Aşağıda, İngiliz Müstemlekeler nazırlığının [sömürgeler bakanlığının], casuslara verdiği emirlerin dünya müslümanları üzerinde nasıl tatbik edildiğini ve misyonerlerin faaliyetlerini kısaca bildireceğiz.
İngilizler, mağrur ve kibirlidir. Onlar, kendi şahıslarını ve vatanlarını ne kadar hürmete lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler.
İngilizlere göre insanlar 3 kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup Allah’ın insan olarak yarattığı en mükemmel mahlukun, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyaz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, hürmete lâyık olabileceklerini kabul ediyorlar. 3. kısım ise, 1 ve 2. kısmın hâricinde kalan insanlardır. Bunlar, insan ile hayvan arasında bir mahluktur. Bunlar, hürmete lâyık olmadıkları gibi, hürriyet, istiklal ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhassa İngilizler tarafından idare edilmek için yaratılmışlardır.
İngilizler, bu gözle baktıkları müstemlekelerdeki yerli ahali ile birlikte yaşamazlar. Müstemlekelerinin her yerinde, İngilizlere mahsus kulüpler, gazinolar, lokantalar, hamamlar, hatta mayazalar vardır. Yerli ahali buralara giremez.
20. asır başlarında Hindistan’a yapmış olduğu seferleri ile meşhur, Fransız muharrir Marcelle Perneau, Hindistan Seyahatı Notları’nda diyor ki:
(Avrupa’da şöhret bulmuş, hatta bazı üniversitelerce kendisine profesörlük ünvanı verilmiş olan bir Hind alimine, Hindistan’daki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermiştim. Hindli gelmiş, fakat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haberdar olunca, ısrarım üzerine Hindli ile kulübde görüşebildim.)
İngilizler, kendilerinden olmayanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muameleler yapmışlardır.
En büyük müstemlekeleri olup senelerce vahşice, sadistce zulüm ettikleri Hindistan’ın Amritsar şehrinde [m. 1919] bir gün ayin sebebi ile toplanan hindular, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine hürmet etmezler. Misyoner, İngiliz general Dyer’e şikayette bulunur. General derhal askerlerine emir vererek, mabette ayinle meşgul halkın üzerine ateş açtırır ve on dakikada 700 kişi ölür. Binden ziyâde kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifa etmeyerek, ahaliyi 3 gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Mesele Londra’ya şikayet edilir. Hükümet tahkikat yapılmasını emreder.
Tahkikat için Hindistan’a gelen müfettiş, generale müdafaasız halka ateş açtırmasının sebebini sorunca, general, (Buranın kumandanı benim. Buradaki askeri bir icraatı ben takdir ederim. Öyle lüzum gördüm ve emrettim.) cevabını verince, müfettiş, (Pekala, ahalinin yüz üstü sürünmesini emretmenizin sebebi nedir?) diye sorar. General, (Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindu tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakaret değil, sürünmeleri icap ettiğini anlatmak istedim) der. Müfettiş, halkın, alış veriş için dışarı çıkmak mecburiyetinde olduğunu söyleyince, general, (Bunlar insan olsalardı, sokakta yüzüstü sürünmezlerdi. Çünkü, bunların evleri birbirine bitişik ve damları düzdür. Damlar üzerinde insan gibi yürürlerdi) cevabını verir. Generalin bu sözleri İngiliz basınında neşredilince, general kahraman ilan edilir. [Dyer, Reginald Edward Harry 1864’de doğdu, 1927’de İngiltere’de öldü. Dünya tarihine (13 Nisan 1919 da Amritsar şehrinde İngiliz zulmüne karşı meydana gelen olayları, şehri kan gölüne çevirerek bastıran meşhur İngiliz general) diye geçti. Hindistan’ın her yerinde İngilizler aleyhine büyük gösteriler yapılması üzerine vazifeden alınarak, emekleye sevk edildi. Fakat, İngiliz Lordlar kamarası Dyerin yaptıklarını meth-u sena ile karşılayarak, ona yardım yapılmasını kararlaştırdı. İngiliz lordlarının, kontlarının diğer milletlere nasıl bir gözle baktıkları burada da açıkça görülmektedir.]
İngilizlerin, halkı beyaz renkli ve aslen Avrupalı olan müstemlekelerini idare şekli ile halkı beyaz renkli olmayan ve yerli ahalinin bulunduğu müstemlekelerini idare şekli birbirinden farklıdır. Birincileri, imtiyazlı, hatta kısmi muhtariyete sahiptirler. İkincileri ise, zulüm altında inlemektedirler. (Dominyon) ismini verdikleri 1. kısım müstemlekeler, iç işlerinde muhtar, dış işlerinde ise İngiltere’ye bağlıdırlar. Bu müstemlekelere misal olarak, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda… v.s. gösterilebilir.
Müstemleke işleri 2 nezarete tevdi edilmiştir. Bunlar, Müstemlekeler nezareti ve Hindistan nezaretidir. Müstemlekeler nezaretinin başında, (Secretary of state for the Colonial department) (İngiliz müstemlekeler nazırı) ünvanını taşıyan kimse bulunur. Bu nazırın 2 müsteşarı ve 4 muavini vardır. Müsteşarın biri avam kamarasından olur. Diğer müsteşar ve muavinleri devamlıdır. İktidarın değişmesi ile bunlar değişmezler. Bu 4 muavinden biri, Kanada, Avustralya ve bazı adalar ile ikincisi, Cenubi Afrika ile üçüncüsü, şarki ve garbi Afrika ile dördüncüsü ise Hindistan ile meşgul olur.
İslam düşmanlığı, zulüm, istibdat, hile ve hıyanet üzerine kurulan İngiliz imparatorluğu, kendisine (üzerinde güneş batmayan devlet) ünvanını vermişti. Kanada, Güney Afrika, Yeni Zelanda, Fiji, Pasifik adaları, Papua, Tonga, Avustralya, İngiliz Belucistanı, Birmanya, Aden, Somali, Borneo, Brunei, Sarawak, Hindistan, Pakistan, Bengladeş, Malezya, Endonezya, Hong-Kong, Çinin bir kısmı, Kıbrıs, Malta, 1882’de Mısır, Sudan, Nijer, Nijerya, Kenya, Uganda, Zimbabwe, Zambia, Malawi, Bahama, Grenedâ, Guyana, Botswana, Gambia, Gana, Sierra Leone, Tanzanya, Singapur gibi devletler İngilizlerin hegemonyası içine alındı. Bu dünya devletleri, hem dinlerini, dillerini, örf ve adetlerini kaybettiler. Hem de yeraltı ve yerüstü zenginlikleri İngilizler tarafından sömürüldü.
19. yüzyıldaki istilaları sonunda, dünya topraklarının yaklaşık 4’te 1’ine, dünya nüfusunun da, 4’te 1’inden ziyâdesine sâhip ve mâlik oldu.
İngiliz müstemlekelerinin en mühimi, sertacı, Hindistan idi. İngilizlere cihan hakimiyetini temin eden, onun, 300 milyondan ziyâde nüfusu [Bugün 700 milyondan ziyâdedir.] ve nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sadece birinci cihan harbinde, İngiltere bu müstemlekeden, 1,5 milyon asker ve bir milyar rupye nakti para almıştır. Bunların çoğunu Osmanlı devletini parçalamak için kullanmıştır. Sulh zamanında ise, İngilterenin muazzam sanayiini yaşatan, İngiliz iktisadını [ekonomisini] ve maliyesini takviye eden Hindistandır. Hindistan’ın diğer müstemlekelere nazaran çok ehemmiyetli olmasının 2 sebebi vardır. Birincisi, dünyayı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslamiyetin Hindistan’da yayılması ve burada müslümanların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistan’ın tabiî zenginlikleridir.
Hindistan’ı muhafaza edebilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslam ülkelerine saldırmış, fitne ve fesad tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabiî zenginliklerini ve milli servetlerini hep kendi memleketine taşımıştır.
Osmanlı imparatorluğundaki hareketleri titizlikle takip etmek ve çeşitli siyasi oyunlarla Osmanlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistan’a yardım elini uzatamayacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgal etmek, hâin İngiliz siyasetinin esâsı idi.
Hindistan’a ilk ayak basan Avrupalılar Portekizlilerdir. 1498 senesinde Hindistan’ın Malabar sahilindeki Kalküta şehrine gelen Portekizliler, ticaret ile uğraşmış ve Hindistan ticaretini ellerine geçirmişlerdi. Daha sonra, Hollandalılar Hindistan ticaretini Portekizlilerden almışlardır. Hollandalılardan da Fransızlar almışlar, fakat karşılarına İngilizler çıkmıştır.
Hindistan’daki İslam âlimlerinin büyüklerinden allame Muhammed Fadl-ı Hak Hayrabadinin (Es-Sevret-ül-Hindiye) yani (Hindistan ihtilali) kitabı ve bunun (El-yevakit-ül-mihriye) haşiyesinde de zikir olunduğu üzere, İngilizler ilk olarak 1600 senesinde, Hindistan’ın Kalküta şehrinde ticarethaneler açmak için Ekber Şah’tan izin aldılar.
Ekber Şâh, bozuk îtikatlı bir kimse idi. Bütün dinleri aynı derecede tutardı. Hatta, muhtelif dinlere mensub âlimleri toplıyarak, bu dinlerin karışımı, umuma şamil ve müşterek bir din kurmaya çalıştı. (Din-i ilâhî) ismini verdiği bu dini 1582’de resmen ilan etti. Bu tarihten ölümüne kadar, bütün Hindistan’da bilhassa sarayda, İslam âlimlerine itibar azalmış ve Ekber Şahın dinine temayül edenler baştacı yapılmıştır. İşte böyle bir zamanda, İngilizler Hindistan’a girdiler. I. Şâh-ı Âlem Muhammed Bahadır Şâh bin Alemgir zamanında Kalkütada arazi satın aldılar. Bunları muhafaza için asker getirdiler. 1714’de Sultan Ferruh Sir Şahı tedâvi ettikleri için, bütün Hindistan’da toprak satın almalarına izin verildi. Müslüman Hind hükümdarlarının isimlerini paralardan kaldırdılar. 1837’de II. Bahadır Şâh hükümdar oldu. İngilizlerin yaptıkları zulümlere dayanamayarak, 1857’de, İngilizlere karşı askerlerin ve halkın teşviki ile büyük bir ayaklanma başlattı. Böylece ismine para bastırmaya ve hutbe okutmaya muvaffak oldu ise de, buna karşı İngilizlerin tepkisi ve zulmü çok şiddetli oldu. İngiliz askerleri Delhi şehrine girince, evleri, dükkanları basıp, malları, paraları yağmaladılar. Genç, ihtiyar, kadın erkek demeden bütün müslümanları, hatta çocukları kılınçtan geçirdiler. İçecek su bile bulunamaz oldu.
[TENBİH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zaman, her yerde, kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebepler ile yaratmaktadır. Kötülerin cezasını da, kötü insanlar vasıtası ile vermektedir. İşkence edenlere dünyada da cezalarını vermektedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azap görmektedir. Bunların ve harpte ölenlerin ve kazada ölen müslümanların hepsi şehittir. Dünyada azap çeken iyi, suçsuz müslümanlara ahirette bol nimetler verilecektir. Ahirette nimete kavuşmak için, îman sâhibi olmak lazım olduğu din kitaplarında yazılıdır. Bu kitaplar dünyanın her yerinde çok vardır. Bu kitapları okuyup da inanmayana kâfir denir. İslamiyeti işitmeyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslüman olur. Bunun mânâsı, (Her şeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun Resûlüdür) dır. Müslüman olan, Onun son Peygamberine tâbi olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslümanları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslümanlar, şehit olur. Öldürülürken, yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabirde verilecek olan Cennet nimetlerini görerek çok sevinir. Şehitler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neşelenir. Cennet nimetlerine kavuşur. Hadis-i şerifte, (Müslümanların kabri Cennet bahçelerindendir) buyuruldu.]
II. Behadır Şahın komutanlarından Baht Han, Sultanı ordu ile birlikte çekilmeye râzı etti ise de, İngilizlerin gözüne girmek isteyen, Mirza İlâhî Bahş isimli başka bir komutan, Behadır Şaha, ordudan ayrılıp teslim olursa, İngilizleri suçsuz olduğuna, inandırabileceğini ve İngilizler tarafından affedileceğini söyleyerek, Behadır Şahı aldattı. Böylece Behadır Şâh geri çekilen ordunun ana kısmından ayrılarak Delhi’nin içindeki Kale-i Mualladan 10 kilometre uzaktaki Hümayün Şah’ın türbesine sığındı.
