Sual: Bir şii kitabında Hazreti Ebu Bekir için (Biri Fedek için hazret-i Ali’yi, hazret-i Hasan’ı, hazret-i Hüseyin’i ve Selman-ı Farisi’yi şahit olarak dinliyor. Ehl-i beyte inanmıyarak, hazret-i Fâtımatüzzehra’nın elinden alıyor) demektedir. Bu sözler doğru mudur?
Cevap: Bu sözleri ile hazret-i Ebû Bekr’e “radıyallahü teâlâ anh” saldırıyor. Fakat, güneş balçıkla sıvanabilir mi? Bakınız Tuhfe kitabı, bu iftirayı, bu yalanı pek güzel çürütmekte, hurufileri rezil etmektedir:
Bir Peygamber vefat edince, malı kimseye miras kalmaz. Bunu şiî kitapları da yazmaktadır. Miras olmayan mal için vasiyet etmek de doğru olmaz. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Fedek denilen bahçeyi, hazret-i Fâtıma için vasiyet etti demek yanlıştır. Çünkü Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, doğru olmayan bir şey yapmaz. Hadis-i şerifte, (Bizden kalan, sadaka olur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif yanında, öyle vasiyet iddiası haklı olmaz. Eğer böyle bir vasiyet olsa ve hazret-i Ebû Bekr işitmemiş olsa ve şahit ile de ispat edilemese, o mazur olur. Hazret-i Ali, böyle bir vasiyet olduğunu madem ki biliyordu, halife olunca, bunu yerine getirmesi lazım ve caiz olurdu. Halbuki o da hazret-i Ebû Bekr’in yaptığı gibi, fakirlere, miskinlere ve yolda kalmış olanlara dağıttı. Kendi payını dağıttı, denilirse, hazret-i Hasan’ı ve Hüseyin’i “radıyallâhu anhüma” validelerinden kalan mirastan niçin mahrum bıraktı? Şiîler bu suale 4 türlü cevap veriyor:
1) Ehl-i beyt, gasp edilen haklarını geri almaz. Nitekim, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Mekke’yi fethedince, vaktiyle gasp edilmiş olan evini, onlardan geri almadı diyorlar.
Bu cevapları sağlam değildir. Çünkü, Ömer bin Abdülaziz halife iken, bu Fedek bahçesini, imam-ı Muhammed Bakır’a verdi. O da aldı. Abbasi halifeleri gasp edinciye kadar, hep imamların elinde kalmıştı. Sonra, hicretin 203. senesinde, Memun halife, kendi memuru olan Kusem bin Cafer’e yazarak, tekrar imam-ı Ali Rıza’ya ve bunun o sene vefatında, hazret-i Hüseyin’in torunu Zeyd’in torunu Yahya’ya verildi. Seyyidet Nefise hazretlerinin dedesi olan Zeyd başkadır. O, hazret-i Hasan’ın oğlu idi. Fakat, Memun’un torunu halife Mütevekkil yine gasp etti. Sonra Mutedid, geri verdi. Ehl-i beyt geri almaz olsaydı, bu imamlar niçin aldılar? Bunun gibi, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali’nin “radıyallâhu anhüma” hakkı olan hilafeti gasp etti diyorsunuz. Hazret-i Ali, bu gasp edilen hakkı, sonra niçin kabul etti? Sonra, Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” gasp edilen hilafeti, Yezit’ten almak için neden uğraştı ve şehit oldu?
2) Hazret-i Ali, hazret-i Fâtıma’ya “radıyallâhu anhüma” uyarak Fedek’ten bir şey almadı, diyorlar.
Bu cevapları daha çürüktür. Çünkü, Fedek’i kabul eden imamlar, neden hazret-i Fâtıma’ya uymadılar? Ona uymak farz ise, bu farzı niçin yerine getirmediler? Eğer farz değil de nâfile ise, hazret-i Ali nâfileyi yapmak için farzı niçin terketti? Çünkü, herkese hakkını vermek farzdır. Bundan başka, bir kimsenin ihtiyari işlerine uyulur. Zorla yaptırılmış olan bir işe uymak olmaz. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha”, eğer birinin zulmü ile Fedek’ten istifade edemedi ise, mecbur ve çaresiz kalmış demek olur. Buna uymak, mânâsız bir şey olur.
3) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, Fedek’in, hazret-i Fâtıma’ya verilmesi için vasiyet yapıldığında şahit olmuştu. Bu şahitliğin, bir menfaat için olmayıp, Allah rızası için olduğunu göstermek için, Fedek’ten bir şey almadı, diyorlar.
Bu cevapları da zayıftır. Çünkü, hazret-i Ali’nin şahitlik ettiğini bilenler ve reddedenler, kendisi halife olduğu zaman ölmüşlerdi. Bundan başka, bazı imamların Fedeki kabul etmesi, hazret-i Alinin de çocuklarına menfaat sağlamak için şahitlik yapmış olduğunu, haricileri düşündürmüştü. Hatta, tarlada, binada ve bağ, bahçede, insan kendinden ziyade, çocuklarının menfaatlerini düşünür. Belki de, şahitliğine leke kondurulmaması için, çocuklarına Fedek’ten istifade etmeyiniz diye vasiyet etmiş olabilir. Çocukları da, hem hazret-i Fâtıma’ya uymak, hem de bu gizli vasiyeti yerine getirmek için, Fedek’i kabul etmemiş olabilirler, denildi.
4) Hazret-i Alinin Fedek bahçesini almaması, takıye içindi. Şiîlerin takıye yapması lazımdır, dediler. Takıye, sevmedikleri kimseler ile dost geçinmek demektir.
Bu sözleri de, zayıftır. Çünkü, şiîlere göre, imam meydana çıkıp, harp etmeye başlayınca, takıye yapması haram olurmuş. Bunun içindir ki hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh”, takıye yapmadı. Hazret-i Ali, halife iken takıye yaptı demeleri, haram işledi demek olur.
Şiî âlimlerinden ibni Mutahhir Hulli, Menhecülkerame kitabında diyor ki (Fâtıma, Ebû Bekr’e, Fedek’in kendisi için vasiyet edilmiş olduğunu söylediği zaman, Ebû Bekr cevap yazarak, şahit istedi. Şahit bulunmayınca, davayı reddetti.) Bu haber doğru ise, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” üzerinde olan, miras, hediye ve vasiyet gibi, Fedek davası sâkıt olur. Hazret-i Ebû Bekr’e dil uzatacak sebep kalmaz. Burada, akla iki şüphe gelmektedir:
A — Hazret-i Fâtıma’nın miras ve hediye ve vasiyet gibi davaları, hazret-i Ebû Bekrin yanında doğru çıkmadı ise de, hazret-i Fâtıma Fedek’i istediği hâlde, hazret-i Ebû Bekr, neden Onun gönlünü yapmaktan çekindi ve bu hurmalığı Ona bağışlamadı? Böylece, arada kırıklık olmaz, dedikodulara yol açılmazdı. Bu iş tatlılığa bağlanmış olurdu.
Hazret-i Ebû Bekr, bunu çok düşündü ve çok arzu etti ve çok sıkıldı. Eğer, hazret-i Fâtıma’nın mübarek gönlünü, bu yol ile hoş etmeye karar verseydi, dinde iki büyük yara açılırdı: Herkes, halife için, din işlerinde taraf tutuyor, hakkı değil de, gönül almayı düşünüyor, dava kazanılmadığı hâlde, dostlarının dilediğini yapıyor. İşçilere, köylülere gelince, senetle, şahitlerle davanın kazanılması için, taş söktürüyor derlerdi. Öyle lafların yayılması ise, dinde kıyamete kadar sürüp gidecek karışıklığa yol açardı. Bundan başka, hakimler, kadılar, halifenin bu işini örnek alarak, gevşek davranırlar. Hükümlerinde taraf tutarlardı. İkinci yaraya gelince: Halife, Fedek bahçesini hazret-i Fâtıma’ya bağışlasaydı, Resûlullahın, sadakadır buyurarak mülkünden çıkarmış olduğu şeyi, tekrar Onun varisinin mülküne sokmuş olurdu. Halbuki bir hadis-i şerifte, (Sadakayı geriye alan kimse, kustuğunu yiyen köpek gibidir) buyurulduğunu biliyordu. Bu korkunç işi bile bile hiç yapamazdı. Dinde hâsıl olacak bu iki yaradan başka, dünya işinde de, büyük bir sıkıntı başgösterecekti. Hazret-i Abbas ve Resûlullahın mübarek zevceleri de, hak arıyacaklar, her biri, böyle bir bahçe veya çiftlik istiyeceklerdi. Hazret-i Ebû Bekr için, altından kalkılamayacak bir yük olacaktı. Bütün bu felaketlere ve sıkıntılara yol açmamak için, hazret-i Fâtıma’nın gönlünü hoş edemedi. Çünkü hadis-i şerifte, (Müminin başına iki bela gelirse, hafifini seçsin!) buyurulmuştur. Hazret-i Ebû Bekr de böyle yaptı. Çünkü, bu sıkıntı, giderilebilirdi. Nitekim düzeltildi. Halbuki öteki yaralar kapatılamazdı. Din işleri karışır, bozulurdu.
