Sual: Hazreti Ebu Bekir’in imameti hak mıdır?
Cevap: Türpüşti Risalesi’nde bu mevzu hakkında den,yor ki;
Din işlerinde sözleri mu’teber olan büyük islâm âlimleri sözbirliği ile buyuruyorlar ki, Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ne hazret-i Ebû Bekr’in, ne de bir başkasının imâmeti [hilâfeti] hakkında celî bir nass [açık bir emir] bulunmamıştır. Fakat hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” imâmeti hakkında hafî nass [gizli emir ve haber] çoktur. Ehl-i sünnetin bu meselede en kuvvetli senedi ve dayanağı icmâ’-ı ümmettir. Âlimler gizli [işâretli] nassı hucceti kuvvetlendirmekde Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden, delîlleri çoğaltmak bakımından bildirmektedirler. Yoksa icmâ’ bulununca, başka bir delîle zâten ihtiyâc yoktur.
Mütevâtir haberlerle bize ulaşmıştır ki, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, Muhâcir ve Ensârdan olan Eshâbının büyük çoğunluğu, bilhâssa Eshâb-ı kirâmın âlim ve fâdılları ve her kabîlenin ileri gelenleri, hazret-i Ebû Bekr’e bey’at [bi’at] ettiler. Şüphesiz, asırların, zamânların en iyisi olan ilk asrdaki müslümânların sözbirliği ettikleri şey, haktan başkası olmaz. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez” buyurmuştur.
Peygamber efendimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra Eshâb-ı kirâmın icmâ’ ettiği en büyük olay ve ilk karar, hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” hilâfetidir. Onun hilâfetini inkâr eden, işin iç yüzünü görmek bakımından kör gibi olup, gizli işârete nefsinin arzûsuna göre yorumla, Resûlullahın sözünü reddetmiş ve islâm dînini dahâ sonrakilere ulaştırmak ve taşımakla yükümlü olan Eshâb-ı kirâma dil uzatmış, Resûlullahın sözlerini taşıyan o yüksek ahlâklı insanları beğenmemiş olmakla, dînin asıllarından bir asıl ve şerî’atin dayanaklarından biri olan icmâ’a ihtilâf etmiş ve bununla kendini küfre yaklaştırmışdır. Nitekim Allahü teâlâ Nisâ sûresi 115. âyetinde meâlen, “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim peygambere karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka yola giderse, onu o yönde bırakırız ve Cehenneme sokarız, o ne kötü bir yerdir” buyurdu.[1]
Büyük âlimlerden bir kısmı, bu âyet-i kerîmenin manâsına uyarak, icmâ’-i ümmete muhâlefetin küfr olduğunu söylemişlerdir. Mâverâ-ünnehr âlimlerinin fetvâlarında şöyle bulduk ki, hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” hilâfetini inkâr edenin arkasında namâz kılmak câiz değildir. Çünki icmâ’a karşı gelmiştir.
İşte bu bid’at i’tikâda sâhib olan bu tâife, ellerinden geldikce inadla konuşur ve sahîh hadîsleri inkâr edip, bunlar hadîs değildir deyip, şerî’atin direkleri olan islâm âlimlerini yalanlar, ipe sapa gelmez saçma sapan şüphelerle, uydurdukları hadîslerle ve karmakarışık asılsız hikâyelerle hakîkî müslümânların önüne çıkarlar. Önemli bir şey söyleyemediklerinden, hazret-i Alî “radıyallahü anh” hakkında buyurulmuş olan birkaç hadîs-i şerîfi söyleyip, kendi istedikleri manâları verirler. Onların verecekleri her bir örneğe ve iddiâya inad, kızgınlık ve nefse uyarak değil, müslümânlığın özünde bulunan, insanlara merhamet ve şefkatle cevâp veririz.
Onların bu husûstaki sözleri birkaç kısım olup, dil uzatmaları da bir kaç bakımdandır:
1) Sahâbenin bir kısmı Benî Hâşime, bir kısmı da Emîr-ül mü’minîn Alî’ye “radıyallahü anh” düşmandır derler. Çünki Alî “radıyallahü anh” Resûl-i ekrem efendimizle berâber cihâdda iken onların yakınlarını öldürmüştü. Bunu adâletten düşme ve sapma kabûl edip, ona bey’atdan [bi’âtdan] kaçınırlar. Kimine hiyânet etti, yanî hakkı gizleyip, söylemedi dediler. Kimine hakkı söylemekte za’îf ve güçsüz, yanî bu bey’atın bâtıl olduğunu bildikleri hâlde korkudan söyleyemedi dediler. Kiminin câhilliğine hükmedip, hilâfetin hazret-i Alî’nin “radıyallahü anh” hakkı olduğunu, onun hepsinden üstün ve önde bulunduğunu bilemeyip, imâmet şartlarına ve imâmete müstehak olma yeteneklerine sâhib olmayan başkalarını seçtiler derler.
Bütün bu sözlerine, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez” hadîs-i şerîfi cevâb olarak yetişir. Buna, hiçbir başka delîl aratmıyacak kadar açık delîller Kur’ân-ı kerîmde bir çok yerde vardır ve bütün Sahâbe övülmekdedir. Nitekim Tevbe sûresi 100. âyetinde meâlen, “İslâma girmede öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbi’ olanlar var ya, işte onlardan Allah râzı olmuştur. Onlar da Allahdan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemîninden ırmaklar akan Cennetleri hâzırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur” buyuruldu. Feth sûresi 29. âyetinde meâlen, “Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” Allahın Resûlüdür. Onunla birlikde bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise hep merhametlidirler. Onları rükü’a varırken, secde ederken görürsün. Allahdan lütuf ve rızâ isterler. Onların nişânları yüzlerindeki secde izidir. Bu onların Tevrâtdaki vasıflarıdır. İncîldeki vasfları da şöyledir: Onlar bir ekine benzer. Önce kılıç gibi bir filiz çıkarır, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşır, gövdesi üzerine doğrulur ve bu çiftçilerin de çok hoşuna gider. Allah mü’minleri böylece çoğaltıp, kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan, inanıp iyi işler yapanlara magfiret ve büyük mükâfât va’d etmişdir” buyuruldu ve Haşr sûresi 8., 9. ve 10. âyetlerinde meâlen, “Allahın verdiği bu ganîmet malları, yurdlarından ve mallarından uzaklaştırılmış olan, Allahdan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allahın dînine ve Peygamberine yardım eden fakîr muhâcirlerindir. İşte sâdıklar –gerçek doğrular– bunlardır.” ve “Dahâ önceden Medîneyi yurd edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olanlar, hicret edip, kendilerine gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir râhatsızlık hissetmezler. Kendileri zarûret içinde bulunsalar da, onları kendilerine tercîh ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” ve “Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey bizim Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmânlı kardeşlerimizi bağışla; kalblerimizde, îmân etmiş olanlara karşı hiç kin bırakma! Ey Rabbimiz, şüphesiz ki, Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” buyuruldu. Bunlar, yanî Muhâcir ve Ensârın arkasından gelenler, kıyâmete kadar, gelmiş ve gelecek olan mü’minlerdir. Eshâb-ı kirâmı “aleyhimürrıdvân” hep hayrla yâd etmemiz, onlara dil uzatmamamız ve kin beslemememiz gereği, bu âyetin işâret etdiği husûslardır.[2]
Hazret-i Ebû Bekr’e “radıyallahü anh” bî’at meselesinde, ayıblanacak, Eshâb-ı kirâmı küçük düşürecek hiç bir taraf yoktur. Allahü teâlânın övdüğüne kimse sövemez. Onların âdil olduklarına Allahü teâlâ şâhidlik edince, onların her hâl ve hâdise karşısında, sözleri dinlenir ve makbûl olur. Bu umûmî hitâb içerisine giren onlardan birine dil uzatan fâsık olur. Nerede kaldı ki, hepsine dil uzatmağa cesâret edilsin!
Câhiliyye zamânından beri Hâşimoğullarına olan düşmanlıkları ve yakınlarını öldürdüğü için hazret-i Alî’ye olan kızgınlıklarını beyân eden sözler, a’vâma göre gizli, hazret-i Alî’ye göre açıkca zındıklıktır. Eshâb-ı kirâm efendilerimizi, câhiliyye zamânındaki akrabâlıkları yüzünden, yâhud akrabâlarından bir kâfiri küfrü sebebiyle bir mü’minin öldürmesini, kin ve düşmanlık sebebi tutup, birbirlerine düşman bilmek ve müslümân olduktan sonra ondan intikâm alıyor demekte hiçbir doğru taraf yoktur ve Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” uymamak ve Ondan ayrılmak, emâneti zâyi etmek ve dîni önemsememek vardır. Böylelerinin îmânı hakkında konuşmak gerekir. Ona [hazret-i Alî’ye] düşmanlık edenlerin, Peygamber efendimize dostluk ve muhabbet etmeleri imkânsızdır. Âlimlerimiz iyice biliyor ve bildiriyorlar ki, bu râfizînin bu sözündeki maksadı, Resûlullahın zemânındakilere münâfık, ondan sonrakilere ise kâfir demektir. Allahü teâlâ böylelerine, islâmdan ve müslümânlar tarafından hayırlar vermesin!
Bu suçlama, şu insanlara nasıl yapılabilir ve revâ görülebilir ki, onlar can ve mallarını hak yol ve hak i’tikâd uğruna fedâ ettiler. Allahü teâlâya ve Resûlüne muhabbetlerinin son derece ziyâdeliğinden hısım ve akrabâlarına karşı durdular. Çoluk-çocuklarını, mallarını ve yurdlarını bıraktılar. Yalnız başlarına, yarı çıplak ve aç vaziyette Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile harb meydânlarına koşup, kendi yakınlarına karşı kılıç ve oklarla savaştılar. Tepeden tırnağa hakkı seçen ve hak yolda bulunan böyle insanların, akrabâlık ve câhiliyyet hamiyyeti ile Allah dostlarını düşman tutup, hakka ve hak ehline zarar vermeleri nasıl mümkün olur!
Bu bî’atde hâzır bulunan âlim, necîb ve hâkimlerden biri Ebû Ubeyde bin Cerrâh idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” kendisine, “Bu ümmetin emîni” buyurmuştu. İşte bu büyük Sahâbî Bedr muhârebesinde, hakla ve Hakkın Resûlü ile çarpışan babasını öldürüp, başını Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” getirdi ve “Yâ Resûlallah, bu, kâfir olan bir ihtiyârın başıdır” dedi. O hâlde, din uğruna babası ile savaşmakdan kaçınmayan bir kimsenin, yine dinde beğenilmiyen bir iş yapması veyâ ümmetin helâki ve zararı olan bir yerde hakkı gizlemesi mümkün müdür?
Eğer Muhâcirlerden birilerine Hâşim oğullarının ve hazret-i Alî’nin düşmanlığı vardı, demeğe kalkışırlarsa, Ensâr için ne diyecekler? Onların ne Hâşim oğullarına, ne de hazret-i Emîre düşmanlıkları yoktu. Bilâkis Abdülmuttalib oğulları ile dostca münâsebetler içindeydiler ve Muhâcirlerden de hiç korkuları yoktu. Medîne’de de çoğunlukta ve hâkim durumda idiler. Bî’atin başlangıcında da, “Bizden bir emîr, sizden bir emîr olsun” demişlerdi. Böyle söylemeleri, halîfeliği, bir kavmin başkanlığı ve kabîlenin şânı, şerefi olarak bilmeleri idi. Çünki arabların âdetine göre her kabîlenin hâkimi ve seyyidi [ulusu, efendisi], o kabîleden olurdu. Ammâ hazret-i Ömer “radıyallahü anh” onları huccet ile susturtu ve buyurdu, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, hastalandığı zamân, Ebû Bekr’e “radıyallahü anh” namâzda öne geçip, imâm olmasını buyurdu. Namâz ise dînin direği ve din işlerinin [dindeki amellerin] en büyüğüdür. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendisini bu mühim vazîfede öne geçirip, kendi yerine imâm yaptı. Peygamberi kimse geri alamaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” muhâcirden olduğundan halîfesi de onlardan olmalı idi. Muhâcirînin en geçkini ve en ileri geleni o idi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu namâzda öne geçirdi ve onlar, yanî Ensâr-ı kirâm efendilerimiz bu münâkaşadan sonra emre uyup, isteklerinden vazgeçdiler. Eğer bu işte bir haksızlık bulsalardı, aslâ kabûl etmez, en doğru olanı yerine getirirlerdi. Zîrâ râfizîlerin Ensâr hakkında suçlamada bulundukları engellerden hiçbiri onlarda yok idi. Bu sözümüzün delîli de, hilâfeti zamânında, Ensârın hazret-i Emîre olan nusrat ve yardımları olup, hazret-i Mu’âviye tarafında bulunmamalarıdır. Râfizîlerin iddia etdikleri, Ensâr ve Muhâcir anlaşamadı, ammâ korkudan konuşamadılar, iddiâları da, bildirdiğmiz bu delîl ile temelinden yıkılmış oldu. Zîrâ neden korksunlardı ki! Çünki hazret-i Ebû Bekr yaşlı ve za’îf idi ve kabîlesi Medîne’de hâkim ve kuvvetli değildi. Aynı zamânda yoksul idiler ve kimsenin onun malında gözü de yoktu. O hâlde zamânların en hayırlısında ümmetlerin en hayırlıları içinde, hak sözü izhâr edecek bir kişi yok idi diyebilmek, ne çirkin bir cesâretdir. Hâlbuki Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde nice yerde o din büyüklerini övmektedir.
Hilâfet hazret-i Alî’nin “radıyallahü anh” hakkı idi ve o zamânda Ondan başkası buna müstehak ve lâyık değil idi, sözlerinin cevâbı, ümmetin icmâ’ında, ya’nî bütün müslümânların sözbirliğinde vardır. Çünki onların sözbirliği, imâmetin [hilâfetin] şartlarında enine, boyuna ve derinlemesine olan incelemelerinden ve müstehak ve lâyık olma sebeb ve taraflarını bildikten sonradır. Haber ve hadîslerdeki ictihâd da din ve cümhûrun maslahatı içindir. Eğer dînin o en önde gelenleri için bundan başka bir manâ düşünen olursa, o azîzlere, câhil, sapık ve hâin demiş olur. Aslında câhil, sapık ve hâin olan, Allahü teâlânın dînine yardım için seçtiği ve Habîbinin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulundurmakla eşsiz kıldığı o mes’ûd ve mubârek insanlara bu çirkin ve aşağı sıfatları yakıştıran o bedbaht kimselerdir. Onlar için aranan sened, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” vefâtı hastalığında buyurduğu, “Ebû Bekr’e söyleyin, insanlara imâm olup, namâz kıldırsın” hadîs-i şerîfi yalnız başına yeterli idi. Çünki Resûlullahın insanlara imâmlık yapması için onu öne geçirmesi, o kadar Sahâbî içinde, onun nemâzda herkesin önüne geçecek ilm, amel, dînini kayırmak ve diğer güzel huy ve ahlâkda, hepsinden önde bulunduğunu gösterir. Çünki Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ümmetine hayır ve iyilik cihetinden bir şey buyurup da, kendisinin bunun aksini yapması mümkün değildir.
Buradan anlaşılıyor ki, hazret-i Sıddîk-ı ekber “radıyallahü anh” ilimde, doğrulukta, salâh, adâlet, takvâ ve vera’da bütün Sahâbeden kâmil [olgun] idi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” efendilerimiz de, onu halîfe seçme ictihâdlarında isâbet etmişlerdi. İçlerinden en iyi olanı seçtiler ve öne geçme, imâm olma üstünlük ve fazîlet şartlarını taşıyan birini [Ebû Bekr hazretlerini] ihtiyâr edip beğendiler. Çünki bu sayılan üstünlüklerinden başka, Eshâb-ı kirâmda bulunan diğer güzel haslet ve iyi sıfatlarda da, yine onların önünde ve üstünde idi. Meselâ üstünlüklerden biri önce islâma gelmektir. Âlimler ve din büyükleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hazret-i Alî, hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Zeyd bin Hârise ve hazret-i Hadîce “radıyallahü anhüm” en önce islâma gelenlerdir. Bunların herbiri hakkında hadîs-i şerîfler vardır ve Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” islâma gelmesi hakkındaki hadîs-i şerîfin senedleri diğerlerinden dahâ doğru ve sağlamdır.
Bu arada birisi suâl eder ve “Hiç şübhe yok ki, Cebrâîl aleyhisselâm Peygamber efendimize, Oku emrini getirdiği gün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bunu hazret-i Hadîce’ye söyledi ve hazret-i Hadîce’nin cevâbından anlaşılıyor ki, Resûlullahı tasdîk ve kabûl etmişdir” derse, cevâbında deriz ki, söylediğin bu söz hadîs-i şerîfte açıkca yoktur, ammâ muhtemeldir. Hadîste açıkca yoktur söylememiz, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem”, ben Allahü teâlânın gönderdiği bir peygamberim dememesidir. O gördüğünü anlatmış, hazret-i Hadîce de “radıyallahü anhâ” Onun gönlünü almıştır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o zamân henüz da’vetle me’mûr değildi. Da’vetle me’mûr olsaydı, belki de ilk defa hazret-i Ebû Bekr’e söyler, o da tereddütsüz kabûl ederdi. Bu husûsta ondan önde bulunan vardır denmiş olsa bile, Onun islâma gelme önceliğine sâhib olma üstünlüğü zedelenmez. Çünki hazret-i Hadîce kadın idi. Peygamber efendimize yapılacak eziyyetleri gideremezdi ve da’vet husûsunda ona yardım edemezdi. Hazret-i Alî ise o zamân dahâ çocuk idi. Zeyd bin Hârise de mevâliden [hizmetci] olup, iş yapacak, sözü dinlenecek birisi değildi. Da’vetin teblîğinde ve dînin yayılmasında hiçbirinden yardım göremezdi. İslâma gelmiş olmalarının faydası yalnız kendilerine âid idi. Ammâ hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü anh” islâma gelmesinin faydası ise, kendine olduğu kadar, islâm dînine de olurdu. Çünki Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Hakka da’vetde ilk yardımcı kendisi [hazret-i Ebû Bekr] olmuştur. 13 sene kadar Mekke’de hep islâmın da’vetciliğini yapdı. Her mevsim ve zamânda Peygamber “aleyhisselâm” Arab kabîlelerini yoklar, aralarına girip, hâlleri ile alâkalanır, durumlarını araştırır, onlara yardımcı olmak ister ve Allahın kelâmını onlara ulaştırırken, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” da ardından gider, onun yaptıklarını yaparak, bu davette Ona yardımcı olur, onlara islâmı anlatırdı. Ekseriyâ önce kendisi konuşur, anlatır, sonra Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” onlarla görüşürdü. Bu yüzden Sıddîk-ı A’zamın elinde o kadar insan müslümân olmuştur ki, sayı ile bildirilemez.
Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” en büyüklerinden bulunan hazret-i Osmân, hazret-i Talhâ, hazret-i Zübeyr, Sa’d bin Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Habbâb bin Eret ve dahâ niceleri hep onun eliyle islâma gelmişlerdir. O “radıyallahü anh” bütün malını, parasını Resûlullahın uğruna harcamış ve 3 sene Ebû Tâlib’in tarafında mahsûr bulunan za’îf, güçsüz mü’minleri ayakta tutmuştur. Bunun içindir ki, Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ebû Bekrin malı, parası gibi hiçbir mal bana fayda vermedi” ve yine, “Bana hiç kimsenin sohbeti ve malı, Kuhâfe’nin oğlu Ebû Bekr’den dahâ emniyyet ve güvence verici olmadı” buyurdu.
Hazret-i Sıddîk “radıyallahü anh”, mal, para yüzünden sıkıntı çekip, sâhibine ödeyemeyen 7 kişiyi satın aldı. Mekke’de nübüvvetin zuhûruna, yanî Peygamber efendimizin yeni bir dinle gelip, insanlara yayılması emroluncaya kadar, belâ ve sıkıntılara karşı kalkan görevi yaptı ve Allah ve Resûlü uğruna çok çile ve eziyetlere katlandı ve bu uğurda onun kadar meşakkat çeken bir başkası olmadı.
Sıddîk-ı A’zam hazretlerinin üstünlüklerinden biri de, hicretde en önde gelenlerin en önde bulunanı olmasıdır. Herkesin bildiği bir gerçektir ki, hicrette Resûlullahın yanında idi. Yol arkadaşı olup, mağarada can dostu idi.
Yine üstünlüklerindendir ki, Bedr gazâsında ve dahâ sonra bî’at-i Rıdvânda hâzır bulunmuşdur. Hattâ denilebilir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onsuz hiçbir harbe gitmemiş, gözünün önünden onu hiç ayırmamıştır.
Üstünlüklerinden biri de, harb esnâsında Resûlullahın yanından hiç ayrılmamasıdır. Sahâbenin büyük kısmının hezîmete düçâr oldukları Uhud ve Hüneyn savaşlarında, O, Resûlullahın yanında bulundu, hep onunla durdu, yanından hiç ayrılmadı.
Üstünlüğünün en büyük alâmetlerinden biri de, Resûlullahın ona çok değer vermesi, onu her zamân medh-ü senâ buyurmasıdır. Bu bakımdan onun seviyesinde hiçbir kimse bulunmamıştır. Meselâ, Resûlullah, ne zamân Eshâbı ile meşveret etmek isteseydi, hazret-i Sıddîk’ı çağırır, en önce onunla meşveret eder, onun fikrini sorardı. Namâza durduğunda ise, hazret-i Sıddîk tam arkasında dururdu. Sıddîk-ı a’zamdan başka hiç kimse Resûlullahın tam arkasında namâza durmazdı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir yere otursaydı, hazret-i Sıddîk “radıyallahü anh” sağ tarafında otururdu. Resûlullah kalksa veyâ ayakta dursa idi, en yakınında Sıddîk-ı Ekber bulunur, diğer Eshâb biraz dahâ uzakta dururlardı.
Bir kimse suâl eder ve “Sahîh hadîste gelmiştir; Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” oturuyordu. Sağ yanında bir genç, diğer tarafında hazret-i Ebû Bekr vardı. Bu haber, sizin anlattığınıza uymuyor” derse, cevâbında deriz ki, o genç Onun meclisine yeni gelmişti. Bilgisinin ve o huzûrun edebine âit ma’lûmâtının azlığından buna cesâret eyledi. Eğer ilim ve irfân, ma’rifet, hâl ve edeb ehlinden olsaydı ve orada otursaydı, Sıddîk-ı Ekberi “radıyallahü anh” görür görmez, yerini ona verirdi.
Üstünlüklerinden biri de, Resûlullah duâ etdiği zamân, hazret-i Ebû Bekrin âmîn demeleridir. Bir harbe gitseler, Resûlullah, Eshâb-ı Kirâmı önden yürütür, kendisi ve Ebû Bekr hazretleri onları arkalarından ta’kîb ederdi. Bedr harbinin yapıldığı gün, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” gölgelik yapmışlardı. Peygamber efendimiz orada oturmuş ve Ebû Bekr’i de “radıyallahü anh” yanına oturtmuştu.
Allahın Resûlünün yanında o kadar yüksek bir yeri vardı ki, insanların Peygamber efendimizden bir istekleri, ona bir şekilde ihtiyâcları olsaydı, Sıddîk-ı Ekberi “radıyallahü anh” tavassut [aracı] ve yardımcı ederlerdi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” onun fazîletini ve değerini iyi bilirlerdi. Niçin bilmesinler ki, hepsi, Resûlullahın namâzda kendi yerini ona verdiğini, yanî onu kendi yerine öne geçirip, herkese imâm etdiğini, hastalandığında hutbeyi ona okuttuğunu ve Resûlullahın, “Herkesin mescide açılan kapısını kapatın. Ebû Bekr’in kapısı açık kalsın” ve “Eğer halîl [dost] edinseydim, Ebû Bekr’i edinirdim” gibi fazîletine dâir çok açık hadîs-i şerîfleri olduğunu işitmişler, görmüşler ve öğrenmişlerdi. Bütün bu işâretlerden Resûlullahdan sonra Onun halîfe olacağını anlamışlar ve ona bî’at edip, kendisini bütün Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” en önünde ve üstünde tutmuşlardı. Nitekim Resûlullah sağlığında onu herkesin önüne geçirmişdi [artık onu kim geri çekebilirdi!].
Onun hilâfetine bî’at edenlerden biri de Emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü anh” idi. Hilâfet hazret-i Alî’nin hakkı idi diyenler, hazret-i Alî’nin Sıddîk-ı a’zama istemeyerek bî’at ettiğini, içinden bunu istemiyordu diyorlar. Cevâbında deriz ki, hazret-i Alî zâhiren onu kabûllendi ve ona uydu. Zâten hüküm de zâhire göre verilir. Onlar ise, bunun aksini iddia ediyorlar. Bunlardan akılsız, doğrudan uzak ve gerçeklerden nasîbsiz dahâ kim olabilir. Zîrâ kendi imâmlarını, hakkı gizleyecek kadar za’îf ve güçsüz, görüşünü söyleyemiyecek kadar çekingen ve elinden bir şey gelmeyecek kadar hafîf ve korkak gösterip, yine de o en kuvvetli idi diyorlar. 25 sene hakkı gizlediğini, doğruyu bildiği hâlde söylemediğini iddia edip, zâhiren ona uydu, ammâ kalben ona muhâlif idi diyorlar. Böyle bir yol ve mezheb olur mu? Sıddîk-ı a’zamın emri ile kendisine, yanî hazret-i Emîre “radıyallahü anhümâ” Müseyleme tarafındaki Benî Hanîfe kabîlesinden Muhammed Hanefiyye’nin annesi verildi. Bu câriyeden oğlu Muhammed Hanefiyye “radıyallahü anh” dünyâya geldi. Eğer hazret-i Sıddîk’ın hilâfetinin hak olduğuna inanmasaydı, hiç bunu kabûl eder miydi?
Gerçekten hazret-i Alî “radıyallahü anh” hilâfetin kendi hakkı olduğunu bilseydi, bunu niçin gizlesin. Hâlbuki Ebû Bekr’den kuvvetli olan Şâm ordusunun başındaki hazret-i Mu’âviye ile bu husûs için harb etti de, dahâ za’îf olan hazret-i Sıddîk’a karşı niçin aynı tavrı takınmadı.
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Alî’nin fazîleti hakkında buyurduğu, “Sen benim yanımda Hârûn’un Mûsâ’ya olan yakınlığı gibi olmak istemez misin?” hadîs-i şerîfi, hazret-i Alî’nin hilâfetinin açık delîlidir diyorlar. Çünki hazret-i Hârun hazret-i Mûsâ’nın halîfesi idi ve Hârûn yaşadıkca, Mûsâ aleyhisselâmın başka halîfesi olmadığını söylüyorlar.
Cevâbında deriz ki, bu hadîs sahîhdir ve hazret-i Alî’nin fazîleti hakkındadır, onu medh-ü senâ etmektedir. Ammâ bu hadîs-i şerîf ile hazret-i Alî’nin halîfeliğini isbâta kalkışmak ve delîl olarak bu hadîs-i şerîfi yeterli göstermek mümkün değildir. Bu hadîs-i şerîfi, Resûlullahdan sonra imâm olacağına yorumlayan, yâ hadîs ilmini ve ona âid ilimleri bilemeyecek kadar bir câhildir, yâhud da kasden inadla konuşan bir inadcıdır. Ammâ işin içyüzünü bilseydi inad edemezdi. Bu hadîs-i şerîfin ne için söylendiği gün gibi ortadadır. Şöyle ki, Resûlullah Tebük gazâsına giderken, kimsenin geri kalmasını istemedi. Ammâ hazret-i Alî’ye, Resûlullahın Medîne’deki hanımlarını ve Ehl-i beyt hanımlarını korumak ve onların ihtiyâclarını ve hizmetlerini görmek için, sen Medîne’de kal buyurdu. Münâfıklar bunu fırsat bilip, aleyhinde konuştular ve Resûlullah amcasının oğluna güvenmeyip, onu berâberinde harbe götürmedi dediler. Hazret-i Alî bu sözü duyunca, Resûlullahın huzûruna gelip ağladı ve “Ey Allahın Resûlü, beni kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?” diye arz edince, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Bana Hârûn’un Mûsâ’ya yakınlığı yerinde olmak istemez misin?” buyurdu. Ya’nî Mûsâ aleyhisselâm, Allahü teâlâ ile konuşmak için Tûr dağına çıkacağı vakit, kavminden ayrıldığında, Hârûn aleyhisselâmı kendi yerine bırakdı. Hazret-i Alî’yi “radıyallahü anh” böyle yerine bırakmasından maksad, Resûlullah vefât etdikden sonra, yerine hazret-i Alî halîfe olacak demek değildir. Çünki Hârûn aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâmdan önce vefât etmişdir. Bunun için ölümden evvelki bir şeyi ölümden sonrakine benzetmek doğru olmaz.
Ayrıca Hârûn aleyhisselâm Mûsâ aleyhisselâm zamânında peygamber idi. Hazret-i Alî’nin ise, Resûlullahın zamânında imâm olduğu söylenemez. Eğer maksadı, vefâtından sonra halîfe olması olsaydı, “Sen bana Yûşâ aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâmın yanındaki yeri mesâbesindesin” buyururdu. Zîrâ Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra halîfesi [yerine geçen] Yûşâ oldu “aleyhisselâm”.
Resûlullahdan sonra, yerine halîfe olması îcâb edenin hazret-i Alî olması gerekli idi husûsunda ileri sürdükleri delîllerden biri de, “Ben kimim mevlâsı [efendisi] isem, Alî de onların mevlâsıdır” hadîs-i şerîfidir. Bunun için Resûlullahın halîfesi olmağa en çok lâyık ve evlâ olan hazret-i Emîrdir “radıyallahü anh” diyorlar. Cevâbında deriz ki, bu hadîs-i şerîfden bu manâyı çıkarmak doğru değildir. Çünki hazret-i Alî’nin vilâyetinin devâmını kendi vilâyetinin devâmına bağladı. O hâlde Resûlullah kimin velîsi ise, hazret-i Alî de onun velîsi olur demekdir. Buradan hazret-i Alînin vilâyetinin, Resûlullahın zemânında olacağı anlaşılır. Yoksa vilâyet husûsunda Resûlullah ile ortak olduğu anlaşılmaz. Bu beyândan Resûlullahın sağlığında hükmü çıkarılmazsa, vefâtından sonra tahakkuk eder manâsı hiç çıkarılamaz.