Ahlaksızlığı ve beceriksizliği ile meşhur ve o sırada İngiliz ordusunda istihbarat subaylığı yapan meşhur papaz Hudson, bunu Recep Ali adındaki bir hainden öğrenerek, durumu ordu kumandanı general Wilsona bildirdi. Yakalamak için yardım istedi. Wilson’un verebileceği paralı askeri olmadığını bildirmesi üzerine, Hudson, kendisinin bu işi bir kaç kişi ile yapmasını teklif ederek, sultanın teslim olması için canına ve ailesine dokunulmayacağı teminatının verilmesi gerektiğini bildirdi. Wilson bu teklifi önce kabul etmediyse de, sonradan kabul etti. Bundan sonra 90 kişi ile Hümayun Şah’ın türbesine giden Hudson, Sultana, oğullarına ve hanımına dokunulmayacağına dair teminat verdi. Bu papaza aldanan Bahadır Şâh teslim oldu. Hudson, daha sonra sultanın 2 oğlunu ve bir torununu yakalamaya çalıştı. Fakat, Sultanın 2 oğlunun ve torununun kalabalık muhafızları olduğu için, yakalayamadı. General Wilson’dan, bunlara da canlarına dokunulmayacağına dair teminat aldı. Hâin Hudson, Sultanın 2 oğluna ve torununa çeşitli vasıtalarla haber göndererek, kendilerine bir zarar gelmeyeceğine dair teminat verdi. Bunlar da, papazın yalanlarına aldanarak teslim oldular. Hudson, İngiliz siyaseti ve hilesi ile kandırdığı, sultanın 2 oğlu ve torununu ele geçirince, hemen zincire vurdu.
Şahın 2 oğlu ve bir torununu elleri bağlı olarak Delhi’ye getirirken yolda, Hudson genç şehzadeleri soydurup, bizatihi kendisi göğüslerine kurşun sıkarak şehit etti. Kanlarından içti. Bu genç şehitlerin cesetlerini, halkı korkutmak için kale kapısına astırdı. Bir gün sonra başlarını, İngiliz genel valisi Henri Bernard’a gönderdi. Sonra, şehitlerin etinden çorba yaparak şaha ve hanımına gönderdi. Çok aç olduklarından hemen ağızlarına aldılar. Fakat, ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çiğneyemediler, yutamadılar. Kustular, çorba tabaklarını yere bıraktılar. Hudson haini, (Niçin yemediniz? Çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım) dedi.
1858 senesinde, tahtından zorla indirilen II. Behadır Şâh, ayaklanmaya ve Avrupalıların öldürülmesine sebep olmak suçlarından muhakeme edildi. 29 Martta ömür boyu hapse mahkum edildi ve Hind-i Çine [Rangona] sürgüne gönderildi. 1862 senesi Kasım ayında, vatanından uzak bir ülkede, Gürgani İslam İmperatorluğunun son sultanı Bahadır Şâh, zindanda hayata gözlerini yumdu. Allame Fadl-ı Hak da, 1861’de, Andaman adalarındaki bir zindanda İngilizler tarafından şehit edildi.
İngilizler 1877’de, Osmanlı-Rus harbi sırasında, Hindistan’ı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet ilan ettiler. Meşhur İskoç mason locasına kayıtlı Mithat Paşanın Osmanlı devletini harbe sokması, İslamiyete yaptığı zararların en büyüğü oldu. Sultan Abdülaziz Hanı şehit ettirmesi de, İngilizlere yaradı.
İngilizler, kendi yetiştirdikleri adamları Osmanlı devletinde kıymetli mevkilere getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmanlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhurlarından Mustafa Reşid Paşa son sadrazamlığında, 6 günlük sadrazam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslümanlarına yaptığı büyük Delhi katliâmını tebrik etti. Daha önce de, Hindistan’daki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslümanları bastırmak için, İngiltere’den gelen yardımın Mısırdan geçirilmesi için Osmanlılardan izin istediler. Bu izin de, yine masonlar vasıtası ile verildi.
Hindistan’da İngilizler yeni mektepler açmadıkları gibi, İslam dininin temeli ve en bariz vasfı olan bütün medrese ve sıbyan mekteplerini de kapatmışlar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehit etmişlerdir. Hatta, talebeleri bile katl etmişlerdir. Burada 1971 senesinde Hind ve Pakistan’ı ziyaret eden bir ahbabımızın anlattığı küçük bir hatırayı nakletmeyi uygun görüyoruz.
Hindistan’da, Serhend şehrindeki İmâm-ı Rabbânî’nin ve diğer evliyânın “kaddesallahü sirreh” kabir-i şeriflerini ziyaretten sonra Panipüt şehrine, oradan da Delhi’ye gittim. Panipüt’ün en büyük camiinde Cuma namazını edâ ettikten sonra, imâm bizi misafir edip, evine götürdü. Yolda kalın bir zincirle halkalarından kilitlenmiş gâyet büyük bir kapı gördüm. Üzerindeki kitabeyi okuyunca, buranın bir sübyan mektebi [ilkokul] olduğunu anladım ve imâm efendiye, bu kapının niçin kilitli olduğunu sordum. İmam efendi, 1947’den beri kapalıdır. İngilizler hinduları kışkırtarak Panipüt’teki bütün müslümanları, kadın-erkek, ihtiyar-çocuk demeden katlettirdiler. Bu mektep, o günden beri kapalıdır. Bu zincir ve kilit bize, İngiliz zulmünü hatırlatır. Bizler buraya sonradan muhacir olarak gelip yerleştik, dedi.
İngilizler, hâkim oldukları bütün İslam memleketlerinde yaptıkları gibi, İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, İslam mekteplerini yok ettiler. Tam din cahili bir gençlik yetiştirdiler. 1834’de Kalküta’ya gelen meşhur ingiliz Lord Macauley, Fârisî ve Arabî her türlü kitabın basılmasını ve yayılmasını, hatta baskısına başlanılmış olanların bile baskısının durdurularak yasaklanmasını emretmiş ve İngilizler tarafından büyük destek görmüştür. Bu zulümleri de, müslümanların hâkim olduğu yerlerde, bilhassa Bengal’de titizlikle tatbik edilmiştir.
İngilizler, Hindistan’da İslam medreselerini kapatırken, 8 adedi kızlara mahsus olmak üzere, 165 kolej açmışlardır. Bu kolejlerde yetiştirdikleri talebeleri, babalarının dinlerine ve ecdatlarına düşman etmişler, beyinlerini yıkamışlardır. Hindistan’da zulüm ve vahşet yapan İngiliz ordusunun 3’te 2’sini, bu şekilde beyinleri yıkanmış, kendi milletine düşman edilmiş, hristiyanlaştırılmış veya para ile satın alınmış yerli ahali teşkil ediyordu.
1833 kanunları, misyonerlik faaliyetlerinin gelişmesini sağlamış ve protestan dini teşkilatı Hindistan’da kuvvetlenmişti. Misyonerlik faaliyetleri yayılmadan ve Hindistan tam olarak İngiliz hakimiyetine geçmeden evvel, İngilizler müslümanların imanlarına saygılı davranmış, bayramlarda toplar attırmış, câmi ve mescidlerin tâmirine yardımcı olmuş, hatta câmi, tekke, türbe ve medreselere ait İslam vakflarında vazife almışlardı. 1833 ve 1838 de İngiltereden gelen emirlerle İngilizlerin bu faaliyetleri yasaklanmıştır. İngilizlerin İslam dinine hücumlarında tatbik ettikleri siyasetin, evvela dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, İslamiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yayıp, dünya müslümanlarını aldatmak, buna muvaffak olduktan sonra, İslamiyetin esaslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşca ve sinsice yok etmek olduğunu, bu faaliyetleri açıkça göstermektedir. Bu iki yüzlü siyasetleri ile müslümanlara en büyük düşmanlığı yapmakta, İslamiyetin kökünü kurutmaktadırlar. Daha sonra, İngilizceyi resmi lisan olarak kabul etmek ve hristiyanlaştırılmış yerli gençler yetiştirmek gayretleri arttı. Bu maksatlarla tamamen misyonerlerin kontrolünde olan mektepler açıldı. Hatta, İngiliz başvekili Lord Palmerston ve pek çok İngiliz lordları, Hindistan halkının hristiyanlık nimetlerinden faydalanmaları için Allah’ın Hindistan’ı, İngilizlere verdiğini söylediler.
Lord Macauley, Hindistan’da kan ve renk bakımından Hindli, fakat zevk, düşünce, inanç, ahlak ve zeka bakımından İngiliz, bir cemiyet yetiştirilmesi için çok çalıştı ve desteklendi. Böylece misyonerler tarafından açılan mekteplerde, İngiliz dil ve edebiyatı ve hristiyanlık öğretilmesine ehemmiyet verildi. Fen bilgilerine (matematik, fizik, kimyâ, v.s.) hiç ehemmiyet verilmedi. Böylece İngilizce lisanından ve edebiyatından başka hiç bir şey bilmeyen hristiyanlaştırılmış kimseler yetiştirildi. Bunlar memur olarak istihtam edildi.
Müslüman iken dinden çıkan mürted olduğu için ve Hindularca, dinlerinden dönen dinsiz kabul edildiği için, hristiyanlaştırılan yerli gençler, ailelerinin mirasından bir hak alamıyorlardı. Misyonerler buna mâni olmak için, 1832 de Bengal için, 1850 de de, umum Hindistan için, bir kanun çıkararak, hristiyan olan yerli mürted ve dinsizlerin mirastan pay almasını temin ettiler. Onun için Hindliler, Hindistan’daki İngiliz mekteplerine, (Şeytani Defter) ismini vermişlerdir. [Hindistan’da ve Osmanlılarda resmi daire ve kuruluşlara (Defter) denilmektedir.]
1925 senesinde Hindistan’ı ziyaret eden Fransız muharrir Marcelle Perneau neşrettiği kitabında diyor ki: (Hindistan’ın birinci şehri olan Kalküta’daki sefalet hakkında, Paris ve Londra’nın civarındaki batakhane mahalleleri asla bir fikir veremez. Kulübelerde insan ve hayvanlar birbirine karışmış, çocuklar ağlıyor, hastalar inliyor. Onların yanında ispirto ve esrar içmekten bitab kalmış insanların, ölü gibi yerlerde yattığını görürsünüz. İnsan bu kadar aç, sefil, zayıf ve bitab vücutları seyr ederken, ister istemez bunların ne iş yapabileceklerini kendi kendine soruyor.
Fabrikalara doğru koşan bunca insana, fabrikalar kazançlarının ne kadarını tediye ediyor? İhtiyaç, meşakkat, sari hastalıklar, içki ve esrar, zayıf, mukavemetsiz ahaliyi kırıyor, yok ediyor. Dünyanın hiç bir yerinde, insan hayatına karşı olan ilgisizlik, burada olduğu kadar hayasızca olmamıştır. Hiç bir zahmet, hiç bir iş, ağır ve gayr-ı sıhhi kabul edilmemektedir. İşçi ölecekmiş ne zararı var? Yarın yerine derhal diğeri geçer. İngilizlerin burada düşündükleri yegane şey, istihsali çoğaltmak ve çok para kazanmaktır.)
A.B.D. eski hariciye nazırı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükümetinin Rusyadan daha zalim ve daha aşağı olduğunu delilleriyle zikretmekte ve (Hindistan’da İngiliz Hakimiyeti) kitabının sonunda, (Hindistan ahalisinden, hayatta olanlara refah ve saadet bahş ettiğini iddia eden İngilizler, milyonlarca Hindliyi mezara göndermişlerdir. Mahkemeler ve inzibat kuvvetleri tesis ettiklerini her yerde söyleyen bu millet, resmi bir yağmacılıkla Hindistan’ı ta iliklerine kadar soymuştur. Soymak kelimesi biraz ağır ise de, İngiliz idaresinin mel’anetini başka türlü izah etmek mümkün değildir.
Hristiyanlık iddia eden İngiliz kavminin vicdanı, esaret zinciri altında inleyen Hind müslümanlarının istimdad nidalarını duymak istemiyor.)
Mister Hodberk Keombtun (Hindlinin Hayatı) kitabında şöyle demektedir: (Efendileri [İngilizler] Hindliye zulüm eder, o ise her şeyi yok oluncaya, ölünceye kadar çalışmaya, ona hizmete devam eder.) Bu sözler, insaflı hristiyanların, İngiliz vahşetini bildiren yazılarından birkaçıdır.
