Hudeybiye sulhu üzerinden bir sene geçmişti. Kurban Bayramına bir ay kala, Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, Eshâb-ı kirâmına, umre için hazırlık yapmalarını emrettiler. Umre için Hudeybiye’ye gidip Bî’atür Rıdvân’a katılanlar, vefât edenler hâriç, hazır bulunacaklardı. Bu emir üzerine, 2.000 sahâbî hazırlıklarını tamamladılar. Kurban edilmek üzere 70 deve alındı. Bunların Mekke’ye kadar otlatılarak götürülmesi için, Nâciye bin Cündüb’e ve 4 arkadaşına vazife verildi. Ayrıca Muhammed bin Mesleme hazretlerinin emrine yüz süvâri verilerek; zırh, mızrak, kılıç gibi harpte kullanılacak silâhları götürmek üzere önden gönderildi. Müşriklere güvenilmezdi. Herhangi bir saldırı hâlinde, bu silâhlardan istifâde edilecekti. Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; “Yâ Resûlallah! Hudeybiye sulhüne göre, umreye, kınına sokulmuş kılıçlardan başka silâh ile gelmiyecektik!” dediler. Âlemlerin efendisi; “Biz, bu silâhlan Harem’e, Kureyşlilerin yanına sokmayacağız. Ancak onlar, Kureyşlilerden bize yapılacak bir saldırı karşısında yakınımızda, elimizin altında bulundurulacaktır”‘ buyurdu.

Medîne-i münevvereye vekil olarak Ebû Zerr-il-Gıfârî bırakıldı. Ebû Rühmül-Gıfârî’nin de bırakıldığı rivâyet edilmiştir. 2.000 sahâbî, sevgili Peygamberimizle birlikte Mekke’ye doğru yola çıktılar. Eshâb-ı kirâm, çok heyecanlanmıştı. Senelerdir, Allahü teâlâ yolunda, sevgili Peygamberimiz uğrunda evlerini, ocaklarını, terk ettikleri yurtlarını göreceklerdi… 5 vakit namazda yönlerini döndükleri Kâbe-i muazzamayı ziyâret edeceklerdi,.. Henüz müslüman olup da andlaşma gereği Medîne’ye gelemeyen akrabâlarına kavuşacaklardı. Senelerdir, kendilerine gözlerinden yaş yerine kan akıtan, zulüm altında inim inim inleten, putlarına taptırmak için pek çok kardeşlerini şehîd eden Kureyşli müşriklere, İslâm’ın haysiyet ve şerefini göstereceklerdi. Belki bunu gören müşriklerin kalbine İslâm sevgisi düşer de, müslüman olurlardı!…

Medîne’de kalanlar, Vedâ yokuşuna kadar Âlemlerin efendisini tekbirlerle teşyî edip, uğurladıktan sonra geri döndüler…

Sevgili Peygamberimiz, Medîne’ye on kilometre kadar uzakta bulunan Zülhuleyfe’ye gelince, ihrâma girdiler. Şanlı Sahâbiler de O’na uydular. Herkes beyazlara bürünmüştü. Umre yapmak için Mekke-i mükerreme yolculuğu başlamıştı. Artık; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerike leke lebbeyk! İnnel hamde ven-ni’mete leke vel-mülke, lâ şerike lek.” sadâlarıyla yer gök inliyordu. Yolculuk, Allahü teâlâya hamd etmek ve yalvarmakla, O’nun mübârek ismini zikretmekle, çok zevkli geçiyordu.

Önden giden Muhammed bin Mesleme komutasındaki birlik Mekke’ye yaklaşınca, Kureyşli müşrikler tarafından görüldü. Korku ile yanlarına yaklaşıp, biz, bir sene önce böyle mi anlaşmıştık dercesine; “Bu nedir?” diye sordular. Muhammed bin Mesleme, onlara iliklerini donduran şu cevâbı verdi: “Bunlar, Allahü teâlânın Resûlünün süvârileridir… Allahü teâlâ izin verirse, yarın onlar da burayı teşrif edeceklerdir!…” Müşrikler, korka korka geri dönüp haberi Mekke’ye ulaştırdılar, Mekkeli müşrikler de; “Yemin ederiz ki, biz andlaşmaya bağlı kaldık. Muhammed bizimle niçin çarpışsın?…” diyorlardı. Derhal aralarından bir hey’eti, Peygamber efendimizle görüşmek üzere gönderdiler.

Bu sırada Âlemlerin efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, Mekke’yi görebilecekleri Batn-ı Ye’cec denilen yere gelmişlerdi. Üzerlerindeki kılıçtan başka bütün silâhlarını burada bıraktılar. Silâhları beklemek üzere de 200 sahâbîyi nöbetçi koydular.

