâb-ı kirâm daha toparlanamamıştı. Peygamber efendimizin etrâfında ancak otuz kadar sahâbî, pervâne gibi dönüyor; gelen oklara, mızraklara, kılıçlara kendi vücûdlarını kalkan ediyorlardı. Tek arzuları; Peygamber efendimizin emrini yerine getirmek ve O’na gelecek her türlü zararı uzaklaştırmaktı. Yiğitlerin serdârı Hazreti Hamza, o hengâmede Peygamber efendimizden ayrı düşmüş, bir kalabalığın ortasında iki elinde iki kılıç ile çarpışıyor; “Allahü ekber!…” nidâlarıyla düşmanın kalbine korku salıyordu. Şimdiye kadar, tek başına tam otuz bir müşrik öldürmüş, pek çoğunu da ya kolundan veya bacağından etmişti. Ortasına düştüğü müşrik sürüsünü dağıttığı bir sırada, Sibâ’ bin Ümmü Enmâr; “Bana karşı koyabilecek bir yiğit var mı?” diyerek Hazreti Hamza’ya meydan okudu. Hazreti Hamza; “Yanıma gel ey sünnetçi kadının oğlu! Demek sen Allah’a ve Resûlüne meydan okuyorsun öyle mi?” deyip, onu göz açtırmadan bacaklarından tutup yere serdi. Üzerine çöküp, kafasını gövdesinden ayırdıktan sonra, karşı kayanın arkasında Vahşî’nin elinde mızrak ile kendisine nişan aldığını gördü. Derhâl üzerine yürüdü, önündeki sellerin açtığı çukura gelince, ayağı kaydı ve arkası üstü düştü. O anda karnından zırhı açılmıştı. Fırsatı yakalayan Vahşî, mızrağını fırlattı!… Mızrak, uçarak Hazreti Hamza’nın mübârek vücûduna saplandı ve diğer taraftan çıktı. Kahramanların büyüğü; “Allah’ım!” diyerek oraya çöktü. Şehîd olmuş, özlediği makâma kavuşmuştu. Allahü teâlânın yolunda, sevgili Peygamberinin uğrunda canını fedâ etmişti (radıyallahü anh).
Bu sırada, düşman saflarında birisi; “Ey Kureyş cemâati! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen Muhammed ile çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer Muhammed kurtulursa, ben kurtulmayayım!…” diyerek müşrikleri Kâinâtın efendisine sallallahü aleyhi ve sellem saldırmaya teşvik ediyordu. Bu ses, Âsım bin Ebî Avfın idi. Ebû Dücâne hazretleri bu sesi işitmişti. Çarpışa çarpışa, Âsım bin Ebî Avfı buldu ve hemen öldürdü. Fakat arkasındaki müşrik Ma’bed, bütün gücüyle kılıcını Hazreti Ebû Dücâne’ye salladı. Allahü tealânın bir ihsânı olarak anî ve çok çabuk bir hareketle yere çöken Ebû Dücâne, öldürücü darbeden kurtuldu. Derhâl kalkıp, kılıcını Ma’bed’e vurarak öldürdü.
Kureyşli müşriklerin hedefleri, Âlemlerin efendisi idi. O’na yaklaşabilmek için bütün güçlerini harcıyorlardı. Fakat, etrâfında pervâne gibi dönen, bir zarar olur korkusu ile canlarını fedâ etmekten zerre kadar kaçınmayan şanlı, şerefli Eshâbı bir türlü geçemiyorlardı. Bu kahraman otuz yiğit, Resûlullah efendimizin önünde; “Yâ Resûlallah! Yanından hiç ayrılmamak üzere yüzümüz, mübârek yüzünün önünde siper ve kalkan; vücûdumuz, mübârek vücûduna fedâdır; yeter ki sen selâmette ol” dediler. Müşrikler, gruplar hâlinde hücûm ediyorlardı. Fahr-i âlem efendimiz, yanında bulunan ve vücûdlarını kendisine siper eden kahraman Eshâbına, bir grubu göstererek; “Allahü teâlânın yolunda vücûdunu bize kim fedâ eder?” buyurunca, Medîneli beş sahâbî ileri fırlamıştı. Resûlullah efendimizin mübârek gözleri önünde; tekbirler alarak, döne döne çarpıştılar. Nihâyet bunlardan dördü şehîd oldu. Beşincisi 14 yerinden yaralanıp yere düşünce, Âlemlerin efendisi; “Onu, benim yanıma yaklaştınnız” buyurdu. Vücûdunun her yerinden kanlar akıyordu. Sevgili Peygamberimiz oturarak, mübârek ayaklarını başına yastık yaptılar. O hâlde şehîd olmak şerefine kavuşan bu mutlu sahâbî, Umâre bin Yezîd hazretleriydi.
Müşriklerin iyice yaklaştıkları bir sırada, Peygamberimiz; “Şunları kim karşılar, kim durdurur?” buyurdu. Talha bin Ubeydullah hazretleri; “Ben! Yâ Resûlallah!” deyip, ileri atılmak istedi. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?” buyurdular. Medîneli sahâbîlerden biri; “Yâ Resûlallah! Ben!” diyerek izin istedi. Sevgili Peygamberimiz; “Haydi, sen karşıla” buyurunca, ileri fırladı ve müşriklerin üzerine atıldı. Eşine rastlanmadık kahramanlıklar gösterdi. Bir kaç îmânsızı öldürdükten sonra şehâdet şerbetini içti.
Resûl-i ekrem efendimiz, yine; “Şunlara kim karşı koyar?” buyurdular. Herkesten önce, yine Talha hazretleri çıktı. Peygamber efendimiz; “Senin gibi daha kim var?” diye sorunca, Ensârdan bir mübârek; “Ben karşılarım yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz; “Haydi onları sen karşıla” buyurdular. O da müşriklerle çarpışa çarpışa şehîd oldu. Bu şekilde Peygamber efendimizin o anda yanında bulunan bütün sahâbîler, vuruşa vuruşa şehâdete erdiler. Kâinâtın sultânı efendimizin o anda yanında Talha bin Ubeydullah hazretlerinden başka kimse kalmamıştı. Hazreti Talha, Resûlullah’a bir zarar erişir diye endişe ediyor, dört bir tarafa koşuyor, kâfirlerle kıyasıya çarpışıyordu onun bu kadar serî kılıç sallaması, bir anda Resûlullah’ın her tarafındaki düşmana karşılık vermesi, ok, mızrak ve kılıç darbelerine vücûdunu kalkan yapması eşine rastlanmayacak bir hâdiseydi. Hazreti Talha, pervâne gibi dönüyor, kendisine değen kılıçlara hiç aldırmıyordu. Dileği, Kâinâtın sultânını korumak, bu uğurda diğer kardeşleri gibi şehîd olmaktı. Vücûdunda yara almayan yer kalmamıştı, elbisesinde kandan başka bir şey görünmez olmuştu. Fakat o buna rağmen dört tarafa birden yetişiyordu. O sırada Hazreti Ebû Bekr ve Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri, Resûl-i ekrem efendimizin yanına yetiştiler.
Yiğitlerin efendisi Hazreti Talha da bu arada kan kaybından sıcak toprağa düşüp bayıldı. Her yeri kılıç, mızrak ve ok darbeleriyle delik deşikti. Altmış altı büyük, sayılamayacak kadar da küçük yarası vardı. Sevgili Peygamberimiz, Hazreti Ebû Bekr’e, hemen Hazreti Talha’ya yardıma koşmasını emrettiler. Ebû Bekr-i Sıddîk, Hazreti Talha’nın ayılması için mübârek yüzüne su serpti. Talha bin Ubeydullah hazretleri ayılır ayılmaz; “Yâ Ebâ Bekr! Resûlullah ne yapıyor?” diyerek, sevgi ve bağlılığın en güzelini gösterdi. Resûl-i ekremi sevmek, canını, O’nun mübârek vücûduna fedâ etmek ancak bu kadar olurdu. Hazreti Ebû Bekr; “Resûlullah iyidir. Beni O gönderdi” deyince, Talha rahat bir nefes alıp; “Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her musîbet hiçtir” dedi. O sırada bir kaç sahâbe daha yetişmişlerdi.
Âlemlerin efendisi, Muhammed Mustafâ sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem, Hazreti Talha’nın yanına teşrif ettiler. Yaralı mücâhid, Resûlullah’ı sağ olarak görünce, sevincinden ağladı. Peygamber efendimiz, onun vücûdunu mesh ettikten sonra, ellerini açıp; “Allah’ım! Ona şifâ ver, kuvvet ihsân eyle” diye duâ buyurdular. Resûl-i ekrem efendimizin bir mûcizesi olarak, Hazreti Talha sapa sağlam ayağa kalktı ve tekrar düşmanla harbetmeye başladı. Sevgili Peygamberimiz onun için; “Uhud günü, yer yüzünde sağımda Cebrâil’den, solumda da Talha bin Ubeydullah ‘dan başka bana yakın bir kimsenin bulunmadığını gördüm.” “Yeryüzünde gezen cennetlik bir kimseye bakmak isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın” buyurdular.
Bütün cephede çarpışma, olanca şiddeti ile devam ediyordu. Peygamber efendimizin etrâfında Ebû Dücâne, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr, Talha bin Ubeydullah, Peygamberimizi korumak için arka saflardan koşup yetişen Nesîbe Hâtûn ve bir kaç sahâbî vardı. Müşriklere karşı, Resûlullah efendimizle birlikte çarpışıyorlardı. Tepeden tırnağa silâhlı ve zırhlar içerisinde olan ve miğferi bulunan azılı müşrik Abdullah bir Hüneyd, sevgili Peygamberimizi görünce, atını mahmuzladı. “Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösteriniz. Ya ben O’nu öldürürüm, yâhud O’nun yanında ölürüm!” diye bağırıyordu. Atını, Peygamber efendimizin üzerine doğru sürerken, Ebû Dücâne hazretleri önüne gerildi ve; “Gel bakalım! Ben vücûdumla, Muhammed aleyhisselâmın mübârek vücûdunu koruyan bir kişiyim. Beni çiğnemedikçe, O’na ulaşamazsın!” dedi. Atın ayaklarına kılıcını vurup, Abdullah bin Hüneyd’i yere düşürdü ve kılıcını kaldırarak; “Al, bu da Hareşe’nin oğlundan!” deyip, bir vuruşta yere serdi. Hâdiseyi seyreden Âlemlerin efendisi; “Allah’ım! Hareşe’nin oğlundan (Ebû Dücâne’den) ben nasıl râzı isem, sen de öyle râzı ol” diyerek duâ buyurdu.
Müşriklerden çok keskin bir nişancı ve her attığını vuran bir okçu olan Mâlik bin Züheyr, her yerde Peygamber efendimizi arıyor, bir fırsatını bulup ok ile vurmak istiyordu. Resûlullah efendimizin yakınlarına gelip, yayını gerdi ve sevgili Peygamberimizin mübârek başını hedef alarak okunu fırlattı. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman yoktu. Hazreti Talha ânında elini açarak hedef oldu. Ok, Hazreti Talha’nın avucuna saplandı ve elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi, elinin kemikleri kırıldı. Olanları Fahr-i âlem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz de görmüş ve: “Eğer (beni korumak için elini oka uzatırken) Bismillah deseydin, insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi” buyurmuşlardı.
Mekkeli müşriklerden; Abdullah bir Kamia, Übey bin Halef, Utbe bin Ebi Vakkâs, Abdullah bin Şihâb-ı Zühri ismindeki dört müşrik, Resûl-i-ekrem efendimizin hayâtına son vermek için anlaşıp, yemin etmişlerdi. Bu sıkışık anda Resûlullah efendimiz, yanında bir kaç sahâbi olduğu hâlde düşmanla kıyasıya mücâdele ediyorlardı. Peygamber efendimizin önünde, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr hazretleri vardı. Hazreti Mus’ab, vücûduna giydiği zırhdan dolayı, sevgili Peygamberimize çok benziyordu. O da sağ elinde İslâm sancağı olduğu hâlde müşriklerle müthiş bir mücâdeleye girişmişti. Bu sırada zırhlara bürünmüş olan İbn-i Kamia, atlı olarak oraya yaklaştı. Âvâzı çıktığı kadar; “Bana Muhammed’i gösteriniz. O kurtulursa ben kurtulmayayım!” diye bağırarak, Peygamber efendimize doğru atını mahmuzladı. Hazreti Mus’ab ile Nesibe Hâtun karşı koyup, vücûdlarını Peygamber efendimize siper yaparak çarpışmaya başladılar. Bu kâfire ne kadar kılıç vurdularsa, zırhından dolayı te’sir etmedi. İbn-i Kamia, Nesibe Hâtun’a bir kılıç vurarak omuzunu parçaladı. Sonra Hazreti Mus’ab’ın sancak tutan sağ eline kılıcını indirdi. Sağ eli kesilen Mus’ab bin Umeyr, canından üstün tuttuğu mübârek İslâm sancağını yere düşürmeden sol eline aldı. O esnada; ‘‘Muhammed (aleyhisselâm) Resûldür. Ondan önce de Resûller gelıniştir” meâlindeki (Ali İmrân 3/144) âyet-i kerimeyi okuyordu. İbn-i Kamia, bu defâ kılıcını Hazreti Mus’ab’ın sol eline indirdi. Sol eli de kesilen şanlı sancakdâr, İslâm sancağını yere düşürmüyordu. Kahraman sahâbi, sancağı kolları ile tutup gövdesine bastırarak dalgalandırmaya devâm etti. İbn-i Kamia, bu defâ mızrağını şanlı sahâbinin vücûduna sapladı. O da, diğer arkadaşları gibi şehid olarak âhırete göçmüştü.
Hazreti Mus’ab yere düşerken, şanlı İslâm sancağı yere düşürülmemiş, onu hemen Mus’ab’ın sûretine giren bir melek kapmıştı. Sevgili Peygamberimiz; “İleri yâ Mus’ab! İleri!” buyurduğunda, sancağı tutan melek; “Ben Mus’ab değilim” dedi. O zaman, Kâinâtın sultânı efendimiz onun melek olduğunu anlayıp, sancağı Hazreti Ali’ye verdi.
İbn-i Kamia ise, Hazreti Mus’ab’ı, Peygamber efendimiz zannettiği için, acele müşriklerin arasına vardı ve; “Muhammed’i öldürdüm!” diyerek bağırmaya başladı. Bunu işiten müşrikler, hedeflerine ulaşmanın verdiği haz ile daha da azgınlaştılar. Hâdisenin aslını bilemeyen Eshâb-ı kirâmın ise, eli ayağı tutmaz olmuştu. Ortalıkta mâtem havası esiyordu. Hazreti Ömer’in bile elleri iki yana düşmüş, arkadaşlarıyla olduğu yere oturakalmışlardı. Enes bin Nadr onları o hâlde görünce; “Niçin oturuyorsunuz?” diye sordu.
Onlar da; “Resûlullah şehîd edilmiş!…” diye cevap verdiler. Hazreti Enes de; “Resûlullah şehîd edildiyse, O’nun Rabbi (Allahü teâlâ) bâkîdir. Resûlullah’dan sonra biz sağ kalıp da ne yapacağız! Haydi kalkınız! Peygamberimizin çarpışarak mübârek canını fedâ ettiği şey için, biz de canımızı fedâ edelim” dedi ve kılıcının kınını kırıp; “Allahü ekber!…” nidâlarıyla yalın kılıç düşmanın ortasına daldı. Küffârdan bir çoklarını kırdı ve şehîd oldu. Sâdece yüzünde yetmiş yara vardı. Vücûdunda sayısız yara olduğu için, onu kız kardeşinden başkası tanıyamamıştı.
Eshâb-ı kirâmın pek çoğu dağılmış, bir kısmı da şehâdete ermişti. Onların bu dağınıklığından istifâde eden müşrikler, Resûl-i ekrem efendimizin etâfına toplanmışlardı. Taşla, kılıçla iki cihânın sultânını şehîd etmeye çalışıyorlardı. Üzerinde iki zırhı olduğu için, darbeler, te’sir etmiyordu. Utbe bin Ebî Vakkâs’ın attığı taşlar, sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne değdi ve alt dudağı yaralandı. Alt çenesindeki mübârek sağ rebâiyye yâni kesici dişi kırıldı. O sırada İbn-i Kamîa denilen müşrik de geldi ve kılıcını Âlemlerin efendisinin mübârek başına vurdu. Sevgili Peygamberimizin miğferi parçalandı, iki halkası da mübârek şakaklarına battı. Yine İbn-i Kamîa’nın vurduğu bir kılıç ile mübârek omuzundan yaralandılar ve müslümanları düşürmek için Ebû Âmir’in kazdığı derin çukura yanı üzere düştüler. Sevgili Peygamberimiz, hâin İbn-i Kamîa için; “Allahü teâlâ seni zelil ve perişân etsin!” diye duâ ettiler. İbn-i Kamîa pek ziyâde sevinip; “Muhammed’i öldürdüm! Muhammed’i öldürdüm!…” diye bağırarak, Ebû Süfyân’ın yanına gitti. Müşrikler hedeflerine ulaşmışlardı! Artık Peygamberimizle ilgilenmiyorlardı. Peygamber efendimizin bulunduğu çukurun etrâfından çekilmişler, Eshâb-ı kirâm ile çarpışmaya koyulmuşlardı.
Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, çukura düştüğünde, mübârek yanakları kanıyordu. Mübârek ellerini yüzüne sürünce, ellerinin ve sakal-ı şerîfinin kana boyandığını gördüler. Bir damla yere düşmeden Cebrâil aleyhisselâm yetişip, o mübârek kanı kaptı ve dedi ki: “Yâ Habîballah! Allahü teâlânın hakkı için, eğer bu kandan bir damla yere düşse, kıyâmete kadar yerde ot bitmezdi.” Fahri âlem efendimiz de; “Eğer benden bir damla kan yere düşerse, gökten azâb nâzil olur. Yâ Rabbî! Kavmimi affet! Çünkü onlar bilmiyorlar’’ buyurarak, kendisini öldürmeğe kalkan, mübârek vücûduna kılıç vurup, mübârek dişlerini kıran ve mübârek yüzünü kana boyayan kimselerin hidâyete gelmesi için duâ ediyorlardı.
Bu esnada, Ka’b bin Mâlik hazretleri; “Ey müslümanlar! Müjde! İşte Resûlullah burada!…” diye yüksek sesle bağırıyordu. Bu sesi işiten şanlı Eshâb yeniden hayat bulmuş gibi sevinçle oraya koştu. Hazreti Ali ile Talha bin Ubeydullah derhâl oraya gelerek çukurdan çıkardılar. Hazreti Ebû Ubeyde bin Cerrâh, sevgili Peygamberimizin mübârek şakaklarına batan miğferin halkalarını dişleriyle çekerek çıkardı. Bu demir parçalarını çıkarırken iki ön dişi de çıktı. Eshâb-ı kirâmdan Mâlik bin Sinân hazretleri, Resûlullah efendimizin mübârek yüzlerinden sızan kanı emdiler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; “Kanım kanına karışan kimseye Cehennem ateşi dokunmaz’“ buyurdular.
Müşrikler, tekrar üstlerine gelmeye başladılar. Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimize yeniden kavuşmanın sevinci ile biranda Resûlullah efendimizin etrâfında halka olup; hiç bir müşrik bırakmadılar. Peygamber efendimize artık birşey yapamayacaklarını anlayan müşrikler, dağın tepesine çıkmaya başladılar. İki cihânın sultânı, yanında bulunan Sa’d bin Ebi Vakkâs hazretlerine; “Onları geri çevir” buyurdu. Hazreti Sa’d; “Yâ Resûlallah! Yanımda sâdece bir okum var. Bununla nasıl geri çevireyim?” diye suâl eyleyince, Resûl-i ekrem efendimiz, tekrar aynı emri verdiler. Bunun üzerine okçuların piri Sa’d bin Ebi Vakkâs hazretleri, elini çantasına götürüp, okunu attı. Hedefini bulan ok bir müşriki devirdi. Elini tekrar ok çantasına uzattığında, bir ok daha olduğunu gördü. Dikkat etti, bu ok, biraz önceki oktu. Bir müşrik daha öldü. Bu hâl, defâlarca sürdü. Sevgili Peygamberimizin bir mûcizesi olarak, Hazreti Sa’d, her defâsında ok çantasında bir evvelki attığı oku bulmuştu. Peş peşe adamlarının öldürüldüğünü gören Kureyşliler, dağa çıkmaktan vazgeçtiler. Aşağı inip geriye çekildiler.
İçlerinden Übeyy bin Halef, atını, Peygamber efendimize doğru sürerek; “Nerededir, o peygamber olduğunu iddia eden kişi? Karşıma çıksın da, benimle çarpışsın!” diye bağırmaya başladı. Eshâb-ı kirâm, ona karşı çıkmak istediyse de, sevgili Peygamberimiz müsâde etmedi. Haris bin Simme haz- retlerinin mızrağını alıp ileri çıktılar. Übeyy alçağı atını mahmuzlayıp; “Ey Muhammed! Sen kurtulursan, ben kurtulmayayım!” diyerek yaklaştı. Tepeden tırnağa zırhlara bürünmüştü. Âlemlerin efendisi, elindeki mızrağı Übeyy’in boynuna fırlattı. Mızrak uçarak, miğferi ile zırh yakası arasından boynuna saplandı. Übeyy, sığır gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Kaburga kemikleri kırıldı. Müşrikler, onu kaldırıp, götürdüler. Yolda; “Muhammed beni öldürdü!…” diyerek bağıra bağıra cân verdi. Resûlullah efendimiz, yanındaki Eshâbı ile Uhud kayalıklarına doğru çıkmaya başladılar. Kayaların yanına varınca, yukarı çıkmak istediler. Ziyâdesiyle yorulduğu, üst üste iki zırh giydiği ve mübârek vücûduna yetmişten ziyâde kılıç vurulduğu için tâkat getiremediler. Bunun üzerine Talha, Peygamber efendimizi sırtına alarak kayaların üzerine çıkardı. Sevgili Peygamberimiz; “Talha, Resûlullah’a yardım ettiği zaman Cennet ona vâcib oldu” buyurdular. Hiç mecâlleri kalmadığından, öğle namazını oturarak eda ettiler.
Dağın eteklerinde sahâbîler, her biri bir aslan kesilmiş, müşriklerin üzerine atılıyorlardı. Peygamberimize kılıç vuranlara, dünyâyı zindan yapmışlardı. Bir ara Hâtib bin Beltea, sevgili Peygamberimizin yanına geldi ve; “Canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Sana bunu kim yaptı!” diye suâl eyledi. Efendimiz; “Utbe bin Ebî Vakkâs, bana taş atıp yüzüme vurdu ve rebâiyye dişimi kırdı” buyurunca, Hazreti Hâtib; “Yâ Resûlallah! O, ne tarafa gitti!” diye tekrar sordu. Peygamber efendimiz, işâretle gittiği tarafı gösterdiler. Hazreti Hâtib, derhal o tarafa koştu. Araya araya Utbe’yi buldu. Atından düşürüp, bir vuruşta başını kesti ve Resûlullah’ın huzûruna getirip müjde verdi. Peygamber efendimiz de; “Allahü teâlâ senden râzı olsun. Allahü teâlâ senden râzı olsun” buyurarak, ona duâ ettiler.