O hâlde buradaki müvâlâtdan murâd, din için olan müvâlâtdır [efendilik ve dostluk ve sevgidir]. Yanî hadîs-i şerîfin manâsı, “Ben kimi dost tutar ve seversem, Alî de onu dost tutar ve sever” demektir. Yâhud beni seven Alî’yi sever demektir. Yâhud da imâm Şâfi’înin “rahmetullahi aleyh” buyurduğu gibi, bu hadîs-i şerîften maksad, islâm müvâlâtı [dostluğu ve yardımlaşması]dır.
Bazı âlimlerin bildirdiğine göre, Üsâme bin Zeyd “radıyallahü anhümâ” hazret-i Alî’ye “radıyallahü anh”, Sen benim mevlâm [efendim] değilsin, benim mevlâm [efendim, sâhibim] Resûlullahdır, dedi de, Resûlullah onu böyle konuşmaktan men etmek için, “Ben kimin mevlâsı isem, Alî de Onun mevlâsıdır” buyurdu. Hazret-i Hamza’nın kızı için hazret-i Alî ile münâkaşa ettiği zamân bu sözü hazret-i Zeyd’e söylemiştir dediler. Bize gelen habere göre, adamın biri Hasen bin Hüseyn’e, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ben kimin mevlâsı isem, Alî de onun mevlâsıdır” buyurmamış mıdır? dedi. Hazret-i Hüseyn’in oğlu Hasen de, evet buyurmuştur cevâbını verdi. Soran kimse bunun üzerine, yemînle dedi ki, eğer Peygamberinizin maksadı sultânlık ve emîrlik olsaydı, ümmeti için bunu açıkca söylerdi. Çünki müslümânlara iyilik istemekte Resûlullahdan öne kimse geçemez. Vallâhi, eğer Allah ve Resûlü bu iş için Alî’yi seçip vazîfelendirselerdi de hazret-i Alî, bunu yapmamak için elinden gelebilecek özrleri dilemeğe koyulmadan, bu emri terk etseydi, bundan dahâ büyük hatâ ve suçu olmazdı. Bu sözde iki bakımdan bu şî’î i’tikâdında olana ders vardır.
Buraya kadar söylediklerimizden anlaşılıyor ki, bu hadîs-i şerîfi ve buna benzer haberleri, din husûsunda ve mertebesinin yüksekliğini bildirmekte hazret-i Emîri “radıyallahü anh” övmek için söylemiş olup, Resûlullahın yanındaki yerinin ve derecesinin hurmeti ve ta’zîmi için buyurmuştur. Yoksa onun halîfe olması için söylememiştir. Çünki icmâ-ı ümmet bulunduğu hâlde, ihtimâl [varsayım] yolundan hareket etmek kimseye bir fayda sağlamaz. Nerede kaldı ki, o ihtimâlin içerisinde, Allah ve Resûlünün övdüğü diğer Eshâb-ı kirâm incitilmektedir.
Bu [şî’î] tâifesinin dillerinden bırakmayıp, dört elle sımsıkı sarıldığı en meşhûr ve mu’teber olan iki hadîs-i şerîf bunlar olup, manâlarını da bildirdik. Bundan başkaları, ya hüccet olmayacak kadar za’îflerdir, yâhud da mevdu’ [uydurma] olup, dile alınmıyacak cinsdendirler. Nerede kaldı ki, delîl olarak ileri sürülsünler. Bunların çoğunu, Sebbâbî dinsizleri, yobaz ve taassûb ehli ve benzerleri, müslümânların dinlerinde yara açmak, onları hak yoldan döndürmek için ortaya atmışlardır. Sa’d ve Ubeyd onlardandır. Matar bin İskâf, Sâlim bin Hufaysa ve dahâ çokları bu hadîs-i şerîfleri Ammâr ve Selmân2ın “radıyallahü anhümâ” üzerine atmışlardır.
Hâlbuki herkes bilir ki, Ammâr hazretleri, hazret-i Ömer “radıyallahü anhümâ” tarafından Kûfe’de emîr [vâlî] idi, Selmân da Medâin vâlîsi bulunuyordu. Vefâtına kadar Medâin vâlîliği devâm etti. Hazret-i Sıddîk’ın hilâfetini gasb bilenin, hazret-i Ömer’in yaptığını yapmaması gerekir.
Çünki biri hakkındaki hüküm ve söz diğeri için de aynıdır. Bu mesele, hakkında uzun uzadıya söz söylenmeyecek kadar açıktır. Bununla berâber biz bu fasılda kısa söz söyleme prensibini ve hudûdunu aştık. Bunun da sebebi, islâm dînindeki gayret, harâret ve za’îf insanlara fayda sağlamamız ve bu bozuk yolda bulunan bid’at ehline karşı onları uyarıp, sonsuz felâkete düşmemelerini te’mîn etmektir. Bununla birlikte, mâdem bid’at ehlidirler, bir takım kimseler onlara nasıl uyuyor diyenler, ilmi ve insan psikolojisini bilmeyen son derece câhillerdir. Çünki böylelerinden, çok insanları şaşırtanları, çok gördük. Sıradan insanlar böyle sözlerin nereden çıkıp yayıldığını ve nereye kadar uzanacağını bilmezler. Zındıklar dinde gevşeklik ve dağılma olmasını isterler. Bunun için esâstan başladılar ve hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğini ele aldılar. Çünki onun hakkında haddi aşan hareketler ve işlerden konuşmak, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsine sirâyet eder ve iyi biliyorlardı ki, bu yolla sağlam din yara alır ve za’îfler. Çünki Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve bunlardan çıkarılmış hükümler, Sahâbe yolu ile bize ulaşmıştır. Eshâb-ı kirâmın hâline, bu bid’at sâhiblerinin söylediği şekilde inananlar, onların nakline ve bildireceği haberleri artık hiç i’timâd etmezler ve böylece bu ulvî ve temiz din elden gider, Allah korusun. O hâlde bu hilâfet meselesine Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmak ve bu îmânı korumak, dînin bütün kapılarını ve yollarını korumak olup, bunda ilmden ve ciddiyetden ayrılmak, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği en kudsî emânet mesâbesindeki ilimleri mühimseyip, din ve şerîatin hepsinin elden çıkmasına yol açar. Allahü teâlâ, yolunda giden o iyi insanları ve dînini her zamân korusun ve dînini seven ve kayıranların yardımcısı olsun.