Bu hazırlıklar bitince, Kureyş hey’eti Peygamber efendimizle görüşmek ve huzûra kabûl edilmek için izin istedi. Kabûl edilince; “Yâ Muhammed! Hudeybiye andlaşmasından beri, size karşı herhangi bir ihânetimiz olmamıştır. Buna rağmen Mekke’ye, kavminin yanına bu silâhlarla mı gireceksin? Hâlbuki, andlaşmamıza göre; kınına sokulmuş kılıçlardan başkası yanınızda olmayacaktı!…” dediler. Buna, Âlemlerin efendisi; “Ben, çocukluğumdan bu güne kadar verdiğim sözde durmak ve vefâkârlığımla tanınırım. Harem’e, kınlarında sokulu kılıçlarımızdan başkası ile girecek değiliz. Fakat, silâhların bana yakın bir yerde olmasını istiyorum” buyurarak cevap verdiler. Hey’et, kendilerine iletilen haberin değişik olduğunu anlayarak, rahatladılar ve; “Yâ Muhammed! Doğrusu senden hep vefâkârlık ve iyilik gördük. Sana yaraşan da odur” diyerek geri döndüler. Mekke’ye gelip, durumu Kureyşlilere bildirdiler. Onlar da rahatladılar.

Kureyş’in ileri gelenleri, kin ve kıskançlıklarından, Peygamber efendimizi ve Eshâbının bu mes’ûd anlarını görmemek için, Mekke’yi terk ederek dağlara çıktılar.

Sevgili Peygamberimiz, işâretli kurbanlık develeri Zîtuvâ mevkîine önden gönderdi. Sonra, Eshâbıyla hazırlıklarını tamamlayıp, mukaddes Mekke şehrine girmek üzere yürüdüler. Eshâb-ı kirâm, Âlemlerin efendisini ortalarına almışlardı. Kâinatın sultânı, devesi Kusvâ üzerinde, binlerce yıldızın varlığını örten bir güneş gibi, etrafına nûr saçıyordu. Aman yâ Rabbi! O ne güzellik! O, ne ihtişâmlı manzaraydı!… Dillerde; “Lebbeyk! Allahümme Lebbeyk! Lebbeyk! Lâ şerîke leke Lebbeyk!…” sadâları, gönüllerde Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbeti vardı. Adım adım muazzam Kabe’ye doğru ilerliyorlardı. Yaklaştıkça heyecanları bir kat daha artıyor, adetâ coşuyorlardı. Hep bir ağızdan söylenen telbiye nidâları Mekke’yi dolduruyor, müşrikler, bu muhteşem manzarayı gördükçe içleri eriyor, gönüllerine ılık ılık bir muhabbet şerbetinin aktığını hissediyorlardı. Bir çoklarının kalbine, İslâm’ın, sevgisi düşmüştü. Sonunda Muhammed aleyhisselâm gâlip gelmişti…

İşte, sevgili Peygamberimiz ve şanlı Eshâbı, bellerinde kılıçları olduğu hâlde Kâbe-i muazzamaya giriyorlardı. Peygamber efendimizin devesi Kusvâ’nın yularını Abdullah bin Revâha hazretleri tutarak ilerliyordu. Mekkeli bâzı müşrikler, kadınları ve çocukları Dârün-Nedve’de dizilmişler, sevgili Peygamberimizi ve kahraman Eshâbını seyrediyorlardı. Abdullah bin Revâ ha ilerledikçe, şu beytleri müşriklerin başına bir balyoz gibi vuruyor, tâ gönüllerine kadar indiriyordu.

 

Ey kâfirler çekilin, Peygamberin yolundan,

Ki Allahü teâlâ, O’na gönderdi Kur’ân.

Her hayır ve iyilik vardır O’nun dîninde,

Bu din için ölmekdir, en hayırlı ölüm de.

Gerçek Resûlullah’dır, kabûl ettim yürekten,

Her sözüne inandım, kabûl ettim şimdi ben.

Ey kâfirler! Kur’ân’ın, Allahü teâlâdan,

İndiğini siz inkâr eylediğiniz zaman,

Nasıl indirdik ise, darbeleri âniden,

Ve nasıl ayırdıksa, başınızı gövdeden.

Onun mânâsına da, inanmazsanız eğer,

İner aynı şekilde başınıza darbeler.

Başlarım O Allah’ın, mübârek ismiyle ki,

Yoktur O’nun dîninden, başka dîn-i hakîkî.

Ve yine başlarım ki, ismiyle O Allah’ın,

Muhammed hem kulu ve hem resûlüdür O’nun.

