Sual: Peygambere uymak nasıl olur? Muhammed aleyhisselama uymanın üstünlükleri nelerdir?
Cevap: Cenâb-ı Hak, hepimizi dünya ve ahiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafaya “sallallâhü aleyhi ve sellem” tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin. Çünkü Cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymayı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün ahiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyeti, Onun dinine uymaktır. [Sünnet kelimesi, 3 ayrı manaya gelir. Burada, (Ahkâm-ı İslâmiyye) demektir.]
[Ona tâbi olmak, yani Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kurân-ı Kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola (Din-i İslam) denir. Ona uymak için, önce îman etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubahlarda da Ona uymaya çalışmalıdır.
İman etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îman zaruridir. İman edenlerin, farzları yapıp haramlardan kaçınması lâzımdır. Her mümin, farzları yapmaya ve haramlardan kaçınmaya, yani müslüman olmaya memurdur. Her mümin, Peygamberimizi “sallallâhü aleyhi ve sellem”, malından ve canından daha çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmaktır. Bir mümin, bütün bunlara tâbi olduktan sonra, mubahlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve olgun bir müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yani sevgili olur.
Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” söylediklerinin hepsini beğenip kalbin kabul etmesine, yani inanmasına (İman) denir. Böylece inanan insanlara, (Mümin) denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamaya veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmeye (Küfür) denir. Böyle inanmayan kimselere (Kâfir) [Allah düşmanı] denir. Allahü teâlânın, Kurân-ı Kerîmde, yapılmasını açıkça emrettiği şeylere, yani bu emirlere (Farz) denir. Yapmayınız diye açıkça men’ ve yasak ettiği şeylere (Haram) denir. Allahü teâlânın, açıkça bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” yapılmasını övdüğü, yahut devam üzere yaptığı, yahut yapılırken görüp de mâni olmadığı şeylere (Sünnet) denir. Sünneti beğenmemek küfürdür. Beğenip de yapmamak suç değildir. Onun beğenmediği şeylere ve ibâdetin sevâbını gideren şeylere (Mekruh) denir. Yapılması emrolunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere (Mubah) denir. Bu emir ve yasakların hepsine (Ahkâm-ı ilâhiyye) veya (Ef’âl-i mükellefîn) ve (Ahkâm-ı İslâmiyye) denir.
Ef’âl-i mükellefîn 8’dir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekruh, müfsit. Yasak edilmiş olmayan, yahut yasak edilmiş ise de, İslamiyetin özür, mâni ve mecburiyet tanıdığı sebeplerden birisi ile yasaklığı kaldırılmış olan şeylere (Helal) denir. Bütün mubahlar helaldir. Mesela, 2 müslümanı barıştırmak için yalan söylemek helal olur. Her helal mubah olmayabilir. Mesela ezan okunurken, alış veriş, mubah değil, mekruhtur. Halbuki helaldir.
İmanı ve farzları ve haramları öğrenmek, bilmek de farzdır. 33 farz meşhurdur. Bunlardan 4’ü esas olup namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hac etmektir. İman ile beraber bu 4 farz, İslâmın şartıdır. İman edip de ibâdet edene, yani bu 4 farzı yapana (Müslim) veya (Müslüman) denir. 4ünü birden yapıp da, haramlardan kaçınan, tam müslümandır. Bunlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, müslümanlık bozuk olur. 4’ünü de yapmayan, mümin olsa da müslümanlığı tam değildir. Böyle îman, insanı yalnız dünyada korursa da, ahirete imanla gitmek güç olur. İman, muma benzer, (Ahkâm-ı İslâmiyye) mum etrafındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, (İslamiyet)dir ve (Din-i İslam)dır. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız, İslam olamaz. İslam olmayınca, îman da yoktur.
(Din), insanları saadet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir Peygamber vasıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Resûl) denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu Peygamberlere de, (Nebî) denir. Bütün Peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere îman etmeyi istemişlerdir. Fakat, dinleri, yani kalp ile beden ile yapılması ve sakınılması lazım olan şeyleri başka başka olduğundan, İslamlıkları, müslümanlıkları da ayrıdır.
İman edip de kendini ahkâm-ı İslamiyyeye uyduran müslümandır. Ahkâm-ı İslamiyyeyi kendi arzularına, keyiflerine uydurmak isteyen kâfirdir. Bunlar bilmezler ki Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzularını, keyiflerini kırmak ve taşkınlıklarını önlemek için göndermiştir.
Her din, kendisinden önce gelen dini nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen ve her dini değiştirmiş, daha doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup kıyamete kadar hiç değişmeyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dinidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkâm ile kurulmuş olan İslam dinidir. Bu dinin bildirdiği farzları yapanlara ve haramlardan kaçınanlara Allahü teâlâ, ahirette nimetler, iyilikler verecektir. Yani bunlar, sevap kazanır. Farzları yapmayanlara ve haramlardan kaçınmayanlara, ahirette cezalar, acılar vardır. Yani böyle kimseler, günaha girer. İmanı olmayanların farzları kabul olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Farzları yapmayan müminlerin, sünnetleri kabul olmaz. Yani bunlara sevap verilmez. Bunlar Peygamberimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” tâbi olmuş olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özürsüz terkederse, bu borcunu ödemedikçe, bu cinsten olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevap verilmez. (Miftahu’n-necat)daki (Ya Ali, insanlar fedâil ile meşgul oldukları zaman, sen farzları tamamlamaya çalış!) ve İmâm-ı Gazâlî’nin (Dürretü’l fahıre) kitabının 3. faslı sonundaki (Allahü teâlâ, kazaya kalmış namaz borcu bulunan ve haram elbise giyen kimsenin [Nâfile] namazını kabul etmez) hadis-i şerifleri, bunu açık olarak bildirmektedir. (Miftahu’n-necat), tarafından bastırılmıştır. Mubahlar iyi niyet ile güzel düşünceler ile yapılınca, insan sevap kazanır. Kötü niyetlerle yapılırsa veya bunları yapmak, bir farzı vaktinde edâ etmeye mâni olursa, günah olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyetler karışırsa, borc ödenmiş, cezadan kurtulmuş olunur ise de, sevap kazanılmaz. Belki günah da olur. Haram işliyenlerin farzları ve sünnetleri sahih olur. Yani borclarını ödemiş olurlar ise de, sevap kazanmazlar.
Hadika’da, (Bidat sahiplerinin ibâdetleri kabul olmaz) hadis-i şerifini anlatırken buyuruyor ki (Günahlardan sakınmayan müslümanların ibâdetleri sahih olsa da kabul olmaz). Haramlar iyi niyet ile yapılsa da, mubah olamaz. Yani haramlara hiçbir zaman sevap verilemeyeceği gibi, özürsüz haram işleyen herhalde günaha girer. Haramdan iyi niyet ile yani Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebep ile haram işlemezse, sevap kazanmaz. Yalnız, günahından kurtulur. Haram işleyenlerin, (Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar) demeleri boştur. Faydasızdır. Müslümanları aldatmaktır. Kalbin doğru ve temiz olmasına alâmet, ahkâm-ı İslamiyyeye yapışmak, yani emirlere ve yasaklara uymak olduğu Mektûbât’ın 1. cildinin 39. mektubunda uzun yazılıdır. Şiratü’l-İslam’ın 246. sayfasında ve Hadika’da, takvâyı anlatırken diyor ki (Haramların iyi niyet ile yapılması, bunları haramlıktan çıkarmaz. İyi niyet, haramlara ve mekruhlara tesir etmez. Bunları tâat haline çevirmez).]
Tavsiye Yazı: İbadet, taat ve kurbet nedir?
İman etmek, Ona tâbi olmaya başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe sûresi, 28. âyetinde meâlen, “Ey sevgili Peygamberim “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyete gönderiyorum” buyurdu.
Mesela, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, katkat daha kıymetlidir. Çünkü, (Kaylule) etmek, yani öğleden önce biraz yatmak adet-i şerifesi idi. Mesela, Onun dini emrettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, Onun dininde bulunmayıp senelerce tutulan oruçlardan daha kıymetlidir. Onun dininin emri ile fakire verilen az bir şey ki buna zekat denir, kendi arzusu ile dağ kadar altın sadaka vermekten daha efdaldir. Emir-ül-müminin Ömer “radıyallâhu anh”, bir sabah namazını cemaat ile kıldıktan sonra, cemaate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Ashâbı dediler ki geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır. Emir-ül-müminin buyurdu ki (Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemaat ile kılsaydı, daha iyi olurdu). İslamiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dine uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakirdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfeatten ibaret kalır. Halbuki dünyanın hepsinin kıymeti ve ehemmiyeti nedir ki bunun bir kaçının itibarı olsun. Bunlar, mesela çöpçüye benzer ki çöpçüler herkesten daha çok çalışır ve yorulur. Ücretleri de herkesten aşağıdır. Ahkâm-ı İslamiyyeye tâbi olanlar ise, latif cevahir ve kıymetli elmaslar ile meşgul olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazancları pek çoktur. Bâzen bir saatlik çalışmaları, yüzbinlerce senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki ahkâm-ı İslamiyeye uygun olan amel, Hak teâlânın makbulüdür, mardisidir, çok beğenir.
[Böyle olduğunu kitabının çok yerinde bildirmiştir. Âli-i İmrân sûresi, 31. âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Onlara de ki eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever) buyuruldu.]
İslamiyete uymayan şeylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevap verilir mi? Belki cezaya sebep olur.
Sual: Peygamber efendimize itaat etmek aynı zamanda Allahü tealaya itaat etmek midir?
Cevap: Cenâb-ı Hak, Kurân-ı Kerîmde, Nisa sûresi, 80. âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne “sallallâhü aleyhi ve sellem” itaat edilmedikçe, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek katî ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede (Elbette muhakkak böyledir) buyurdu ve bazı doğru düşünmeyenlerin, bu 2 itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisa sûresinin 150. ve 151. âyet-i kerimelerinde meâlen, (Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azabını, çok acı azapları hazırladık) buyurarak, bunlardan şikayet etmektedir.