B — İkinci şüpheye gelince: Hazret-i Ebû Bekr’le hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anhüma” arasındaki bu anlaşmazlık sona erdiğini, Sünni kitapları da, Şiî kitapları da bildirmekte ise de, Fâtımatüz-zehra kendi cenazesinde hazret-i Ebû Bekrin bulunmasını niçin istemedi? Hazret-i Alinin, kendisini gece defnetmesini, niçin vasiyet etti?
Bunun cevabında deriz ki hazret-i Fâtıma’nın gece defnedilmeyi vasiyet etmesi, fazla örtünmesinden ve aşırı hayasından dolayı idi. Nitekim, vefat edeceğine yakın (Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum) buyurmuştu. O zaman kadınları tabuttan kefene sarılı olarak perdesiz çıkarmak adet idi. Esma binti Ümeyr buyuruyor ki (Habeşistan’da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm, dedim. Hazret-i Fâtıma, (Bunu yanımda yap da göreyim) dedi. Yaparak gösterdim. Çok hoşuna gitti ve güldü. Resûlullah vefat ettikten sonra, güldüğü hiç görülmemişti. (Öldükten sonra, beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin) diye vasiyet etti). İşte bunun için hazret-i Ali, cenazesine kimseyi çağırmadı. Bir habere göre, hazret-i Abbas, Ehl-i beytten birkaç kişi ile cenaze namazını kılıp, gece defnettiler. Başka haberlere göre, ertesi gün, Ebû Bekr Sıddık, Ömer Fâruk ve birçok sahabi hasta ziyareti için, hazret-i Alinin evine geldiler. Vefat edip defnedildiğini anlayınca, (Bize niçin haber vermedin? Namazını kılardık. Hizmetini görürdük) diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hazret-i Ali, kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defnolunmasını vasiyet ettiğini, vasiyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyleyerek özür diledi. Faslülhitab kitabında diyor ki: Ebû Bekr-i Sıddık ve Osman-ı Zinnureyn ve Abdurrahmân bin Avf ve Zübeyr bin Avvam, yatsı namazında mescitte idiler. Hazret-i Fâtıma ise, Resûlullahın vefatından 6 ay sonra Ramazan-ı şerifin 3. salı gecesi akşamı ile yatsı arasında vefat etmişti. 24 yaşında idi. Hazret-i Alinin teklifi üzerine, hazret-i Ebû Bekr imam olup 4 tekbir ile namazını kıldırdı.
Hazret-i Ebû Bekrin definde bulunmaması yukarıda bildirilen sebeplerden idi. Aralarında geçimsizlik olsaydı, cenaze namazını hazret-i Ebû Bekr kıldırmazdı. Sünni ve şiî kitaplarının birlikte bildirdiklerine göre, hazret-i Hüseyin, imam-ı Hasan’ın cenaze namazını kıldırması için, hazret-i Muaviye’nin Medine-i münevveredeki valisi olan Said bin As hazretlerine işaret etti. (Cenaze namazını emrin kıldırması, dedemin sünneti olmasaydı seni imam yapmazdım) dedi. Bundan anlaşılıyor ki hazret-i Fâtıma, hazret-i Ebû Bekr’in namazı kıldırmaması için vasiyet etmemiştir. Eğer, cenaze namazını hazret-i Ebû Bekr kıldırmasın, diye vasiyet etmiş olsaydı, hazret-i Hüseyin, hazret-i Fâtıma’nın vasiyetine uymayan bir harekette bulunmazdı. Said bin As’ın imam olmak için hazret-i Ebû Bekr’den binlerle derece aşağı olduğu meydandadır. Daha 6 ay önce, hazret-i Fâtıma’nın yüksek babası Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr’i bütün Muhacir ve Ensara imam yapmıştı. Hazret-i Fâtıma’nın, 6 ay gibi kısa bir zaman içinde bunu unutacağı düşünülemez.