 

Hazreti Ömer dayanamayıp; “Ey İbn-i Revâha! Sen, Resûlullah’ın önünde ve Harem-i şerîfde nasıl şiir okuyabiliyorsun?” diye îkâz etmek istemiş, fakat Peygamber efendimiz; “Yâ Ömer! Ona mâni olma. Allahü teâlaya yemin ederim ki, onun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çabuk, daha çok te’sirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et” buyurdu. Peygamber efendimiz biraz sonra Abdullah bin Revâha hazretlerine;

“Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur! Bir olan O’dur. Vâdini gerçekleştiren O’dur! Bu kuluna yardım eden O’dur! Askerlerini güçlendiren O’dur! Toplanmış olan kabîleleri, bozguna uğratan da yalnız O’dur! de!” buyurdu. Abdullah Bin Revâha da;

 

“Allahü teâlâdan yoktur, Başka bir ilâh!

Yoktur O’nun şeriki, Lâ ilâhe illallah!

 

O’dur müslümanların, Askerine güç veren!

Ve O’dur kâfirleri, Dağıtan, mağlûb eden!”

 

diye söylemeye başladı. Müslümanlar da bu sözleri tekrar ediyorlardı.

Sevgili Peygamberimiz Beytullah’a girince, Mübârek sağ omuzunu açtılar. Mübârek tenlerinin güzelliği gözleri alıyor, gönülleri cezb ediyordu. Sonra; “Bugün, şu şirk ehline, kendisini güçlü ve zinde gösterecek yiğitleri,

Allahü teâlâ, rahmeti ile yarlıgasın!” buyurdular. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm sağ omuzlarını açıp, heybetli bir şekilde hızlı hızlı yürüyerek Kâbe’yi 3 defa tavâf ettiler. Ancak, Rükn-i Yemâni ile Hacerül-esved köşesi arasında ağır ağır yürüdüler. Peygamber efendimiz ve Eshâbı, Hacerül-esved’e yaklaşıyor onu öpüyorlar veya geriden ellerini açıp Hacerül-esved’e karşı tutuyorlardı.

Müşrikler, gerilerden Eshâbı tâkip ediyor, onların bu heybetli ve gösterişli yürüyüşlerine şaşırıyorlardı. Çünkü onlara, Müslümanların Medîne’ye gideliden beri zayıf ve hasta düştükleri anlatılmış ve buna benzer haberler yayılmıştı. Şimdi ise, tam tersi bir hâle şâhit oluyorlardı ve hayretleri artıyordu.

Geri kalan 4 tavâf ise yavaş yavaş, ağır ağır adımlarla yapılarak tamamlandı. Tavâftan sonra Makâm-ı İbrâhim’de 2 rekat namaz kıldılar. Daha sonra Safâ ile Merve tepeleri arasında 7 kere sa’y yaptılar. Kurbanlar kesildikten sonra, Peygamber efendimiz mübârek başını kazıttılar. Mübârek saçları havada kapışılmıştı. Eshâb-ı kirâm da tıraş oldular. Böylece Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin tam bir sene önce gördüğü rüya gerçekleşti.

Umre ziyâreti tamamlanmış, öğle vakti girmişti. Âlemlerin efendisi, Hazreti Bilâl’e, Kâbe’de ezân okumasını emredince, Bilâl-i Habeşî derhal emri yerine getirdi. O, Kâbe’de ezân-ı şerîfi okurken, bütün Mekke çalkalanmaya başladı. Eshâb-ı kirâm büyük bir huşu içinde ezânı dinliyor, hafif bir sesle onu tekrar ediyorlardı. Bitince, Habîbullah efendimiz imâm oldular. Hep birlikte kılınan öğle namazının, müşriklerin kalbindeki te’sîri bir başka idi.

Sevgili Peygamberimize, Ebtah’da deriden bir çadır kurulmuştu. Sahâbîler de etrafındaki çadırlarda 3 gün ikâmet ettiler. Namaz vakitlerinde Beytullah’da toplanıyor, cemâatle namazlarını kılıyorlardı. Diğer vakitlerde akrabâlarını ziyâret ediyorlar, İslâm’ın kendilerine bahşettiği güzel ahlâk ile onlara örnek oluyorlardı. Onlar da, Eshâbın bu güzel hâlleri karşısında adetâ eriyorlar, hayranlıklarını gizliyemiyorlardı. Bu 3 gün zarfında, Mekke sanki içten fethedilmişti.

3 gün dolmuştu… Artık ayrılık zamanı gelmişti. Akşama doğru Peygamber efendimiz; “(Umre için gelen) müslümanlardan hiç bir kimse, akşamı Mekke’de geçirmeyecek, yola çıkacaktır!” buyurunca, herkes derlenip toparlandı ve Medîne’ye doğru yola çıkıldı…

 

Ne devletdir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek

Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek

Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

 

Boyun büktüm, perîşânım, bu derdin sende tedbîri

Lebim kavruldu âteşden dönerpâyinde tezkîri

Ne dem gönlüm murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîr’i

Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Resûlallâh

 

Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler