İMAM-I HASAN BİN ALİ “radıyallâhu anhüma”
¥ Emir-ül müminin hazret-i Hasan bin Ali “radıyallâhu anhüma” 12 imamın ikincisidir. Künyesi Ebû Muhammeddir. Lakabı Taki ve Seyittir. Hicretin 3. senesinde Ramazan-ı şerif ayının ortasında Medinede doğdu. İsm-i şerifini Cebrâil aleyhisselâm Cennet ipeklerinden bir ipeğe sarılı olarak Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” hediye getirmiştir.
Esma binti Umeys “radıyallâhu anha” şöyle anlatmiştir: Hazret-i Hasanın ve hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anhüma” ebesi ben idim. Hazret-i Hasan doğunca, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” teşrif etti. Oğlumu getir ya Esma buyurdu. Onu Resûlullaha verdim. Sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okudu. Hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh” oğlumun adını ne koydun, diye sordular. Hazret-i Ali, ya Resûlallah, onun ismini koymakta sizin önünüze geçmem, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” ben de oğluma isim vermekte Rabbimden öne geçmem, buyurdu. O sırada hemen Cebrâil aleyhisselâm geldi. Ya Resûlallah! Allahü teâlâ sana selam ediyor ve Senin “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile Alinin “radıyallâhu anh”, Musa “aleyhisselâm” ile Harun “aleyhisselâm” gibi olduğunuzu buyurdu. Oğlunun adını Harunun “aleyhisselâm” oğlunun adı gibi koy. Onun adı Şenberdir. Mânâsı arabîde Hasan demektir, dedi.
Bir sene sonra hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” doğunca, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” yine teşrif ettiler. Hazret-i Hüseyini “radıyallâhu anh” kendilerine verdim. Onu yere koyup ağlamaya başladılar. Niçin ağlıyorsunuz ya Resûlallah, dedim. Bu oğlumu zalim bir kavm şehit edeceklerdir. Fâtımaya söyleme, buyurdu. Hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh” oğlumun adını ne koydun diye sordu. Yine hazret-i Hasanın “radıyallâhu anh” isminin konmasında olduğu gibi karşılıklı konuştular. Cebrâil aleyhisselâm geldi. Ya Muhammed “aleyhisselâm”, oğlunun adını Harunun “aleyhisselâm” diğer oğlunun adından koy, onun adı Şenberre idi. Arabîde Hüseyin demektir, dedi.
Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” ayaklarından göğsüne kadar Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” çok benzerdi. Hazret-i Hasan de “radıyallâhu anh” göğsünden başına kadar Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” çok benzerdi. Bir gün hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” hazret-i Hasanı “radıyallâhu anh” omuzuna kadar kaldırdı. Yemin ederek, Aliyye “radıyallâhu anh” değil, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” benziyor, dedi. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” de tebessüm etti.
Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” yaya olarak 25 kere hac yaptı. Gençler onun binek hayvanını yanında çekip götürürlerdi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gün minbere çıkmıştı. Hazret-i Hasan de “radıyallâhu anh” kucağında idi. Bir cemaate bakıyor, bir de hazret-i Hasana bakıyordu: (Bu benim oğlum Seyittir. Allahü teâlâ yakında bunun vasıtasıyla 2 müslüman askerinin arasını barıştırır) buyurdu. Hazret-i Muaviye “radıyallâhu anh”, hazret-i Hasanın “radıyallâhu anh” müslümanlar arasında fitne çıkmasına asla razı olmadığını, fitne çıkmamasını can-ı gönülden istediğini biliyordu. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” şehit olunca, hazret-i Muaviye “radıyallâhu anh” hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” ile gizlice anlaştı. Eğer başına bir iş gelirse, kendisinden sonra hazret-i Hasanın “radıyallâhu anh” halife olması için sözleşti. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” hutbeye çıkıp: Ey müslümanlar! Ben hiçbir zaman fitneyi sevmem! Bugün Muaviye “radıyallâhu anh” ile sulh yaptım. Bu işi, yani halifeliği ona bıraktım. Eğer hakkı ise, hakkı ona ulaştı. Eğer halifelik benim hakkım ise ümmet-i Muhammedin “aleyhisselâm” salahı, iyiliği için hakkımı ona bağışladım. Ey Muaviye “radıyallâhu anh”! Allahü teâlâ sende bildiği bir hayır için veya gördüğü bir şer için seni Vâli (halife) yapmıştır. Allahü teâlâ [Enbiya sûresi 111. âyetinde meâlen] (… Belki bu ceza vaadinin uzaması sizin için bir beladır ve bir zamana kadar sizi faydalandırmak içindir) buyurdu, dedi ve minberden indi. Orada bulunanlardan birisi hazret-i Hasan’a “radıyallâhu anh”, ey müslümanların yüz karası, Muaviye “radıyallâhu anh” ile biat mı ettin, malı ona mı bıraktın, dedi. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” şöyle buyurdu: Allahü teâlâ Beni Ümeye sultanlarının saltanatını Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” gösterdi. Onların birbiri ardınca kendinin minberine çıktığını görünce, bu iş Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” güç geldi. Bunun üzerine Allahü teâlâ [Kevser sûresi 1. âyetinde meâlen] (Biz sana Kevseri verdik” ve [Kadir sûresi 1, 3. ayetlerinde meâlen] (Biz Kuranı sana Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.) buyurulan âyet-i kerimeleri gönderdi, dedi. Bin aydan murad, Beni Ümeyyenin saltanat müddetidir. Beni Ümeyye sultanlarının saltanatı bin ay sürdü. Bu hadiseyi nakleden ravi şöyle demiştir: Onların saltanat müddetini hesap ettim. 83 sene 4 ay olmaktadır. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” halifeliği hazret-i Muaviye’ye bırakınca, hazret-i Muaviye “radıyallâhu anh”: Ey Eba Muhammed. Halifeliği bana bırakmakla hiç kimsenin yapamayacağı bir civanmerdlik yaptın, dedi.
¥ Ebû Hüreyre “radıyallâhu anh” şöyle anlatmıştır: Bir gece Hasan bin Ali “radıyallâhu anhüma”, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzurunda idi. Resûlullah onu pek ziyade severdi. Ona haydi annene git, buyurdu. Ben götüreyim, dedim. Resûlullah, hayır sen gitme, buyurdu. O sırada gökten ani bir şimşek parladı. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” o şimşeğin ışığında yürüyüp, annesinin evine gitti.
¥ Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” bir hac mevsiminde yaya olarak Mekke’ye gidiyordu. Mübarek ayakları şişti. Kölesi, efendim ayağınızın şişi ininceye kadar hayvana binseniz, dedi. Kabul etmedi ve ilerdeki konak yerinde siyah bir kimse göreceksin. Yanında bir miktar yağ vardır. O yağı ondan münakaşa etmeden satın al, buyurdu. Kölesi, anam babam sana feda olsun. Hiç bir konak yerinde öyle birisini görmedik ki onda böyle bir şey bulunsun. Burada nasıl olacaktır, dedi. Bir konak yerine vardılar. Orada siyah bir kimse göründü. İşte söylediğim kimse budur. Git, ondan yağ satın al, parasını da ver, buyurdu. Kölesi o kimsenin yanına gidip yağ istedi. O kimse bu yağı kimin için alıyorsun, diye sordu. Hasan bin Ali “radıyallâhu anh” için alıyorum, dedi. Siyah kimse beni onun yanına götür, ben onun kölesiyim, dedi. O şahıs hazret-i Hasanın “radıyallâhu anh” huzuruna gelince, ben senin kölenim, para istemem, yalnız hanımım doğum sancısı çekiyor, sağlam ve sıhhatli bir oğlan doğurması için duâ buyur, dedi. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” ona, evine git, Allahü teâlâ sana istediğin gibi bir oğlan çocuğu verdi, buyurdu. O şahıs evine gitti ve kusursuz bir oğlunun dünyaya gelmiş olduğunu gördü.
¥ Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” bir gün Zübeyrin evlatlarından biri ile “radıyallâhu anhüm” yolculuğa çıktılar. Yolculuk sırasında, kurumuş bir hurma bahçesinde konakladılar. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” için bir hurma ağacının altına minder serdiler. Bir ağacın altına da Zübeyr “radıyallâhu anh” evladı için minder serdiler. Hazret-i Zübeyrin evladı bu ağaçlarda hurma olsaydı da yeseydik, dedi. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” taze hurma mı istersin, dedi. Evet diye cevap verdi. Bunun üzerine hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” ellerini kaldırıp duâ etti. Dudakları kıpırdıyordu. Fakat ne söylediği anlaşılmayordu. O sırada bir hurma ağacı birden bire yeşerip, yapraklandı ve taze hurmalar verdi. Orada onlarla birlikte bulunan bir deveci, bu sihrdir, dedi. Hazret-i Hasan “radıyallâhu anh” bu sihir değildir. Peygamberin oğlunun [torununun] kabul olunan duâsıyla vaki olmuştur, buyurdu. Orada bulunanlar o hurmalardan yiyip doydular.
¥ Hazret-i Hasanın “radıyallâhu anh” menkıbeleri, ilmi, ibadeti, cömertliği, mürüvveti ve diğer üstün ahlakı, şefkati çok yazılmış olup sahih rivayetler ile bildirilmiştir. Burada kısaca yazıldı.
Hazret-i Hasanı “radıyallâhu anh” zehirleyerek şehit etmişlerdir. Vefat edeceği sırada, hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” başucunda idi. Ey kardeşim, seni zehirleyenin kim olduğundan şüpheleniyorsun, dedi. Hazret-i Hasan, onu öldürmek için mi soruyorsun, dedi. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh”, evet, dedi. Hazret-i Hasan, eğer bir kimseden şüpheleniyorsam, Allahü teâlâ ona herkesten şiddetli ceza verir. Eğer şüphelendiğim bir kimse yoksa, günahsız bir kimsenin benim için öldürülmesini istemem, dedi. Onu hanımı Cadenin zehirlediği meşhurdur. Vefatı hicretin 50. senesinde Rebiül-evvel ayının ilk günlerindedir.
İMAM-I HÜSEYİN BİN ALİ “radıyallâhu anhüma”
Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” 12 imamın 3.’sü ve imamların atasıdır. Künyesi Ebû Abdullah’tır. Lakabları, şehit ve seyittir. Hicretin 4. senesinde Şaban ayının 4’ünde, salı günü, Medinede doğdu. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” onun ismini Hüseyin “radıyallâhu anh” koydu. Bu husustan daha önce bahsedilmişti.
Hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” mübarek yüzünde öyle bir nur parlardı ki karanlık bir gecede bir yere otursa, mübarek alnından ve yüzünden parlayan nurun aydınlığında, yolu görürlerdi. Mübarek göğsünden ayaklarına kadar olan kısmı, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” tam benzerdi. Nitekim hazret-i Hasanın de “radıyallâhu anh” mübarek göğsünden başına kadar olan kısmı Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” benzerdi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”: (Hüseyin benden, ben de Hüseyindenim, Allahü teâlâ Hüseyini seveni sever) buyurdu.
İbni Abbas “radıyallâhu anhüma” şöyle nakletmiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” her sabah namazını kıldıktan sonra, mübarek yüzünü Ashâb-ı kirama “radıyallâhu anhüm ecma’în” çevirirdi. Mübarek yüzünü gören herkesin gamı, üzüntüsü gider, mesrûr olurlardı. Bir gün sabah namazından sonra, mübarek yüzünü dönmedi ve hazret-i Aliyi “radıyallâhu anh” çağırdı. İkisi birlikte mescitten çıkıp gittiler. Ashâb-ı kirâm nereye ve niçin gittiklerini anlayamadılar. İkisi birlikte hazret-i Fâtıma’nın evine gittiler. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, ya Ali sen kapıda dur, gelenlerin içeri girmelerine mâni ol buyurdu. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” içeri girdi. O sırada hazret-i Hüseyin doğmuştu. Melekler tebrik etmek için geldiler. Hazret-i Ebû i“radıyallâhu anh” duramayıp, hazret-i Alinin evine gitti. Kapıya gelip, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” nerededir, dedi. Hazret-i Ali içerdedir deyince, müsaade et, ben de gireyim, dedi. Resûlullah meşguldür, dedi. Benim için de içeri girmesin diye sana emretti mi, diye sorunca, hazret-i Ali hayır, yalnız 424.000 melek geldi, dedi. Hazret-i Ebû Bekr bu söze hayret edip, beklemeye başladı. Sonra hazret-i Ömer geldi. Hazret-i Ali ona da aynı şeyleri söyledi. Daha sonra hazret-i Osman ve diğer Ashâb-ı kirâm “radıyallâhu anhüm ecma’în” geldiler. Hazret-i Ali onlara da aynı şeyleri söyledi. Bir müddet sonra Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” dışarı çıktı ve hazret-i Aliyye bütün Ashâbı içeri almasını emir buyurdu. Önce hazret-i Ebû Bekr ve sonra bütün Ashâb-ı kirâm içeri girdiler. Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem”, selam verdiler. Hazret-i Alinin, meleklerin sayısı hakkında söylediği sözden bahsettiler. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyye meleklerin sayısını nasıl bildin, diye sordu. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” melekler gurub gurub geliyorlardı. Her biri bir dil ile konuşuyordu ve sayılarını bildiriyorlardı, dedi. Resûlullah: “Allahü teâlâ aklını ziyade eylesin ya Ali” buyurdu.
¥ İbni Abbas “radıyallâhu anhüma” şöyle rivayet etmiştir: Bir gün Ashâb-ı kiramdan “radıyallâhu anhüm ecma’în” bir cemaat ile Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzurunda oturuyorduk. Bir kişi gelip, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir elma verdi. Resûlullah elmayı mübarek elinde tutuyordu. Hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anhüma” orada idiler. Elmaya bakıyorlardı. Resûlullah elmayı birine verip, diğerini mahzun etmek istemedi. O sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip, ya Muhammed “aleyhisselâm”, emret güreşsinler, hangisi galip gelirse elmayı ona verirsin, dedi. Resûlullah, güreşmelerini emretti ve güreşmeye başladılar. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” tut ya Hasan diyordu. Ben dedim ki ya Resûlallah, Hasana mi tut diyorsunuz? İşte Cebrâil aleyhisselâm da, Hüseyine tut diyor, buyurdu. Bir rivayete göre de hazret-i Fâtıma da orada bulunuyordu. Ya Resûlallah, büyüğüne mi, yoksa küçüğüne mi tut diyorsunuz, dedi. İşte Cebrâil aleyhisselâm Hüseyine diyor buyurdu. Güreş uzadı ve birbirlerine galip gelemediler. Cebrâil aleyhisselâm Cennetten bir elma daha getirdi. İkisine birer elma verip, onları sevindirdiler.
¥ Rivayet olundu ki bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Cebrâil aleyhisselâma, göklerden buraya nasıl geliyorsun diye sordu. Kanadımın altında bir duâ vardır. Onda Hasan ve Hüseyin yazılıdır. Bu 2 isimden kuvvet alırım, dedi.
¥ Bir gün hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh”, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yanında idi. Annesine gitmek istedi. Hava yağmurlu idi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” duâ etti. Hazret-i Hüseyin evine varıncaya kadar yağmur kesildi.
¥ Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” namaz kılıyordu. Kulağına bir çocuk ağlaması geldi. Namazını çabuk bitirip dışarı çıktı. Sebebini sordular. Bir çocuk ağlaması duydum. Onu Hüseyin zannettim, buyurdu. Sonra “Allahım, Hüseyini ağlatanı affetme” buyurdu.
¥ Ümmü Haris “radıyallâhu anha” şöyle anlatmıştır: Bir gün Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna gittim. Ya Resûlallah! Bir rüya gördüm, korktum, dedim. Ne gördün, buyurdu. Senin mübarek vücudundan bir parça kestiler, benim yanıma eklediler, dedim. İyi görmüşsün. Fâtımanın bir oğlu doğacak ve senin yanında kalacaktır, buyurdu. Bir müddet sonra hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” doğdu.
¥ Rivayet edilir ki bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Hüseyini sağ dizine, oğlu hazret-i İbrahimi de sol dizine aldı. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Allahü teâlâ bu ikisini birlikte sana bırakmayacak, birini alacaktır. Sen birini seç, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, eğer Hüseyin vefat ederse, onun ayrılığından benim canım yandığı gibi, Alinin ve Fâtımanın canları yanar. Eğer İbrahim giderse, en çok ben üzülürüm. Kendi üzüntümü onların üzüntüsüne tercih ediyorum, buyurdu. 3 gün sonra hazret-i İbrahim vefat etti. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yanına her gelişinde, “Hoş geldin, ey kendisi için oğlum İbrahimi feda ettiğim kimse”, buyururdu.
¥ Ümmü Seleme “radıyallâhu anha” şöyle anlatmıştır: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gece benim evimde idi. Dışarı çıktı ve uzunca bir müddet sonra geri geldi. Mübarek saçları dağılmış ve tozlara bulanmıştı. Mübarek elinde bir şey tutuyordu. Ya Resûlullah! Bu ne haldir ki sizi böyle görüyorum, dedim. Bu gece beni, Irakta Hüseyin’in ve evlatlarından bir gurubun şehit edileceği Kerbela denilen bir yere götürdüler. Onların kanını topladım, elimde tuttuğum odur, buyurdu. Mübarek elindekini bana verdi ve bunu sakla, buyurdu. Onu aldım, kırmızı renkli bir toprak idi. Bir şişeye doldurup, ağzını sıkıca kapattım. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” Irak seferine çıkınca, her gün o şişeyi çıkarır, bakardım ve ağlardım. Muharrem ayının 10. günü sabahleyin baktım, şişedeki toprak taze kan olmuştu. Hazret-i Hüseyini şehit ettiklerini anladım ve çok ağladım. Fakat düşmanlar karışıklık çıkarmasınlar diye kendimi zabtettim. Şahadet haberi geldi. O gün şehit edilmiş. Hicretin 61. senesi Muharrem ayının onunda, “aşure” günü, Cumartesi günü idi. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” 57 sene 5 ay yaşadı.
¥ Hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” anlatmiştir: Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Cebrâil aleyhisselâm ile beraber idiler. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” içeri girdi. Cebrâil aleyhisselâm, bu kimdir, diye sordu. Resûlullah, oğlumdur deyip onu bağrına bastı. Cebrâil aleyhisselâm, bunun şehit olması yakındır, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, bunu kim şehit edecektir, diye sordu. Cebrâil aleyhisselâm; Senin ümmetin şehit edecek. İstersen nerede şehit edileceğini sana haber vereyim, dedi. Kerbela tarafına işaret edip, bir miktar kızıl toprak aldı. Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” gösterip, bu toprak şehit edileceği yerin toprağıdır, dedi.
¥ İmam-ı Zeynelabidin “rahmetullâhi aleyh” şöyle anlatmiştir: Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” Kufe’ye giderken, yolda her konakladığımız yerde, Yahya bin Zekeriyadan “aleyhimesselam” bahsederdi. Bir gün şöyle buyurdu: Dünyanın aşağılığından ve kıymetsizliğinden biri de, hazret-i Yahyanın “aleyhisselâm” mübarek başını, Beni İsrailden değersiz bir kadına hediye götürmeleridir!
¥ Said bin Cübeyr “radıyallâhu anh” İbni Abbastan “radıyallâhu anhüma” şöyle rivayet etmiştir: Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” Allahü teâlâdan şöyle bir vahiy geldi. Yahya bin Zekeriya’nın “aleyhimesselam” katlinden dolayı, 70bin kimse helak ettim. Senin oğlun [Hazret-i Hüseyin] için, 2 kere 70bin kimse helak eyleyeceğim.
¥ Hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” katillerinden ve onların arkadaşlarından bir belaya düşmeden ve rezil olmadan ölen yoktur. Abdülmelik bin Umeyr şöyle anlatmıştır: Ubeydullah bin Ziyadı Kufede bir köşkte otururken gördüm. Emir-ül müminin hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” mübarek başı önünde idi! Sonra Ubeydullah bin Ziyadın kesilmiş başını Muhtarın önünde gördüm. Muhtarın başını, Zübeyrin oğlu Mus’abın önünde, Mus’abın başını da Abdülmelik bin Mervanın önünde gördüm. Bu hadiselerin hepsi kısa bir zamanda, bir asır içinde vuku buldu.
¥ İtimad olunan kimselerden biri şöyle anlatmiştir: Ubeydullah bin Ziyadın ve arkadaşlarının kesilmiş başlarını Kufe mescidine getirip koydular. Ben de orada idim. Orada bulunanlar, geldi! geldi! diye bağrıştılar. Bir de baktım, bir yılan geldi. Başların arasında dolaştı ve Ubeydullah bin Ziyadın burnunun deliğinden içeri girdi. Biraz durduktan sonra çıktı ve kayboldu. Sonra insanlar yine, geldi! geldi! diye bağrıştılar. O yılan tekrar geldi. Önceki gibi yaptı. Bu hal defalarca tekrarlandı.
¥ Nakledilmiştir ki Şemir bin Zilcuş, hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” yükleri arasında bir miktar altın bulup aldı. Bir kısmını kızına ziynet yaptırmak için bir kuyumcuya verdi. Kuyumcu altını ateşe koyunca, altın eriyip yok oldu. Şemir bunu duyunca, kuyumcuyu yanına çağırıp geri kalan altını da verip, gözü önünde ateşe koymasını istedi. Kuyumcu o altını da ateşe koyunca, yine eriyip yok oldu. Hiçbir şey kalmadı.
¥ Nakledilmiştir ki hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” bir kaç devesini, o bedbaht kimseler kesip pişirmişlerdi. O kadar acı olmuştu ki hiçbiri bir lokma yiyemediler. Vahib “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” mübarek başını taşıyan deveyi de kestiler. Eti, meşhur acı sabır otundan daha acı olmuştu. Eti ateşe atıp yaktılar.
¥ İtimad edilir kimselerden biri şöyle anlatmıştır: Tay kabilesinden birine sordum. Cinlerin hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” için feryat ederek ağlaştıklarını duymuşsunuz, öyle mi? Evet bu kabileden herkes duymuştur. Kime sorsan sana anlatır, dedi. Ben senden duymak istiyorum, dedim. Onlar şöyle diyorlardı diyerek, şu manada beyt söyledi.
Resûlullahın okşadığı alnının nuruyla aydınlanır her yer,
Babası Alidir, dedesi her dededen üstün ve hayırlıdır.
Hazret-i Hüseyini “radıyallâhu anh” şehit eden bedbahtlardan biri, Medine’de hutbeye çıkarak, güya müjde veriyordu. O gece Medinede bir ses işitildi. Fakat sesin sahibi görülmüyordu ve şu manadaki şiiri söylüyordu:
Ey Hüseyini şehit eden cahil katiller,
İbret olsun size, azap ile müjdelenenler.
Göktekiler size beddua ederler,
Her zümre, bütün Nebîler ve melekler.
Ey Davud nebî lisanıyla lanetlenenler,
İsa bin Meryem de size beddua eder.
Rum diyarı gazilerinden biri şöyle demiştir. Rum ahalisinin kiliselerinden birinde şu manada beyti yazılı gördüm.
Nasıl umarlar şehit edenler Hüseyini,
Yevm-i kıyamette dedesinden şefaati.
O beyti gören gazi demiştir ki bunu kim yazdı diye sordum, bilmiyoruz dediler.
Bu fakir [Lamii Çelebi] bu beyti şöyle bir nazire yazarak tercüme etmiştir:
Yevm-i Ceza şefaatciden nice umar,
Onlar yaptılar aline bu vechle eza.
Kevser şarabını ne yüzle diler şu kim,
Susuz elinde katl ola evlat-ı Murtaza.
¥ Zeyd bin Erkam “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: İbni Ziyad, hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” mübarek başını getirtip, Kufenin bütün mahallelerinde dolaştırılmasını emretmişti. Ben evimin penceresinden bakıyordum. Benim hizama gelince mübarek başından işittim ki meal-i şerifi, (Sen sanırmısın ki Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakim bizim alâmetlerimizden ibrete şayan olanlardır) olan Kehf sûresinin 9. âyet-i kerimesini okuyordu. Bunu işitince, tüylerim ürperdi. Vallahi bu senin başındır ey Resûlullahın oğlu! Senin işin çok acayipdir, diye bağırdım.
¥ Rivayet edilmiştir ki Mamer ve Zühri “rahimehümallah” Abdülmelik’in meclisinde idiler. Velid onlara, hazret-i Hüseyinin şehit edildiği gün, Kudüsün taşları ne hâlde idi, hanginiz bilir, diye sordu. Zühri “rahmetullâhi aleyh”, bana şöyle haber ulaştı diyerek anlattı: Kaldırdıkları her taşın altında taze kan görmüşler. Biri de şöyle anlatmiştir: Hazret-i Hüseyinin şehit edildiği gün kan yağdı. Her şeyimiz kana bulandı. Gökyüzü bize günlerce kan renginde göründü.
Abdullah bin Abbastan “radıyallâhu anhüma” şöyle rivayet edilmiştir: Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Peygamberliğinin bildirilmesinden 300 sene önce, 4 yüzünde yazı olan, bir taş bulundu.
Bir yüzünde şöyle yazılmıştı:
Nasıl umarlar, şehit edenler Hüseyini,
Yevm-i kıyamette dedesinden şefaati.
Bir yüzünde ise;
“Hayır ekerse bir kimse, sürur biçer” yazılı idi.
Bir yüzünde;
“Şer eken, pişmanlık biçer” yazılı idi.
Bir yüzünde de;
“Şüphesiz ki Cennette Ali, Hasan ve Hüseyin “radıyallâhu anhüm” için sütten bir nehir vardır” yazılı idi.
¥ Muhammed bin Riyah şöyle anlatmiştir: Bir ama gördüm. İnsanlar etrafında toplanmışlar, gözlerinin kör olmasının sebebini anlamak istiyorlardı. O ama kimse şöyle anlattı. Biz on arkadaş hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” şehit edildiği gün beraberdik. Fakat ben ona asla ok atmadım ve kılıç çekmedim ve şehit edilmesine razı değildim. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” şehit edildikten sonra, eve gelip, yatsı namazını kıldım ve yattım. Rüyamda bir adam gördüm. Yanıma gelip kalk, Muhammed aleyhisselâma cevap ver, dedi. Onunla benim aramda bir şey yok dediysem de, beni tutup, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna götürdü. Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” gördüm. Bir sahrada üzüntülü hâlde oturuyordu. Huzurunda da elinde ateşten kılıç bulunan bir melek duruyordu. Huzuruna yaklaşıp selam verdim. Selamıma cevap vermediler. Uzun müddet durduktan sonra, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek başını kaldırdı ve bana, “Benim hürmetimi düşürdün, izzetimi öldürdün ve hakkıma riâyet etmedin” buyurdu. Ben, ya Resûlallah! Ben ona ok atmadım ve bir şey yapmadım, dedim. Evet, doğru söylüyorsun. Fakat katillerin arasında idin, buyurdu. Sonra, yaklaş, gel buyurdu. Yaklaştım. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” önünde bir leğen vardı. İçi kan ile dolu idi. Bu oğlum Hüseyinin kanıdır, buyurdu. O kandan gözlerime sürdü. Uyandığımda gözlerimin nuru gitmiş, görmez olmuştum!
¥ Yunus bin Yahya babasından, o da dedesinden şöyle rivayet etmiştir: Mekkede bir kişi gördüm. Uzuvları eğri büğrü olmuştu. Ey insanlar! Beni evlat-ı Muhammede “sallallâhü aleyhi ve sellem” götürün, diyordu. Bir kaç kişi yanına gidip, ne istiyorsun, dediler. Ben falan kimseyim, dedi. Hayır yalan söylüyorsun, bahsettiğin kimsenin azaları sağlam ve güzel yüzlüdür. Senin yüzün siyah, azaların bozuk dediler. Vallahi ben falan kimseyim, anlatayım, dinleyiniz, dedi ve şöyle anlattı: Ben hazret-i Hüseyinin devecisi idim. Bir yerde konaklamıştık. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” hacet için bir yerde oturduğunda, gözüm acem padişahının kızı Şehr-i Banu ile evlendiklerinde hediye gelen bir kemere takıldı. İsteyecektim. Fakat heybetinden çekinip isteyemedim. Kerbelaya geldik. O musibet meydana geldi, onu şehit ettiler. Şehitlerin cesetlerini bırakıp gitmişlerdi. Kufeye dönüyorduk. Birden aklıma o kemer geldi. Geri dönüp, şehitlerin bulunduğu yere gittim. Hazret-i Hüseyinin mübarek başı kesilmiş, kanlar içinde yatıyordu. Kemerini çözüp almak istedim. Sağ elini kaldırıp bana bir darbe vurdu ki azalarım birbirinden ayrıldığını zannettim. Sonra mübarek eliyle tuttu. Ayağımı mübarek göğsüne koyup, kemeri çok çektim ise de parmakları açılmadı. O zaman bıçağımı çıkarıp, mübarek parmaklarını kestim. Sonra sol eliyle tuttu. Onu da kestim. Bu sırada karşıdan birkaç atlının geldiğini gördüm. Burnuma çok hoş kokular geliyordu. Onları gördüm: (İnna lillah ve inna ileyhi raciun) dedim. Gelenler şehitler arasında sağ olan varmı diye araştırıyorlardı. Ben kendimi yere attım ve korkudan bir hoş oldum. Önden birisi geliyor ve ben Muhammed Resûlullahım “sallallâhü aleyhi ve sellem” diyordu. Arkasından birisi ben Hamza bin Abdülmuttalibim diyordu. Biri de ben Cafer-i Tayarım, başka birisi ben Ali bin Ebû Talibim, bir diğeri ben Hasan bin Aliyim, bir diğeri de ben Fâtıma-tüz-Zehrayım diyordu. Hepsi gelip hazret-i Hüseyin için ağlaştılar. Ey sevgili oğlumuz ve gözümüzün nuru, senin kesilmiş başına mı, ellerine mi, yaralı bedenine mi, yoksa esir olmuş evladına mı ağlayalım. Seni şehit ettilerse, ellerini niçin kestiler, diyorlardı. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, sevgili oğlumun başını getirin, buyurdu. O anda hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” başını ellerinde gördüm. Mübarek başı bedeninin üzerine koydu. Hazret-i Hüseyinin doğrulup, oturduğunu gördüm. Resûlullah onu kucakladı, ağladı ve ey oğlum, seni aç ve susuz şehit etmişler, sana yemek ve su verselerdi, Allahü teâlâ da onları açlık ve susuzluk gününde doyurur ve su verirdi, buyurdu. Sonra ya Hüseyin, seni şehit edeni biliyorum, fakat ellerini kim kesti buyurdu. Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” beni göstererek, işte şu öldürülenler arasında gizlenen kişi kesti, dedi. Bana dedi ki kalk ya şaki. Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” cevap ver. Ben de kalkıp huzuruna vardım. Ey Allahın düşmanı, niçin benim sevgili oğlumun elini kestin, buyurdu. Ya Resûlallah, ben onu şehit etmeye uğraşmadım, dedim. Parmaklarını kesmek daha kötüdür, buyurdu. Sonra bana ey Allahın düşmanı, Allahü teâlâ şeklini değiştirsin, diye duâ etti. Ondan sonra azalarımı değişmiş buldum, dedi. Bunları dinleyenler o kimseye lanet ettiler.
¥ Vakıdi “rahmetullâhi aleyh” şöyle bildirmiştir: Mel’un Şimir, hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” mübarek başını kestikten sonra, bir torbaya koyup evine getirdi. Torbayı yere koyup, üzerine bir dağarcık koydu. Hanımı gece dışarı çıktığında, o dağarcıktan bir nurun göklere yükseldiğini gördü. Yanına yaklaşınca altından bir ses işitti. Hemen kocası Şimirin yanına gidip, durumu anlattı ve onun altında ne vardır diye sordu. Şimir mel’unu, bir haricinin başıdır. Yezide götürüyorum, bana çok mal verir, dedi Hanımı, adı nedir, diye sordu. Hüseyin bin Alidir deyince, kadın bir çığlık attı ve bayılıp düştü. Kendine geldiğinde, kocasına, ey mecusiden daha kötü kimse! Allahtan korkmadın mı? Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” kabrinde inciddin. Âlemlerin seyyidinin göz nurunun başını kestin, dedi. Sonra ağlayarak, Şimirin yanından çıktı. Şimir uyuyunca, hazret-i Hüseyinin mübarek başını alıp öptü ve odasına götürdü. Başka kadınları da çağırdı. Kapıları kapatıp ağlaştılar. Gece ilerleyince, kadını uyku bastırıp, uyudu. Rüyasında evinin yarıldığını ve her tarafı bir nurun kapladığını gördü. Bir beyaz bulut içinde 2 hatun geldi. Hazret-i Hüseyinin başını alıp ağlaştılar. Bu 2 hatun, hazret-i Hadice ve hazret-i Fâtımadır “radıyallâhu anhüma” dediler. Sonra yüzü ay gibi parlayan bir kimse geldi. Bu, Muhammed aleyhisselâmdır, dediler. Sağ tarafında hazret-i Hamza, Cafer-i Tayar ve diğer Ashâb-ı kirâm vardı. Ağlaştılar ve hazret-i Hüseyinin başını öptüler. Hazret-i Hadice ve hazret-i Fâtıma Şimirin hanımının yanına gelip, senin bizim üzerimizde hakkın çoktur. Ne istersin, dediler. Eğer kabul ederseniz, Cennette sizinle birlikte olayım, dedi. Allahü teâlâ işlerini ıslah etsin, seni bekleyoruz, dediler. Şimirin hanımı uyanıp, rüyasını oradaki kadınlara anlattı. Sabahleyin kocası Şimir gelip, hazret-i Hüseyinin mübarek başını istedi. Hanımı vermedi. Artık seninle yaşayamam, beni boşa dedi. Şimir onu boşadı. Fakat mübarek başı yine vermedi. Ölürüm de yine vermem, dedi. Şimir kadını öldürdü ve hazret-i Hüseyinin mübarek başını aldı. Hazret-i Hüseyin, hicretin 61. senesinde Muharrem ayının onunda ve Cuma gününde şehit edildi.
Ehl-i Beyt imamlarından bir kısmı anlatıldı. Diğerleri her ne kadar Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” görmediler ise de, o altın silsilenin kerametlerini ve üstün hallerini, dedelerinden sonra anlatmak lazımdır. Âlimler, arifler ve ehl-i yakin, izzetleri ve şerefleri sebebiyle onlara altın silsile adını vermişlerdir.12 imamın menkıbeleri anlatıldıktan sonra, Ashâb-ı kiramın bazılarının menkıbeleri bildirilecektir.
İMAM-I ZEYNEL’ABİDİN ALİ BİN HÜSEYİN “radıyallâhu anh”
¥ Hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” oğludur. 12 imamın 4.’südür. İsmi Ali, künyesi Ebû Muhammed ve Ebül Hasandir. Lakabları Seccad ve Zeynelabidindir. Hicretin 33. senesinde Medinede doğdu. Annesi Şehr-i Banu o devrin acem padişahının kızıdır ve Nuş-i Revan-ı adilin evladındandır. [Son Sasani hükümdarı Yezdecerdin kızıdır.] İmam-ı Zeynelabidinin vefatı, hicretin 94. senesinde Muharrem ayının 18’indedir. Hicri 95 senesinde vefat ettiği de söylenmiştir.
Kendisine Zeynelabidin denilmesinin sebebi şudur: Bir gece teheccüd namazı kılıyordu. Şeytan ejderha şekline girip, kendisini meşgul etmek istedi. Hiç aldırış etmeyince, ayak parmağını ısırdı. Parmağı çok acıdığı hâlde, namazını bozmadı. Allahü teâlâ ejderhanın şeytan olduğunu keşif ile bildirince, ona vurarak, uzak ol ey mel’un dedi. Şeytan uzaklaşıp gitti. İbadetini tamamlamak için kalkınca görmediği birisi 3 defa, sen Zeynelabidinsin, yani ibadet edenlerin süsüsün diye seslendi.
Her abdest aldığında benzi sararır, vücudu titremeye başlardı. Bu halin sebebini sorduklarında kimin huzuruna çıkacağımı biliyor musunuz, buyururdu. Bir gün evinde namaz kılarken, evi yanmaya başladı. Secdede idi. Ey Resûlullahın torunu, yangın çıktı, yangın çıktı, diye bağrıştılar. Başını secdeden hiç kaldırmadı. Sonunda ateş söndü. Sizin bu ateşe aldırmamanızın sebebi ve onu size fark ettirmeyen şey nedir diye sordular. Ahiret ateşini, Cehennem ateşini düşünmektir, buyurdu. Kerametleri ve harikaları çoktur.
¥ Zühri “rahmetullâhi aleyh” şöyle anlatmiştir: Halife Abdülmelik bin Mervanın emriyle, Zeynelabidin Ali bin Hüseyinin “radıyallâhu anh” ayaklarını ağır bendlerle, ellerini ve boynunu da zincirlerle bağlamışlardı. Başına da nöbetçiler koymuşlardı. Onu görmek için izin istedim. Selam verip vedalaşayım, dedim. İzin verdiler. Huzuruna girdim. Bir çadır içinde idi. Onu o vaziyette görünce ağladım. Keşke senin yerine ben olsaydım da, sen selamet üzere olsaydın, dedim. Ey Zühri, sen beni bu bağlarla bağlı ve huzursuz mu zannedersin! İstesem bu bağlardan kurtulurum. Fakat sana ve senin gibilere de böyle bir eziyet yapıldığında, Allahü teâlânın azâbı hatırlanırsa, bunlar kolay gelir, buyurdu. Sonra ellerini ve ayaklarını zincirlerden kurtardı ve ben bu bağlarla 2 konaktan fazla gitmeden kurtulacağım dedi. Aradan 4 gün geçti. Bir de baktım ki onu gözetlemek için vazifelendirilen bekçiler, Medinenin 4 bir tarafında dolaşarak onu arıyorlardı. O bekçilerden bazıları şöyle anlattılar. Biz bir yerde konakladık ve hepimiz onun etrafını sarıp, sabaha kadar hiç uyumadan gözetledik. Sabahleyin onu mahmilin içinde göremedik. Zühri sözlerine devamla şöyle anlatmiştir. Sonra Abdülmelik bin Mervanın yanına gittim. Bana Zeynelabidini “radıyallâhu anh” sordu. Bildiklerimi anlattım. Abdülmelik bin Mervan dedi ki: Zeynelabidin Ali bin Hüseyini buraya yanıma getirdiler. Bana, benimle senin aranda ne olmuştur, dedi. Ben yanımda ikâmet et dedim. Burada ikâmet etmem, dedi ve çıkıp gitti. Onun korkusundan ve heybetinden bir şey söyleyemedim.
Zühri “rahmetullâhi aleyh” ondan bahsederken ağlardı ve o Zeynelabidindir, derdi.
¥ İtimad edilir kimselerden bir Zât şöyle anlatmıştır: Bir gün Zeynelabidin Ali bin Hüseyinin “radıyallâhu anhüma” evine gittim. Kapısına varınca, seslenip çağırayım diye durdum. Dışarı çıktı. Selam verdim, selamımı aldı. Bir duvarın dibine gittik. Bana bu duvarı görüyor musun dedi. Evet görüyorum deyince, şöyle anlattı: Bir gün bu duvarın dibinde yaslanmış oturuyordum. Karşıma güzel yüzlü ve güzel elbiseli biri geldi. Bana baktı ve ey Ali bin Hüseyin, seni üzüntülü görüyorum. Eğer üzüntün dünya için ise, rızk hazırdır. İyi kötü herkes rızkını yiyecektir, dedi. Hayır, dünya için üzülmüyorum. Dünya söylediğin gibidir, dedim. Eğer üzüntün ahiret için ise, o da hakiki bir vaattır ve Allahü teâlâ orada hükmedecektir, dedi. Üzüntüm ahiret için de değildir. Ahiret de söylediğin gibidir, dedim. O hâlde ne için üzülüyorsun, dedi. Zübeyrin oğlunun fitnesinden korkuyorum, dedim. Ey Ali, hiçbir kimseyi gördün mü ki o Allahü teâlâdan korktu da, Allahü teâlâ onun işine kifâyet etmedi, dedi. Hayır dedim. Sonra o Zât gözden kayboldu. Bana o Zâtın Hızır aleyhisselâm olduğunu ve doğru söylediğini bildirdiler.
¥ Yukardaki hadiseyi bildiren Zât, yine şöyle anlatmiştir: Bir gün Zeynelabidinin “radıyallâhu anh” yanına gitmiştim. Bir gurub serçe kuşu gelip etrafımıza kondular ve kalktılar. Bana bu serçeciklerin ne söylediklerini biliyor musun, dedi. Hayır bilmiyorum, dedim. Rızklarını veren Allahü teâlâdan, bugünkü rızklarını istiyorlar, buyurdu.
¥ Bir gece Bâkî kabristanı tarafından, “Ey dünyaya kıymet vermeyip, ahirete rağbet edenler” diye bir ses duyuldu. Fakat söyleyeni kimse görmedi. Bu söz Zeynelabidin “radıyallâhu anh” için idi.
¥ Bir gün Zeynelabidin “radıyallâhu anh” evlatları ve hizmetçilerinden bir gurubla sahraya çıkmışlardı. Sabah kahvaltısı hazırladılar. Bir ceylan gelip yanlarında durdu. Zeynelabidin “radıyallâhu anh” ceylana seslenip, ben Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Talibim. Annem (ninem) Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” kızı hazret-i Fâtımadır “radıyallâhu anha”. Gel bizimle biraz yemek yi, dedi. Ceylan geldi, onlarla yedi. Sonra ayrılıp gitti. Hizmetçilerinden biri ceylanı yine çağır gelsin, dedi. Ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, çağırayım, dedi. Hepsi dokunmayacağına söz verdiler. Yine önceki gibi söyleyerek ceylanı çağırdı. Ceylan gelip onlarla yemeye başladı. Sofrada bulunanlardan biri, elini ceylanın üzerine dokundurdu. Ceylan ürküp gitti. Zeynelabidin “rahmetullâhi aleyh” söylediğimi tutmaz ve sözünüzde durmazsanız, sizinle konuşmam, buyurdu.
¥ Bir gün bir deve yolda yürümekte gevşeklik edip, yürümüyordu. Zeynelabidin “radıyallâhu anh” onu çöktürdü. Kamçısı ve asasını göstererek, çabuk yürü, yoksa bunlarla seni döverim, dedi. Ondan sonra deve hızlı yürümeye başladı ve bir daha tembellik yapmadı.
¥ Bir gün sahrada oturuyorlardı. Bir ceylan yanlarına gelip, ayaklarını yere vurarak, bir takım sesler çıkardı. İmam-ı Zeynelabidine ceylan ne söylüyor diye sordular. Dedi ki: Dün bir Kureyşli bu ceylanın yavrusunu tutmuş. Dünden beri yavruma süt vermedim, diyor. O Kureyşliyi çağırdılar. Bu ceylanın yavrusunu tutmuşsun. Dünden beri süt emzirememiş. O yavruyu getir sütünü versin. Yavru yine senin olsun, dedi. Kureyşli ceylanın yavrusunu getirdi. Ceylan yavrusunu emzirdi. İmam-ı Zeynelabidin “radıyallâhu anh” o kimseden ceylanın yavrusunu bağışlamasını istedi. O da serbest bıraktı. Ceylan yavrusu ile birlikte sesler çıkararak gitti. Oradakiler, ceylan ne söylüyor diye sordular. Allahü teâlâ size iyilikler ve hayrlar versin, diye duâ ediyor, buyurdu.
¥ İmam-ı Zeynelabidin “radıyallâhu anh” vefat edeceği gece, oğlu Muhammed Bakırdan “radıyallâhu anh” abdest almak için su istedi. Suyu getirdiler. Bu suyun içinde hayvan ölmüştür, dedi. Mum ışığında dikkatle baktılar. Suyun içinde bir fare ölüsü vardı. Tekrar su getirdiler. Abdest aldı ve artık vefatım yakındır buyurarak, vasiyetini yaptı.
¥ İmam-ı Zeynelabidinin “radıyallâhu anh” bir devesi vardı. Ona binip Mekkeye gitti. Vurmaya hiç lüzum kalmadığı için, kamçısı palanda asılı dururdu. Medineye döndükten sonra, İmam-ı Zeynelabidin vefat etti. O devesi kabrine gelerek göğsünü kabrin üzerine koyup inledi. İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” deveye, Allahü teâlâ sana bereketler versin, kalk, dedi. Deve kalkmadı. Bunun üzerine, kalkması için uğraşmayın, deve burada ölecek buyurdu. 3 gün sonra deve orada öldü.
¥ Hazret-i Hüseyin “radıyallâhu anh” şehit edildikten sonra, Muhammed bin Hanefiye “radıyallâhu anh”, İmam-ı Zeynelabidinin “radıyallâhu anh” yanına gelip, ben senin amcanım, yaşım senden büyüktür. İmamete senden daha çok layıkım. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” silahını bana ver, dedi. İmam-ı Zeynelabidin “radıyallâhu anh”, amcacığım, Allahü teâlâdan kork, hakkın olmayan bir şeyi isteme, dedi. Israr edince de, bir hakime gidelim, dedi. Muhammed Hanefiye “radıyallâhu anh” o hakim kimdir diye sordu. Hacer-ül-esvettir, dedi. Beraberce Hacer-ül-esvedin yanına gittiler. Ey amca, imamete kimin lâyık olduğunu sor, dedi. Muhammed bin Hanefiye “radıyallâhu anh” sordu. Hiç cevap gelmedi. İmam-ı Zeynelabidin “radıyallâhu anh” ellerini kaldırıp, Hacer-ül-esvedi dile getirmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Sonra Hacer-ül-esvede hitab ederek, hazret-i Hüseyinden “radıyallâhu anh” sonra imamete kimin lâyık olduğunu söyle dedi. Hacer-ül-esved dile gelip, açık bir ifade ile hazret-i Hüseyinden “radıyallâhu anh” sonra imamet Zeynelabidinin hakkıdır, dedi.
¥ Kâbeyi tavaf sırasında bir erkekle bir kadının elleri Hacer-ül-esvede yapıştı. Ne kadar uğraştılarsa da ellerini ayıramadılar. O sırada İmam-ı Zeynelabidin “radıyallâhu anh” oraya geldi. Mübarek elini onlara dokundurdu. Derhallelleri kurtuldu ve yollarına gittiler.
¥ Abdülmelik bin Mervan, Haccaca: Abdülmuttalib oğullarını öldürmekten sakın. Ebû Süfyanın akrabası bu hususta aşırı gitmişlerdi. Onların saltanatı çabuk bitti diye bir mektup yazarak gizlice gönderdi. Bu durum İmam-ı Zeynelabidine “radıyallâhu anh” malum oldu ve Abdülmelik bin Mervana: Falan gün falan saatte Haccaca şöyle bir mektup yazdın. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana yaptığın bu işin Allahü teâlânın rızasına sebep olduğunu, mülkünü sende Sâbit kıldığını ve senin padişahlık zamanının biraz daha uzadığını haber verdi diye bir mektup yazdı. Mektubu bir hizmetçisine verip kendi devesiyle gönderdi. Abdülmelik bin Mervan mektubu alıp mektuptaki tarih ile kendi mektubunun tarihinin aynı olduğunu görünce, bildirilenin doğru olduğuna inandı. Deveye götürebileceği kadar hediyeler yükleyip, İmam-ı Zeynelabidine “radıyallâhu anh” gönderdi.
¥ Minhal bin Amr şöyle anlatmıştır: Hacca gitmiştim. Zeynelabidin Ali bin Hüseyine “radıyallâhu anh” uğradım. Bana Huzeyme bin Kahil el-Esediyi sordu. Ben Kufede iken hayatta idi dedim. Ellerini kaldırıp, Allahım! Huzeymeye demrin ve ateşin hararetini tattır diye duâ etti. Kufeye döndüm. Muhtar bin Ebû Ubeyd daha önce yola çıkmıştı. Onunla eskiden dostluğum vardı. Ona yetiştim. Beraber yola devam ettik. Yolda bir yerde durdu. Birini bekleyordu. O sırada Huzeymeyi getirdiler. Muhtar bin Ebû Ubeyd, Allahü teâlâya hamd olsun ki seni elde ettim, dedi. Sonra bir cellat çağırdı. Emretti, Huzeymenin ellerini ve ayaklarını kestiler. Ateş yakmalarını istedi. Bir yük kamış getirerek yakıp, Huzeymeyi ateşin içine attılar. O habis yandı. Bu hâli görünce, Sübhânallah, dedim. Muhtar bana, neden böyle söyledin, diye sordu. Zeynelabidinin “radıyallâhu anh” duâsını söyledim. Sen bunu kendin duydun mu? diye sordu. Evet duydum, dedim. Muhtar hemen 2 rekat namaz kıldı ve uzun secde yaptı. Sonra kalktı. Sonra birlikte yola devam ettik. Bizim evin önünden geçerken Muhtar bin Ebû Ubeyde buyur bizde yemek yiyelim, dedim. Bana, ey Minhal, hem Allahü teâlânın, Zeynelabidin Ali bin Hüseyinin “radıyallâhu anh” duâsını kabul buyurduğunu söylüyorsun, hem de yemek yiyelim diyorsun. Bu gün onun şükranesi olarak oruç tuttum, dedi.
İMAM-I MUHAMMED BAKIR “radıyallâhu anh”
İmam-ı Zeynel Abidin’in “radıyallâhu anh” oğludur. 12 imamın 5.’sidir. İsmi Muhammeddir. Künyesi Ebû Cafer’dir. Lakabı Bakır’dır. Derin ilimler sahibi olması sebebiyle bu lakab verlimiştir. Annesi hazret-i Hasanın “radıyallâhu anh” kızı Fâtıma’dır. Hicretin 57. senesinde, hazret-i Hüseyin’in “radıyallâhu anh” şehit edilmesinden 3 sene önce Safer ayının 3’ünde Cuma günü Medinede doğdu. Hicretin 114’ünde Medine’de vefat etti. Kabir-i şerifi, Bâkî kabristanında ecdadının kabirleri yanındadır.
¥ İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” şöyle anlatmıştır: Bir gün Cabir bin Abdullahın “radıyallâhu anh” evine gittim. İçeri girip selam verdim. Selamımı aldı. Gözleri görmez olmuştu. Bana kimsin diye sordu. Zeynelabidinin oğlu Muhammedim, dedim. Ey oğlum, yanıma yaklaş, dedi. Yaklaştım, elimi tutup öptü. Ayağımı da öpmek için eğildi, geri çektim. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sana selamı var, dedi. Bu nasıl olur diye sordum. Şöyle dedi: Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana, “Ey Cabir, sen benim oğullarımdan Muhammed bin Ali bin Hüseyin’i görünceye kadar yaşayacaksın. Allahü teâlâ ona nur ve hikmet vermiştir. Ona benden selam söyle”. Başka bir rivayette ise “Sen Hüseyin’in oğullarından din ilimlerinde derin âlim olan Muhammed Bakırı görünceye kadar yaşayacaksın. Ona benden selam söyle” buyurdu, dedi. Cabir bin Abdullah “radıyallâhu anh” onunla görüştükten bir kaç gün sonra vefat etti.
¥ Güvenilir kimselerden bir Zât şöyle anlatmıştır: Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” ile halife Hişam bin Abdülmelik’in evine uğradık. Bu ev harab olacak ve toprağı da buradan nakledilecek, taşlar açıkta kalacaktır, dedi. O zaman Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” bu sözüne hayret edip, Hişamın evini kim yıkabilir diye düşünmüştüm. Hişam vefat ettikten sonra oğlu Velid, o evin yıkılması için emir verdi. Toprağını başka yere taşıdılar. Taşların açıkta kaldığını gördüm.
¥ Yine aynı şahıs şöyle anlatmıştır: Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” ile beraberdik. Zeyd bin Ali “radıyallâhu anh” yanımıza uğradı ve sonra ayrılıp gitti. Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” onun için şöyle dedi: Bunu şehit edip başını dolaştırırlar ve buraya getirip bir kamışın üzerine dikerler. Ben yine hayret etmiştim. Çünkü, Medinede kamış yoktu. Daha sonra Zeydin mübarek başını getirdiklerini ve bir de kamış getirdiklerini gördüm.
¥ İmam-ı Muhammed Bakırın oğlu İmam-ı Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anhüma” şöyle anlatmiştir: Babam bana, ben vefat ettiğim zaman beni sen yıka. Çünkü, imamı, imamdan başkası yıkayamaz diye vasiyet etti. Ayrıca kardeşin Abdullah da imamlık davasında bulunacaktır. Ona karışma. Çünkü, ömrü kısa olacaktır, buyurdu. Babam vefat edince cenazesini yıkadım. Kardeşim Abdullah imamlık davasında bulundu. Fakat, babamın bildirdiği gibi ömrü kısa sürdü.
¥ Feyiz bin Matar şöyle anlatmıştır: Mahmil üzerinde nasıl namaz kılınacağını sormak için, İmam-ı Muhammed Bakır’ın “radıyallâhu anh” huzuruna gittim. Henüz ben bir şey söylemeden, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” binek hayvanı ne tarafa giderse gitsin üzerinde namaz kılardı, buyurdu.
¥ Bir Zât şöyle anlatmıştır: Bir gün İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” huzuruna girmek için izin istedim. İçerde kardeşlerinden birkaç kişi vardır. Biraz bekle, buyurdu. Biraz sonra huzurundan 12 kişi çıktı. Dar elbiseler giymişlerdi. Selam verip geçtiler. Sonra ben içeri girdim. Huzurundan çıkanları tanımadığımı ve kim olduklarını sordum. Bunlar cinnilerden olan kardeşlerinizdir. Sizin gelip, haram ve helalden sorduğunuz gibi, onlar da gelip soruyorlar, buyurdu.
¥ Muhammed Bakır hazretlerinin oğlu Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anhüma” şöyle demiştir: Bir gün babam, ömrümden 5 seneden fazla kalmadı, buyurmuştu. Vefat edince hesapladım. Tam 5 sene geçmişti.
¥ Bir Zât şöyle anlatmıştır: İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” ile beraber Mekke ile Medine arasında yolda idik. O katıra binmişti. Ben de bir merkebe binmiştim. Bir ara dağdan aşağı bir kurd geldi, yaklaştı ve 2 ayağını katırın eğerine koyarak bir şeyler söyledi. Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” dinledi. Sonra yürü git, dediğini yaptım, buyurdu. Bana dönerek: Kurt ne dedi biliyormusun, diye sordu. Allahü teâlâ ve Resûlü ve Resûlullahın oğlu daha iyi bilir, dedim. Kurt dişisinin bir ağrıya tutulduğunu söyledi. Duâ ediniz de kurtulsun ve senin dostlarından hiç kimseye benim neslim musallat olmasın, dedi. Ben de duâ ettiğimi söyledim, buyurdu.
¥ Seleften bir Zât şöyle anlatmiştir: Mekkede idim. Muhammed Bakırı “radıyallâhu anh” görmeyi çok arzu ettim. Yola çıkıp, Medineye gittim. Medineye vardığım gece şiddetli yağmur ve soğuk vardı. Gece yarısı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” evinin kapısına gittim. Kapıyı çalayım mı, yoksa sabahı bekleyeyim mi diye düşünüyordum. O sırada Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” sesini duydum. Cariyesine, falan kimse için kapıyı aç, bu gece yağmura tutulmuş ve soğuktan üşümüş, diyordu. Kapı açıldı, içeri girdim.
¥ Bir Zât şöyle anlatmiştir: Bir gün Muhammed Bakırı “radıyallâhu anh” ziyaret için evine gittim. Başkalarının içeri girmesine izin verdiği hâlde, bana izin vermedi. Çok üzüldüm ve evime döndüm. O gece gözüme uyku girmedi. Düşünceye daldım. Kendi kendime kime gideyim, dedim. Eğer mürcie fırkasına gitsem, onların şöyle bozuk sözleri vardır. Kaderiye fırkasına gitsem, onlar da şöyle şöyle yanlış düşünüyorlar. Zeydiye fırkasına gitsem, onlar şöyle derler diye her birinin bozuk ve sapık fikirlerini düşünüyordum. Ben bu düşüncelerde iken, sabah ezanı okunmaya başladı. O sırada kapım çalındı. Dışarı çıkıp, gelen kimseye sen kimsin dedim. Ben Muhammed Bakır’ın “radıyallâhu anh” elçisiyim. Seni çağırıyor, dedi. Hemen elbisemi giyip gittim. Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” huzuruna girince, bana ey falan kimse, Mürciyeye, Kaderiyeye, Zeydiyeye ve Haruniyeye niçin dönüyorsun, bize dön buyurdu.
¥ Yine bir zât şöyle anlatmiştir: Mekke ile Medine arasında idim. Birden bire uzakta bir karartı gördüm. Bazen görünüyor, bazen gözden kayboluyordu. Yaklaşınca baktım ki 7-8 yaşlarında bir oğlan çocuğu idi. Bana selam verdi. Selamını aldım. Nereden geliyorsun, dedim. Allahü teâlâdan geliyorum, dedi. Nereye gidiyorsun, dedim. Allahü teâlâya gidiyorum, dedi. Yiyeceğin nedir, dedim. Takvadır, dedi. Sen kimsin, dedim. Araplardan bir kimseyim, dedi. Biraz daha açıkla, dedim. Kureyşliyim, dedi. Biraz daha açıkla, dedim, Hâşimîyim, dedi. Daha açıkla, dedim. Hazret-i Alinin neslindenim dedi. Sonra şu manadaki şiri okudu:
Öyle bir bereket havuzu üzereyiz ki biz,
Ondan ziyadesiyle rızıklanır mesut oluruz.
Enbiyanın kavuştuğuna, kavuşmadı kimse,
Hüsranda kalmaz, bereketlendirdiğimiz kimse.
Daha sonra, ben Muhammed (Bakır) bin Zeynelabidin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Talibim dedi. Sonra gözden kayboldu. Göğe mi çıktı, yoksa yere mi gizlendi, anlayamadım.
¥ Bir zât şöyle anlatmıştır: İmam-ı Muhammed Bakırdan “radıyallâhu anh”, müminin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir, diye sordum. Benden yüzünü çevirdi. Tekrar sordum, cevap vermedi. 3. defa sorunca, müminin Allahü teâlâ üzerindeki hakkı şudur ki şu hurma ağacına gel deyince, o hurma ağacının gelmesidir, buyurdu. Bir de baktım ki işaret ettiği hurma ağacı gelmeye başladı. Hurma ağacına, yerinde dur, bu sözümle senin gelmeni kastetmedim, buyurdu.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmıştır: Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” evine gittim. Kapıyı çaldım. Genç bir cariye kapıyı açtı. Elimi cariyeye dokunarak, efendine, kapıda falan kimse var diye söyle, dedim. O sırada içerden, içeri gir, annesiz kalasın diye bir ses geldi. İçeri girdim ve ben ona bir kötü şey yapmadım, dedim. Doğru söylüyorsun. Fakat bu duvarların size perde olduğu gibi, bize de perde olduğunu mu zannediyorsun. O zaman farkımız ne olacaktır. Sakın bir daha böyle bir şey yapma, buyurdular.
¥ Habbabe-i Valibiye, Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” ziyaretine gelmişti. Niçin böyle seyrek geliyorsun, buyurdu. Başımda bir beyazlık var, o beni meşgul ediyor, diye cevap verdi. Neresi olduğunu bana göster deyince, Habbabe başındaki beyazlığı gösterdi. Mübarek elini onun başındaki beyazlığın üzerine koydu. Beyazlık kayboldu. Sonra buna bir ayna verin, başına baksın buyurdu. Habbabe aynayı alıp baktı. Saçındaki beyazlık kaybolmuştu.
¥ Bir Zât şöyle anlatmiştir: İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” ile Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mescidinde idik. O günlerde İmam-ı Zeynelabidin “radıyallâhu anh” vefat etmişti. O sırada Davud bin Süleyman ile Mensur Devaniki mescide geldiler. Davud bin Süleyman, İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” huzuruna geldi. Mensur Devaniki ise uzak bir yerde oturdu. İmam-ı Muhammed Bakır, Mensur niçin yanımıza gelmiyor diye sordu. Davud bin Süleyman bir özür beyan etti. Bunun üzerine İmam-ı Muhammed Bakır hazretleri dedi ki: Çok zaman geçmeden Mensur Vâli olacaktır. Şarka ve garba mâlik olacaktır. Ömrü uzun olacak ve kendisinden önce kimsenin sahip olmadığı hazinelere ve cariyelere sahip olacaktır. Davud bin Süleyman, Mensur Devaniki’nin yanına gidip, bunları ona söyledi. Bunun üzerine Mensur Devaniki İmam-ı Muhammed Bakırın huzuruna geldi. Büyüklüğünüzden ve heybetinizden dolayı huzurunuza gelemedim, dedi. Sonra benim için bazı şeyler söylemişsiniz, dedi. Evet söylediklerim doğrudur, buyurdu. Mensur Devaniki bizim mülkümüz sizinkinden çok mu olacak diye sordu. Evet, buyurdu. Benden sonra mülküm oğullarıma kalır mı, dedi. Evet kalır buyurdu. Bizim mülkümüz ve saltanatımız mı çok olacak, yoksa Beni Ümeyenin ki mi çok olacak diye sordu. Sizin mülkünüz ve saltanatınız çok olacak. Hatta çocukların top ile oynadıkları gibi, oğulların bu mülk ile oynayacaklar. Bunu babamdan duymuştum, buyurdu. Mensur Devaniki işaret edilen mülke ve saltanata kavuşunca, İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” o sözlerine hayret ederdi.
¥ Gözleri görmez olan Ebû Basir şöyle anlatmiştir: Bir gün İmam-ı Muhammed Bakıra “radıyallâhu anh” dedim ki siz Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” zürriyetindensiniz. Evet buyurdu. Resûlullah bütün Peygamberlerin varisidir, dedim. Evet onların ilimlerine varis olmuştur, buyurdu. Siz de Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ilminden miras alıyorsunuz, dedim. Evet buyurdu. O hâlde, sizde ölüleri dirilten, körlerin gözlerini açan, baras hastalığını iyileştiren, evlerdeki yiyeceklerden ve eşyalardan haber veren kuvvet varmıdır, dedim. Evet, Allahü teâlânın izniyle vardır, buyurdu. Sonra bana yanıma yaklaş, buyurdu. Yaklaştım, mübarek elini yüzüme sürdü ve gözlerim açıldı. Dağları, sahraları, yeryüzünü ve gökyüzünü gördüm. Sonra tekrar mübarek elini yüzüme sürdü, gözlerim yine görmez oldu. Bana dünyada gözlerinin görmesini ve ahirette hesaba çekilmeyi mi istersin. Yoksa gözlerinin görmeyip, hesapsız Cennete gitmeyi mi istersin, buyurdu. Dünyada görmeyip, ahirette hesapsız Cennete gitmeyi tercih ettim.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmıştır: 50 kişi kadar bir cemaat ile İmam-ı Muhammed Bakır’ın “radıyallâhu anh” sohbetinde idik. O sırada Kufe’den hurma satan bir kimse geldi. İmam-ı Muhammed Bakıra dönerek, Kufe’de falan kimse sizin yanınızda bir melek olduğunu ve o meleğin sana mümini, kâfiri, dostunu ve düşmanını haber verdiğini söylüyor, dedi. İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” o kimseye, sen ne iş yaparsın diye sordu. Buğday satarım, dedi. Yalan söylüyorsun, buyurdu. Ara sıra arpa da satarım deyince, yine yalan söyledin. Senin işin hurma satmaktır, buyurdu. O şahıs, bunu sana kim haber verdi, diye sordu. Dostumu düşmanımı haber veren melek bildirdi, buyurdu. Sonra o şahsa, sen falan hastalıktan öleceksin, buyurdu. Bir ara Kufe’ye gitmiştim. O şahsı sordum. 3 gün önce İmam-ı Muhammed Bakırın söylediği hastalıktan öldü, dediler.
¥ Bir zât İmam-ı Muhammed Bakır’ın “radıyallâhu anh” kerametlerinden birini şöyle anlatmıştır: Bir gün İmam-ı Muhammed Bakır ile atlı olarak Medine’ye gidiyorduk. Biraz yol gitmiştik ki karşımıza 2 şahıs çıktı. O şahısları göstererek, bunlar hırsızdır yakalayın, buyurdu. Hizmetçileri o 2 kimseyi yakalayıp, bağladılar. Bir başka kişiye, şu dağa çık, orada bir mağarada ne bulursan getir, dedi. O kimse gidip, 2 bavul bulup, getirdi. İçleri elbise dolu idi. Bir bavul da başka bir yerde buldular. İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” 2 bavulun sahibi bekliyor, hazırdır. Üçüncüsünün sahibi de sonra gelir, dedi. Medine’ye vardık. 2 bavulun sahibi, şüphelendiği birkaç kişiyi suçlamış, hakim de onları azarlıyordu. İmam-ı Muhammed Bakır, bunları suçlayıp, azarlamayın, hırsızlar buradadır, diyerek yolda yakalattığı 2 kişiyi gösterdi. Hırsızların elleri kesildi. 2 bavul da sahibine teslim edildi. Eli kesilen hırsızlardan biri Allahü teâlâya hamd olsun ki elimin kesilmesi ve tövbem, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” torununun elinde oldu, dedi. İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” ona elin senden 20 sene önce Cennete gitti, buyurdu. O şahıs elinin kesilmesinden 20 sene sonra vefat etti. 3 gün sonra 3. bavulun sahibi de geldi. İmam-ı Muhammed Bakır, o kimseye, senin bavulunda bin dinar kendinin, bin dinar da başka birisinin parası vardır. Ayrıca şu elbiseler gibi elbiseler vardır, dedi. O şahıs bavulumda bin dinarı bulunan kimsenin ismini de söylerseniz iman eder, müslüman olurum, dedi. O şahsın ismi Muhammed bin Abdurrahmândır. Çok namaz kılan ve çok sadaka veren salih bir kimsedir. Şu anda dışarda seni bekliyor, buyurdu. O bavulun sahibi hristiyan idi. Bunları duyunca Allahtan başka ilah olmadığına ve Muhammedin “aleyhisselâm” Onun kulu ve Resûlü olduğuna iman ettim, diyerek müslüman oldu.
¥ Ebû Basir şöyle demiştir: İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” buyurdu ki: Ben öyle bir kimse biliyorum ki bir deniz kenarına gelse, o denizdeki bütün hayvanları ve nesillerini bilir.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Bir cemaat ile İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” evinin dehlizine (koridoruna) girmıştık. Birisinin güzel sesle süryanice bir şeyler okuduğunu ve ağladığını işittik. Ehl-i kitaptan biridir zannettik. Eve girip baktık ki İmam-ı Muhammed Bakırdan başka kimse yoktu. Kendisinden sorduğumuzda, falan Peygamberin münâcatını okuyordum, beni ağlattı, buyurdu.
¥ Şöyle nakledilmiştir: İbni Ukkâşe el-Esedi bir defasında İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” huzuruna gelmişti. Oğlu Cafer-i Sâdık da yanında idi. İbni Ukkâşe “radıyallâhu anh” Caferin evlenme çağı gelmiştir. Onu evlendirseniz, dedi. İmam-ı Muhammed Bakırın önünde bir kese, ağzı mührlü olarak duruyordu. Yakında bir yerden esir satıcısı gelecek, falan yere konaklayacak buyurdu. Bir başka defa huzuruna gittiğimizde söylediği satıcının geldiğini haber verdiler. O bir kese dinarı verip, bununla bir cariye satın al, buyurdu. Satıcıya gittik. Bütün cariyeleri sattığını, ancak birbirinden güzel 2 cariye kaldığını söyledi. Görelim dedik. Getirdi, birini beğendik. Kaça satarsın, dedik, 70 altına dedi. Biraz ikram et, dedik. 70 dinardan bir kuruş aşağı olmaz, dedi. Keseyi verip, bu kesenin içinde ne kadar altın varsa al, biz ne kadar olduğunu bilmiyoruz, dedik. Orada saçı sakalı ağarmış bir kimse vardı. Altınları sayın, dedi. Satıcı, eksik çıkarsa vermem, dedi. Ak sakallı kimse ısrar etti ve keseyi açıp saydık. Tam 70 altın çıktı. Cariyeyi alıp, İmam-ı Muhammed Bakırın huzuruna getirdik. Oğlu Cafer-i Sâdık da orada idi. Satıcı ile aramızda geçenleri anlattık. Allahü teâlâya şükretti. Sonra cariyeye bakire misin, dul musun diye sordu. Cariye, bakireyim deyince, hiçbir cariye, cariye satıcısının elinden kurtulamaz. Sen nasıl kurtuldun, dedi. Cariye dedi ki satıcım ne zaman benim yanıma gelse ve bana kasıt etmek istese, beyaz sakallı bir ihtiyar Zât gelir, ona bir tokat vurarak benden uzaklaştırırdı. Bu hal bir kaç defa böyle oldu. Sonra İmam-ı Muhammed Bakır oğlu Cafer-i Sadıka, bu cariyeyi al götür, buyurdu. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” o cariye ile nikahlanıp, evlendi. Ondan oğlu Musa Kazım doğdu “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
¥ İmam-ı Muhammed Bakır “radıyallâhu anh” bir gün Medinede bir cemaat ile birlikte oturuyordu. Aniden mübarek başını önüne eğdi. Bir müddet öyle kaldıktan sonra, başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: Bir kişi bu Medineyi görmeye gelecek. 4.000 kişilik ordusuyla 3 gün çok kimseyi öldürecek. Ondan büyük zarar göreceksiniz. Bu hadise gelecek sene olacaktır. Kesinlikle bilesiniz ki bu söylediklerim doğrudur. Bundan sakınınız! Medineliler bu sözlerine inanmadılar. Sadece az bir gurub kimse ve Haşimoğulları inandılar. Çünkü, Haşimoğulları İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” her sözünün doğru olduğunu bilirlerdi. Bir sene sonra İmam-ı Muhammed Bakır ve onun sözlerine inananlar aileleriyle birlikte Medineden çıktılar. Sonra Nafi bin Ezrak, ordusuyla Medineye geldi. İmam-ı Muhammed Bakırın bildirdiği gibi çok kimseyi katl etti. Bu hadiseden sonra, Medineliler İmam-ı Muhammed Bakırın “radıyallâhu anh” her sözü doğrudur, her sözüne inanırız, ne söylerse sözünden çıkmayız. Çünkü o, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytindendir. O asla yalan söylemez, dediler.
İMAM-I CAFER-İ SÂDIK “radıyallâhu anh”
İmam-ı Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” 12 imamın altıncısıdır. Künyesi Ebû Abdullahtır. Künyesine Ebû İsmail de denilmiştir. Lakablarından en meşhuru Sadıktır. İmam-ı Muhammed Bakırın oğludur. Annesi Ümmü Fermudedir. Ümmü Fermude, hazret-i Ebû Bekrin torunu Kasım bin Muhammedin kızıdır. Ümmü Fermudenin annesi ise Esma binti Abdurrahmân bin Ebû Bekr-is-Sıddıktır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Bu sebeple Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” “Ebû Bekr-i Sıddık beni 2 defa dünyaya getirdi” buyurmuştur. Bu sözüyle bir neseb yönünden, bir de manevi yönden bağlılığına işaret etmiştir. Çünkü, tasavvuf yolunun silsilesi 2 olup biri babası İmam-ı Muhammed Bakıra, ondan İmam-ı Zeynelabidine, ondan hazret-i Hüseyin’e, ondan hazret-i Ali’ye ulaşır. [Bu yol (Velayet yolu) dur.] 2. silsilesi annesinin babası Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr’e ulaşır. Ondan Selman-ı Farisi’ye, ondan da hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıka ulaşır. [Bu yol (Nübüvvet yolu) dur.] Nitekim, hazret-i İsa’nın “salavatullahi alâ nebiyina ve aleyhi”, “Bir kimse 2 kere doğurulmadıkça” [yani, velayet mertebesine de ulaşmadıkça, âlem-i melekuta yol bulamaz] buyurduğu söz, bu manaya işarettir.
Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh”, Medinede hicretin 80. senesinde doğdu. Hicretin 83. senesinde, Rebiül-evvel ayının 27sinde pazartesi günü doğduğu da söylenmiştir. Hicretin 148. senesinde, Recep ayının ortasında pazartesi günü Medinede vefat etti. Kabri Bâkî kabristanında, babası Muhammed Bakırın, dedesi İmam-ı Zeynelabidinin ve amcası Hasan bin Alinin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kabirlerinin yanındadır. Allahü teâlâ ihsanlarda bulunduğu ve şerefli kıldığı o kabirde yatan kadri yüksek zâtın ecrini arttırsın!
Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” Ehl-i beytin büyüklerinden ve âlimlerindendir. Onun kalbine akıtılan ilimler ve feyizler o kadar çoktur ki akılların anlamaya güç yetiremediği ilimler ve marifetler ondan nakledilir. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” buyurdu ki: Bizim ilmimiz gabirdir, mezburdur, kalplerde nükettir. Kulaklarda nakrdır. Bizim yanımızda kırmızı cefr, beyaz cefr ve hazret-i Fâtımanın “radıyallâhu anha” mushafı vardır. Yine bizim yanımızda insanların muhtaç olduğu bütün şeyleri kendisinde toplayan bir kitap vardır. Bunun üzerine kendisinden bu sözleri açıklamasını istediler. Buyurdu ki: Gabir; geleceğe ait bilgiler, mezbur; geçmişe ait bilgilerdir. Kalplerdeki nüket ise ilhamdır. Kulaklarda nakr, meleklerin konuşmalarıdır ki kendileri görülmez, konuşmaları işitilmez. Kırmızı Cefr, içinde Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” silahının bulunduğu bir kaptır. Ehl-i beyt, bizim başımıza geçinceye kadar bu kab ortaya çıkmaz. Beyaz Cefr, içinde Musa aleyhisselâmın Tevratı, İsa aleyhisselâmın İncili, Davud aleyhisselâmın Zeburu ve Allahü teâlânın bunlardan önce gönderdiği kitapların bulunduğu kaptır. Hazret-i Fâtımanın mushafı, onda kıyamete kadar gelecek meliklerin isimleri ve sözleri vardır. Camiaya gelince, o uzunluğu 70 zra olup Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bizzat söyleyerek, hazret-i Aliyye yazdirmiştir. Vallahi hazret-i Ali ona, kıyamete kadar insanların muhtaç olduğu yaralama diyeti, bir ve yarım kamçı vurmaya kadar her şeyi yazmıştır ve şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Beni kaybetmeden önce, benden sonra size kimsenin söyleyemeyeceği şeyleri benden sorunuz.” Hasılı onun mübarek dilinden dökülen hakikatler, hikmetler, ince nükteler, emsalsiz sözler, keşif ve yakin ehli seçilmiş kimseler arasında meşhurdur. Büyük âlimlerin ve seçilmiş kimselerin kitaplarında yazılıdır. Sayılamayacak ve anlatılamayacak kadar çoktur. Bu kitapta onun üstün halleri, harikaları, keşif ve kerametleri kısaca bildirildi.
¥ Halife Mensur, Rebie dedi ki İmam-ı Cafer-i Sâdık yanıma gelsin. Çağırdılar. Yanına gelince, halife Mensur: Eğer seni öldürmezsem, Allah beni öldürsün! Bir takım hilelerle fitne çıkarıp, müslümanların kanının dökülmesini istiyorsun, dedi. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” yemin ederek, ben böyle bir şey yapmadım ve yapmak da istemem. Eğer böyle bir şey işittiyseniz, o bir yalancının sözüdür. Allahü teâlâ korusun, söylediğiniz şeyi ben yapamam. Yusuf aleyhisselâma zulüm ettiler, affetti. Eyüp aleyhisselâm bir derde mübtela oldu, sabır etti. Süleyman aleyhisselâma çok şeyler ihsan olundu, şükretti. Bunlar Peygamberdir, senin nesebin de onlara ulaşır, dedi. Mensur bunları dinleyince, doğru söylüyorsun. Yukarı çıkalım diyerek odasına davet etti. Sonra bu söylediklerimi bana falan kimse söyledi, dedi. O kimseyi çağırdılar. Gelince sen bu sözleri Cafer-i Sadıkın kendisinden mi işiddin, diye sordu. O şahıs evet kendisinden işittim, deyince, yemin eder misin, dedi. Evet dedi ve şöyle yemin etti: “Billahillezi la ilahe illa hu alimülgaybi veşşahadeti: “Kendisinden başka ilah olmayan, gizli ve açık her şeyi bilen Allaha yemin ederim”, dedi. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” o şahsa şöyle yemin et dedi: “Beraytü min havlillahi ve kuvvetihi veltecetü ila havli ve kuvveti lakad feale keza ve keza Cafer ve keza ve keza kale Cafer: (Allahın kuvvet ve kudretinden çıkıp, kendi kuvvet ve kudretime sığınmış olayım ki Cafer şöyle şöyle dedi ve şöyle şöyle yaptı)”. O şahıs önce böyle yemin etmek istemedi. Fakat sonra etti ve o anda düşüp öldü. Halife Mensur, bunun ölüsünü ayağından tutup, dışarı atınız, dedi.
¥ Rebi şöyle anlatır: Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” halife Mensurun yanına geldiğinde, dudaklarını kıpırdatıyor, bir şeyler okuyordu. Mensurun kızgınlığı yavaş yavaş geçti. Hatta onu yanına çağırıp, güler yüzlü ve hoşnud davrandı. Oradan ayrılınca, Cafer-i Sadıka “radıyallâhu anh” halife sana çok kızmıştı, sen gelip dudaklarını oynattıkça, onun kızgınlığı yavaş yavaş söndü. Hangi duâyı okuyordunuz, diye sordum. Dedem hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” duâsını okuyordum. Bu duâ şöyledir buyurdu: “Ya utteti inde şiddeti ve ya gavsi inde kürbeti ührüsni biaynikelleti latenamü ve ekfini bi rüknike ellezi la yeramu”. [Ey, zorlukta dayanağım ve ey sıkıntıda hakiki mededkarım! Daimi görmekliğin ile beni koru ve nihayetsiz kudret ve kuvvetinle bana kâfi ol!] Rebi demiştir ki bu duâyı ezberledim. Bana ne zaman bir musibet gelse, bu duâyı okur, kurtulurdum. Sonra o ölen şahsa niçin kendi yemininden başka bir yemin ettirdiniz diye sordum. Bir kul Allahü teâlâyı Vahdâniyet ve Âzamet ile zikir ederse, Allahü teâlâ o kuluna rahmet ve refet (koruma) ile nazar eder ve cezasını geciktirir. O kimseye işittiğin gibi yemin verdim ve gördüğün gibi Allahü teâlâ onun cezasını çabuk verdi.
¥ Halife Mensur, kapıcısına, Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” bana geldiği zaman, benim yanıma girmeden onu öldür, diye emretti. Cafer-i Sâdık bir gün halife Mensurun bulunduğu yere geldi ve yanına girip oturdu. Kapıcı içeri girip, onu halife Mensurun yanında gördü ve şaşırdı. Bir müddet sonra Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” ayrılıp gitti. Mensur kapıcısını yanına çağırıp, sana ne emretmiştim, dedi. Kapıcı yemin ederek, Cafer-i Sadıkı sadece senin yanında gördüm. Girerken de, çıkarken de görmedim, dedi.
¥ Halife Mensurun yakınlarından biri şöyle anlatmıştır: Bir gün Mensurun yanına gitmiştim. Onu düşünceli gördüm. Ey müminlerin emri, neden düşüncelisiniz, diye sordum. Ehl-i beytten çok kimseleri öldürdüm. Fakat, onların rehberini bıraktım, dedi. O kimdir, diye sordum. Cafer bin Muhammeddir, dedi. O Allahü teâlâya ibadet ile meşguldür. Dünyaya asla önem vermez, dedim. Bana, sen onun halife olmasını istiyorsun, ama olmayacaktır. Ben en son bu gece, kalbimi onunla meşgul etmekten kurtarmak istiyorum, dedi. Sonra celladı çağırdı. Cellada Cafer-i Sadıkı buraya çağıracağım. Gelince elimi başıma koyduğum zaman, onu öldür diye emretti. Sonra, Cafer-i Sadıkı “radıyallâhu anh” çağırdılar. Mensurun yanına giderken, ben de onunla birlikte gittim. Dudaklarını oynatıyordu. Ne okuduğunu anlayamadım. Mensurun sarayına baktım, dalgalı denizdeki gemi gibi sallanıyordu. Mensuru gördüm, yalın ayak, başı kabak, bütün azaları titreyerek, Cafer-i Sâdık hazretlerini karşıladı. Kolundan tutup, onu tahtının üzerine oturttu. Sonra, Resûlullahın torunu niçin geldiniz, diye sordu. Cafer-i Sâdık hazretleri, beni çağırmışsınız geldim, buyurdu. Mensur, ne istiyorsunuz, emredin, dedi. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” ben istemeyince beni çağırmayın. Kendi arzumla gelirim, buyurdu ve ayrılıp gitti. Sonra Mensur yatıp gece yarısına kadar uyudu. Namazlarını kaçırdı. Uyanınca kaza etti. Beni yanına çağırıp şöyle dedi: Cafer-i Sâdık yanıma gelince, bir ejderha gördüm. Ağzını açmış, bir dudağı yerde, bir dudağı köşkümün tavanında idi. Bana açık bir dil ile eğer Cafer-i Sadıka “radıyallâhu anh” dokunursan, seni ve sarayını yutarım, dedi. Ben bu bir sihirdir deyince, yok öyle söyleme, bu isim-i Âzam duâsının hususiyetlerindendir. O duâ Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” gelmiştir. Bu duâ ile ne dilerse olurdu, dedi.
¥ İbni Cevzi “rahmetullâhi aleyh” (Safve-tüs safve) adlı kitabında, kendi isnadıyla Leys bin Sattan şöyle rivayet etmiştir: Bir hac mevsiminde Mekkede idim. İkindi namazını kıldıktan sonra, Ebû Kubeys dağına çıktım. Orada bir kişi duâ ediyordu. Nefesi kesilinceye kadar, ya Rabbi, ya Rabbi, dedi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, ya Rabbahü, ya Rabbahü, dedi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, ya Rabbi, ya Rabbi, dedi. Yine nefesi kesilinceye kadar, ya Allah, ya Allah, dedi. Sonra ya Hay, ya Hay demeye başladı ve nefesi kesilinciye kadar devam etti. Sonra nefesi kesilinceye kadar, ya Rahim, ya Rahim dedi. Sonra nefesi kesilinceye kadar, ya Erhamerrahimin dedi. Yedi kere böyle yaptı. Sonra, Allahım ben üzüm arzu ediyorum ve şu 2 elbisem de eskidi dedi. Duâsı biter bitmez bir de baktım ki bir sepet üzüm ve 2 elbise yanına konmuştu. Halbuki o zaman üzüm mevsimi değildi. Üzümü yemeye başlarken, bu üzümde ben de ortağım, dedim. Niçin diye sorunca, sen duâ ederken ben de, âmin diyordum, dedim. Peki buraya gel dedi. Yaklaştım, beraber yedik. Üzüm çekirdeksiz idi. Doyuncaya kadar yedim. Öyle üzüm hiç yememiştim. Yediğimiz hâlde sepetteki üzüm hiç eksilmemişti. Sonra bana, bu 2 elbiseden hangisini istersen al, dedi. İhtiyaçım yok dedim. O hâlde sen yüzünü dön bunları giyeyim, dedi. Yüzümü döndürdüm. Elbiselerden birini izar (gömlek), birini de rida (cübbe) olarak giydi. Eski elbiselerini de eline alıp yürüdü. Ben de arkasından gittim. Say mahalline vardık. Orada bir kimse karşısına çıkıp, ey Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” torunu, beni giydir. Allahü teâlâ da seni giydirsin, dedi. Elindeki eski elbiseleri ona verdi. Ben o kimsenin arkasından yetişip, bu elbiseleri sana veren kimdir, diye sordum. Cafer bin Muhammeddir “radıyallâhu anh”, dedi. Sonra Cafer-i Sâdık hazretlerini bulup, kendisinden hadis-i şerif dinlemek için ne kadar aradıysam da bulamadım.
¥ Davud bin Ali bin Abdullah bin Abbas, İmam-ı Cafer-i Sadıkın “radıyallâhu anh” kölelerinden birini öldürdü ve malını aldı. Cafer-i Sâdık hazretleri, Davud’un yanına gidip, kölemi öldürdün ve malimı gasp eddin. Sana beddua edersem görürsün, dedi. Davud bin Ali beni beddua ile mi korkutuyorsun diyerek, alay etti. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” evine gidip, bütün geceyi ibadet ile geçirdi. Seher vakti Davud bin Ali’ye beddua ettiğini işittiler. Aradan bir saat geçmeden Davud bin Ali öldürüldü.
¥ Ebû Basir şöyle anlatmiştir: Medineye gitmiştim. Yanımda bir cariyem vardı. Sabahleyin gusül abdesti almak maksadı ile hamama gitmek için dışarı çıktım. Bir gurub kimseyi İmam-ı Cafer-i Sadıkın “radıyallâhu anh” ziyaretine giderken gördüm. Ben de onlara katıldım. Gidip huzuruna girdik. Bana bakarak, ey Eba Basir, Peygamberlerin ve oğullarının huzuruna cünüp olarak girilmeyeceğini bilmiyormusun, buyurdu. Sizi ziyaretten mahrum kalmayayım diye böyle geldim, dedim. Sonra bir daha böyle yapmayacağıma tövbe edip, dışarı çıktım.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Bir arkadaşım vardı. Halife Mensur onu hapsetmişti. Bir hac mevsiminde, Arafatta ikindi namazından sonra, Cafer-i Sâdık hazretlerini gördüm. Habste olan arkadaşımı sordu. Hala habstedir dedim. O anda ellerini kaldırıp, arkadaşım için duâ etti. Biraz sonra da yemin ederek, arkadaşını arefe günü ikindi namazından sonra salıverdiler, buyurdu.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Mekkede bir elbise satın almıştım. Kendime kefen olsun diye ölünceye kadar saklamayı düşünüyordum. Arafattan Müzdelifeye gittiğimizde, o elbiseyi kaybettim ve çok üzüldüm. Sabahleyin Minaya gidince, Mescid-i Hifte oturmuştum. O sırada birisi gelip, seni Cafer-i Sâdık hazretleri çağırıyor, dedi. Gidip selam verdim ve huzurunda oturdum. Bana, istersen, sana bir elbise vereyim, vefatından sonra kefenin olur, buyurdu. İyi olur, zaten bir elbisem kayboldu, dedim. Hizmetçisi bir elbise getirdi. Aynen kaybettiğim elbise gibi idi. Bunu al ve Allahü teâlâya ısmarla buyurdu.
¥ Bir Zât şöyle anlatmiştir: bir gün İmam-ı Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” ile Mekkede giderken, bir kadın yanında çocuklarıyla ağlaşıyorlardı. Önlerinde bir inek ölüsü vardı. Cafer-i Sâdık hazretleri bu nedir diye sordu. Kadın, biz bu ineğin sütüyle geçiniyorduk. Şimdi öldü, ne yapacağımızı şaşırdık, dedi. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” kadına, istermisin Allahü teâlâ bu ineği diriltsin buyurdu. Kadın bu musibet yetmiyormuş gibi, bir de benimle alay mı ediyorsun, dedi. Hayır, alay etmiyorum, buyurarak mübarek ayağı ile ineğin ölüsüne dokundu. Hayvan canlanıp, ayağa kalktı. O sırada Cafer-i Sâdık hazretleri kalabalığın arasına karışıp kayboldu. Kadın bu işi yapanın kim olduğunu anlayamadı.
¥ Yine bir Zât şöyle anlatmiştir: İmam-ı Cafer-i Sâdık hazretleriyle hacca gidiyorduk. Bir kuru hurma ağacının altında konakladık. Mübarek dudaklarını kıpırdattı. Ne okuduğunu anlayamadım. Sonra yüzünü hurma ağacına çevirerek, Allahü teâlânın, kullarının rızkından sana emanet bıraktığından bize yedir, buyurdu. Ağaç Cafer-i Sâdık hazretlerine doğru eğildi. Üzerinde taze hurma salkımları asılı idi. Bana, gel besmele ile bu hurmalardan yi, buyurdu. O hurmalardan yedim. Ömrümde o kadar tatlı ve güzel hurma yememiştim. Orada bir köylü kimse vardı. Bu hâli görünce ömrümde böyle bir sihir hiç görmedim, dedi. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” o köylüye, biz Peygamberin “sallallâhü aleyhi ve sellem” varisleriyiz. Bizim aramızda sihrbaz ve kahin olmaz. Biz duâ ederiz, Allahü teâlâ duamızı kabul eder. İstersen duâ edeyim, Allahü teâlâ seni köpek şekline soksun, buyurdu. Köylü kimse cahillik edip, et dedi. Duâ etti ve köylü o anda köpek şekline girdi ve evine doğru gitti. Cafer-i Sâdık hazretleri bana, onun arkasından git, buyurdu. Arkasından takip ettim, gidip evine girdi. Çocuklarının yanında kuyruğunu salladı. Çocukları onu sopa ile kovaladılar. Ben Cafer-i Sâdık hazretlerinin huzuruna gidip durumu anlattım. Sonra o köpek de geldi, toprakta yuvarlanıyor ve gözlerinden yaş döküyordu. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” ona acıyıp, duâ etti. Tekrar eski haline döndü. Ona, söylediklerime inandın mı, buyurdu. Köylü kimse bin kere, bin kere, dedi.
¥ Bir Zât şöyle anlatmiştir: Bir cemaat ile Cafer-i Sâdık hazretlerinin sohbetindeydik. Ben şöyle sordum. Allahü teâlâ İbrahim aleyhisselâma [Bakara sûresi 260. âyetinde meâlen] (… 4 kuş al, onları kendine alıştır, sonra onları parçalayıp her dağın üzerine bir parça koy, sonra onları çağır, koşarak sana gelirler…) buyurdu. Bu kuşlar aynı cinsten mi idi yoksa, değişik cinsten mi idiler? Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” bu sualim üzerine, istermisiniz o kuşları aynen size göstereyim, buyurdu. İsteriz, dedik. Ey tavus diye çağırdı, bir tavus kuşu geldi. Ey karga dedi, bir karga geldi. Ey güvercin dedi, bir güvercin geldi. Sonra ey doğan dedi, bir doğan kuşu geldi. Bu 4 kuşun başlarının kesilmesini emretti. Parça parça edip etlerini birbirine karıştırdılar. Başlarını bıraktılar. Tavus kuşunun başını kaldırıp, ey tavus buyurdu. Bir de baktık ki tavus kuşunun eti ve kemiği diğer kuşların parçaları arasından ayrılıp, kendi başıyla birleşti, canlanıp önceki hâlini aldı. Diğer 3 kuş da aynı şekilde canlandılar.
¥ Yine şöyle anlatılmıştır: Bir şahıs Cafer-i Sâdık hazretlerine 10.000 akçe getirdi. Ben hacca gidiyorum. Bu parayla bana bir ev alınız. Hacdan dönüşte çoluk çocuğumla o evde oturayım, dedi. O şahıs hacdan dönünce Cafer-i Sâdık hazretlerinin huzuruna gitti. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” ona buyurdu ki: Sana Cennette bir saray satın aldım. Komşularının 1.’si Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, 2.’si hazret-i Ali “radıyallâhu anh”, 3.’sü ve 4.’sü hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin’dir “radıyallâhu anhüma”. Bunun için sana senet yazdım. O şahıs bunları duyunca ben buna razı oldum, dedi. Evine gidince hastalandı. Cafer-i Sâdık hazretlerinin yazdığı senedi göstererek, ölürsem bu senedi kabrime koyun diye vasiyet etti. Vefat edince, o senedi kabrinin içine koydular. Ertesi gün sabahleyin senedi kabrinin üzerinde buldular. Senedin arkasında Cafer bin Muhammed “radıyallâhu anh” vaat ettiği şeyde vefa etti, vaadini yerine getirdi, diye yazılı idi.
¥ Bir şahıs Cafer-i Sâdık hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mal verip ve çok hac yapması için duâ etmesini istedi. Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” o şahıs için, ya Rabbi, buna 50 hac yapacak kadar mal ver diye duâ etti. O şahıs 50 hac yaptı. 51. defa hacca giderken Cuhfe denilen yerde gusül ederken, sel geldi ve orada vefat etti.
Hazret-i Zeydi “radıyallâhu anh” şehit edip, bir darağacına astılar. Hakim bin Abbas Kelbi hazret-i Aliyi ve hazret-i Zeydi zemmeden 2 beyt söyledi. Cafer-i Sâdık hazretleri bu beytleri işitince, ellerini kaldırıp, Allahım sözlerinde yalancı olan bu kimseye köpeklerinden birini musallat et diye, duâ etti. Ümeye oğulları, Hakim bin Abbas Kelbiyi Kufe’ye gönderdiler. Giderken yolda bir aslan hücum edip, onu parçaladı. Bu hadise Cafer-i Sâdık hazretlerine haber verilince, secdeye kapanıp, Allahü teâlâya hamd olsun ki bize vaat ettiğini yerine getirdi, dedi.
İMAM-I MUSA KAZIM BİN CAFER “radıyallâhu anhüma”
İmam-ı Cafer-i Sâdık “radıyallâhu anh” hazretlerinin oğludur. 12 imamın 7.’sidir. Künyesi Ebül-Hasan ve Ebû İbrahimdir. 12 imamın başka künyeleri de söylenmiştir. Lakabı Kazımdır. Çok hilm sahibi, son derece yumuşak huylu olması ve kendisine kötülük yapanlara kızmayıp affetmesi, gazabına hakim olması sebebiyle bu lakab verilmiştir. Annesi Humeyde-i Berberiye olup cariye idi. Mekke ile Medine arasında olan Ebva mevkiinde, hicretin 128. senesinde, Safer ayının 23’ünde, pazar günü doğdu. Onları Medine’den Bağdat’a ilk götüren halife Mehdi bin Mensurdur. Bağdata götürünce, hapsetti. İmam-ı Musa Kazım “radıyallâhu anh” hapiste iken Mehdi bin Mensur bir gece rüyasında, hazret-i Aliyi “radıyallâhu anh” gördü. Hazret-i Ali ona, meal-i şerifi (Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız öyle mi?) olan, Muhammed sûresinin 22. âyet-i kerimesini okudu. Halife Mehdi’nin veziri Rebi şöyle anlatmıştır: Mehdi beni çağırdı. Yanına girince baktım, bu âyet-i kerimeyi hoş bir sesle okuyordu. Bana hemen git, Musa bin Caferi “radıyallâhu anh” buraya getir, dedi. Getirince, onunla kucaklaştı ve yanına oturttu. Sonra rüyasını anlattı ve bana ve oğullarım üzerine yürümeyeceğinizden beni emin edebilir misiniz, dedi. Musa Kazım “radıyallâhu anh” vallahi ben böyle bir iş yapmam ve böyle yapmayı şanıma yakıştırmam, dedi. Mehdi doğru söylüyorsun, dedi. Sonra bana dönüp, bunlara bin altın ver ve yol hazırlıklarını yap, Medine’ye gitsinler, dedi. Hemen hazırlığı yapıp, bir mâni çıkmasından korkarak, onları geceleyin uğurladım.
¥ İmam-ı Musa Kazım “radıyallâhu anh” halife Harun Reşid zamanına kadar Medinede ikâmet etti. Harun Reşid halife olunca, onları Bağdat’a getirtip hapsetti. Hicretin 180 senesinde Recep ayının 25. Cuma günü Bağdatta hapiste iken vefat etti. Mübarek kabri Bağdat’tadır. Yahya bin Hâlid Bermeki’nin Harun Reşid’in emriyle onu şehit etmek için hurma içinde zehir verdiğini söylerler. Zehir verildiği gün Musa Kazım “radıyallâhu anh”, bu gün bana zehir verdiler. Yarın vücudum sararır. Sonra vücudumun yarısı kızaracaktır. Ertesi gün de siyah olacaktır. O zaman vefat ederim, buyurmuştu. Söylediği gibi aynen olmuştur.
Faziletleri, kerametleri ve menkıbeleri pek çoktur. O zamanın abidleri, kerim ve seçilmiş kimseleri, ondan çok kerametler ve harikül’ade haller zuhur etmiştir, demişlerdir.
¥ Muteber kitaplarda, Şakik-i Belhinin “kuddise sirruh” şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: Hacca gidiyordum. Farisiyeye uğradım. Orada güzel yüzlü, buğday benizli, yün kaftan giyinmiş, başı sarıklı ve ayaklarında nalin bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime bunun sofiyeden olması lazımdır. Herhalde bu yolda müslümanlara yük olmak istiyor. Gidip ona biraz serzenişte bulunayım, dedim. Yanına yaklaşınca bana, Ey Şakik diye ismimle hitab ederek, meal-i şerifi, (Ey iman edenler! Zandan çok sakınınız. Çünkü, zannın bir kısmı günahtır…) olan, [Hucurat sûresi 12.] âyet-i kerimesini okudu. Sonra kalkıp bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime, bu Zât salih bir kimse olmalı, ismimi ve kalbimden geçeni bildi, dedim. Helalleşeyim diye arkasından gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem de ona yetişemedim. Başka bir konak yerine varınca, onu yine gördüm. Namaz kılıyordu ve bütün azaları titriyordu. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de gidip, helalleşeyim diye bekledim. Namazını bitirince yanına yaklaştım. Bana, ey Şakik diyerek, meal-i şerifi (Doğrusu ben tövbe edeni, inanıp yararlı iş işleyerek doğru yola gireni affederim) olan [Taha sûresi 82.] âyet-i kerimesini okudu. Sonra beni bırakıp oradan uzaklaştı. Kendi kendime bu genç ebdallerden olmalı, 2. defa ismimi ve kalbimden geçeni bildi, dedim. Daha sonra onu başka bir konak yerinde yine gördüm. Bir kuyunun başında kısa ipli bir kova ile su çıkarmak istiyordu. Kovası kuyuya düştü. Ellerini kaldırıp; Allahım! Sen benim Rabbimsin. Susadığım ve yiyecek istediğim zaman kuvvet veren sensin. Allahım, senden başka, onları bana ihsan edecek yoktur. Bana su ve yiyecek ihsan et, diye duâ etti. Kuyunun suyu yükseldi. Elini uzatıp kovasına su doldurdu. Abdest alıp, 4 rekat namaz kıldı. Sonra bir kum yığınına doğru gidip, eliyle kovasına biraz kum koydu ve çalkalayıp içti. Yanına yaklaşıp selam verdim. Selamımı aldı. Allahü teâlânın sana ihsan ettiği nimetlerin fazlasından bana da yedir dedim. Allahü teâlânın nimetleri bize gizli ve açık olarak her zaman gelir. Allahü teâlâya hüsn-ü zanda bulun, dedi ve kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ve şeker vardı, ondan içtim. Kandım ve doydum. Ondan daha lezzetli bir şey içmemiştim. Mekkeye varıncaya kadar, onu bir daha görmedim. Mekkede bir gece yarısı onu gördüm. Namaz kılıyordu. Tam bir huşû ile inleyip ağlıyordu. Bütün gece böyle devam etti. Sabah namazı vakti girince, sabah namazını kılıp, Kâbeyi tavaf etti ve dışarı çıktı. Ben de arkasından gittim. Baktım ki arkasında hizmetçileri vardı. İnsanlar etrafında toplandılar. Bu Zât kimdir diye sordum. Musa Kazım bin Cafer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Talibdir “radıyallâhu anhüm ecma’în” dediler. Yolda bu zattan şöyle şöyle acayip haller gördüm, dedim. Bu haller bu Seyyid için acayip ve garib değildir, dediler.
¥ Harun Reşid, Ali bin Yaktine güzel elbiseler vermişti. Bu elbiseler arasında, siyah ibrişim ile dokunmuş altın yaldızlı gayet güzel bir elbise vardı. Ali bin Yaktin, Musa Kazımı “radıyallâhu anh” çok sevdiği için, elbiselerin yanına bir miktar daha hediyeler koyarak, hepsini ona gönderdi. Musa Kazım, o güzel gömlekten başka bütün hediyeleri kabul etti. O gömleği geri gönderip saklamasını ve bir gün lazım olacağını söyledi. Ali bin Yaktin, bir gün kölelerinden birine kızıp kovdu. O köle Harun Reşide gidip, efendim, Ali bin Yaktin, Musa Kazımı “radıyallâhu anh” imam edınmıştır. Ona çok mal gönderdi. Hatta senin gönderdiğin ibrişimli, altın yaldızlı gömleği bile ona verdi, dedi. Harun Reşid bu habere kızıp, Ali bin Yaktini yanına çağırttı. Sana verdiğim gömleği ne yaptın, diye sordu. Ali bin Yaktin, o gömlek bendedir, dedi. Harun Reşid onu hemen getir, dedi. Ali bin Yaktin bir kölesini çağırıp, benim sarayımda falan odaya git, anahtarını falan cariyeden iste. O odada bir sandık vardır. Kapağını aç, içinde mührlü bir kutu göreceksin. O kutuyu buraya getir, dedi. Kölesi hemen gidip kutuyu getirdi. Kutuyu açıp, içinde o gömleği gördüler. Güzel kokular sürülmüştü. Harun Reşid bu durumu görünce öfkesi yatıştı. Ali bin Yaktine bu gömleği yerine gönder, hatırını hoş tut. Bundan sonra senin hakkında söylenen sözlere aldırmam, dedi.
¥ İmam-ı Musa Kazımın “radıyallâhu anh” sevenlerinden biri şöyle anlatmiştir: Halife Mehdi, İmam-ı Musa Kazımı “radıyallâhu anh” Bağdata ilk defa çağırmıştı. Musa Kazım, bana yol hazırlığı için çarşıdan bazı ihtiyaç olan şeyleri satın almamı söyledi. Yüzüme bakıp, seni pek ziyade gamlı ve üzüntülü görüyorum, ne oldu diye sordu. Ben de nasıl üzülmeyeyim ki bir zalimin yanına gidiyorsunuz. Akıbetinizin ne olacağı belli değildir, dedim. Bana hiç korkma, falan ayda falan gün geri geleceğim. Akşam vaktinde beni beklersin, buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. İşaret buyurduğu gün olmuş ve güneş batmasına az bir zaman kalmıştı. Kimsenin geldiğini göremiyordum. Şeytan aklıma vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Beni büyük bir ızdırab kapladı. O sırada Irak tarafından yolda bir karartı gördüm. Musa Kazım “radıyallâhu anh” önde bir katıra binmiş geliyordu. Bana ey falan diye seslendi. Buyurun ey Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” evladı, efendim, dedim. Az kalsın kalbine şüphe düşüyordu değil mi, buyurdu. Evet öyle olacaktı, dedim. Elhamdülillah o zalimden selametle kurtulduk. Beni bir defa daha götürecekler. O zaman kurtulamayacağım, buyurdu.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Medinede mücavir olarak kalıyordum ve kiralık bir evde oturuyordum. Musa Kazımın “radıyallâhu anh” sohbetlerine devam ediyordum. Bir gün çok şiddetli yağmur yağdı. İhram bağlanıp, Musa Kazım hazretlerinin meclisine gittim, selam verdim. Selamımı aldı ve bana ey falan, evin, eşyalarının üzerine yıkılmıştır, buyurdu. Hemen eve gittim. Buyurduğu gibi ev yıkılmıştı. Eşyalarımı enkaz altından çıkarmak için işçi tuttum. Bütün eşyamı çıkardılar. Sadece bir ibriğim çıkmadı. Sabahleyin Musa Kazımın “radıyallâhu anh” huzuruna gittim. Hiç eşyan kayboldu mu, diye sordu. Sadece abdest aldığım bir ibrik kayboldu, dedim. Mübarek başını eğip, bir müddet sonra kaldırdı. Öyle zannediyorum ki sen onu bir yerde unutmuşsundur. Git ev sahibi cariyeden sor. İbriği sen almışsın, onu bana getir diye söyle, getirecektir, buyurdu. Geri dönüp, cariyenin yanına gittim. İbriği helada unutmuştum. Sen almıştın, onu getir de abdest alayım, dedim. Gidip hemen getirdi.
¥ Yine bir kimse şöyle anlatmıştır: Musa Kazımı “radıyallâhu anh” Basraya götürdüklerinde, Medayin yakınlarında beraber gemiye binip oturduk. Bizim arkamızda başka bir gemi daha vardı. O gemide gelin götürdükleri için çok gürültü vardı. Bana bu kalabalık nedir, diye sordu. Gelin götürüyorlar, dedim. Bir müddet sonra o gemiden bağrışmalar duyduk. Musa Kazım “radıyallâhu anh” bu feryat nedir, diye sordular. Gelin denizden bir avuç su almak isterken, altın bileziğini suya düşürmüş. onun için bağrışıyorlarmış, dedim. Musa Kazım hazretleri gemilerin durdurulmasını istedi. Gemiler durunca, kenara yaklaşıp, bir şeyler okudu. Sonra, onların gemicisine söyleyiniz, suya girsin ve bileziği çıkarsın, buyurdu. Bir de baktık ki bilezik suyun yüzüne yakın yerde duruyordu. Gemici suya girip, bileziği çıkardı.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmıştır: Dostlardan biri 100 dinar (altın) vererek, İmam-ı Musa Kazıma “radıyallâhu anh” götürmemi istedi. Bir miktar da benim dinarım vardı. Medine’ye varınca, önce guslettim. Kendi dinarlarımı ve o şahsın verdiği dinarları yıkadım. Üzerlerine misk saçtım. O şahsın dinarlarını saydım, 99 idi. Bir daha saydım yine 99 çıktı. Bir dinar da kendi dinarlarımdan katarak kesesine koydum. Gece Musa Kazım’ın “radıyallâhu anh” evine gittim. Canım size feda olsun, bir miktar hediyem vardır. Onunla Allahü teâlâya yakın olmak isterim, dedim. Getir, buyurdu. Önce kendi dinarlarımı önlerine koydum. Sonra falan dostunuz da benimle size hediye gönderdi, dedim. Getir, buyurdu. Keseyi huzuruna koydum. Kesenin içindekileri yere dök, buyurdu, döktüm. Mübarek eliyle o dinarları dağıttı ve benim kattığım bir dinarı ayırttı. O kimse bu dinarları sayı olarak değil, ağırlık olarak hesap etmiştir, buyurdu.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmiştir: Ali bin Yaktin ile bir kimse bana Kufeye git, falan kimse ile yol arkadaşı ol. 2 hayvan satın alın ve şu hediyeleri ve mektupları Musa Kazım hazretlerine götürün, dediler. Kufeye gidip söylenen kimseyi buldum. 2 koyun satın alıp, yola çıktık. Medine yakınlarında bir yerde konakladık. Yemek yiyorduk. O sırada Musa Kazımı “radıyallâhu anh” gördük. Bir katıra binmiş geliyordu. Ayağa kalkıp selam verdik. Yanınızda olanları getirin, buyurdu. Götürdük ve mektupları da verdik. Bir kaç mektup çıkarıp, bunlar getirdiğiniz mektupların cevaplarıdır. Geri dönüp gidiniz. Allahü teâlâya emanet olunuz, buyurdu. Biz, yiyeceğimiz kalmadı, Medineye az bir mesafe var. Müsaade ederseniz Medineye gidip, Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” ziyaret edelim ve yiyecek alıp geri dönelim, dedik. Bize yediğinizden artan bir şey var mıdır, buyurdu. Vardır deyip, artanları getirdik. Mübarek eliyle onlara dokundu ve bu size Kufeye kadar yeter. Allahü teâlâ sizi muhafaza etsin, geriye dönün, buyurdu. Geri döndük, o yiyecek bize Kufeye kadar kâfi geldi.
İMAM-I ALİ RIZA “radıyallâhu anh”
İmam-ı Ali Rıza, İmam-ı Musa Kazımın oğludur. 12 imamın 8.’sidir. Künyesi babasının künyesi gibi Ebül Hasan’dır. Babası kendi künyemi ona bağışladım, buyurmuştur. Lakabı, Rızadır. Babasına dediler ki halife Memun ondan razı olduğu için mi oğlun Ali’yi Rıza lakabıyla çağırıyorsunuz? Cevabında, hayır, Allahü teâlâ ve Resûlü “sallallâhü aleyhi ve sellem” ondan razı oldukları içindir. Böylece bu lakabla dedelerine tahsis edildi. Çünkü ona uyanlar kendisinden razı olduğu gibi, muhalifleri de ondan razıdırlar, buyurdu. Babası Musa Kazım “radıyallâhu anh”, oğlumu Rıza diye çağırınız, buyururdu. Kendisi ise ya Ebel-Hasan diye çağırırdı. Dedesi Cafer-i Sadıkın “radıyallâhu anh” vefatından 5 sene sonra hicretin 153’ünde, Rebiül-ahir ayının 11. perşembe günü Medine’de doğdu. Doğum tarihi bundan başka da söylenmiştir. 203 senesinde Ramazan ayının 21’inde Cuma günü Tus’ta vefat etti. Mübarek kabri Harun Reşidin kabrinin kıble tarafındadır.
Annesi cariye idi ve meşhur olan ismi Nahimedir. Nahime, Musa Kazımın “radıyallâhu anh” annesi Hamide’nin cariyesi idi. Hamide, rüyasında Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” gördü. Resûlullah ona rüyasında, Nahime’yi oğlun Musa’ya ver. Yakında zamanın insanlarının en üstünü olan bir oğulları olacaktır, buyurdu. İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” annesi şöyle anlatmıştır: Ona hamile olduğum zaman, hiç bir ağırlık duymazdım. Uyuyunca, karnımdan tesbih ve tehlil sesleri işitirdim. Beni bir korku ve heybet kaplardı. Uyanınca hiç ses duymazdım. Ali Rıza doğduğu zaman, ellerini yere koyup, başını semaya kaldırdı. Söz söyleyen ve münâcaat eden kimse gibi, mübarek dudaklarını kıpırdatıyordu.
¥ İmam-ı Ali Rızanın babası Musa Kazımın “radıyallâhu anhüma” büyük talebelerinden biri şöyle anlatmiştir: Bir gün Musa Kazım “radıyallâhu anh” bana Mağrib tüccarlarından gelen oldu mu, diye sordu. Bilmiyorum, dedim. Gelmiştir, buyurdu. Birlikte, atlara binip, gittik. Mağribli bir tüccar bulduk. Bize yedi cariye gösterdi. Hiç birini kabul etmeyip, bir tane daha göster, buyurdu. Mağribli kimse, bir cariye var, hastadır diyerek onu göstermedi. Ertesi gün Musa Kazım hazretleri beni gönderdi ve ne kadar isterse, o cariyeyi o kadara satın al, buyurdu. Gittim, tüccar şu kadardan aşağı vermem, dedi. Ben de o fiyata satın aldım, dedim. O da sattım dedi. Dün gelen arkadaşın kim idi diye sordu. Haşim oğullarından biri idi, dedim. Hangi kabiledendir diye sorunca, bundan fazlasını bilmiyorum, diyerek cevap vermedim. Tüccar bana dedi ki: Sana bir şey söyleyeyim. Bu cariyeyi mağrib şehirlerinin en uzağından satın aldım. Ehl-i kitaptan bir kadın bana, bu cariyeyi göstererek, bu kimindir diye sordu. Kendim için satın aldım, dedim. Hayır, bu cariye senin olacak kabilden değildir. O yer yüzünün en iyi insanının yanında olacaktır, dedi. Tüccarın anlattıklarını dinledikten sonra, o cariyeyi Musa Kazım hazretlerine götürdüm. O cariyeden İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” dünyaya geldi.
¥ İmam-ı Ali Rızanın babası Musa Kazım “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Rüyamda Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” gördüm. Emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallâhu anh” de huzurlarında idi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, “Ya Ali, senin bu oğlun Allahü teâlânın nuruyla bakar. Sözleri hikmetli ve her işte isabetlidir. Hata yapmaz, alimdir. İlm ve hikmetle doludur.” buyurdu.
İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” menkıbeleri ve faziletleri dillerde meşhurdur ve kitaplarda yazılmıştır. Sayısız faziletlerinden ve menkıbelerinden denizden damla misali burada bir kaçını kısaca bildireceğiz.
¥ Halife Memun, İmam-ı Ali Rızayı “radıyallâhu anh” veliaht edindi. Memun ile görüşmek istediği zaman, hizmetçiler ve kapıcılar onu karşılarlardı. Memunun bulunduğu makamın kapısında asılı olan perdeyi kaldırırlardı. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” içeri girerdi. Halbuki bu hizmetçiler ona muhalif idiler. Bir gün aralarında onu karşılamamak ve kapıdaki perdeyi kaldırmamak için karar aldılar. İmam-ı Ali Rıza geldi. Hepsi oturuyorlardı. İster istemez yerlerinden sıçrayıp, karşıladılar ve perdeyi kaldırdılar. Sonra biz ne yaptık diyerek, karşılamayacaklarına ve perdeyi kaldırmayacaklarına dair yeniden sözleştiler. Bir gün İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” yine geldi. Kapıcılar ve hizmetçiler yerlerinden kalktılar ve selam verdiler. Fakat perdeyi kaldırmakta ağır davrandılar. O sırada Allahü teâlâ bir rüzgar gönderdi. Rüzgar perdeyi onlardan önce kaldırdı. İmam-ı Ali Rıza içeri girdi. Rüzgar kesildi. Dışarı çıkacağı zaman tekrar rüzgar esti ve perdeyi kaldırdı. Kapıcılar bu hâli görünce, (Allahü teâlânın aziz ettiği kimseyi, kimse zelil edemez) dediler ve ondan sonra her zamanki adetlerine devam ettiler.
¥ Zamanının en meşhur şairlerinden ve fasihlerinden olan Dabel bin Ali el-Huzai şöyle anlatmiştir: Medaris-ül ayat kasidesini yazdım. O sırada İmam-ı Ali Rıza “”radıyallâhu anh” Horasanda Memunun veliahtı idi. Kasideyi huzurunda okudum. Çok beğendi ve bu kasideyi benden izinsiz hiç kimsenin yanında okuma, buyurdu. Kaside yazdığımı halife Memun duymuş, beni çağırdı. Halimi hatırımı sorduktan sonra, Medaris-ül ayat kasidesini oku, dedi. Özür beyan ederek, okuyamayacağımı söyledim. Niçin okumuyorsun, diye sebebini sordu. İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” bu kasideyi kendisinden izinsiz kimsenin yanında okumamamı tenbih ettiğini söyledim. Bunun üzerine İmam-ı Ali Rızayı “radıyallâhu anh” çağırdılar. Memun ona, ya Ebel Hasan! Dabelden Medaris-ül ayat kasidesini okumasını istedim, okumadı deyince, İmam-ı Ali Rıza bana kasideyi okumamı söyledi. Kasideyi okudum. Halife Memun çok beğendi ve bana 50.000 akçe mükafat verdi. Bu miktara yakın akçe de İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” hediye etti. İmam-ı Ali Rıza hazretlerine efendim, kendi elbiselerinizden bağışlamanızı arzu ediyorum. O elbise benim kefenim olsun, dedim. Bana giydiği gömleklerden bir gömlek ve çok güzel bir havlu verdi. Bunları sakla, bunlarla belalardan korunursun, buyurdu.
Iraka gidiyordum. Eşkiya yolumuzu kesip, kafilemizi soydular. Üzerimde sadece eski bir gömleğim kalmıştı. Bilhassa İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” hediye ettiği gömleği ve havluyu almalarına çok üzülmüştüm. Hiçbir şeye bu kadar üzülmemiştim. İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” bunları sakla, bunlarla korunursun buyurduğunu düşünüyordum. O sırada baktım, eşkiyadan biri benim atıma binmiş ve benim yağmurluğumu giymiş, benim yanımda durdu. Bütün kafilenin toplanmasını bekleyordu. Medaris-ül ayat kasidesini okumaya ve ağlamaya başladı. Bir eşkiyanın Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ehl-i Beytini sevmesine çok hayret ettim. İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” verdiği gömleği ve havluyu geri versin diye düşünerek, bu kasideyi kim söylemiştir diye sordum. Sana ne, senin bu kasideyle ne işin var, dedi. Şunun için sordum. Benim bir sırrım vardır. Onu sana söyleyeceğim, dedim. Bu kasideyi Al-i Muhammedin (Ehl-i beytin) “sallallâhü aleyhi ve sellem” şairlerinden Dabel bin Ali söylemiştir, dedi. Vallahi Dabel benim ve bu kasideyi ben yazdım, dedim. İhtimal vermedi ve kafiledekileri çağırıp, onlara sordu. Bu kişi Dabeldir diye şahitlik ettiler. Bunun üzerine eşkiya kafileden aldıkları bütün eşyaları geri verdi. Sonra bize kılavuzluk yapıp, tehlikeli yerleri geçirdi. Ben ve kafiledekiler İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” hediye ettiği gömleğin ve havlunun bereketiyle ve Allahü teâlânın iziniyle o beladan kurtulduk ve korunduk. Dabel bin Ali el-Huzainin yazdığı Medaris-ül ayat kasidesinin tercümesi şöyledir:
Andıkça Arafatta kaldığımız mekanları,
Akıtırım gözlerimden damla damla yaşları.
O günleri çok arzular oldum azaldı sabrım,
Sessiz ve ıssız kaldı her tarafı bu diyarın.
Tilâvetten mahrum, ayat okunan medreseler,
Şimdi kimsesiz kaldı, vahyin indiği bu yerler.
Ehl-i beyt kimsesizdir, Minada Hif mescidi,
Kâbe, Arafat ıssız kaldı, hem Nebî mescidi.
Bu yerler Alinin, Hüseyinin, Caferin diyarı,
Hamzanın, taatten dizi şişen Seccadın yeri.
Zulüm yapamazdı bu diyarda asla zalimler,
Şimdi hep zulmle geçiyor günler, hem seneler.
Abdullahın ve Fazılın yeridir bu beldeler,
Onlar davetci Resûlün pak sülalesidirler.
Bu diyarlar namaz kılınan takva yerleridir,
Oruç, temizlik, ihsan, iyilik beldeleridir.
Çok kere indi Cibril-i Emin bu diyarlara,
Allahtan selam, meth getirdi Resûlullaha.
Vahyin indiği, ilimlerin kaynağı yerlerdir,
Hakkın, hakikatin öğrenildiği beldelerdir.
Bu beldelerde seyran ederken Ahmed-i Muhtar,
Kendisine vahyin geldiği yerlerdir bu diyar.
Hani ilk sakinleri, dağıttı bizi ayrılık,
Şimdi gurbetlerde hep fani olmuşlar artık.
Resûlullahın yakınları, varisleri onlar,
Büyüklerin en üstünü, en hayırlısıdırlar.
Onlardır kıtlıklarda insanları doyuranlar,
Bu sebeple bereketle şereflenendir onlar.
Kabul olunmaz hem namazlarımız salavatsız,
Olursak namazlarımızda onlara duâsız.
Onlardır, hem doğru yolun adalet rehberleri,
Onlardır, hatadan kusurdan necat sebepleri.
Rabbim, kalbimde hidayet ve basireti arttır,
Onlara iyilikte hep iştiyakımı arttır.
Resûlullahın diyarı bu yerler ıssız kalmış,
Ziyadın yurduna bak, baştan başa mamur olmuş.
Resûlullahın diyarının kubbeleri çökmüş,
Ziyadın alinin ise köşkleri muhkem olmuş.
Evlat-ı Resûlün harimi esir ediliyor,
Ziyadın ailesi eman içinde yaşıyor.
Al-i Resûlün boyunlarından kanlar akıyor,
Al-i Ziyad ayaklarına ziynetler takıyor.
Resûlullahın ali kuru çöllerde kalıyor,
Ziyadın ailesi sırça köşklerde yaşıyor.
Ey Al-i Resûl ve ilmin kaynağı olanlar,
Her nefeste olsun sizlere daima selamlar.
Emin yaşadım, hayatımı sizin vesilenizle,
İmanımı kurtarmayı umarım sevginizle.
Bazı rivayetlerde bu kasidenin 50 beyt olduğu bildirilmiştir. Ehl-i beytin mübarek kabirlerinden de bahsedilmiştir. Dabel bin Ali el-Huzai bu kasidesini İmam-ı Ali Rızaya “radıyallâhu anh” okurken:
Bağdatta tertemiz bir zata ait kabir vardır,
Hak teâlâ onu odalarda korumaktadır.
beytine gelince, İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh”, Ey Dabel, bu kısmına bir beyt de ben ilave edeyim. Kasiden bu beytle bitsin, buyurdu ve şu beyti ilave etti:
Tusta da garib hâlde kalmış bir kabir olacak,
Gurbetin acısı ta ciğerlere oturacak.
Bunun üzerine şair Dabel, ey Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” torunu! Bu kabir kimin kabri olur, diye sordu. Buyurdu ki: O gurbette kalan kabir benim kabrim olur. Bu sebeple Tus, Ehl-i beyti sevenlerin gidip geldiği yer olur. O gurbette kim benim kabrimi ziyaret ederse, kıyamet gününde affedilmiş olarak benim yanımda bulunur.
¥ Kufeli bir kimse şöyle anlatmiştir: Kufeden Horasana gidiyordum. Kızım bana bir elbise vererek, bunu sat, bana kıymetli taşlı bir yüzük al, dedi. Merv şehrine varınca, İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” hizmetçileri geldiler. Sendeki elbiseyi bize sat, İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” hizmetçilerinden biri vefat etti. Ona kefen yapacağız, dediler. Bende elbise yok, dedim. Gidip tekrar geldiler. Efendimiz sana selam söylüyor, kızın sana bir elbise vermiş. Onu satıp yüzük alacakmışsın. İşte parasını getirdik, dediler. Elbiseyi onlara sattım. Sonra kendi kendime gidip imamdan birkaç sual sorayım. Bakayım ne cevap verecektir, dedim. Birkaç meseleyi bir kağıta yazdım. Sabahleyin İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” kapısına gittim. Kalabalıktan, değil mesele sormak, kendisini dahi göremedim. Hayretler içinde kaldım. Suallerimi sorayım diye beklerken, bir hizmetçi dışarı çıktı. Beni ismimle çağırdı. Bir yazılı kağıt uzatarak, bu kağıtta senin suallerinin cevapları vardır, dedi. Alıp baktım, suallerimin cevapları yazılı idi.
¥ Benac halkından bir kimse şöyle anlatmıştır: Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” rüyada gördüm. Benaca teşrif etmiş ve hacıların konakladığı mescitte oturuyordu. Huzuruna varıp, selam verdim. Önlerinde hurma yapraklarından yapılmış bir kab içinde seyhani hurmaları vardı. Bana bir avuç verdiler. Saydım, on yedi hurma idi. Kendi kendime 17 sene ömrüm kalmıştır, diye tabir ettim. 20 gün sonra İmam-ı Ali Rızanın o mescide geldiğini işittim. Hemen huzuruna koştum. Rüyada gördüğüm gibi, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” oturduğu yere oturmuştu. Önünde bir tabak hurma vardı. Selam verdim. Beni yanına çağırdı ve bir avuç hurma verdi. Saydım, on yedi tane idi. Ey Resûlullahın torunu. Biraz hurma daha isterim, dedim. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” daha fazla verdiyse, ben de vereyim, buyurdu.
¥ Bir talebesi şöyle anlatmıştır: Ziyad bin Salt bana dedi ki: İmam-ı Ali Rızadan huzuruna girmem için izin taleb et. Ümit ediyorum ki kendi elbiselerinden bana bir elbise giydirir. Kendi adına kesilmiş akçelerden de birkaç akçe verir, dedim. Talebesi huzuruna girip, izin istemek için henüz söze başlamadan, Ziyad bin Salt içeri girmek istiyor. Benden elbise ve kendi adıma kesilmiş akçelerden vermemi ümit ediyor, gelsin, buyurdu. Ziyad bin Salt huzuruna girdi. Bir elbise ve 30 akçe verdi.
¥ Kirman yolunda, eşkiyalar bir tüccarın yolunu kestiler. Ağzını kar ile doldurdular. Bu sebeple tüccar konuşmakta güçlük çekerdi. Horasana gitti. Orada İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” Nişapurda olduğunu haber aldı. Kendi kendine, o Ehl-i beyt-i nebevidendir. Resûlullahın torunudur. Huzuruna gideyim, dilime bir ilaç söyler, diye düşündü. O gece rüyasında İmam-ı Ali Rızayı “radıyallâhu anh” gördü. Huzuruna varıp, şifa için ilaç taleb etti. Kimyon, sater [kekik] ve tuzu su ile karıştır, ağzını o su ile 3 kere çalkala, şifa bulursun, buyurdu. Uyanınca gördüğü rüyaya kıymet vermedi. Nişapura gitti. İmam-ı Ali Rıza şehrden çıkmış, konaklama yerinde konaklamıştı. Tüccar, huzuruna varıp, hâlini anlattı. Fakat rüyasını söylemedi. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” tüccara, senin ilacını rüyanda söyledim, buyurdu. Tüccar, ey Resûlullahın torunu, bir kere de sizden duymak istiyorum, dedi. Bunun üzerine, bir miktar kimyon, sater ve tuzu su ile karıştır, 2-3 kere ağzında çalkala, şifa bulursun, buyurdu. Tüccar bu ilacı yapıp kullandı ve şifa buldu.
¥ İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” bir gün bir şahsa baktı. Ey Allahü teâlânın kulu! Dilediğin şeyleri vasiyet et, kimsenin kurtulamadığı şeye hazırlan, buyurdu. O şahıs 3 gün sonra vefat etti.
¥ Ebû İsmail Sindi şöyle anlatmiştir: İmam-ı Ali Rıza hazretlerinin huzuruna gittim. Arabî lisanından bir kelime dahi bilmediğim için sind lisanına göre selam verdim. Selamımı sind lisanı ile aldı. Bir takım sualler sordum. Hepsine sind lisanı ile cevap verdi. Sonra ben Arabî lisanını bilmiyorum, duâ buyurun da, Allahü teâlâ bana Arabî lisanını ilham eylesin, dedim. Mübarek elini dudaklarıma sürdü. Derhal Arabî konuşmaya başladım.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmıştır: Hacca gidiyordum. Cariyem benim için 2 sevb-i mülcem [kalın kumaştan elbise] hazırlamıştı. İhram zamanı gelince, bunlarla ihram caiz midir değil midir diye şüpheye düştüm. İhtiyaten başka ihram sarındım. Mekkeye varınca, İmam-ı Ali Rıza hazretlerine bir mektup yazdım. Mektupla birlikte bazı hediyeler de gönderdim. Fakat cariyemin ihram olarak hazırladığı o kalın kumaşlarla ihramın caiz olup olmadığını yazıp, sormayı unuttum. Bir müddet sonra mektubun cevabı geldi. O kalın kumaşlarla ihramın caiz olduğu, hiç mahzuru bulunmadığı, mektubun sonuna yazılmıştı.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Bir gün İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” ile bir evin duvarının dibinde oturuyorduk. Sohbet ediyorduk. Aniden bir serçe gelip kendini onun önüne attı. Ötmeye başladı. Izdırablı bir hâli vardı. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” bu serçe ne diyor biliyormusun, buyurdu. Ben de, Allahü teâlâ, Onun Resûlü ve Resûlullahın torunu (siz) daha iyi bilir, dedim. Serçe bu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor. Kalk eve gir ve yılanı öldür, buyurdu. Eve girdim. İçerde bir yılan dolaşıyordu. Onu öldürdüm.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Hanımım hamile idi. İmam-ı Ali Rıza hazretlerinin huzuruna gittim. Duâ buyurun bir oğlum olsun, dedim. Hanımın 2 çocuğa hamiledir, buyurdu. Ayrılıp giderken, birine Muhammed, diğerine de Ali ismini koyayım, diye düşündüm. İmam-ı Ali Rıza hazretleri beni çağırdı. Birine Ali ismini ver, birine de Ümmü Amr ismini koy buyurdu. Çocuklar doğdu. Biri oğlan, biri de kızdı. Adlarını Ali ve Ümmü Amr koydum. Bir gün anneme Ümmü Amr kimin ismidir, diye sordum. Annemin ismi idi, dedi.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmıştır: Horasanda, İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” hazretlerinden işittim. Buyurdu ki Medineden beni çağırıyorlar. Bütün çocuklarımı toplayıp, benim üzerime ağlaşmamalarını söyledim. Sonra 12.000 akçeyi aralarında paylaştırdım. Artık bundan sonra size, dönmesem gerektir, dedim.
¥ Memun, İmam-ı Ali Rızaya “radıyallahül anh” halife olması için teklifte bulundu. Kabul etmedi. Bu taleb 2 ay sürdü. Sonunda, tehtid hâlini aldı. Böylece kabul etti. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” bir yazı yazıp, o yazının sonuna şunları yazdı: Cefr ve camia kitapları bunun zıddinı gösterir. Fakat, bu iş elimde olmadan gerçekleşti, buyurdu ve meal-i şerifi (… Bana ve size ne yapılacağını bilmem…) olan Ahkaf sûresi 9. âyet-i kerimesini ve meal-i şerifi (… Hüküm ancak Allahındır. O hakkı anlatır. O, hüküm verenlerin hayırlısıdır) olan Enam sûresi 57. âyet-i kerimesini okudu. Halifenin emrine uydum. Allahü teâlâ beni ve sizi korusun, buyurdu.
¥ Ebüssalt şöyle anlatmıştır: Bir gün İmam-ı Ali Rıza hazretlerinin huzurunda idim. Bana şu gördüğün kubbe Harun Reşidin türbesidir. Onun 4 tarafından bana toprak getir, buyurdu. Gidip getirdim. Toprağı kokladı ve yakında burada benim için bir kabir kazacaklar. Bir taş görünecek, onu çıkarmak için Horasanın bütün külünklerini getirecekler. Fakat yine çıkaramayacaklar. Sonra falan yerden toprak getir, buyurdu. Gidip getirdim. Orayı göstererek, benim kabrimi burada kazınız. Kabrin ortasını yarıp beni içine koymayın. Kabrim derin olsun ve laht yapın. 2 zra ve 1 karış olsun. Allahü teâlâ onu dilediği kadar genişletir, buyurdu. Sonra, kabrimin baş tarafında bir ıslaklık görünecektir. Sana öğrettiğim duâyı oku. Oradan bir su kaynayıp çıkar. Laht su ile dolar. Suyun içinde küçük balıklar görürsün. Sana şu ekmeyi veriyorum. Ufak ufak parçalayıp suya at. O balıklar bu parçaların hepsini yerler. Sonra büyük bir balık çıkar, bütün küçük balıkları yer ve kaybolur. O zaman cenazemi suyun içine koyunuz. Öğrettiğim şeyleri oku, su azalır ve hiç kalmaz. Halife Memun da bunları görecektir, buyurdu. Sonra, yarın Memunun yanına gideceğim. Onun yanından dışarı çıktığım zaman, başım örtüldü ise benimle konuşma, başım açık ise konuş, buyurdu. Sabahleyin elbiselerini giymiş bekleyordu. Memunun hizmetçisi gelip çağırdı. Memunun yanına gitti. Memunün önünde tabaklar içinde meyvalar vardı ve elindeki bir üzüm salkımından yiyordu. İmam-ı Ali Rıza hazretlerini görünce, yerinden fırlayıp kucaklaştı ve gözlerinin arasını öpüp yanına oturttu. Memun elindeki üzümü İmam-ı Ali Rıza hazretlerine verip, bunun gibi güzel üzüm gördün mü, dedi. O ise, nefis üzüm Cennettedir, buyurdu. Memun bu üzümden yiyiniz, dedi. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” beni mazur görünüz, dedi. Memun ısrar ederek, özrünüz nedir, bizi töhmet altında bırakıyorsunuz deyince, üzüm salkımından biraz yedi. Bazıları üzümden birkaç tane yedi, demişlerdir. Sonra üzümü bırakıp kalktı. Memun, nereye gidiyorsunuz diye sorunca, gönderdiğin yere gidiyorum, buyurdu. Mübarek başına bir şey örtmüş olduğu hâlde dışarı çıktı. Kendisiyle konuşmadık. Evine gitti ve emri üzere kapısı kilitlendi. Yatağının üzerine yattı. Ben evin içinde üzüntülü bir hâlde duruyordum. O sırada İmam-ı Ali Rızaya “radıyallâhu anh” çok benzeyen, güzel yüzlü, misk kokulu bir genç içeri girdi. Yanına koştum. Kapı kilitli idi, nereden girdin, dedim. Beni Medineden buraya bir saatte getiren kimse içeri aldı. Ben Hüccetullah Muhammed bin Alinin babasının yanına girerken, bana sen de gir diye söyledi, dedi. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” onu görünce, yerinden kalktı. Kucaklayıp bağrına bastı ve 2 gözünün arasından öptü. O da yüzünü babasının yüzüne koyup, gizlice bir şeyler konuştular, ben anlayamadım. Sonra İmam-ı Ali Rızanın dudaklarının üstünde kardan beyaz bir köpük gördüm. Sonra elini İmam-ı Ali Rıza hazretlerinin elbisesi ile göğsü arasına soktu. Serçe gibi bir şey çıkarıp yuttu. İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” kendinden geçip, vefat etti.
Muhammed bin Ali “radıyallâhu anh” bana: Ey Ebussalt, kalk ambardan su ve tahta getir, dedi. Orada su ve tahta yoktur, dedim. Sana söylediklerimi tut, dedi. Gidip su ve tahta bulup getirdim. Yıkamak için yardım edeyim, dedim. Bana yardım eden vardır, buyurdu. Kendisi cenazeyi yıkadı. Sonra bana, ambarda bir dolapta kefen ve hanut, güzel koku var, getir buyurdu. Gidip getirdim. Kefenledi. Tabut getir, buyurdu. Marangoza yaptırmak istedim. Ambarda var, buyurdu. Gidip baktım, hiç benzerini görmediğim bir tabut gördüm. Alıp getirdim. Cenazeyi tabuta koydu ve 2 rekat namaz kıldı. O henüz namazını bitirmeden tabut yükseldi, evin damı yarılıp, oradan yukarı çıktı. Muhammed bin Ali hazretlerine, şimdi halife Memun gelirse ne yaparız, dedim. Sakin ol, tabut biraz sonra geri gelir, bir Peygamber şarkta ve vasisi garbda vefat etse, Allahü teâlâ onların bedenlerini ve ruhlarını bir araya getirir, buyurdu. Henüz sözlerini bitirmeden evin damı yarıldı, tabut aşağı indi. Tabuttan İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” cenazesini çıkarıp, yatağına yatırdı. Sanki techiz ve tekfin gibi şeyler yapılmamıştı. Sonra kapıyı aç buyurdu. Kapıyı açtım. Memun ve hizmetçileri kapıda idiler. İçeri girdiler. Hepsi üzülüyor, ağlaşıyorlardı ve saçlarını başlarını yoluyorlardı. Memun, ey efendimiz sana ne oldu, ey efendim, diyordu.
Sonra techiz ve tekfin işleriyle meşgul oldular. Kabrini kazmaya başladılar. Kabir kazılırken ben orada idim. İmam-ı Ali Rıza hazretlerinin söylediklerinin hepsi vuku buldu. Memun onun kabrindeki suyu ve balıkları görünce, hayatında keramet gösterdiği gibi, vefatında da gösteriyor, dedi. Memunun yakınlarından biri, Memuna bu neye işarettir, biliyormusun dedi ve sözlerine şöyle devam etti: Şuna işarettir ki Abbas oğulları, sizin mülkünüz her ne kadar çok olsa da ve uzun müddet devam etse de küçük balıklar gibidir. Ecelleriniz geldiğinde ve eserleriniz bitme zamanı yaklaşınca, Allahü teâlâ bizden sizin üzerinize bir kişi musallat eder ve sizi yok eder. Memun doğru söylüyorsun, dedi.
İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” defninden sonra, halife Memun bana kabirde okuduğun şeyleri bana da öğret, dedi. Onları unuttum, dedim. Gerçekten unutmuştum. Bunun üzerine beni habse atmalarını emretti. Bir sene hapiste kaldım. Çok sıkıldım ve ya Rabbi! Muhammed aleyhisselâmın ve Onun temiz Ehl-i beytinin hürmetine beni kurtar, diye duâ ettim. Henüz duamı tamamlamamıştım ki İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” içeri girip geldi. Gönlün daraldı mı ey Ebussalt, buyurdu. Evet, vallahi daraldı dedim. Mübarek elini, bağlı olduğum bağlara dokundu. Kalk dışarı çık, buyurdu. Bütün bağlar çözüldü. Elimden tuttu, dışarı çıktık. Hapishanenin bekçileri beni gördüler. Fakat bir şey söyleyemediler. Sonra İmam-ı Ali Rıza hazretleri bana: Yürü, Allahü teâlânın emanında ol, sen Memun’a rastlamazsın, o da seni bulamaz, buyurdu. Bu zamana kadar Memunu görmedim.
İMAM-I TAKİ MUHAMMED BİN ALİ “radıyallâhu anh”
İsmi Muhammed bin Alidir. 12 imamın 9.’sudur. İmam-ı Ali Rıza’nın “radıyallâhu anh” oğludur. Künyesi Ebû Cafertir. Künyesi ve ismi İmam-ı Muhammed Bakıra “radıyallâhu anh” benzediği için kendisine Ebû Cafer-i Sani de denilmiştir. Lakabı Taki ve Cevattır. Annesi Hayrzane veya Reyhane adında bir cariye idi. Hicretin 195. senesinde Recep ayının onunda, Cuma günü Medinede doğdu. Hicretin 220. senesinde, Zilhicce ayının altısında Salı günü vefat etti. Kabri Bağdatta, dedesi Musa Kazımın “radıyallâhu anh” kabrinin arkasındadır.
İmam-ı Muhammed Taki “radıyallâhu anh” daha küçük yaşta iken, edebi ve ilmi o derece idi ki halife Memun ona hayran olup kızı Ümmü Fadlı ona nikahlayarak Medineye göndermiştir. Memun ona her sene bin dirhem gönderirdi.
¥ İmam-ı Muhammed Taki “radıyallâhu anh” babasının vefatında on bir yaşında idi. Bağdatın mahallelerinin birinde arkadaşlarıyla bir yol üzerinde duruyorlardı. Halife Memun ava giderken o yoldan geçti. Bütün çocuklar yoldan kaçtılar. İmam-ı Muhammed Taki “radıyallâhu anh” yerinde durdu. Memun gelip ona biraz baktı. Allahü teâlâ gönüllerde ona karşı muhabbet vermişti. Halife ona, arkadaşların yoldan çekildiler, sen niçin durdun diye sordu. Yol dar değil ki ben kenara çekilince yol açılsın. Suçum da yoktur ki senden korkup kaçayım. Sana hüsn-ü zannım vardır ki sen suçsuz kimseyi incitmezsin, buyurdu. Onun güzel yüzü ve tatlı sözü, halife Memunun çok hoşuna gitti. Senin ismin nedir diye sordu. Muhammeddir, dedi. Kimin oğlusun diye sordu. İmam-ı Ali Rızanın “radıyallâhu anh” oğluyum, dedi. Memun babasını rahmetle andı ve ondan razı olduğunu söyledi. Sonra yoluna devam etti. Şehrden uzaklaşınca, yanındaki doğan kuşlarından birini av için bir su gölüne saldı. Doğan kuşu gözden kayboldu ve bir müddet sonra havadan aşağı indi. Pençesinde küçük bir balık getirmişti. Balık yarı canlı idi. Memun hayret etti. Balığı kendi eline aldı ve geri döndüler. Yine İmam-ı Muhammed Takinin “radıyallâhu anh” arkadaşlarıyla birlikte bulunduğu yoldan geçiyorlardı. Bütün çocuklar yoldan kaçtılar. Muhammed Taki “radıyallâhu anh” yerinden ayrılmadı. Memun yanına gelip, ey Muhammed, elimdeki nedir diye sordu. Allahü teâlâ denizde küçük bir balık yarattı. Melik ve halifenin doğan kuşları da onu avladı. Bunu bana Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ehl-i beytinin sülalesi haber verdi, buyurdu. Memun hayret etti ve İmam-ı Muhammed Takinin yüzüne biraz daha baktı ve sen hakikaten İmam-ı Rızanın “radıyallâhu anh” oğlusun, dedi. Ona ihsan ve ikramlarını arttırdı.
¥ Halife Memunun kızı ve İmam-ı Muhammed Takinin “radıyallâhu anh” hanımı olan Ümmü Fadl, babası Memuna mektup yazarak, İmam-ı Muhammed Takinin kendisinin üzerine cariye ve hanım almak istediğini şikayet etti. Memun cevap yazarak, seni İmam-ı Muhammed Takiye verirken, Allahü teâlânın ona helal ettiğini haram etmedim. Bundan sonra bana bu konuda şikayet mektubu yazma, dedi.
¥ İmam-ı Muhammed Taki “radıyallâhu anh” buyurdu ki: Zalimin adaletle geçen günü, mazlumun zulüm edilen gününden daha ağır gelir. Cahiller çoğalınca, âlimler onlar arasında gariblerdir. Musibete sabır, kötülük yapan için musibettir. Facirden yardım ümit eden, onu seven için en küçük ceza, mahrum kalmaktır. 2 kimse ebedî hastadır; sıhhatli olduğu hâlde perhiz yapan ve hasta olduğu hâlde perhiz yapmayan.
¥ Halife Memun, kızı Ümmü Fadlı İmam-ı Muhammed Taki “radıyallâhu anh” ile nikahlayıp, Medineye gönderdi. Akşama doğru Kufeye ulaştılar. Orada konaklayıp, bir mescide girdiler. Mescidin avlusunda henüz yemiş vermemiş bir sidre, Arabistan kirazı vardı. İmam-ı Muhammed Taki hazretleri bir ibrik su istedi. O ağacın altında abdest aldı ve namaz kıldı. Namazdan sonra ağacın dibine geldi. Ağaç taze meyve vermişti. Çok tatlı ve çekirdeksizdi. Orada bulunan halk, teberrüken o meyvelerden yediler.
¥ Seleften bir Zât şöyle anlatmiştir: Irakta idim. Şamda bir kişiyi peygamberlik davasında bulunuyor diye, zincirlere bağlayarak hapsettiklerini duydum. Habshaneye gidip, kapıcılara bir şeyler vererek o şahsın yanına girdim. Aklı ve fehmi yerinde idi. Başına gelenleri anlat dedim. Şöyle anlattı: Şamda hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” mübarek başının medfun bulunduğu söylenen mescitte ibadet ediyordum. Karşıma aniden bir Zât çıktı. Bana kalk dedi, kalktım. Biraz yürüdük. Kendimi Kufe mescidinde buldum. O Zât burası neresidir, diye sordu. Kufe mescididir dedim. Namaza durdu. Ben de namaza durdum. Namaz bitince dışarı çıktı. Ben de onunla beraber çıktım. Bir müddet yürüdük. Kendimi Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mescidinde buldum. Ravda-i Resûle “sallallâhü aleyhi ve sellem” selam verdim. O Zât orada da namaz kılmaya başladı. Ben de namaza durdum. Namaz bitince dışarı çıktı. Ben de onunla çıktım. Bir müddet yürüdük. Mekke’ye varmıştık. Kâbeyi tavaf edip, dışarı çıktık. O Zât gözden kayboldu. Ben kendimi Şamda ibadet ettiğim mescitte buldum. Bu hâle hayret ettim. O Zâtın kim olduğunu anlayamadım. Ertesi sene aynı vakitte o Zât beni yine yanına alıp, aynı yerleri dolaştırdı. Ayrilacağı zaman, bu gördüklerimi yaratan Allahü teâlâ hakkı için, siz kimsiniz diye sordum. İmam-ı Muhammed Taki bin Aliyim buyurdu. Sabahleyin bu hadiseyi tanıdıklarıma anlattım. Şam valisi bunları duymuş. Beni peygamberlik davasında bulunuyor diye, yakalayıp bu habse attılar, dedi.
Şam valisine bir mektup yazarak bu durumu anlattım. Vâli mektubun arkasına: O şahsı bir gecede, Şamdan Kufeye götüren kimse, onu bizim habshanemizden kurtarsın diye yazmıştı. Bu söz bana çok ağır geldi ve çok üzüldüm. Durumu o şahsa bildirmek üzere habshaneye gittim. Bir de baktım ki valinin adamları telaşlı ve sıkıntı içindeler. Ne oldu diye sordum. Peygamberlik davasında bulunuyor diye hapsedilen kimse kayboldu. Bilemiyoruz ki onu yer mi yuttu, yoksa gök kuşları mı kaptı diyorlardı.
¥ Halife Memun vefat edince, İmam-ı Muhammed Taki “radıyallâhu anh” bizim kurtuluşumuz, 30 ay sonradır buyurdu. 30 ay geçtikten sonra o da vefat etti.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmiştir: İmam-ı Muhammed Takinin “radıyallâhu anh” huzuruna gidip, falan saliha hanım size duâ ediyor ve kendisine kefen yapmak için bir elbisenizi istiyor, dedim. O saliha hanımın elbiseye ihtiyacı kalmamıştır, buyurdu. Bu sözün mânâsını anlayamamıştım. Sonra o saliha hanımın 13 veya 14 gün önce vefat ettiğini haber aldım.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Bir arkadaşla sefere çıkacaktık. Veda etmek için İmam-ı Muhammed Takiye “radıyallâhu anh” gittik. Bu gün sefere çıkmayınız. Sabredin, yarın gidiniz, buyurdu. Huzurundan ayrılınca, arkadaşım benim yüklerim gitti. Ben bu gün yola çıkacağım dedi ve yola çıktı. Gece konakladığı dereye sel gelip, selde boğuldu.
İMAM-I HADİ ALİ BİN MUHAMMED “radıyallâhu anh”
İmam-ı Muhammed Taki’nin “radıyallâhu anh” oğludur. 12 imamın 10.’sudur. İsmi Alidir. Künyesi Ebül Hasandir. Kendisine III. Ebül Hasan de denilmiştir. Lakabı Hadi’dir. Askeri lakabıyla meşhurdur. Annesi bir cariyedir. Annesi halife Memunun kızı Ümmü Fadldır diyenler de vardır. Hicretin 214 senesinde, Recep ayının 13’ünde, Medine’de doğdu. Hicretin 254 senesinde cemaziyelahir ayının sonunda, pazartesi günü Bağdatın Sermenray nahiyesinde vefat etti. Kabri, Sermenray’da kendi sarayındadır. Kum beldesinde olduğunu söyleyenler de vardır. Fakat bu doğru değildir. Kum beldesinde Musa Kazım’ın “radıyallâhu anh” kızı Fâtıma’nın “radıyallâhu anha” meşhedi vardır. Musa Kazım “radıyallâhu anh” bu kızı için, Fâtıma’yı kim ziyaret ederse Cennete gider, buyurmuştur. Bu sözü İmam-ı Ali Rıza “radıyallâhu anh” nakletmiştir.
¥ İmam-ı Hadinin “radıyallâhu anh” menkıbelerinden biri şöyledir: Bir gün Sermenray civarında bir köye gitmişti. Bir köylü kendisini görmek istedi. Falan köye gitti, dediler. Arayan kimse o köye gitti ve huzuruna vardı. İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” o köylü kimseye ne isteğin var diye sordu. Köylü, ben hazret-i Alinin “radıyallâhu anh” sevenlerindenim. Çok borcum var. Epey zaman geçmesine rağmen borçlarımı ödeyemedim. Benden bu borç yükünü kaldıracak sizden başka kimse bilmiyorum, dedi. İmam-ı Hadi hazretleri o köylüye, hiç üzülme buyurdu. O gece onu misafir etti. Sabahleyin İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” köylüye sana bir söz söyleyeceğim. O sözü aynen yerine getireceksin, buyurdu. Köylü, sözünüze aykırı bir iş yapmam, dedi. Köylü için, bir kağıta, falan kimsenin şu kadar borcu, benim borcumdur diye yazdı. Yazdığı miktar köylünün borclu olduğu miktardan fazla idi. Kağıtı köylüye verdi ve şöyle dedi: Ben yakında Sermenraya döneceğim. Bir cemaat içinde otururken, bu kağıtı bana getir. Borcunu iste ve benimle ağır konuş buyurdu. Köylü baş üstüne efendim diyerek kağıtı alıp gitti. İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” Sermenraya döndü. Halifenin adamlarının ve diğer kimselerin bulunduğu bir topluluk arasında oturduğu bir sırada, o köylü geldi. Kağıtı çıkarıp, İmam-ı Hadi’den “radıyallâhu anh” borcunu istedi. İmam-ı Hadi hazretleri gayet yumuşak konuşarak özür beyan etti ve falan gün ödeyeyim diye söz verdi. Bu durumu halife Mütevekkil duydu. İmam-ı Hadi hazretlerine 30.000 akçe gönderdi. Vaat edilen gün köylü geldi. 30.000 akçeyi köylü kimseye verip, bununla borcunu öde, kalanını da evine harcarsın, buyurdu. Köylü, ey Resûlullahın torunu! Ben bu paranın 3’te 1’ine razı idim. Fakat Allahü teâlâ ne kadar göndereceğini daha iyi bilir, dedi.
¥ Halife Mütevekkil hastalanıp, vücudunda bir çıban çıkmıştı. Çok ağrı ve şiddetli ateş yapıyordu. Tabibler ilaç bulamadılar. Neredeyse ölecekti. Annesi Mütevekkil iyileşirse, kendi malımdan İmam-ı Hadi hazretlerine çok mal göndereceğim diye, nezretti. Bir gün halife Mütevekkilin yakın adamlarından Feth bin Hakan, İmam-ı Hadiden de “radıyallâhu anh” bir ilaç soralım, dedi. Bir kimse göndererek ondan ilaç sordurdular. İmam-ı Hadi hazretleri falan şeyi çıbanın üzerine koyun, Allahü teâlânın iziniyle faydalı olur, dedi. Bu haber Mütevekkilin meclisine ulaşınca, orada bulunanlar gülüştüler ve alay ettiler. Feth bin Hakan tecrübe edelim, zararımız olmaz dedi. İmam-ı Hadi hazretlerinin söylediği şeyi çıbanın üzerine koydular. Çıban yarılıp, içindeki cerahat boşaldı. Halife Mütevekkilin iyileştiğini annesi duyunca, on bin dinarı bir keseye koydu ve kendi mührüyle kesenin ağzını mührleyerek, İmam-ı Hadi hazretlerine gönderdi.
Halife Mütevekkil tam sıhhate kavuştuktan bir kaç gün sonra, bir kimse halifeye İmam-ı Hadinin “radıyallâhu anh” yanında çok mal ve sayısız silah var diye şikayet etti. Halife, veziri Saide, gece yarısı İmam-ı Hadinin evine girmesini ve orada bulduğu mal ve silahları kendisine getirmesini emretti. Vezir Said şöyle anlatmıştır: Yanıma bir merdiven aldım. Gidip evinin damına çıktım ve bacadan içeri girdim. Karanlık olduğundan ne tarafa gideceğimi şaşırdım. O sırada İmam-ı Hadinin “radıyallâhu anh” sesini duydum. Ey Said! Biraz bekle, mum getirsinler, buyurdu. Mum gelince, aşağı indim. İmam-ı Hadi hazretleri yünden bir elbise giymiş, başında da yünden bir takke vardı. Hasır bir seccade üzerinde kıbleye karşı oturuyordu. Ey Said! İşte odalar, ara buyurdu. Odaları aradım, bana söylendiği gibi mal ve silah yoktu. Sadece halife Mütevekkilin annesinin gönderdiği kese, ağzı mührlü olarak duruyordu. Onun yanında mührlü bir kese daha vardı. İmam-ı Hadi hazretleri seccadeye de bak buyurunca, seccadeyi kaldırdım. Altında kınında sokulu bir kılıc vardı. Keseleri ve kılıcı aldım, Mütevekkile götürdüm. Halife Mütevekkil annesinin mührüyle mührlü keseyi görünce merak edip sordu. Hadiseyi anlattılar. Halife Mütevekkil bir kese dinar da kendisi koyup, getirdiklerimi aynen geri götürmemi emretti. İmam-ı Hadi hazretlerinin huzuruna varıp, mahçup bir hâlde efendim, izinsiz evinize girmek bana çok zor geldi. Fakat bana böyle emredildi, dedim. O zaman, meal-i şerifi (… Haksızlık edenler hangi akıbete döndürüleceklerini yakında bileceklerdir) olan Şuara sûresi 227. âyet-i kerimesini okudu.
¥ Halife Mütevekkil, İmam-ı Hadiyi “radıyallâhu anh” Medineden Irak tarafına çağırdı. Sermenraya varınca, onu Han-üssadık denilen kötü bir yerde konaklattılar. İmam-ı Hadi hazretlerini sevenlerden Salih bin Said huzuruna girip, efendim canım size feda olsun, bunlar sizin kıymetinizi gizlemek ve nurunuzu söndürmek istiyorlar. Çünkü, sizi böyle kötü bir yerde konaklattılar, dedi. İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” ona, ey İbni Said! Sen henüz bu derecede misin buyurdu. Sonra mübarek eliyle işaret etti. Salih bin Said şöyle demiştir: O sırada güzel bahçeler içinde saraylar, ırmaklar, huriler ve inci gibi dizilmiş vildanlar gördüm. Hayrete düştüm. Bana, ey İbni Said! Biz nerede olursak, bunlar bizimle beraberdir. Biz bu kötü konaklama yerinde değiliz, buyurdu.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Hanımım hamile idi. Bir oğlumun olması için İmam-ı Hadi hazretlerinden duâ istedim. Oğlun olacak, adını Muhammed koy buyurdu. Oğlum oldu ve adını Muhammed koydum.
¥ Yine bir kimse anlatmiştir: Hanımım hamile idi. Çocuğumun oğlan olması için İmam-ı Hadiden “radıyallâhu anh” duâ istedim. Çok kız vardır ki erkek evlatdan hayırlıdır buyurdu. Kızım oldu.
¥ Bir şahıs imam-ı Hadiye “radıyallâhu anh”, Kufe kadısı bana çok eziyet ediyor diye şikayet etti. Ona 2 ay daha sabır et buyurdu. 2 ay sonra o kadı vazifesinden atıldı.
¥ Halife Mütevekkil evinde çeşidli kuşlar bulundururdu. Kuşların sesinden gelenlerin sözlerini anlayamazdı. Gelenler de Mütevekkilin sözlerini anlayamazlardı. İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” gelip içeri girince, kuşlar susar, çıkınca, tekrar ötmeye başlarlardı.
¥ Hindistandan gözboyayıcı bir sihrbaz gelmiş. Garib gösteriler yapıyordu. Mütevekkil onu çağırıp, eğer bir oyun göstererek İmam-ı Hadi Ali bin Muhammedi mahçup edebilirsen, sana bin dinar vereceğim, dedi. Sihrbaz, olur, yaparım. Fakat bir yemek ve yanına birkaç yufka getirin ve beni onun yanına oturtun, dedi. Söylediği gibi yaptılar. İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” bir parça ekmek almak istedi. Sihrbaz bir şeyler yaptı. Ekmek önünden uçtu. Bu işi 3 defa yaptı. Orada bulunanlar gülüştüler. Odadaki bir divan yastığı üzerinde aslan resmi vardı. İmam-ı Hadi hazretleri o aslan resmine işaret ederek bunu tut, dedi. O resm canlı bir aslan oldu. Sıçrayıp sihrbazı yuttu. Sonra tekrar yastığa gidip, resm hâlini aldı. Mütevekkil sihrbazı geri çıkarması için İmam-ı Hadiden “radıyallâhu anh” çok istediyse de kabul etmedi. Vallahi Allahın düşmanlarını dostlarına musallat edeni, asla göremezsiniz, buyurdu. Sonra oradan ayrıldı. Bu hadiseden sonra o sihrbazı kimse göremedi.
¥ Bir gün İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” halifenin evladından birinin düğün yemeğinde bulundu. Herkes edeble oturuyordu. Yalnız bir genç çok konuşarak ve gülerek edebsizlik ediyordu. İmam-ı Hadi hazretleri ona ey genç, ağız dolusu gülüyorsun ve Allahü teâlânın zikrinden gafil oluyorsun! Halbuki sen 3 gün sonra kabirde olacaksın, buyurdu. Genç, bu sözleri duyunca, edebsizlikten vazgeçti. Sonra yemek yiyip dağıldılar. Ertesi gün o genç hastalandı ve 3 gün sonra vefat etti.
¥ Yine bir gün düğün yemeğinde idiler. Samira ehlinden bir kimse boş sözler söylüyor, imam-ı Hadi hazretlerine gereken hürmeti göstermiyordu. İmam-ı Hadi “radıyallâhu anh” bu kimsenin evinden acı bir haber gelecek, bu yemeklerden yiyemeyecek, buyurdu. Yemekler hazırlanınca, o kimse ellerini yıkayıp, yemeği yiyeceği sırada, hizmetçisi ağlayarak içeri girdi. O kimseye, annen damdan düştü, ölmek üzeredir. Hemen yetiş, ölmeden önce onu gör dedi. O şahıs yemek yiyemeden kalkıp gitti.
İMAM-I ASKERİ HASAN BİN ALİ “radıyallâhu anhüm”
İmam-ı Hadi Ali bin Muhammedin “radıyallâhu anhüm” oğludur. 12 imamın on birincisidir.İsmi Hasandir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabları; Zeki Halis ve Siracdır. Askeri lakabıyla meşhurdur. Annesi cariye olup ismi Sevsen idi. Başka ismi olduğu da söylenmiştir ve İmam-ı Hadi ona Hadis ismini koymuştur.
İmam-ı Askeri “radıyallâhu anh” hicretin 231’inde Medinede doğdu. Doğumunun hicri 232 olduğu da söylenmiştir. Hicretin 260. senesinde Sermenrayda vefat etti. Kabri babasının kabrinin yanındadır. Kerametleri ve harikaları sayısızdır.
Muhammed bin Ali bin İbrahim bin Cafer şöyle anlatmıştır: Geçim sıkıntısı çekiyorduk. Babam bana bir gün, oğlum, İmam-ı Askeri Hasan bin Alinin “radıyallâhu anh” huzuruna gidelim. Zira onun çok cömert olduğunu söylüyorlar. Onu hiç gördün mü, dedi. Hayır hiç görmedim, dedim. Sonra, İmam-ı Askeri hazretlerinin huzuruna gitmek için yola çıktık. Yolda giderken babam İmam-ı Askeri hazretleri bize 500 akçe verse, 200 akçe ile bir elbise, 200 akçe ile un ve 100 akçe ile de diğer ihtiyaçlarımızı alırız, dedi. Ben de bana 300 akçe verse, 100’ü ile elbise, 100’ü ile yiyecek ve 100 akçe ile de bir merkeb alıp, Kuhistan tarafına gitsem, dedim. İmam-ı Askerinin “radıyallâhu anh” kapısının önüne vardık. Daha kimseyle bir şey konuşmadan, içerden bir hizmetçi çıktı. Ali bin İbrahim ve oğlu Muhammed içeri girsin diye, bizi isimlerimizi söyleyerek çağırdı. İçeri girip, İmam-ı Askeri hazretlerine selam verdik. Babama şimdiye kadar niçin gelmedin, buyurdu. Babam bu halle huzurunuza gelmeye utandım, dedi. Sonra huzurundan ayrılıp dışarı çıktığımızda, arkamızdan bir hizmetçi geldi. Babama bir kese verdi ve bunun içinde 500 akçe vardır, dedi. Sonra bir kese de bana verdi. Bunda da 300 akçe vardır. 100 akçe elbise için, 100 akçe yiyecek için, 100 akçe de merkeb parasıdır. Fakat Kuhistana gitme, falan yere git, dedi. Söylediği yere gittim. O gün evlendim ve 2.000 dinara sahip oldum.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: Babam baytar idi. İmam-ı Askeri hazretlerinin hayvanlarına bakardı. Halife Müsteinin bir katırı vardı. Değil binmek, bakıcılardan kimse ona eğer vuramıyordu. Halifenin yakın dostlarından biri, bu katırı İmam-ı Askeri Hasan bin Aliyye “radıyallâhu anh” götürsün. Ya bunu terbiye edip, binecek duruma getirir veya katır onu helak eder, dedi. Halife, İmam-ı Askeri hazretlerini çağırdı. Gelip sarayın kapısından içeri girince, katırı avluya çıkardılar. İmam-ı Askeri “radıyallâhu anh” katıra yaklaşıp, mübarek elini sağrısına sürdü. Katır terledi. Sonra halife Müsteinin yanına gitti.Halife ona hürmet gösterdi ve yanına oturttu. Sonra bu katıra bir dizgin tak, dedi. İmam-ı Askeri hazretleri de babama, bu katıra bir dizgin tak, dedi. Halife ona dizgini sen tak deyince, başındaki taylesanı çıkarıp koydu ve katıra dizgin vurdu. Sonra gelip yerine oturdu. Halife bu katıra bir de eğer vur, dedi. İmam-ı Askeri “radıyallâhu anh” yine babama, bu katıra eğer vur deyince, halife, eğeri de sen vur, dedi. Tekrar yerinden kalkıp katıra eğer bağladı. Halife, bu sefer, ne olur ona bir de bin, dedi. İmam-ı Askeri hazretleri katıra binip, sarayın avlusunda dolaştı. Katır hiç serkeşlik yapmadı. Sonra katırdan indi. Halife bu katırı nasıl buldun diye sorunca, bundan daha iyisini görmedim, dedi. Halife o katırı İmam-ı Askeri hazretlerine hediye etti. O da babama bunu tut götür, buyurdu. Babam katırı alıp götürdü. Katır hiç serkeşlik yapmadı.
¥ Bir kimse şöyle anlatmıştır: İmam-ı Askeri’nin “radıyallâhu anh” huzurunda fakirlikten şikayet ettim. Elinde bir kırbaç vardı. Onunla yeri kazdı. 500 dinar kıymetinde bir kalıp külçe altın çıkardı ve bana verdi.
¥ Yine bir kimse şöyle anlatmıştır: Zindanda hapis idim. İmam-ı Askeri hazretlerine bir mektup yazıp, zindanın darlığından ve beni bağladıkları zincirlerin ağırlığından şikayet ettim. Geçim sıkıntısı da çektiğimi yazacaktım. Fakat bunu yazmaya utandım. Mektubumun cevabında, bugün öğle namazını evinde kılacaksın diye, yazmıştı. O gün öğle vakti beni serbest bıraktılar ve öğle namazını evimde kıldım. Sonra bir de baktım ki İmam-ı Askeri hazretlerinin bir hizmetçisi bana, 100 dinar ve bir de mektup getirdi. Mektupta ne zaman bir ihtiyacın olursa iste, utanma! İstediğin şeye Allahü teâlânın iziniyle kavuşursun, diye yazılı idi.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmiştir: İmam-ı Askeriye “radıyallâhu anh” mektup yazarak bir mesele sordum. Bir çeşit humma hastalığının çaresini de soracaktım. Onu yazmayı unuttum. Bana yazdığı cevapta, ayrıca humma hastalığından da soracağımı, fakat unuttuğumu yazarak, meal-i şerifi (Ey ateş, İbrahimin üzerine soğuk ve salim ol) olan Enbiya sûresi 69. âyet-i kerimesini de yazıp, hummalı hastanın boynuna asmamı emir buyurmuş. Buyurduğu gibi yaptım. Hasta şifa buldu.
¥ Bir şahıs şöyle anlatmıştır: İmam-ı Askerinin “radıyallâhu anh” huzurunda oturuyordum. Güzel yüzlü bir genç içeri girdi. Kendi kendime, acaba bu kimdir diye merak ettim. İmam-ı Askeri “radıyallâhu anh”, bu genç Ümmü Ganimin oğludur. Bütün dedelerimin yüzükleriyle mührledikleri taşın sahibidir. O taşa benim de mühr basmam için geldi, buyurdu. Sonra o gence taşı ver, dedi. Genç taşı çıkarıp verince, yüzüğünü taşın mührsüz ve düz bir yerine bastı. Mühr meydana çıktı. Açık olarak Hasan bin Ali yazılmış olduğunu gördüm. O genç çıkıp gittikten sonra, siz daima bu kimseyi görürmüsünüz diye sordum. Vallahi uzun zamandan beri onu görmeyi arzu ediyordum. Şimdi geldi ve onu gördüm. Daha önce görmemiştim. Haydi git dediler, geldim dedi, buyurdu.
¥ Bir kimse şöyle anlatmiştir: İmam-ı Askeriye “radıyallâhu anh” bir mektup yazdım ve mişkatın mânâsını sordum. Hanımım hamile idi. Hayır duâ etmesini ve çocuğa bir isim vermesini istedim. Mektubun cevabında, Mişkat, Muhammed aleyhisselâmın mübarek kalbidir diye yazmıştı. Hanımımın ve çocuğun halinden bir şey yazmamışlar. Yalnız mektubun sonunda, Allahü teâlâ sana büyük ecîr ve sonra bir evlat versin, diye yazmışlardı. Çocuğum ölü doğdu. Ondan sonra bir oğlum oldu.
İMAM-I HÜCCET MUHAMMED BİN HASAN “radıyallâhu anhüm”
İmam-ı Askeri Hasan bin Alinin oğludur. 12 imamın on ikincisidir. İsmi Muhammeddir. Künyesi Ebül Kasımdır. Lakabları, Hüccet, Kâim, Mehdi, Muntazır ve Sahipüzzamandır. Kendisine Hüccet lakabını veren İmamiye fırkası, onun 12 imamın sonuncusu olduğu ve hicri 265 veya 266 senesinde Sermenrayda, yer altında kaybolduğu, annesi onu beklediği hâlde çıkmadığı inancındadırlar.
Annesi Ümmi veled bir cariye idi.Annesinin isminin Saykal, Sevsen, Nercis veya başka olduğu söylenmiştir. Hicretin 258. senesinde Ramazan ayının 23’ünde Sermenrayda doğdu. Hicretin 255’inde Şaban ayının ortasında doğduğu da söylenmiştir.