İngilizlerin diğer müstemlekelerinde çalıştırılan Hindli müslüman işçilerin vaziyeti, daha da beterdi. 1834 senesinde İngiliz sanayicileri, Afrika yerlileri yerine Hind işçisi kullanmaya başladılar. Hindistan’dan Güney Afrika müstemlekelerine binlerce müslüman naklediliyordu. (Kuli) ismi verilen bu işçilerin vaziyeti, kölelerin vaziyetinden daha fenâ idi. Bunlar İndentured Labour (Sözleşmeli iş) denilen bir usûle tabi tutulur. Buna göre, (kuli) 5 sene müddet ile taahhüt altına girmekte idi. Bu zaman içerisinde kuli, işini terkedemez, evlenemez, gece gündüz kırbaç altında çalışmak mecburiyetindedir. Ayrıca senelik, 3 İngiliz altını da vergi vermekle mükelleftir. (Bunlar (Labour in India), (Post-Lecturer in the University of New-York) un yazıları ile bütün dünyaya ilan edilmektedir.)
Meşhur Gandi, tahsilini İngilterede yaparak, Hindistan’a dönmüştür. Hristiyanlaştırılmış bir Hindlinin, hatta Porbandar şehrinin baş papazının oğludur. 1893’de, Hindistan’daki bir İngiliz şirketi, onu Güney Afrikaya gönderdi. Oradaki Hindlilerin ne kadar ağır şartlar altında çalıştıklarını, ne kadar fenâ muamele gördüklerini müşahede edince, İngilizlerle mücadeleye başladı. İngilizler tarafından yetiştirilmiş, hatta hristiyanlaştırılmış bir kimsenin oğlu olduğu hâlde, İngiliz zulmüne, vahşetine dayanamadı. İlk şöhretine de, burada kavuşmuştu.
İngilizlerin bütün İslam aleminde takip ettikleri siyasetin temeli ve aslı şu 3 kelimedir. (Parçala, hâkim ol ve dinlerini imha et.)
Bu siyasetin icap ettirdiği hiç bir şeyi yapmaktan çekinmemişlerdir.
Hindistan’da da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yaktılar. Bunun için, müslümanların hakimiyetinde yaşayan hinduları kullandılar. Müslümanların adaleti altında yaşayan hindulara, Hindistan’ın hakiki sahiplerinin hindular olduğunu, müslümanların hindu tanrılarını kurban ettiğini, buna mâni olmak lazım geldiğini telkin ettiler. Hinduları kendi saflarına geçirdiler. Onlardan paralı askerler istihtam ettiler. Böylece, Kraliçe Elizabetin emrettiği ordu kurmak işi teşekkül ederken, hindu cehaleti ile İngiliz İslam düşmanlığı ve para hırsı da birleştirilmiş oluyordu. Müslüman valilerle hindu mihracelerin araları açılarak harbler çıkarıldı. Müslümanlar içerisinde zayıf îtikatlı kimseler satın alındı.
Kendisi bir kaç kere kral naibi ve (Hindistan teşkilatı) azası olan meşhur İngiliz Sir John Strachey müslüman-hindu düşmanlığı hususunda diyor ki: (Hâkim olmak ve tefrika sokmak için, yapılacak her şey, hükümetimizin siyasetine uygundur. Hindistan’daki siyasetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır). Bu düşmanlığı büyüten İngilizler, 1750 senesinden 1870 senesine kadar, devamlı hinduları desteklediler ve onlarla beraber büyük müslüman katliamları yaptılar.
1858 senesinde başlayan müslüman hindu çarpışmaları büyüyerek devam etti. Hinduları müslümanların üzerine saldırtır, sonra da oturur neşe ile seyr ederlerdi. 1990 senesinde de, sırpları Bosnada müslümanlar üzerine saldırttılar. Sokaklarda müslüman çocukların, kızların, kanları akarken, ingilizler neşe ile kahkaha ile seyr ediyorlar. Hindistan’da hiç bir sene geçmemiştir ki inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslümanın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslümanlar arasında bir taraftan inek kesmenin 7 tane koyun kesmekten daha efdal olduğunu yaydılar. Diğer taraftan da, hindular arasına, inek tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevap olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistan’dan çekildikten sonra da devam etmiştir. Buna misal olarak baş vekil Musattık zamanında, İranda neşredilen (İttilaat) mecmuasında okuduğumuz bir hadiseyi zikir edelim:
(Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli 2 müslüman, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindu mahallesinden geçerlerken, bir hindu önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindu, (Ey ahali! Yetişin tanrımızı kurban edecekler) diye bağırır. Müslümanlar da, (Ey müslümanlar, yetişin kurbanımızı elimizden alıyorlar) diye feryat eder. Hindularla müslümanlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslüman katledilir. Fakat, ineği hindu mahallesinden geçiren 2 kişinin, İngiliz sefaretine girdikleri görülür. Bu hâl gösteriyor ki bu fitneyi çıkaranlar İngilizlerdir. Bunları yazan muharrir daha sonra, biz sizlerin bir kurban bayrâminı müslümanlara nasıl zehir ettiğinizi iyi biliyoruz demektedir.) Böyle sayısız fitneler ve zulümler ile müslümanları imha etmeye çalıştılar.
Hinduların, kendilerine karşı yavaş yavaş baş kaldırdıklarını görünce, 1870’den sonra da, müslümanları hindulara karşı desteklemeye başladılar.
Kılıç ile cihatın farz olmadığını söyleyen, İslamiyetin haram kıldığı şeylere helal diyen, dini ve imanı değiştirmeye çalışan, müslüman ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetişti. Sir Seyyid Ahmed, Gulâm Ahmed Kadıyânî, Abdullah Gaznevi, İsmail-i Dehlevî, Nezir Hüseyin Dehlevî, Sıddîk Hasan Han Pehupali, Reşid Ahmed Kenkühi, Vahid-üzzaman Haydar abadi, Eşref-Ali Tehanevi ve Şâh Abdülazizin torunu Muhammed İshak bunlardandır. Bunları destekleyerek, yeni yeni bozuk fırkaların zuhûrunu sağladılar. Müslümanların bu fırkalara uymaları için çalıştılar.
Bu fırkaların en meşhuru, 1296 [m. 1879] da kurulan (Kadıyânîlik) olup kurucusu olan Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihatın farz olmadığını, farz olan cihatın nasihat ile olduğunu, söyledi. İngiliz casusu Hempher de, Necdli Muhammede böyle söylüyordu.
Gulâm Ahmed, İsmaili fırkasından bir zındık idi. 1908’de öldü. İngilizler bunu bol para ile satın aldılar. Önce (Müceddid) olduğunu, sonra, (Mehdi) olduğunu söyledi. Nihâyet, (Peygamber) olduğunu iddia ederek yeni bir din getirdiğini ilan etti. Aldattığı kimselere (ümmetim) dedi. Kurân-ı Kerîmde, bir çok ayetlerin kendisini haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mucizelerinden daha çok mucizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanmayanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombayda câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupada ve Amerikada (Ahmediye) ismi altında Kadıyânîliğin yayıldığı görülmektedir.
Sünnî müslümanlar, kâfirlere karşı silah ile cihatın farz olduğunu ve İngilizlere hizmetin küfür olduğunu söylüyorlardı. Bu hususta vaaz eden, nasihat veren müslümanlara şiddetli cezalar veriliyor, çoğu katl ediliyordu. Ehl-i sünnet kitapları toplanıp imha edildi.
Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet ettiremedikleri İslam âlimlerini, müslümanlardan uzaklaştırırlardı. Onlar idam edildikleri zaman kahraman olurlar korkusu ile Andaman adasındaki meşhur zindanlarda müebbed hapse mahkum ederlerdi. Büyük ihtilali sebep göstererek, Hindistan’ın her yerinden topladıkları İslam âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. [Birinci cihan harbinden sonra İstanbul’u işgal ettikleri zaman da, Osmanlı paşalarını ve âlimlerini Malta adasına sürgün etmişlerdi.]
İslamiyete düşmanlıklarını, müslümanların anlamaması için, Hindistan’ın (dar-ül-harp) değil, (dar-ül-İslam) olduğuna dair fetvalar aldılar. Bu fetvaları her yere yaydılar.
Kendileri tarafından yetiştirilen âlim ismli münâfıklar, Osmanlı padişahlarının halife olmadığı, halifeliğin Kureyşlilerin hakkı olduğu, Osmanlı sultanları onu gasp ettikleri için onlara itaat edilmeyeceği fikrini yaydılar.
[(Halife, Kureyş kabilesinden [onların evlatlarından] olacaktır) hadis-i şerifi, halife olmaya lâyık, halifelik şartlarına mâlik olanlar arasında, Kureyşten [mesela Seyyid] de varsa, onu tercih ediniz demektir. Bu yoksa, başkası intihab olunur. Halife seçilemeyip veya seçilen halifeyi kabul etmeyip, kuvvet ile şiddet ile hükümeti ele geçirene itaat edilir. Yeryüzünde, bir halife olur. Bütün müslümanların buna itaat etmeleri lâzımdır.]
Dini tedrisatı yok ederek, İslamiyeti içerden yıkabilmek için, Aligarh’ta İslam bilgilerinin öğretildiği bir medrese ve Aligarh İslam üniversitesini açtılar. Buradan din cahili ve İslam düşmanı din adamları yetiştirdiler. Bunların İslamiyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsil görenlerden seçtiklerini İngiltereye gönderirler, İslamı içerden yıkacak bir hâle getirdikten sonra, müslümanların başına geçirirlerdi. Eyyüb Han bunlardan olup M.Cinnahın yerine Pakistan devlet başkanı yapılmıştır.
İngilizler, II. cihan harbinden gâlip çıkmış gibi görünüyorsa da, hakikatte mağlub olmuşlardır. Çünkü, kendilerinin (üzerinde güneş batmayan ülke) ismini vermiş oldukları İngiltere, (üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke) haline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu gayb etmiş, adeta tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur.
Pakistan’a devlet başkanı yaptıkları Ali Cinnah şiî ve İngiliz taraftarı idi. 1948’de ölünce, yerine geçen Eyüp Han mason idi. Darbe yaparak idareyi ele geçirdi. Bu kâfirin yerine gelen general Yahya Han da, koyu kızılbaş idi. 1972 başında (Pakistan-Hind) harbinde mağlub olup doğu Pakistan elinden gidince, hapsedildi. Yahya handan sonra hükümeti Zülfikar Ali Butto deviraldı. Bu da tahsilini İngiltere’de yapmış, İngiliz ajanı olarak yetiştirilmişti. 1974 de muhaliflerinin öldürülmesini emrettiği için, idam edildi.
Zülfikar Ali Butto’yu devrerek yerine geçen Ziya-ül-Hak, İslam düşmanlarının müslümanlar için neler düşündüklerini, müslümanları ve İslamiyeti yok etmeye çalıştıklarını anlayarak, onların arzu ettikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende ve teknikte, sanatta ilerlemesi için uğraştı. Fert, aile cemiyet ve milletin refah ve saadetinin tek kaynağının İslamiyet olduğunu iyi anladığı için, kanunlarının İslamiyete uygun olmasını istedi. Bu istediğini Pakistan milletine sordu. Yapılan referandumda Pakistan ahalisi topyekun müsbet rey kullandı.
İngilizlerin yetiştirdiği uşaklar, Ziya-ül-Hakkı bütün maiyeti ile beraber bir suikastta şehit ettiler. Sonra başbakan olan Ali Butto’nun kızı Benazir, devlet ve millet ve İslamiyet aleyhine yaptıkları cürümlerden dolayı hapishanelere atılmış olan bütün hainleri serbest bıraktı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pakistan’da karışıklıklar, kavgalar başladı. İngilizlerin arzuları gerçekleşmiş oldu.
İngilizler, I. ve II. cihan harbleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin planlarını yerine getiren ve İngiliz menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, milli marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine kavuşamamışlardır.
Son 3 asırda, Türk ve İslam âlemi, nerede bir ihanete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır.
Osmanlı Devletini yıktılar. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bunun sebebi müslümanların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni olmaktı.
İslam ülkeleri diye isimlendirilen memleketler arasında devamlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırttılar. Mesela, sünnî müslümanların büyük ekseriyeti teşkil ettikleri Suriye’de, % 9 olan nusayrileri hakim yaptılar. 1982 senesinde Hama ve Humus şehirlerine ordu birlikleriyle hücum edilmiş, 2 şehir yerle bir edilerek, silahsız, müdafaasız sünnî müslümanlar bombalanmıştır.
Hakiki Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslam kitapları hatta, Kurân-ı Kerîmler bile yok edildi. Bu İslam âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetiştirilen din cahili mezhepsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan:
Cemaleddin-i Efgani 1838’de Afganistan’da doğdu. Felsefe kitapları okudu. Afganistan’a karşı Ruslar için casusluk yaptı. Mısır’a geldi. Mason ve mason locası reisi oldu. Mısırlı Edip İshak, (Ed-dürer) kitabında, bunun Kahire mason locası reisi olduğunu yazmaktadır. 1960’da Fransa’da basılan, (Les franço-maçons) kitabının 127. sayfasında, (Mısır’da kurulan mason localarının başına, Cemaleddin-i Efgani ve ondan sonra M. Abduh getirildi. Bunlar, masonluğun müslümanlar arasında yayılmasına çok yardım ettiler) demektedir.
Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Han zamanlarında 5 defa sadr-ı Âzam olan Ali Paşa, İngiliz locasına bağlı mason idi. Efgani’yi İstanbul’a getirdi. Vazife verdi. O zaman İstanbul (Dar-ül-fünun) yani üniversite rektörü bulunan ve kâfir olduğuna fetva verilen, mason Hasan Tahsin tarafından Efgani’ye bir çok konferanslar verdirildi. Hasan Tahsin de, yine İngiliz mason locasına kayıdlı sadr-ı Âzam Mustafa Reşid paşa tarafından yetiştirilmişti. Sapık fikirlerini her yere yaymaya çalıştı. Zamanın şeyhulİslamı Hasan Fehmi efendi, Cemaleddin’i rezil etti. Cahilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Ali Paşa, bunu İstanbul’dan çıkarmaya mecbur oldu. Mısırda ihtilal ve dinde reform fikirleri aşılamaya çalıştı. (Arabî Paşa) vakasını hazırlıyanlarla birlikte İngilizlere karşı göründü. Mısır müftüsü Muhammed Abduh ile dost oldu. Dinde reform fikirlerini ona aşıladı. Paris’te ve Londra’da masonların yardımı ile mecmua [dergi] çıkardı. 1886’da İran’a geldi, orada da rahat durmadı. Zincirlere bağlanarak Osmanlı hududuna bırakıldı. Bağdat’a, Londra’ya gitti. İran aleyhine yazılar yazdı. Tekrar İstanbul’a geldi. Burada da İran’daki Behailer ile işbirliği yaparak, dini siyasete alet etti.
Cemaleddin-i Efgani’nin, din adamı perdesi altında, İslamı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhuru Muhammed Abduh’tur. Abduh 1849’da Mısırda tevellüd ve 1905’de orada vefât etti. Bir müddet Beyrut’ta bulundu. Oradan Paris’e gitti. Orada Cemaleddin-i Efgani’nin, masonlar tarafından çizilen çalışmalarına katıldı. El-urvetü’l-Vüska mecmuasını çıkardılar. Beyrut’a ve Mısır’a gelerek Paristeki mason locasının kararlarını tatbik etmeye çalıştı. İngilizlerin yardımı ile Kahire müftüsü oldu. Ehl-i sünnete saldırmaya başladı. İlk iş olarak, Câmiü’l ezher medresesi ders programlarını bozmaya, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeye başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısımdaki kitaplar, yüksek sınıflarda okutuldu. Bir taraftan ilmi kaldırırken, diğer taraftan İslam âlimlerini kötüliyerek, bu âlimlerin fen bilgilerine mâni olduklarını, bu bilgileri İslama sokacağını iddia etti. (İslamiyet ve Nasraniyet) kitabında, “Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir” demiş, yahudi, hristiyan ve müslümanların, birbirlerini desteklemelerini istemiştir. Londra’da, bir papaza yazdığı mektupta, (İslamiyet ve hristiyanlık gibi 2 büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat ve İncil ve Kuran birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) demiştir. Müslümanların Tevrat ve İncil okuyacakları zamanı beklemekte olduğunu ifade etmiştir.
Camiül-Ezher’in müdüri Şaltut ile yaptığı Kurân-ı Kerîm tefsirinde, banka faizinin meşru olduğuna fetva vermiştir. Daha sonra müslümanların ağır baskıları karşısında, bu fetvasından rücu eder görünmüştür.
Beyrut’taki mason locasının başkanı Hanna Ebû Raşid, 1961’de yayınladığı (Dairetü’l-meârifü’l-masoniye) kitabının 197. sayfasında, (Cemaleddin-i Efgani, Mısırda mason locası reisi idi. Âlimlerden ve devlet adamlarından 300’e yakın üyesi vardı. Ondan sonra, imâm üstad Muhammed Abduh reis oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk ruhunu Arap memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez) demektedir.
İngilizlerin İslam alimi olarak Hindistan’ın her yerinde övdükleri kâfirlerin en meşhurlarından biri Sir Seyyid Ahmed Handır. 1818’de Delhi’de doğdu. Babası, Ekber Şâh zamanında Hindistan’a gelmişti. 1837 de Delhi’de İngiliz mahkemesinde hâkim olan amcasının yanında katib olarak işe başladı. 1841 de hakim, 1855 de ise yüksek hakim yapıldı.
Hindistan’da İngilizlerin yetiştirdiği din adamlarından biri de Hamidullah’tır. 1908’de İsmaili fırkasında olanların ekseriyet olduğu Haydarabat’ta tevellüd etti. İsmaili mezhebinde, koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişti. Paris’te, CNRS ilmi araştırma azasıdır. Muhammed aleyhisselâmı, sadece müslümanların peygamberi olarak tanıtmaya çalışmaktadır.
İngilizlerin İslamiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine dinine hizmet etmek isteyen müslümanları aldatmak için kullandıkları en tesirli silahları, İslamiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslamiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Büyük İslam alimi, Zahid el-Kevseri bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, “Mezhepsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür” buyurarak, İslam düşmanlarının arzularını, gayelerinin ne olduğunu çok iyi anlatıyordu.
İngilizler ve İslam düşmanları, tekkeleri ve tasavvuf yollarını ifsad etmek için de, çok çalıştılar. İslamiyetin 3. kısmı olan ihlası yok etmeye uğraştılar. Tasavvuf büyükleri asla siyaset ile uğraşmaz, kimseden bir menfaat beklemezlerdi. Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünkü tasavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demektir. Yani her sözünde, her işinde, her şeyde İslamiyete yapışmaktır. Fakat, uzun zamandan beri, câhiller, fasıklar, hatta bir çok ajanlar, alçak maksatlarına kavuşmak için, tasavvuf büyüklerinin isimlerini alet olarak kullanıp, çeşitli ocaklar kurmuş, ahkâm-ı İslamiyenin, dinin bozulmasına, yıkılmasına sebep olmuşlardır. Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Bu da kalp ile olur. Zikredince, kalp temizlenir. Yani, kalpten dünya sevgisi, mahlukat sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Bir çok kimselerin kadın, erkek, bir araya toplanarak hayhuy etmesi zikir değildir. Din büyüklerinin, Ashâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhepsiz ve tasavvuf düşmanı olan Ahmed İbni Teymiye İslam alimi ilan edildi. Bunun yolunda olarak Vehhâbîlik fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile Vehhâbî kitapları bütün dünyadaki (Râbıtatü’l-âlem-il İslami) dedikleri vehhâbî merkezleri vasıtası ile her memlekete yayıldı. Her memlekette yaptıkları büyük binalara (İbni Teymiye medresesi) levhaları astılar. İbni Teymiye’nin kitaplarındaki sapık fikirlerle, ingiliz casusu Hempher’in yalan ve iftirâlarının karışımına (Vehhâbîlik) denildi. Hakiki müslüman olan Ehl-i sünnet âlimleri, İbni Teymeyenin kitaplarının bozuk olduklarını bildiren çok kitap yazdılar. Bu kitaplardan biri, Somali âlimlerinden, şeyh Abdurrahmân Abdullah bin Muhammed Herri’nin (El-makalatüs-sünniye fi keşfi-dalalat-i Ahmed İbni Teymiye) kitabıdır. Kendisi Somali’de Herer şehrinde 1920 senesinde tevellüd etmiştir. Kitabı 1994’te Beyrut’ta bastırılmıştır. Bu kitapta, İbni Teymiye’yi reddeden âlimler ve bunların kıymetli kitapları uzun bildirilmektedir. İngilizler tarafından tesis edilen Vehhâbîlik, mezhepsizlik, reformculuk, selefilik, Mevdûdî, Kadıyânî, ismi altındaki bozuk yolların hepsinde tasavvuf düşmanlığı vardır.
İslam düşmanları bilhassa İngilizler, her türlü vasıtaları kullanarak müslümanları ilimde ve fende geri bıraktılar. Müslümanların ticaret ve sanatlarına mâni olundu. İslam ülkelerindeki güzel ahlakı yıkmak, İslam medeniyetini ortadan kaldırmak, gençlerin İslam ilimlerini öğrenmelerine mâni olmak için içki fuhuş, eğlence, kumar, top oyunları gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlakı bozmak için, rum, ermeni ve diğer gayrimüslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hilelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu hususta müslüman anne ve babalara çok büyük vazifeler düşmektedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar.
İngiltere devletini idare eden 3 temel unsur, (Kral, Parlamento ve Kilise, yani West Minister)dir. 918 [m. 1512] senesine kadar parlamento ve kralın sarayı, West Minister’in içerisinde idi. 1512 deki büyük yangından sonra kral (Buckingham Sarayına) taşınmış ve parlamento ile kilise aynı çatı altında kalmıştı. İngiltere’de kilise ile devlet iç içedir. Kral ve kraliçelere, kilisede baş papaz tarafından taç giydirilir.
İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınlanan (Cemiyet temayülleri) isimli rapora göre, her 100 İngiliz bebekten 23’ü, gayri meşru ilişkiler sonucu dünyaya gelmektedir.
7 Mayıs 1990 tarihli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz polis kurumu Scotland Yard tarafından neşredilen istatistiğe dayanarak verdiği haberde, Londra’da can güvenliğinin kalmadığı, bilhassa kadınlar için, çok tehlikeli bir şehir haline geldiği bildirilmektedir. İngiliz polisinin raporuna göre, son 12 ayda, başta ırza tecavüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuştur.
Bütün dünyada ve bütün dinlerde aile meşru olarak kadın-erkek beraberliğidir. 2 erkeğin livâta yapmasını, İngiliz kanunları himaye etmektedir.
12 Kasım 1987 tarihli bir İstanbul gazetesinde, (İngiliz ordusunda skandal) başlıklı haberde, kraliçe II. Elizabeth’in muhafız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, namuslarına tecavüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı yazılıdır.
28 Aralık 1990 tarihli Türkiye gazetesinde neşredilen bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Luti sayısının % 15’i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, daha da yükseldiği bildirilmektedir. Ahlaksızlık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hadiseler ortaya çıkmıştır. Avrupa’da Lutilerin teşkilatlandığı ilk ülke, İngiltere’dir. Bu ahlaksızlıkların yapıldığı yerlerde bile İngilizin İslam düşmanlığı göze çarpar. Londra’nın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her türlü rezaletin yapıldığı yerler, İslamiyette mübarek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu habaset yuvalarının kapısına (Mekke) levhası asılmıştır.
İngiliz (Guardian gazetesi), 200 bin kız çocuğunun büluğ çağına gelince, babası tarafından tecavüz edildiği için, mahkemeye müraceat ederek, koruma istediğini yazmıştır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikayet etmeyenlerin 5 milyon olarak tahmin edildiğini söylemiştir.
İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyanın en adaletsiz yapısına sahiptir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücadeleler, tarihlerde yazılıdır. Bugün bile İngiltere toprağının % 80’inin imtiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir hakikattir.
31 Mayıs 1992 pazar tarihli Türkiye gazetesinde diyor ki (İngiltere’de iktisadi tahribat sebebi ile hâsıl olan işsizlik ve sefalet, intiharları artırmaktadır. İngiliz tıb mecmuası (British medical) deki Oxford hastahanesi 2 doktorunun tetkikinde, her sene yüzbin ingilizin intihara teşebbüs ettiği, bunlardan 4500’ünün öldüğü tesbit edilmiştir. Bunların %62’si genç kızdır). Jetleri, bombaları, füzeleri ile her sene yüzbinlerce müslümanı şehit eden, yüzbin vatandaşını da, intihara sevk eden, ingilizler gibi hâin, zalim, vahşi bir devlet görülmemiştir.
İrlanda ise, İngiltere’nin başına bela olmuştur. Kendi kazdıkları hıyanet çukurlarına, kendilerinin düştüğü günleri inşaallah hep beraber göreceğiz.
Yazımızı, mübarek ismi ile bereketlenmek için, İngilizler hakkında, efradını câmi, ağyarına mâni en güzel tarifi yapmış olan, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin “rahmetullâhi aleyh” şu sözleriyle bitiriyoruz:
(İslâmin en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunlara düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslümanlar da, onu sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki bir daha süremez. Vah vah çok üzüldüm, diyerek müslümanları aldatır. İngilizin, İslama böyle zehir salması demek, para, mevki ve kadın gibi, nefsânî arzular karşılığında satın aldığı yerli münâfıkların, soysuzların elleri ile İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır.)
Tavsiye Yazı –> İngiliz Casusu Hempher’in Hatıraları