Sual: S. Kutub, Fi-zılal-il Kuran adındaki kitabında, Mâide sûresinin 33. ayetini tefsire kalkışırken, 4 mezhebin ictihadlarını bildirip, “Biz bu hususta, imam-ı Malik’in fikrini tercihe şayan görüyoruz. Onun fikrine taraftarız” demektedir. Buna ne demek lazım?

Cevap: Bu yazısı da, onun mezhepsiz olduğunu, kendisini mezhep imamlarının üstünde gördüğünü ve Usul-i fıkıh ilminden haberi olmadığını göstermektedir. Birkaç sayfa sonra, hırsızın cezası verilmesinde, 4 mezhebin ictihadlarını bildirirken, “fakat, imam-ı Ebû Yusuf, İmam-ı Âzam’a karşı çıkar. Her iki görüşten farklı üçüncü bir fikir ortaya atar” diyerek, mezhep imamlarına ve ictihadlara karşı, terbiyesiz kelimeler kullanmaktadır. İctihadları, fikir, düşünce zannetmektedir. İslam dini, edep ve güzel ahlak dinidir. İslam âlimleri, terbiyede ve güzel ahlakta, İslam dininin mümessili olmuşlardı. Onu dünyaya böyle tanıtmışlardı. S. Kutub, bu bakımdan da, İslam âlimlerinden ayrılmaktadır.

Mâide sûresinin 93. ayetini tefsir ederken, “Kurân-ı azimüşşanda varid olan bu ifadenin geliş tarzı üzerinde insanın içini rahatlatacak bir tefsir tarzını, müfessirlerin zikir ettikleri arasında bulamadım. Okuduklarım içerisinde en fazla hoşuma giden her ne kadar hissen beni rahatlatacak durumda değilse de, ibni Cerir Taberi’nin zikrettiğidir” diyor. Halbuki mesela müfessirlerin baştacı Beydavi’nin tefsiri ve bunun Şeyhzade haşiyesi, bu âyet-i kerimeyi daha geniş ve rahatlatıcı olarak açıklamaktadır. Büyük İslam alimi, rasih ilimli ve tasavvuf mütehassısı Seyyid Abdülhakim Efendi, bu âyet-i kerimeyi, İstanbul’da Bayezid camiinde, hem Beydavi haşiyesinden, hem de Ebussuud ve Nimetullah tefsirlerinden günlerce açıklayarak, dinleyen kültürlü gençleri hayran etmiş, gönüllere ferahlık vermişti.

S. Kutub da, böyle zülcenaheyn bir derin İslam aliminin derslerinde ve sohbetlerinde senelerle bulunmakla şereflenip, ilim ve marifet deryasından birkaç damlaya kavuşsaydı, âyet-i kerimelerin, sarahatinden, ifadesinden, işaretlerinden, delaletlerinden, iktizasından ve tezammunlarından bir şeyler anlayabilirdi. Tefsir ve müfessir ne demek olduğunu, belki sezerdi. O derslerin feyizleri, taş gibi katı, zift gibi kara olan kalpleri yumuşatıp, tezkiye edip, hakkı batıldan ayırabilecek, İslam âlimlerinin, Selef-i salihinin büyüklüğü karşısında titreyebilecek bir hâle getirir. Evet, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini öyle anlar ki saadet-i ebediyeye kavuşmak için, onlara uymaktan başka çare olmadığına tam inanır. İmam-ı Rabbânî Ahmed Fârukî de, Mektubat kitabında, “Peygamberlerin varisleridir” ve “Mürekkebleri, şehitlerin kanından daha ağır gelecektir” hadis-i şerifleri ile medholunan âlimlerin, Ehl-i sünnet âlimleri olduğunu muhtelif mektuplarında tekrar tekrar bildirmektedir.

Seyyid Kutub’un, Mâide sûresindeki âyet-i kerimeyi ileri sürerek, yüzlerce tefsir alimini küçümsemesi, yalnız İbni Cerir’i ayırarak onu övmesi, kendisinin mezhepsiz olduğunu ortaya koymaktadır. Fethu’l-mecid ismindeki meşhur vehhâbî kitabının 249. sayfasında da, İbni Cerir bakınız nasıl övülmektedir. “Yer yüzünde, Muhammed bin Cerir bin Yezid Taberi’den daha âlim kimse yoktur. Müctehidlerden idi. Kimseyi taklit etmezdi. Kendi mezhebinde yetiştirdiği çok talebesi vardı.”. Bunların ibni Cerir’i methetmeleri doğrudur. Fakat, bunu ileri sürerek, başka tefsirleri ve müctehidleri küçümsemeleri, mezhepsiz olduklarını göstermektedir.

Hadika’nın 460. sayfasında buyuruyor ki: “İtikatta, taklit ederek, işittiğine iman etmek caiz ise de, nazar ve istidlal etmediği için, yani inceleyip araştırmadığı için, günah işlemiş olur. Amelde, ibadetlerde, araştırmadan, bir mezhep imamına tabi olmak, söz birliği ile caizdir. Uzun zamandan beri, müctehid olmak için lazım olan şartları kendinde toplayacak kimse kalmadığı için, her müslümanın 4 mezhepten birini öğrenmesi lazımdır. Bu da ancak, güvenilen bir kitabı okumakla veya salih olan alimden sorup anlamakla mümkün olabilir. Mutlak müctehid kalmadı. Bir mezhep içindeki meselelerde ictihad ederek fetva verebilecek, mezhep içi müctehidler, kıyamete kadar bulunacaktır. Herhangi bir din kitabını okuyarak ve din adamı geçinen herkese sorup anlayarak, din bilgisi öğrenmek caiz değildir. Din adamı denilenler arasında cahiller, din bilgisi olarak kendi düşüncelerini yazan zındıklar, fasıklar, münafıklar, İslamiyeti içerden yıkmak isteyenler ve bunlara alet olarak geçinenler her zaman vardır. Hakiki din adamı olmak için, hem ilim, hem amel, hem de ihlas, yani takva lazımdır. Din adamının, insanı saadete kavuşturabilmesi için, en önce Ehl-i sünnet itikadında olması lazımdır. Yani, Ashâb-ı kiramın izinde bulunması ve icma-i ümmete uyması lazımdır”.

Seyyid Kutub’a gelince, dikkat edilirse o, bir gazetecinin ve bir politikacının tabii sanatı olan, yaldızlı, heyecanlı yazıları ile okuyucularını vecde getiren bir hatibdir. O, kapalı bir hazineyi satışa çıkaran dellal gibi, İslamiyeti yalnız övmekte, içini açıp, cevherleri teşhir etmeyip, İslam âlimlerini ve onların kitaplarını, sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini, din bilgisi olarak teşhir etmektedir. Bir artist rolü ile okuyucularını teshire çalışırken, çok yerde tezatlara düştüğünü, kendi kendini yalanladığını anlayamamıştır.

Bir talebenin getirip gösterdiği şu yazısının okuyucularını küfre kadar götürmesinden çok korkulur: Mâide sûresi 115. ayetini tefsir ederken, “Semadan sofra inme kıssası, hristiyan kitaplarında, Kur’ân-ı Kerîmde varid olduğu gibi zikir edilmez. Hazret-i İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış olan bu İncillerde..” demektedir. Halbuki “Hazret-İ İsa’yı öldürmediler. Onu asmadılar” âyet-i kerimesini, daha önce kendisi uzun açıklamıştı. Âyet-i kerimeler, İsa aleyhisselâmın öldürüldüğünü asla bildirmiyor. Mâide sûresi 115. âyetinde “İsa’yı öldürmediler ve asmadılar” buyuruluyor. Diğer âyet-i kerimede, (Teveffi) edildiğini, yani göğe çıkarılma işinin tam olduğunu haber veriyor.

S. Kutub’un, tefsir alimi, din adamı değil, Arapçası kuvvetli ve keskin zekalı, geniş hayalli, becerikli bir yazar olduğunu bütün kitapları haykırarak haber veriyor. Politikacılar, emellerine kavuşmak için, sevilen ve sayılan şeyleri ele alarak, öyle canlandırırlar ki yazılarında samimi olup olmadıklarını, ancak o şeyi yakından tanıyanlar anlayabilir. Anlayamayanlar da, vesile edilen o şeyin hayranı olduklarından, yazarın emellerine alet olup peşine takılır, onunla birlikte felakete sürüklenirler. Nitekim, S. Kutub’un yazılarına mest olan binlerle Mısırlı gencin dünya ve ahiret azaplarına sürüklendiklerini öğrenmiş bulunuyoruz. Şimdi de, dinini anlamaya susamış olan gençlerin, bu mezhepsiz ve sapık yazılara ve bunları Türkçeye yanlış ve bozuk tercüme eden sahte din adamlarına aldanacaklarını düşünerek, bunlara çok acıyor ve üzülüyoruz.

 

Tavsiye yazı: Fizilalil Kuran Tefsirine İtimad Edilir Mi?

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler