Sual: Hazreti Ali’nin “radiyallahu anh” kendisi ile muharebe edenlere beddua ettiği doğru mudur? Ashab-ı kiram arasındaki bu muharebelerin sebebi nedir?
Cevap: Ashâb-ı kirâm arasındaki muharebeler ictihad yüzünden idi. Dövüşenler de, birbirini çok seviyordu. Ananın, babanın çocuğunu döğmesi gibi idi. Ehl-i sünnet âlimlerinin, Ashâb-ı kirâmın büyüklüğünü, üstünlüğünü bildiren sözlerini, yazıları çoktur.
Muhammed Mâ’sûm-i Fârukî “rahmetullâhi aleyh” Mektûbât’ının 2. cildi, 36. mektubunda buyuruyor ki:
Tepeden tırnağa kadar rahmet olan hazret-i Ali “kerremallahü teâlâ vecheh”, haşa ve kella, bir müslümana bile lanet etmedi. Nerede kaldı ki Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâbına ve hele çok kere hayır duâ ettiği hazret-i Muaviye’ye “radıyallâhu anh” lanet etmiş olsun. Hazret-i Ali, hazret-i Muaviye ve yanında bulunanlar için (Kardeşlerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fasık değildirler. İctihadları ile hareket ettiler) buyurdu. Bu sözü, onlara küfrü ve fıskı yaklaştırmamaktadır. O hâlde, hiç lanet eder mi? Hiç beddua eder mi? İslam dininde, hiç kimseye, hatta frenk kâfirlerine bile lanet etmek, ibâdet değildir. 5 vakit namazdan sonra, duâ etmek lazım iken, kendi düşmanlığı için, duâ yerine, bedduâ eder mi? Tasavvuftaki fenâ derecelerinin en yükseğine ve itminanın sonuna ulaşmış ve şahsi arzularından geçmiş olan hazret-i Alinin nefsini, kendi nefs-i emmareleri gibi kin ile inat ile düşmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek zata, böyle bir bühtanda, böyle alçak bir iftirâda bulunuyorlar. Hazret-i Ali, Fenâ-fillâh ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının en son derecesine ulaşmış, canını, malını, Onun “sallallâhü aleyhi ve sellem” yoluna fedâ etmiştir. Niçin, bu duâ zamanında, her 2 cihanın sultanı olan Peygamber efendimize, enva-ı eza ve cefa yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” düşmanlarını söyleyip, onlara lanet etmesin de, kendi düşmanlarına lanet etsin? Halbuki hazret-i Ali’nin (İctihadları ile hareket ettiler) sözü, onlara düşman olmadığını gösteriyor.
İşin içi, özü şöyledir ki bu muharebeler, bu çarpışmalar düşmanlıkla, kin gütmekle olmadı. Hep, ictihad ile din bilgisi ile oldu. Bunun için, ayıplamanın yeri yoktur. Nerede kaldı ki bedduâ , ve lanet edilsin. Bir kimseyi kötülemek, ona lanet etmek ibâdet olsaydı, İblis-i laine, Ebû Cehl’e, Ebû Leheb’e ve Peygamber efendimizi “sallallâhü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefa ve eza eden ve bu hak olan dine, düşmanlıklar, ihanetler, hıyanetler yapan, Kureyşin azılı kâfirlerine lanet etmek, İslâmin icaplarından olurdu. Düşmanlara lanet etmek emredilmeyince, dostlara lanet sevap olur mu? Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Bir kimse, şeytana lanet ederse, ben zaten mel’un oldum. Bu lanetin bana zararı olmaz der. Ya Rabbi! Beni şeytandan koru derse, eyvah bel kemiğimi kırdın der). Bir başka hadis-i şerifte, (Şeytana söğmeyiniz! Şerrinden, Allahü teâlâya sığınınız) buyuruldu. Bundan anlaşılıyor ki bu gibi sözler, Hazret-i Ali’ye iftirâdır. Onu kötülemektir. Bundan başka, hazret-i Muaviye, Hazret-i Ali’ye ve hazret-i Hasan’a ve Hüseyine ve diğerlerine “radıyallâhu anhüm ecma’în” lanet etmeye başladı demek de, Muaviye hazretlerine iftirâ olur. Birbirlerine, asla bed duâ , lanet etmediler. Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi şöyledir ki Muaviye’ye “radıyallâhu anh” dil uzatmak câiz değildir. Bu söz, ona bir iftirâdır. Hem bunu bildiren, doğru bir haber de yoktur. Tarihçiler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl senet olabilir? Dinin temel bilgileri, tarihçilerin sözleri üzerine kurulamaz. Burada, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin ve onun Ashâbının sözlerine bakılır. Tarihçilerin sözlerine ve Keşşaf tefsirinde yazılı olan haberlere bakılmaz. Keşşafta, hazret-i Alinin ve hazret-i Muaviye’nin isimleri geçmiyor. Bu 2 din büyüğünün birbirine lanet ettiğini gösteren bir işaret bile yoktur. Bununla beraber (Keşşaf)daki o yazılar doğrudur. Ehl-i sünnetin bildirdiğine uymayan bir şey yoktur ki iyi mânâ çıkarmaya çalışmak lazım gelsin. Evet, Emevi halifeleri, minberlerde, Ehl-i beyte yıllarca lanet ettirdi. Ömer bin Abdülaziz “rahmetullâhi aleyh” buna son verdi. Allahü teâlâ, bizim tarafımızdan, ona bol bol mükafat versin! Fakat, Muaviye de “radıyallâhu anh” Emevi halifelerinden ise de, ona dokunulamaz. Eğer, hazret-i Muaviye “radıyallahü teâlâ anh” söğülürse, kötülenirse bu ayrılıkta ve muharebelerde, onunla birlik olan, çok sayıda Ashâb-ı kirâm, hatta aşere-i mübeşşereden birkaçı da mel’un olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onlardan bize gelmiş olan din bilgilerini bozmaya sebep olur. Hiçbir müslüman, bunu uygun görmez ve kabul etmez.
Bâzıları, 3 halifeyi ve hazret-i Muaviye’yi ve ictihatta ona uyanları “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” kötülüyor, bunlara söğüyor, Peygamber efendimizden sonra “sallallâhü aleyhi ve sellem”, birkaçından başka, Ashâb-ı kirâmın hepsi mürted oldu diyorlar. Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebine göre, Ashâb-ı kirâmın hepsine, iyilikten başka bir şey söylenmez. Hiçbiri fenâ, kötü değildir.
İmâm-ı Yahya bin Şeref Nevevî, (Müslim) hadislerini açıklarken buyuruyor ki o muharebelerde, Ashâb-ı kirâm 3’e ayrılmıştı: Bir kısmının ictihadı, hazret-i Alinin ictihadına uygun oldu. Bunlara kendi ictihadlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Bunlar, Hazret-i Ali’ye “radıyallâhu anhüm” yardım etti. Ashâb-ı kirâmın 2. kısmı, ictihatta, doğru olanı ayıramadı. Bunların, kimseye karışmaması vâcib oldu. 3. kısmın ictihadı, Hazret-i Ali’ye karşı gelenlerin ictihadları gibi oldu. Bu ictihatta olanların karşı tarafa yardım etmesi lazım oldu. Demek ki her biri, kendi ictihadına uygun iş yaptı. Bunun için hiçbirini ayıplamak doğru değildir. Bununla beraber, hazret-i Ali ve onun ictihadında olup ona uyanlar, ictihatta doğruyu bulmuşlardı. Karşılarındakiler, ictihatta yanılmışlardı. Fakat, ictihatta yanılma olduğu için, kötülenemez. Yanılanlar bir sevap aldı. Doğruyu bulanlar, on sevap aldı. Yanıldılar demek bile doğru değildir. Yanılanları da iyilikle anmak lâzımdır. Demek ki Muaviye’yi “radıyallâhu anh” sevmeyen, ona lanet eden bir kimse, bütün Ashâbı iyi bilip sevse de, Ehl-i sünnet vel-cemaatten olamaz. Böyle kimseyi, Şiîler de sevmez. Bu kimse, Ehl-i sünnet olmadığı gibi, Şiî de değildir. 3. bir mezhepten olur. 36. mektuptan tercüme, burada tamam oldu.
Sual: Ashab-ı kiram arasında cereyan eden bu hadiseleri doğru bir şekilde öğrenmek için hangi kitaplar okunmalıdır? Osmanlı son devir alimlerinden Ahmed Cevdet Paşa’nın da kitabında bu şekilde yazdığı doğru mudur?
Cevap: Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasındaki ayrılıkları iyi ve doğru anlamak için, güvenilen ve her şeyi açık ve ayrı ayrı anlatan îtikat kitaplarını okumalıdır. Sonradan yazılan tarihlere, birbirini tutmayan çürük sözlere, böyle olan ansiklopedilere, gazetelere aldanmamalıdır!
Ne kadar şaşılır ki Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ kitabında “Hazret-i Ali, kendi hükümetinin zayıfladığını, Muaviye’nin kuvvetinin arttığını görünce, müteessir olarak, elem çekerek, Muaviye’ye ve ayrıca 6 kişiye bedduâ etmeye başladı. Muaviye, bunu işitince, o da Ali’ye ve ibni Abbas’a ve Hasan, Hüseyn’e bedduâ etmeye başladı” diyor. Deve ve Sıffin vakalarını anlatırken de Ashâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” birkaçı için şanlarına yakışmayan kelimeler kullanıyor.
Şemseddin Sami de Kamusü’l-alam kitabında, hazret-i Muaviye ve bazı Sahabi için, müslümanın söyleyemeyeceği cümleler yazarak, saygısızlık göstermektedir. Bunun, böyle saygısızlık göstermesine, pek de şaşılmaz. Çünkü bu, (Toprak) ismindeki kitabında, Allahü teâlâya karşı da saygısızlık gösteriyor. Hâlik-ı teâlâyı, esir, madde derekesine düşürmekten çekinmiyor. Fakat, Cevdet Paşa’nın pek safcasına, Abbasi tarihlerine, mezhepsizlerin kitaplarına aldanması, insanı hayrete düşürmektedir. Çünkü, onun (Kısas-ı Enbiyâ)sı, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” hayatını ve İslam tarihini, geniş ve açık yazan, doğru olarak tanınan, güvenilir, kıymetli bir kitaptır. İslam tarihini öğrenmek isteyenlere, tavsıye edilecek kitapların önünde gelmektedir. Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muharebeleri, bunların sebeplerini de insaflı ve doğru yazmaktadır. Mesela 438. sayfada diyor ki: (İrtidad tehlikesi birdenbire büyüdü. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemendeki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeye başladılar. Müslümanlar karanlık gecede yağmura tutulmuş koyun sürüsü gibi şaşkına döndü. Mürtedlerin sayısı yanında müslümanlar pek az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zaman-ı saadetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeye ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Mürtedlerle muharebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medine’ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece bir şiddetli çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzaktaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, hazret-i Ali “radıyallâhu anh”, halifenin devesinin yularını tutup, ey Resûlün halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana, (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmuştu. Vallahi, sana bir hallolur ise, müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz dedi. Ashâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Ali’yi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” tasdik etti. Halife hazretleri Medine-i münevvereye döndü.
Halife seçilmesindeki sert konuşmalarından hemen sonra, birbirlerine karşı olan sevgilerine bakınız! Kimseye boyun eğmeyen, halife seçimine çağrılmadı diye, hazret-i Ebû Bekr’e oy vermesini geciktiren, Allah’ın arslanı, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” şimdi onun muharebeye gitmesini önlüyor. Eğer, kalbinde ona karşı ufak bir kırıklık olsaydı, halife harbe gitsin de, ona bir şey olursa, yerine ben geçerim diye düşünür, hiç olmazsa, gitmesine karışmazdı.
Hazret-i Sıddîk gibi, din uğrunda, asla canını esirgemeyen bir Zâtın da, cihat gibi mühim bir ibâdete başlarken, hiç kimsenin sözü ile bundan vazgeçmeyeceği meydanda iken, niyetinden dönmesi, ancak hazret-i Alinin fikrinin ve sözünün doğru olduğuna güvenmesinden ve ona uymasından ileri geldiği şüphesizdir. Hepsinin düşüncesinin ve konuşmasının, hep İslam dinine hizmet niyeti ile olduğu, buradan da anlaşılmaktadır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
Ashâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçının dünyaya düşkün olduğunu sanan ve yazan sapıklar, onların böyle davranmalarına dikkat etselerdi, bu büyük zatlara karşı, kötü zanda bulunmak günahından kurtulurlardı).
Abbasi tarihçileri, sultanların gözüne girmek, mal ve mevki elde etmek için vakaları değiştirmekten, hadiseleri yanlış yazmaktan çekinmemiş, Emevileri insafsızca kötülemeye koyulmuşlardı. Abbasi halifeleri, Emevilere düşman olduğundan, tarihçileri de, dünyalık ele geçirmek için, ilmi, siyasete kurban etmişlerdir. Osmanlılar, zaman bakımından, Abbasilere daha yakın, toprak bakımından da, komşu olduğundan, câhil tarihçiler, Abbasi tarihlerini olduğu gibi tercüme etmiş, Cevdet paşa bile bu tesirden kendini kurtaramamıştır. Bir yandan tarihçiler, bir yandan da, Şâh İsmailin bozguna uğrıyan ordusunun döküntüsü olup tekkelere sığınan kızılbaşlar, türk milletine, Ashâb-ı kirâmın düşmanlığını bulaştırdı. Yalnız, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından, işin doğrusunu öğrenenler, bu felaketten kurtulabildi. Allahü teâlâ, doğru yolda bulunanların yardımcısı olsun! Âmin.
Merecü’l-bahreyn’de diyor ki hakim Ali Tirmizi buyurdu ki (Yaşım ilerledikçe, ilmim, amelim ve mücâhedem arttığı hâlde, gençliğimde kavuşmuş olduğum nurları, tesirleri kendimde bulamaz oldum. Sebebini bir türlü anlayamadım. Gençlik zamanım, Resûlullahın zamanına daha yakın olduğu için, o zamandaki halin daha üstün olduğu, kalbime ilhâm edildi). O zamana yakın zamanlar böyle kıymetli olunca, o zamanın kendinin ne kadar çok kıymetli olduğunu anlamalıdır.
Bunun içindir ki Kutü’l-kulûb’da, (Resûlullahın o mübarek cemalini bir kere görmek ve biraz huzurunda oturmak, insanı öyle şeylere kavuşturur ki başka zamanlarda yapılan halvetlerle ve erbainlerle, yani 40 gün riyâzet çekmekle, bunlar elde edilemezler) buyurulmaktadır. Başka zamanlarda yetişen büyük Veliler de, Resûlullahın mânevî sohbetinde bulunup, feyiz almakla yükselmişlerdir.
Tavsiye Yazı –> Seyyid Abdülhakim Efendi’nin Ashab-ı Kiram Risalesi