¥ İmam-ı Askeri Ebû Muhammed Zekinin “radıyallâhu anh” teyzesi şöyle anlatmıştır: Bir gün İmam-ı Askerinin “radıyallâhu anh” yanına gitmiştim. Bana, teyzeciğim bu gece bizim evde kal. Allahü teâlâ bize bir halef, yerimize geçecek bir evlat verecektir, buyurdu. Oğlun kimden olacak, hanımın Nerciste bir hamilelik hâli yoktur, dedim. Teyzeciğim, Nercis hamilelik yükünü çekmeyecek, ancak doğum vaktinde belli olacak buyurdu. O gece orada kaldım. Gece yarısı geçince, kalkıp teheccüd namazı kıldım. Nercis de teheccüde kalktı. Kendi kendime sabah yaklaştı, Ebû Muhammedin söylediği doğum alâmetleri görünmüyor, dedim. O sırada Ebû Muhammed İmam-ı Askeri odasından bana seslenerek, teyzeciğim, acele etme, Nercisin bulunduğu odaya git, dedi. Gittim. Nercis beni karşıladı. Vücudu titriyordu. Onu bağrıma bastım. İhlas sûresini, Kadir sûresini ve Âyet-el kürsüyi okudum. Nercisin doğacak olan çocuğu da karnında okuyordu. Sonra oda aydınlandı. Baktım çocuk doğmuş ve yerde yatıyordu, hemen kaldırdım. O sırada İmam-ı Askeri odasından seslenerek, teyzeciğim oğlumu getir, dedi. Çocuğu sarıp götürdüm. Çocuğu alıp, mübarek dilini ağzına götürüp, Allahü teâlânın iziniyle konuş buyurdu. Çocuk Bismillahirrahmanirrahim dedi ve meal-i şerifi, (Biz ise istiyorduk ki o yere güçsüz düşürülenlere lütfta bulunalım, onları önderler yapalım, onlara (ötekilerin) yerini aldıralım) olan Kasas sûresinin 5. ayetini okudu. O sırada etrafımızı yeşil renkli kuşlar sardılar. İmam-ı Askeri “radıyallâhu anh” onlardan birini çağırdı. Bunu tut ve Allahü teâlânın emrinin erişmesine kadar sakla, buyurdu. O kuşun çevresindeki kuşların ne olduğunu sordum. O kuş şeklinde gördüğümüz Cebrâil aleyhisselâm, diğerlerinin de rahmet melekleri olduğunu söyledi. Sonra çocuğu annesine götür, buyurdu. Meal-i şerifi (… Böylelikle biz onu gözü aydın olsun, gam çekmesin ve Allahın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye annesine geri verdik. Fakat yine de pek çoğu (bunu) bilmezler) olan Kasas sûresinin 13. âyet-i kerimesini okudu. Onu alıp götürdüm. Doğduğu zaman göbeği kesilmiş ve sünnet olmuş idi. Sağ kolunda, meal-i şerifi (… Hak geldi batıl, yıkılıp gitti. Zaten batıl yıkılmaya mahkumdur) olan İsra sûresi 81. âyet-i kerimesi yazılı idi. Doğduğunda 2 dizi üzerine oturup, şahadet parmağını kaldırdı. Sonra aksırdı ve elhamdülillah, dedi.
¥ Başka birisi şöyle anlatmiştir: Bir gün İmam-ı Askerinin “radıyallâhu anh” huzurunda idim. Senden sonra halefin, yerine geçecek olan kimdir, diye sordum. Odasına gitti. Kucağında ayın 14’ü gibi parlayan 3 yaşlarında bir çocuk ile geldi. Eğer sen Allahü teâlâ indinde mükerrem bir kimse olmasaydın, bu oğlumu sana göstermezdim. Bunun ismi Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ismi gibi, künyesi de Onun künyesi gibidir. Zulüm dolu olan yeryüzü bunun zamanında adaletle dolacaktır, buyurdu.
¥ Bir diğer şahıs şöyle anlatmıştır: Bir gün Ebû Muhammed İmam-ı Askerinin “radıyallâhu anh” huzurunda idim. Sağ tarafında bir oda gördüm. Kapısında perde çekilmişti. Sizden sonra sizin vazifenizi yapacak olan vasiniz kim olacaktır, dedim. Bana şu odanın kapısındaki perdeyi kaldır, buyurdu. Perdeyi kaldırdım. İçerden nur yüzlü bir çocuk çıktı. Sağ yanağında bir ben vardı ve saçları uzunca idi. Gelip İmam-ı Askerinin dizinin dibine oturdu. İmam-ı Askeri hazretleri belli bir zamana kadar şu odaya gir, buyurdu. O odaya girerken, ben de ona bakıyordum. Sonra da bana haydi kalk, o odaya bak, içinde kim vardır. Çocuk odaya girdikten sonra imam-ı Askerinin emri üzerine gidip, o odaya baktım. Hiç kimse yoktu.
¥ Yine bir şahıs şöyle anlatmiştir: Halife Mutedıd beni 2 kimseyle birlikte çağırdı. İmam-ı Askeri Hasan bin Alinin “radıyallâhu anh” vefat ettiğini söyledi. Sermenraya gidip evini yıkmamızı ve evinde kimi bulursak başını getirmemizi emretti. Sermenraya gidip, İmam-ı Askerinin “radıyallâhu anh” evine vardık. Sanki yeni yapılmış gibi çok güzel, tertemiz bir evdi. Evde bir perde vardı. Perdeyi kaldırdık. Karşımıza bir mahzen çıktı. Mahzenin ilerisinde bir deniz gördük. Güzel yüzlü bir kimse, suyun üstüne bir hasır sermiş, üzerinde namaz kılıyordu. Bize hiç alaka göstermedi. Yanımdaki 2 arkadaşımdan biri biraz ilerlemek istedi. Fakat suya battı. Elinden tutup kurtardım. Diğer arkadaşımız da ilerlemek istedi. O da suya battı. Onu da güçlükle kurtarabildik. Ben bu durum karşısında şaşırıp kalmıştım. Ey ev sahibi, biz nereye geldiğimizi bilemedik. Allahü teâlâdan afv, senden özür dileriz, dedim. Bize hiç iltifat etmedi. Geri dönüp, halife Mutedıdın yanına geldik. Hadiseyi aynen anlattık. Halife bu sırrı gizleyiniz. Kimseye anlatmayınız. Yoksa sizin başınızı vurdururum, dedi.
Şiîlerin İmamiye fırkası, İmam-ı Hüccete 2 çeşit gaybet (kaybolma) isnad ederler. Birincisi, doğumundan sefaretin, imametinin sonuna kadar olan kısa zamanda olan gaybeti. İkincisi; uzun gaybeti olup sefaretin, imametin sona ermesinden, Allahü teâlânın yeniden onu ortaya çıkarmasını takdir ettiği zamana kadar olan gaybettir. İmam-ı Hüccetin “radıyallâhu anh” kısa gaybetinde 2 elçisi vardır. Onlar insanların ihtiyaçlarını gidermekte ve suallerine cevap vermekte İmam-ı Hüccet ile insanlar arasında vasıtadır, derler. Elçilik, Ali bin Muhammed adlı bir şahısta son bulmuştur. Bu şahıs hicri 326 senesinde vefat etmişti. Rivayet olundu ki Muhammed bin Hasan Askeri “radıyallâhu anh” vefatından 6 gün önce, Ali bin Muhammed’e şöyle yazmıştır: Bismillahirrahmanirrahim. Ey Ali bin Muhammed! Allahü teâlâ sana çok ecîr versin. Sen altı gün içinde öleceksin. İşlerini bitir ve makamını kimseye vasiyet etme! Zira tam kaybolma zamanın gelmiştir. İmamlık bundan sonra ancak Allahü teâlânın iziniyle ortaya çıkar. Bu da tul-i emele dalma ile kalplerin kararması, yer yüzünün kötülüklerle dolmasından sonra vuku bulur. O zaman bana tabi olanlardan biri gelecektir. Kim Deccal çıkmadan ve sayha zuhur etmeden onu müşahede ettiğini, gördüğünü söylerse, o yalancı ve iftiracıdır. La havle vela kuvvete illa billahil aliyil azim, diye yazdı ve Ali bin Muhammed 6 gün sonra kimseye vasiyet etmeden vefat etmiştir. O zamandan itibaren Allahü teâlânın dilediği zamana kadar uzun gaybet başladı, derler. Bu fırkanın gaybet-i kasıri (kısa gaybet) müddetinde İmam-ı Hüccet ile alakalı pekçok hikayeleri vardır.
İmamiye fırkasının anlattığı bir hadise de şöyledir: Halle nahiyesi ahalisinden İsmail adında bir kimsede bir yara çıktı. Bağdat’ın bütün tabibleri onu tedavi etmekten âciz kaldılar. Bunun çaresi kesmektir, kesmeyince olmaz. Fakat yarayı kesmekte de büyük tehlike vardır. Çünkü, damarlarına yakındır. O kesilince ölür, dediler. O şahıs demiştir ki tabiblerden ümidimi kesince, Sermenray’da Meşhed-i şerife gittim. İmamların kabirlerini ziyaret ettikten sonra, mahzene (İmam-ı Hüccetin kaybolduğu söylenen yere) girdim. Allahü teâlâya duâ edip, yalvararak, imamlar ile tevessül ettim. Onların hürmetine çare istedim. Geceleri namaz kılarak geçirdim. Günlerce orada kaldım. Bir gün Dicle kenarında gusül abdesti aldım. Temiz elbiseler giydim ve Meşhed-i şerife gittim. Orada 4 atlı kişi gördüm. Kılıç kuşanmışlardı. Biri elinde mızrak tutuyordu. Birisi de hırka giyinmişti. Onların Meşhedin ehlinden olduklarını zannettim. Yanıma gelince selam verdiler. Selamlarını aldım. Elinde mızrak tutan kimse, üzerinde hırka bulunan kimsenin sağ tarafına durdu. Diğer 2 kimse de sol tarafında durdu. Üzerinde hırka bulunan Zât bana, sen yarın memleketine, ailenin yanına mı gitmek istiyorsun, dedi. Evet, dedim. Yaklaş, yaranı göreyim, dedi. Yanına yaklaştım. Elini yaranın üzerine koyup sıktı. Çok zahmet çektim. Sonra elinde mızrak bulunan Zât bana, kurtuldun ey İsmail, dedi. Adımı nasıl bildi diye hayret ettim. Biz de, siz de inşaallah kurtulduk, dedim. Elinde mızrak bulunan Zât, hırka giymiş olan Zâtı kasıt ederek bu imamdır, dedi. Hemen koşup ona sarıldım ve mübarek dizinden öptüm. Sonra gitti. Ben de arkasından gittim. Bana geri dön, dedi. Ben sizden asla ayrılmak istemem, dedim. Geri dön, müsaade yok, dedi. Yine sizden ayrılamam, dedim. Elinde mızrak olan kimse, utanmıyor musun, imam sana geri dön, dedi. Sen muhalefet ediyorsun, dedi. Çaresiz durdum. Bir müddet gitti. Sonra mübarek yüzünü bana dönüp buyurdu ki Bağdata varınca halife Muntasır seni çağıracaktır. Ondan asla bir şey kabul etmeyeceksin. Onlar gözden kayboluncaya kadar orada durdum. Sonra Meşhede gittim. O 4 atlı kimseleri sordum. Bu beldenin seçilmiş şerefli kimseleridirler, dediler. Birisi imam idi dedim. İmam elinde mızrak bulunan mı idi, yoksa hırka giymiş olan mı idi diye sordular. Ben hırka giymiş olan imam idi, dedim. Ona yaranı gösterdin mi, dediler. Evet gösterdim, mübarek eliyle sıktı, diyerek sağ uyluğumu açıp gösterdim. Yaradan hiç eser yoktu. Birden dehşete düştüm. Yoksa yara sol uyluğumda mı idi diye onu da açtım. Hiç bir eser yoktu. Halk bu hâli görünce bana saygı için üzerime üşüştü. Gömleğimi parçaladılar. Neredeyse kalabalıktan ölecektim. Meşhedin hizmetçileri beni kurtardılar. Sonra Bağdata gittim. Bu haber Bağdatta yayıldı. Orada da halk bana saygı göstermek için üzerime üşüştü. Yine neredeyse helak olacaktım. Beni halife Muntasra götürdüler. Benden hadiseyi sordu. Bir bir anlattım. Bana bin dinar verdi. Almam, zira imam bana senden bir şey almamamı vasiyet etti, dedim. Muntasır ağladı. Sonra yanından çıkıp gittim. Hiçbir şeyini kabul etmedim.
(Camiul-usûl) kitabında, kıyamet günü ve kıyamet alâmetleri hakkında İbni Mesudün “radıyallâhu anh” şöyle rivayet ettiği yazılmıştır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Dünyanın sadece bir gün ömrü kalsa, Allahü teâlâ o bir günü uzatır ve Ehl-i beytimden ismi ismime babasının ismi babamın ismine uyan birini meydana çıkarır. Daha önce zulüm ile dolu olduğu gibi, O dünyayı adalet ile doldurur.”
Yine (Camiul-usûl) kitabında şöyle bildirilmiştir: Ebû İshak “radıyallâhu anh” şöyle rivayet etti: Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” hazret-i Hasana “radıyallâhu anh” bakarak: “Bu benim oğlum seyittir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuştur. Yakında bunun neslinden bir kişi gelecektir. İsmi Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ismi gibi olacaktır. Bedeni ve sureti de benzeyecektir. Ancak, ahlakı aynı derecede olmayacaktır”, buyurdu. Sonra yeryüzünü adaletle doldurur, kıssasını zikir etti. Bunu Ebû Davud “rahmetullâhi aleyh” bildirdi. Fakat kıssayı bildirmedi.
(Fütuhat-ül-Mekkiye) kitabının sahibi Muhyiddin-i Arabî “rahmetullâhi aleyh” Mehdiden “aleyhirrahme” bahs ederken şöyle bildirmiştir: Mehdinin “aleyhirrahme” yanında ricalullahtan kamil ve çok ilim sahibi 360 kişi bulunacaktır “eyedekellahu ve iyana”. Allahü teâlâ yeryüzünde bir halife yaratır. Yeryüzü zulmle dolmuş iken, o yer yüzünü adaletle doldurur. Şayet dünyanın bir gün ömrü kalsa bile Resûlullahın nesebinden olan o zât ortaya çıkıncaya kadar Allahü teâlâ o günü uzatır. O Zât hazret-i Fâtıma “radıyallâhu anha” evladındandır. İsmi Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ismine, künyesi de künyesine uyar. Onun ceddi Hasan bin Alidir “radıyallâhu anhüma”. Kâbede Hacer-ül Esved rüknü ile makam-ı İbrahim arasında Ona biat edilir. Yaratılışı, bedeni, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” benzer. Ancak ahlakı aynı derecede olmaz. Hiç kimse huluk, huy bakımından Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” derecesine ulaşamaz. Çünkü, Allahü teâlâ [Kalem sûresi 4. âyetinde meâlen] (Şüphesiz ki sen huluk-ı azim üzeresin) buyurdu. Hakikat ehli, keşif ve şühud sahibi arifler ona biat ederler. Allah adamları onun davetine icabet ederler ve ona yardımcı olurlar. Memleketin yükünü çekmekte ve Allahü teâlânın ona yüklediği sorumlulukta ona yardımcı olurlar. Allahü teâlâ, başkalarından gizlediği, keşif ve şühud yoluyla, hakikatlere muttali kıldığı kullarını, ona vezirler, yardımcılar yapar. O da onlarla istişare ederek isabetli kararlar verir. Çünkü Onlar, hakikati bilen ariflerdir. Mehdi de “aleyhirrahme”, lazım olduğu kadar her şeye Allahü teâlâ tarafından muttali kılınır. Çünkü, o kendisine hak bildirilmiş olan bir halifedir. Hayvanların konuşmalarını anlar. Adaleti insanlar ve cinler arasında yayılır.
Şeyh Alaüddevle Ahmed bin Muhammed Semnani “kuddise sirruh”, Ebdal ve Kutuplardan bahs ederken şöyle buyurmaktadır: Muhammed bin Hasan el-Askeri “radıyallâhu anhü ve an abaihilkiram” temiz ehl-i beyt imamlarındandır. Kutubiyet mertebesine ulaştı. Gizlendiği zaman ebdal dairesine girdi. Derece derece ilerleyerek efradın en üstünü oluncaya kadar yükseldi. O sırada Kutub Ali bin Hüseyin el-Bağdâdî idi. O vefat edince, Şunizeyh denilen yere defnedildi. Cenaze namazını Muhammed bin Hasan Askeri kıldırdı “radıyallâhu anhüma”. Onun makamına oturdu, yani yerine geçti. 19 sene Kutubluk makamında kaldıktan, sonra vefat etti. Cenaze namazını Osman bin Yakup ve talebeleri kıldılar. Medine’ye defnedildi. Onun yerine Osman bin Yakup el-Cüveyni el-Horasani geçti.
Osman bin Yakup el-Cüveyni acem diyarında vefat edince, cenaze namazını Abdurrahmân bin Avfın “radıyallâhu anh” torunlarından Ahmed Küçük kıldırdı ve onun yerine geçti. Kabri üzerinde türbe yoktu. Onlardan başkası kabrini bilmezdi. Her sene ziyaret ederlerdi.
Nakledilen hadis-i şerifte ve hazret-i Alinin “radıyallâhu anh” sözünde, Mehdinin “aleyhirrahme” ahir zamanda geleceği, zulüm ile dolu olan yeryüzünü adaletle dolduracağı bildirildi. Mehdinin ismi Muhammed, babasının ismi Abdullah olacaktır. Hazret-i Alinin “radıyallâhu anh” neslinden olacak, künyesi de hazret-i Hüseyinin “radıyallâhu anh” künyesi gibi Ebû Muhammed olacaktır.
Allahü teâlâya hamd olsun ki 12 imamın “radıyallâhu anhüm ecma’în” bazı sözlerini, hallerini, harikalarını ve kerametlerini anlatmayı, beyan etmeyi nasip etti. Tekrar Ashâb-ı kiramın “aleyhimürRıdvân” bazılarının hallerini bildireceğiz. 12 imam “radıyallâhu anhüm ecma’în” evliyalıkta, kemal ve fazilette çok yüksektirler. Bunlar hakikat rehberleri olmuşlardır. Ancak bütün kerametlerin, yüksekliklerin 12 imama münhasır olduğu akla gelmesin. Ehl-i beyt içinde çok büyükler gelmişlerdir. Mesela onlardan biri, İmam-ı Muhammed İdris Şâfiîdir. Bunlardan bir kısmı meşhur olmuş, bir kısmı ise meşhur olmamıştır. Bunlardan sonra gelen meşhur zatlardan bir kısmını, Molla Abdurrahmân Cami hazretleri (Nefehat-ül-üns) kitabında tabakat-ı sofiyede anlatmıştır. İbrahim Sad Alevî, Seyyid Abdülkâdir Geylani “kuddise sirruh” gibi sonra gelen büyükler bunlardandır.
(Şevahid-ün-nübüvve) kitabını Farisiden tercüme eden Lamii Çelebi şöyle yazmıştır: Nübüvvet bahçesinin meyvesi, fütüvvet çırağının ışığı, din ve dünyanın sultanı, Enbiyanın varisi, Seyyid Muhammed Mehdi Misbah-ül-Harem Ali bin Seyyid-ül-Harem Abdullah bin Seyyid Celaleddin Buhari “kaddesellahü ruhahü” hicri yediyüz senesinin sonlarında Anadoluya gelip, Bursada yerleşmiştir. Osmanlı sultanlarından Sultan Beyazıt hanın kızı Hundi hatun ile evlendi. 832 senesinde vefat etti. Mübarek kabri Bursadadır. Uzaktan, yakından gelen pekçok kimse tarafından ziyaret edilip, feyiz alınır. Bu fakir Lamii Çelebi onun zikir-i şerifini kısaca yazdığım akşam her nasılsa nezle olmuştum. Gece yarısı uyandım. Boğazımda bademciklerim şişmiş, tükrüğümü yutmaya mecalim kalmamıştı. Bazı ilaçlar kullandım, faydalı olmadı. Uzun müddet o hâlde oturduktan sonra, uykuya dalmışım. Rüyamda bir kimse boğazımı sıvazlıyordu. Kendisini göremiyordum. Birisi bana boğazını sıvazlayan kimdir biliyormusun dedi. Bilmiyorum kimdir, dedim. Seyyid Muhammed Buhari “kuddise sirruh” dedi. O şahsı da göremedim. Bu hâlde iken uyandım. Boğazımda hiçbir ağrı yoktu, iyileşmişti. Hayretimden acaba boğazımın ağrısı da rüyamda mı idi, öyle mi gördüm diye düşündüm. Yanımdaki hizmetçi uyandığımı anlamış olacak ki boğazınız nasıl oldu efendim, dedi. Anladım ki hazret-i Emirin kerameti vuku bulmuş. Velhasıl o hazret-in kerametleri ve harikaları meşhur ve dillerde mezkurdur ki beyana sığmaz.
(Şevahid-ün-nübüvve) mütercimi Lamii Çelebi, bu kitabın tercümesini yapmayı kendisine emreden hocası Seyyid Ahmed Buhariden “kuddise sirruh” şöyle bahs etmektedir:
Sonra gelen evliyanın büyüklerinden biri de Seyyid Ahmed Buhari hazretleridir. Zamanımız onun irşadıyla şereflendi. Diyarımız onun ayak basmasıyla mesut oldu. İstanbul halkına büyük bir nimet olmuştur. Avam ve havas herkes, onun sohbet meclisine koşmuştur. Tam bir ihlas ile onun huzuruna gelenler, muradına erer, Allahü teâlânın razı olduğu bir kul olurdu. Çünkü o tasavvuf yollarının rehberi, hakikat diyarının kumandanı idi. Allahü teâlânın lütfu ile güzel ahlak ve faziletlerle mücehhez idi. Kutub-ul irşad, Gavs-ul-evtad idi. Onun yolu sünnet-i seniyeye uymak üzere kurulmuştu. Zahire kıymet vermeyi terk, azimetle amel, devamlı zikir ve halktan uzlet, halvet der encümen, sefer der vatan, hoş der dem, nazar ber kadem üzere yetişmişlerdir. Bu sebeple onun yüksek dergahında bulunan erbâb-ı safa, erbâb-ı vefa olan talebelerinin gönülleri muhabbet-i ilâhiyeye kavuşarak nurlanıp, dünya maksatlarından tamamen yüz çevirmişlerdir. Her biri benliklerini yok edip, ellerinde bulunanı vermek haline kavuşmuşlardır. Allahü teâlânın [Fetih sûresi 29. âyetinde meâlen] (… Onların yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır…) buyurduğu âyet-i kerime iktizasınca, kim onun meclisinde bulunsa, yüksek edep ve güzel ahlakını, huşû ve vakarını görüp, Allahü teâlânın sevdiklerinden biri olduğunu anlardı.
Bu fakir (Lamii Çelebi) Seyyid Ahmed Buhari hazretlerinin eşiğine yüz sürdüğüm günden beri, bizzat şahit olduğum ve onu seven güvenilir kimselerden işittiğim kerametlerini ve harikalarını yazsam büyük bir kitap olurdu. Fakat kendi zamanında bunların yazılmasına razı olmaz diye, hallerini kısaca yazdım. Çünkü maksat onun rızasını gözetmektir. Bu (Şevahid-ün-nübüvve) kitabının tercümesine teşebbüste bulunmam ve diğer muteber kitaplardan ilaveler yapmaya ihtimam göstermem de sırf hocamın işaretleri ve himmetleri ve emirlerine itaat neticesinde olmuştur. Bu eseri hazırlamam hocamın manevi yardımlarıyla olmuştur. Yoksa bu işi bu fakirin yaptığı zannedilmesin.
NAZIM
Bu gün taht-ı velayette şehin şehinşeh efendidir,
Tarik-ı Hacegan içre reis-i Nakşibendidir.
Dinin emrin icrada, tarikat resmin ihyada,
Hakikat sırrın ifşada, sanasın Hâce kendidir.
Eden sultanları bende, anın ihsan-u lutfidir,
Çeken serkeşleri bende anın aşk-ı kemendidir.
Söz açub aşk-ı canandan tarik-ı raz-ı irfandan,
Bir od urmuştur afaka ki hep canlar sipendidir.
Şuna kim bir nazar baktı, dil-ü canın oda yaktı,
Cihan külli ana aktı, eğer kul ger efendidir.
Değil sahn-ı felek ancak, kamu mülk-i melik-ül Hak,
Fezay-ı La mekan mutlak, güzergah-ı semendidir.
Cihan can hazzını alsa, aceb mi sohbetinden kim,
Beyan-ı hikmet amizi hakikat şehtü kandidir.
Bana devlet yeter, bu kim diyeler Lamii candan,
Tarik-i Nakşibendide gulam-ı mir efendidir.
Demidir menzile anı irersen eyleyüb irşad,
Ki yıllardır o sergerdan bu yolun dertmendidir.