Müşrikler, derlenip toparlanan ve yeniden hücûma geçen Eshâb-ı kirâm karşısında tutunamadılar. Yetmiş ölü vererek, harp meydanını terk edip Mekke’ye doğru yola koyuldular. Peygamber efendimizin şehîd olduğu şâyiası Medîne’ye ulaşmıştı. Hazreti Fâtıma, Hazreti Aişe, Ümmü Süleym, Ümmü Eymen, Hamne binti Cahş, Küaybe gibi hanımlar Uhud’a koştular. Hazreti Fâtıma, babası Peygamber efendimizi yaralı görünce ağladı. Resûlullah efendimiz, onu tesellî ettiler. Hazreti Ali kalkanı ile su getirdi. Fâtıma vâlidemiz, o su ile Peygamber efendimizin mübârek yüzünü ve kanları yıkadı. Fakat yüzünün kanı dinmiyordu. Hazreti Fâtıma bir hasır parçasını yakıp, külünü yaraya basınca, kan durdu.
Sonra harp meydanına indiler. Önce yaralılar tesbit edilerek, yaraları sarıldı. Müşrikler, bâzı şehîdleri tanınmaz hâle getirmişlerdi. Kulak, burun ve diğer âzâlarını kesmiş, karınlarını yanmışlardı. Abdullah bin Cahş hazretleri bunlar arasında idi. Bu hâli gören sevgili Peygamberimiz ve Eshâbı çok üzüldüler. En güzîde sahâbîleri şehâdet şerbetini içmiş, Uhud topraklarını kanlarıyla sulayarak Cennet’e uçmuşlardı. Fakat şehîdlere yapılan bu muâmele, dayanılacak gibi değildi. Peygamber efendimizin yanı sıra bütün sahâbîlerin hüzünle içleri burkuluyordu. Bu manzara karşısında, Âlemlerin efendisi ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akdığı hâlde; “Ben, şu şehîdlerin, Allahü teâlânın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, kıyâmet günü şâhidlik edeceğim. Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır.” buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz; “Hamza’yı göremiyorum. Onun hâli nice oldu” buyurdular. Hazreti Ali, arayıp buldu. Peygamberimiz oraya varıp akla gelmedik bir manzara ile karşılaşınca, dayanamadılar. Hazreti Hamza’nın kulakları, burnu ve sâir âzâları kesilmiş, yüzü tanınmaz hâle getirilmiş, karnı yarılmış, ciğerleri çıkarılmıştı. Peygamber efendimiz mübârek gözlerinden yaşlar aktığı hâlde Hazreti Hamza’ya hitâben; “Ey Hamza! Hiç bir zaman, hiçbir kimse, senin kadar musibete uğramamış ve uğramayacaktır. Ey Resûlullah’ın amcası! Ey Allahü teâlânın ve Resûlünün aslanı Hamza! Ey hayırlar işleyen Hamza! Ey Resûlullah’a koruyucu olan Hamza! Allahü teâlâ sana râhmet eylesin!…” buyurdu. Bu sırada, karşıdan telaş içinde gelen bir kadın görüldü. Bu, sevgili Peygamberimizin halası Hazreti Safiyye vâlidemizdi. O da, diğer hanımlar gibi, Resûlullah efendimizin şehid olduğu şayiasını işitince, herşeyi unutmuş, koşa koşa Uhud’a gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz, halasını görünce, şehidlerin hâline dayanamaz düşüncesi ile, oğlu Zübeyr bin Avvâm hazretlerine; “Anneni geri çevir, kardeşinin cesedini görmesin” buyurdu. Hazreti Zübeyr, koşarak annesinin yanına vardı. Mübârek Hâtun heyecanla; “Oğlum! Resûlullah’dan haber ver!…” dedi. Yanlarına Hazreti Ali de gelmişti. O; “Resûlullah hamdolsun iyidir” deyince, ferâhladı, fakat; “O’nu bana gösterin” demekten kendini alamadı. Hazreti Ali, Âlemlerinin efendisini işaretle gösterdi. Hazreti Safiyye vâlidemiz, iki cihânın güneşini sağ olarak görünce, çok sevindi ve Allahü teâlâya hâmd eyledi. Bu defâ, kardeşi Hazreti Hamza’nın durumunu görmek için ileri yürümek istedi. Oğlu Zübeyr; “Anneciğim! Resûlullah, geri dönmenizi emrediyor” deyince, Hazreti Safiyye; “Eğer ona yapılanı bana göstermemek için geri döneceksem, zâten ben kardeşimin cesedinin kesilip biçildiğini öğrenmiş bulunuyorum. O, bu hâle Allahü teâlâ yolunda uğramış bulunuyor. Biz, bu yolda daha beterlerine de râzıyız. Sevâbını Allahü teâlâdan bekleyeceğiz. İnşâallah sabredip, katlanacağız” dedi. Zübeyr bin Avvâm hazretleri gelip bunu bildirince, Peygamber efendimiz; “Öyle ise bırak görsün” buyurdu.