[1] Bu âyet de Ta’me hakkındadır. Elinin kesilmesinden kaçıp Mekke tarafına gitti ve mürted oldu. Orada bir kimsenin evine girmek için açtığı deliğin içinde iken duvâr üzerine çöktü. Ertesi gün onu duvârın altından çıkardılar ve öldürmek istediler. Mekkelilerden biri, bu Medîne’den kaçmış ve bize sığınmıştır, onu öldürmemiz uygun olmaz dedi ve onu Mekke’den çıkardılar. Kuda’a tüccârları ile Şâm tarafına gitti. Bir konaklama yerinde kervâna sızıp, mallarından bir parça çaldı ve kaçtı. Velhâsıl sonunda yakayı ele verdi ve onu taş yağmuruna tuttular. Bir zamân oraya gelen her kişi ona taş atardı. Öyle ki, atılan taşlardan orada büyük bir tümsek meydâna geldi ve o, atılan taşların altında kaldı. Bir başka kavle göre, Cidde’den bir gemiye binip, gemide bir kese altın çalmış ve ortaya çıktıktan sonra kendisini denize atmışlardı. (Tefsîr-i Hüseynî)
[2] Âlimler demişlerdir ki, Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” birine karşı kalbinde kin ve düşmanlık bulunduran bu âyette bildirilmiş olanlardan değildir ve bu duâdan mahrûmdur. (Envâr) sâhibi buyurur: Allahü teâlâ mü’minleri üç mertebede bildirdi: Muhâcirler, Ensâr ve Tâbi’în, yanî kıyâmete kadar onlara tâbi olanlar. Bunların kalbleri temiz, yaratılışları pâkdır. O hâlden bu sıfatları taşımayanlar mü’minlerin mertebe ve kısmlarından dışarıda kalırlar. (Tefsîr-i Hüseynî)
Hadîs-i Şerîf: Câbir bin Sümre “radıyallahü anh” bildirir. Hazret-i Câbir sahâbîdir. Babası, Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın “radıyallahü anh” kızkardeşinin oğludur. İşte bu Câbir hazretleri anlatır: “Çocuklar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanına geldiler. Peygamber efendimiz, o çocuklardan kiminin bir yanağını, kiminin iki yanağını okşadı. Bu tamâmen onun çocuklara olan merhamet ve şefkatinden idi. Benim de bir yanağımı okşadı. Bundan sonra benim bu yanağım diğerinden dahâ güzel ve dahâ parlak oldu.” Yine o dedi: Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işittim. Buyurdu ki, “İslâm dîni 12 halîfeye kadar izzet ve yüceliğiyle devâm eder. Bu halîfelerin hepsi Kureyştendir.” Bir rivâyetde, “İnsanların başında Kureyşten olan 12 vâlî bulundukca, işleri adâlet ve intizâm üzre devâm eder” diye bildirildi. Bir rivâyetde de, “Kıyâmet kopuncaya kadar bu din ayakda durur” geldi, yâhud da, “Başlarında hepsi de Kureyşden bulunan 12 halîfe bulundukca” olarak bildirildi. Bu hadîs-i şerîf müttefekdir. Bu hadîsi bildiren yollardan kiminde, “Ebû Bekr hilâfetde az kalır” diye gelmişdir. Bu hadîs hakkında çok konuşuldu. Anlaşılan odur ki, 12 halîfe Resûlullahdan sonra birbiri arkasından gelir. Din onlarla doğru olarak yücelir ve kuvvet bulur. Onlar islâmın adâleti ile hükm ederler.
Sahîh hadîsde geldi ki: “Benden sonra hilâfet 30 senedir. Sonra ısırıcı melikler gelir”. Âlimler sözbirliği ile buyuruyorlar ki, 30 seneden sonra artık halîfe değil, melik ve emîrler [sultânlar, hükümdârlar] vardır. Ammâ birinci hadîsdeki 12 sözündeki işkâlin tevcîh ve te’vîlinde ihtilâf etdiler. Resûlullahdan sonra gelen 12 halîfe [sultân ve emîrin] kimler olduklarında, zamânlarında dînin intizâm üzere devâm etmesinde ve kavgasız bulunmasında kimler te’sîrlidir, bilinmesinde farklı söylediler. Gerçi hilâfet [veyâ meliklik] makâmında bulunanlardan bazısı adâlet ve ihsân dâiresini tecâvüz edip, cebre tevessül etmişlerdir ve meselâ Velîd bin Yezîd bin Abdülmelik bin Mervân –ki onikincidir– zamânında ihtilâller [bozulmalar, değişmeler] oldu. İnsanlar, amcası Hişâm’ın vefâtında 4 sene kadar onu kabûllendiler. Sonra baş kaldırıp, onu öldürdüler. İşte o zemândan i’tibâren fitneler yayıldı ve vaziyyet ve hâller değişdi. Kâdî Iyâd Mâlikî böyle buyurmakta ve İbni Hacer Askalânî bunu beğenmekte ve bu hadîs-i şerîfin en açık te’vîl ve yorumu böyle tecellî etmekte ve bu hadîsin bazı sahîh yollarında şöyle gelmektedir demektedir: “Herbirine insanların emri ictimâ etmişdir.” İctimâdan murâd, inkıyâd [boyun eğme, kabûllenme], itâ’at ve hepsine bi’atde ittifâkdır, kerâhetle [istemeyerek] bile olsa böyledir.
30 sene sürer buyurulan hilâfet, hilâfet-i kübrâ [büyük, esâs hilâfet] olup, nübüvvetin hilâfetidir. Yukarıda bahs konusu olan ise emîrliğin [melikliğin, sultânlığın, hükümdârlığın] hilâfetidir. Bunlara dahâ çok ümerâ [emîrler] denir ve Hulefâ-i Râşidînden sonra bu kelime kullanılır. Eğer Abbâsî halîfeleri gibi kullanılır ise, bu mecâzdır.
İkinci olarak deriz ki, murâd, âdil halîfeler ve sâlih emîrler olup, gerçekten halîfe ismine lâyık ve müstehak olanlardır. Ammâ Resûlullahdan sonra birbiri arkasından gelmeleri şart değildir. Ancak kıyâmete kadar bu adedin dolması gerekmektedir. Türpüştî der ki, bu hadîs-i şerîfde ve bu ma’nâda vârid olan diğer hadîslerde en doğru yol budur.
Üçüncü olarak denir ki, maksad, 12 halîfenin hazret-i Mehdî’den sonra dünyâya gelmeleridir ve bu haber, Muhbîr-i Sâdık [her haberi doğru olan Resûlullahın] kıyâmet hâllerini bildiren haberlerindendir. Bir başka hadîs-i şerîfde geldi ki, “Mehdî vefât edince, müslümânların başına hazret-i Hasen’in “radıyallahü anh” torunlarından 5 kişi geçip, melik ve emîr olur, sonra hazret-i Hüseyn’in “radıyallahü anh” evlâdından beş kişi melik olur. Sonuncusu hazret-i Hasen’in evlâdından birine, o da kendi evlâdına emîrliği vasıyyet eder. Böylece 12 tamâm olur ve bunların herbiri âdil, hâdi ve mehdî imâmlardır.”
Bu hadîs-i şerîf sahîh ise, işâret edilen manâya tevcîhi uygundur. Abdullah ibni Abbâsın “radıyallahü anhüm” rivâyetine göre, hazret-i Mehdînin vasfında şöyle gelmişdir: Allahü teâlâ Onun varlığı ile gam ve üzüntüleri giderir, zulüm ve bozuklukları onunla ve ondan sonra gelen ülûl-emrlerle düzeltir. Ondan sonra gelenler 12 kişi olup, saltanât ve hilâfetleri 150 senedir. Dahâ sonra bunlar biter.
Dördüncü olarak deriz ki, maksad, bunların hepsinin bir asrda gelmesi olup, her birine bir tâife ittibâ’ ve itâ’at eder. Bildirilmiş olan haber de bunu kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki, “Benden sonra halîfelerin gelmesi çok yakındır ve onlar çokturlar.” Resûlullahın bundan maksadı, kendilerinden sonra şaşılacak fitnelerin zuhûr edeceğini haber vermekdir. Yanî o kadar fitne olacak ki, kısa bir zamânda 12 halîfe olacak. Yanî o zamâna kadar dîn-i islâm sağlam ve azîz ve gâlib olacak ve işâret olunan o zamânda ihtilâller, bozukluklar, karışıklıklar vuku’a gelecek. Bundan önceki maddelerin tevcîh ve yorumlarına göre, bu oniki halîfenin zamânlarında islâmın devlet ve nizâmı sağlam olacak, onlardan sonra bozulacakdır. Bu hadîs-i şerîfi şerh edenlerin beyânları bundan ibâretdir. Resûlünün murâdını en iyi Allahü teâlâ bilir. (Mişkât-bâb-ı menâkıb-ı Kureyş.)
Hadîs-i şerîf: Ebû Sa’îd-i Hudrî “radıyallahü anh” bildirir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Eshâbıma sövmeyin. Sizden biriniz Allah yolunda Uhud dağı kadar altın verse, onların bir müd’ü [avucu], hattâ yarım avucunun sevâbına kavuşamaz.” Buradan Eshâbın amelinin ne kadar fazîletli ve sevâblı olduğu anlaşılmakdadır. Bu hadîs-i şerîf bütün âlimlerce müttefekdir. (Mişkât-ı şerîfe)
Hadîs-i şerîf: Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden olan İmrân bin Husayn bildirir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ümmetimin en iyisi, benim zamânımdakilerdir”, yanî Eshâbımdır. “Sonra onlarla berâber bulunanlar”, ya’nî Tâbi’îndir. “Sonra onlarla olanlar”, yanî Tebe-i Tâbi’îndir, buyurdu.
Hadîs-i şerîfde bildirilmiş olan karn [asır, devir, zamân] sözü için, şu kadar senedir diye kesin bir rakam söylenmez. Zîrâ Resûlullahın karnı [asrı] olan zamân dilimi, içinde Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının bulunduğu zamândır. Bu da hicretin 110. yılına kadar devâm etmiştir. Ortalama 100 senedir denirse, Tâbi’în zemânı da, ziyâde olarak yetmiş sene sürmüş ve ardından 200. yılların başlarına kadar Tebe-i Tâbi’în asrı olmuştur. Bu arada bid’atler ortaya çıkmış, hiç düşünülmeyen ve beklenmeyen hâdiseler ve işler vâkı’ olmuş, felsefeciler seslerini yükseltmiş, mu’tezîliler ağızlarını açmış, Hak ehli olan âlimler, Kur’ân-ı kerîm mahlûkdur sözünün dayatması ile karşı karşıya bırakılmış, velhâsıl eski temiz hâller çok değişmiş, büyük ihtilâflar ortaya çıkmış, din kal’asında büyük gedikler ve yaralar açılmış, sünnetin nûrları gün be gün sönmeğe yüz tutmuş ve her sözü doğru olan “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin buyurdukları tamâmen zâhir olmuştur.
Hadîs-i şerîf: Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” bildirir. Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işittim. Buyurdu ki, “Rabbime, benden sonra Eshâbımın ihtilâfından süâl etdim. Rabbim bana bildirdi ki, ey Habîbim, senin eshâbın, benim katımda gökdeki yıldızlar gibidir, kimi kiminden dahâ kuvvetli ve parlakdır. Her biri ışık saçmakdadır. Onların ilm ve amelde [fıkıhtaki] ihtilâflarından bir şey alan benim katımda doğru yol üzeredir.” Nitekim Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ümmetimin âlimleri arasındaki ihtilâf rahmetdir” buyurmuşdur. Yine hazret-i Ömer “radıyallahü anh” haber veriyor. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Eshâbım yıldızlar gibidirler. Hangisine uyarsanız, kurtulursunuz” buyurdu. (Mişkât)
Hadîs-i şerîf: Abdürrahmân bin Afv “radıyallahü anh”bildirir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Ebû Bekr Cennettedir. Ömer Cennettedir. Osmân Cennettedir. Alî Cennettedir. Talhâ Cennettedir. Zübeyr Cennettedir, Abdürrahmân bin Avf Cennettedir, Sa’d bin Ebî Vakkâs Cennettedir, Sa’îd bin Zeyd Cennettedir, Ebû Ubeyde bin Cerrâh Cennettedir.” Bu hadîs-i şerîfi Tirmizî ve İbni Mâce hazretleri Sa’îd bin Zeydden “radıyallahü anh” rivâyet ediyorlar.