Hazreti Safiyye, Hazreti Hamza’nın cesedinin yanına oturdu ve sessizce ağladı.
Hazreti Safiyye gelirken yanında iki hırka getirmişti. Onları çıkarıp; “Bunları kardeşim Hamza için getirdim, ona sarınız” dedi. Seyyidüş-Şühedâ yâni şehidlerin efendisi olan Hazreti Hamza’yı bu hırkalardan biri ile kefenlediler.
Habibullah efendimiz, sancakdâr Mus’ab bin Umeyr’in baş ucuna geldiler, Hazreti Mus’ab’ın elleri kesilmiş, pek çok yerinden yara almıştı. Etrâfı kan gölü halindeydi. Peygamber efendimiz, burada da çok hüzünlendiler ve bu aziz şehidlere hitâben, Ahzâb sûresinden 23. âyet-i kerimeyi okudular. Meâlen; “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki, Onlar Allahü teâlâya verdikleri sözde sadâkat gösterdiler. Onlardan bâzıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dâir verdiği sözü yerine getirdi (şehîd oldu). Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü aslâ değiştirmediler” buyruluyordu. Peygamber efendimiz, bundan sonra da şöyle buyurdu; “Allahü teâlânın Resûlü de şâhiddir ki, siz kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda şehîd olarak haşrolunacaksınız.”
Daha sonra, yanındakilere dönüp; “Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kim bunlara bu dünyâda selâm verirse, kyâmette bu azîz şehîdler kendilerine mukâbil selâm vereceklerdir.”
Mus’ab bin Umeyr hazretlerine kefen olacak bir şey bulamadılar. Kendi kaftanı mübârek vücûdunu tam örtmüyordu. Baş tarafına örtseler ayakları, ayak tarafına örtseler başı açıkta kalıyordu. Habîb-i ekrem efendimiz; “Baş tarafını kaftanla, ayaklarını ise ızhır otu ile örtünüz” buyurdular. Hayâtını İslâm’a hizmetle geçiren ve bu uğurda şehîdlik mertebesine kavuşan bu mutlu sahâbî, dünyâdan yarım kefen ile ayrıldı.
Diğer şehîdler, namazları kılınıp, kanlı elbiseleri ile ikişer üçer bir kabre konarak defnedildiler (radıyallahü anhüm). Uhud gazâsında yetmiş şehîd verilmişti. Bunlardan altmış dördü Ensârdan, altısı Muhâcirlerden idi.
Eshâb-ı kirâmın çoğunun akrabâları şehîd olmuştu. Bu sebeple, gönülleri yaralı idi. Kalanları tesellî için, Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: “Vallahi, Eshâbımla birlikte ben de şehîd olup, Uhud dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Kardeşleriniz şehîd oldukları zaman, Allahü teâlâ onların rûhlarını yeşil kuşların kursaklarına koydu. Onlar, Cennet’in ırmaklarına gelir, sularından içerler. Meyvelerinden yerler. Cennet’in dört bir bucağını seyrederler. Gülistanlarında uçarlar. Daha sonra Arş-ı âlâ altına asılan, altun kandillerin içine girip akşamlarlar. Onlar, böyle yiyecek ve içeceklerin hoşluğunu, güzelliğini görünce; “Keşke, Allahü teâlânın, bize neler ikram ettiğini kardeşlerimiz bilselerdi de, cihâddan çekinmeseler, çarpışmaktan korkup, düşmandan yüz çevirmeselerdi” derler. Allahü teâlâ da; “Ben sizin ahvâlinizi onlara bildiririm” buyurdu. (Ve âyet-i kerîme indirip meâlen şöyle buyurdu:) “Sakın Allahü teâlânın yolunda şehîd olanları ölüler sanmayınız! Doğrusu onlar, Rableri katında diridirler. Öyle ki, Allahü teâlânın kendilerine verdiği, ihsân ettiği şehîdlik mertebesiyle, hepsi de sevinerek, Cennet nimetleriyle rızıklanırlar. Arkalarından şehîdlikle henüz kendilerine katilamayanlar hakkında da; “Onlara hiç bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmayacaklardır” diye müjde vermek isterler. Onlar, Allahü teâlâdan gelen bir nîmetle, hattâ daha fazlasıyla sevinirler. Allahü teâlânın, mü’minlere olan mükâfâtını zâyi etmeyeceği müjdesi ile neş’elenirler.” (Âli İmrân 3/169-171) …Allahü teâlâ, onlara görünüp; “Ey kullarım! Canınız neyi çekiyorsa, söyleyiniz, size onu fazlasıyla tattırayım” buyurur. Onlar da; “Ey Rabbimiz! Senin bize ihsân ettiğin nîmetlerden daha üstün bir nîmet yok ki, onu isteyelim. Biz, Cennet’te istediğimiz şeylerden yeyip duruyoruz. Ancak biz istesek; rûhlarımızın cesedlerimize geri çevrilip dünyâya döndürülmemizi ve senin yolunda çarpışarak tekrar öldürülmemizi isteriz” derler.”
Artık burada yapılacak bir şey kalmamıştı. Derlenip toparlandılar. Cihâd-ı fî sebîlillah yâni Allahü teâlânın dînini yaymak için geldikleri Uhud’da, târihin eşsiz bir gazâsı yapılmıştı. Gözlerin göremeyeceği, hayâlleri aşan Eshâb-ı kirâmın nice kahramanlıklarına şâhid olunmuş, küffâra bir ders daha verilmişti.
Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, mübârek Eshâbıyla nûrlu Medîne’ye doğru hareket ettiler. Harre mevkiine geldiklerinde, Eshâbını saf hâline geçirip, mübârek ellerini kaldırarak, Allahü teâlâya yalvarmaya ve şöyle duâ etmeye başladılar “Allah’ım! Hamd ve sena en çok sanadır. Allah’ım! Senin dalâlette bıraktığını hidâyete erdirecek, hidâyete erdirdiğini de saptıracak yoktur… Allah’ım! Bize îmânı sevdir. Kalblerimizi îmân ile süsle. Bizi, küfür, azgınlık ve taşkınlıktan nefret ettir. Din ve dünyâmıza zararlı olan şeyleri bilenlerden, doğru yola erenlerden eyle. Allah’ım! Bizleri; müslüman olarak yaşat ve müslüman olarak öldür. Bizi, sâlihler ve iyiler zümresine ilhâk eyle. Çünkü onlar, ne şeref ve haysiyetlerini kaybedenlerdir, ne de dinlerinden dönenlerdir. Allah’ım! Senin Resûlünü yalanlayan, senin yolundan yüz çeviren, Peygamberinle harbeden kâfirlerin de cezâlarını ver! Onlara hak ve hakîkat olan azâbını indir!… Âmîn!” Eshâb-ı kirâm da, “Âmîn! Âmîn” diyerek bu duâya iştirak ettiler.
Sevgili Peygamberimiz, Eshâbıyla Medîne’ye yaklaşmışlardı. Medîne’de kalan kadınlar, çocuklar yollara dökülmüş, merâk ve hüzün ile, gelen ordunun içinde Kâinâtın efendisini görmeye çalışıyorlardı. O’nun, cihânı aydınlatan nûrlu yüzünü görünce, Allahü teâlâya hamd ediyorlardı. Sonra, gözler orduya takılıyor, babalar, efendiler, oğullar, dayı ve amcalar aranıyordu. Göremezlerse… gözyaşlarını tutamıyorlardı. Eshâbının bu hüzünlü hâlini gören merhâmet deryâsı Resûl-i ekrem efendimiz de, çok üzülüyor, mübârek gözlerinden yaş akıtıyorlardı.
Bir ara Sa’d bin Mu’âz hazretlerinin annesi Kebşe hâtunun, Peygamber efendimize yaklaştığı görüldü. Uhud’da, oğlu Amr şehîd olmuştu. Huzûr-ı saâdete geldiğinde; “Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Elhamdülillah ki seni sağ sâlim olarak gördüm. Sen selâmette olduktan sonra, bütün felâketler bana hiç gelir!” dedi. Ciğerpâresi oğlunu sormadı. Sevgili Peygamberimiz ona, oğlu Amr için baş sağlığı diledikten sonra; “Ey Sa’d’ın annesi! Sana ve onun ev halkına müjdeler olsun ki, onlardan şehîd düşenlerin hepsi de Cennet’te toplandılar ve birbirlerine arkadaş oldular. Onlar, ev halkına da şefâat edeceklerdir” buyurdu. Kebşe hâtûn; “Allahü teâlâdan gelen her şeye râzıyız yâ Resûlallah! Bu müjdelerden sonra artık onlar için kim ağlar! Siz, geride kalanlar için duâ buyurunuz” dedi. Âlemlerin efendisi de; “Allah’ım! Onların kalblerinde bulunan üzüntüleri gider! Arkada kalanlarını da, geride kalmışların en hayırlısı eyle!” diye duâ buyurdular.
Peygamber efendimiz, Eshâbına, bedenî isteklerle mücâdeleyi kasdederek; “(Ey Eshâbım! Şimdi) küçük cihâddan döndük, büyük cihâda başlıyacağız” buyurdular. Sonra, herkesin evlerinde istirâhate çekilmelerini ve yaralıların yaralarını tedavi etmelerini tavsiye ettiler. Kendileri de yaralı idi. Doğruca, saâdethânelerine gittiler.
Vâkıdî, el-Megazî, I, 254; İbn Sa’d, et-Tabakât, III, 217; Beyhakî, es-Sünen, II, 220; Hâkim, el-Müstedrek, III, 416