Seyyid Abdülhakim Efendi “rahmetullahi aleyh” İstanbul’da iken, Cava [Endonezya] müslümanlarından İstanbul’a zekâta dair bazı sualler geliyor. Bir şekilde Abdülhakim Efendi’ye intikal ettirilen bu suallere verdiği cevaplar, Sevânihü’l-Efkâr’da yazılıdır. Burada diyor ki:
Sual: Cavalıların zekâtlarını Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere ahâlisine nakl ile i̇’tâsı [göndererek vermeleri] câiz midir? Cavalıların cümlesi Şâfiîdirler. Şâfiî mezhebinde nakl-i zekâta fetvâ var mıdır? Cevab: Hanefîde mutlaka nakil câizdir. Mâlikî’de mesâfe-i kâsıra [sefer mesâfesinden kısa mesâfeye] nakil câizdir. Şâfiî’nin kavl-i râcihine [tercih edilen kavline] göre câiz değildir. İmâm-ı Buhârî, cevâzını ihtiyâr etmişdir. Velhâsıl İmam-ı Şâfiî’nin mezhebinde, nakl-i zekât cevâzına kavil vardır ve bu kavli taklid edip muktedâsıyla [icabıyla] amel câizdir. Şâfiî mezhebinde, ehl-i mezhebin hilâfında 3 mes’elede fetvâ verilmişdir: 1. Zekât nakli; 2. Bir sınıfa; 3. Bir ferde verilmesi. [Şâfiî’de, zekât, Kur’an-ı kerîmde sayılan 8 sınıfın her birinden en az 3 kişiye verilir. Fakir akraba veya bulunduğu yerde fakir varken, başkasına veya sefer mesafesinden uzağa zekât verilmez.] 17 Rebî’ulevvel 348 [23/8/929] Abdülhakîm”
Abdülhakim Efendi’nin muhtelif fikhî meselelerde verdiği; Sevânihü’l-Efkâr veya Zeyl-i Keşkül’de yazılı bulunan fetvâlardan bazı misaller şunlardır:
Ağzın ve burnun içini yıkamak, ya’ni buralara suyu îsâl etmek Şâfiî’de farz değildir. Hanefî mezhebinde ise, buralara suyu îsâl etmek [ulaştırmak] farzdır. Bunun içindir ki, Hanefî mezhebinde olanlar, dişlerini kaplatamazlar ve doldurtamazlar. Çünki buralara su isâbet etmez. Dişini kaplatan veya doldurtan, Şâfiî mezhebini taklid eder.
Kâğıd paraların kıymeti, kıymet-i i’tibârîdir. Mu’tebirin [kullananın] i’tibârından düştü mü, kıymeti kalmaz. Bu sebebden fıtra ve zekâtı kâğıd para ile vermek câiz olmaz. Kâğıd ile evvelce verilen zekâtlar, altın ile devr tarikiyle kazâ edilmelidir. [Kâğıd para, altın karşılığı borç senedi gibidir. Zekât, altın olarak vermelidir.]
Bir şehrin bir köşesinde bir kimse açlıktan ölse, şehrin diğer köşesinde birinin cüz’î bir miktar zekât borcu kalsa, kâtil olur.
Ekmek, serî’ü’l-helâkdir [çabuk tükenir]. Serî’ül helâk şeylerden zekât câiz değildir.
Tahte’l-cild [cild altına] yapılan iğne şırıngalar orucu bozar. Hatta bevl takattür etmeye [damlamasın] diye zekere pamuk tıkamak da [Şâfiî’de] orucu bozar.
Hiç kazâsı olmayanların da iskât, yani keffâret-i salât yapması lâzımdır. Zirâ eimme-i Hanefiyye buyururlar ki, mekruh bulunan namazın iâdesi lâzımdır.
Hâtıra gelen hâtırat, maʼfüvdür [Hâtıra gelen kötü şeyler, işlenmedikçe, affedilmişdir]. Fakat Mekke müstesnâdır. Bundan dolayı Eimme-i Hanefiyyece mücâveret-i Mekke [Hanefî imamlarına göre Mekke’de oturmak] doğru değildir.
Rüşvet, hakkı haksız, haksızı haklı yapmak için verilen paradır. Tahsîl-i hak [hakkını alabilmek] için verilen para rüşvet değildir.
Kelb, Hanefî mezhebinde de, Şâfiî mezhebinde de necs-i aynîdir. Hanefîde necs değil demek yanlışdır. [Ancak temizlenme usulü her 2 mezhebde aynı değildir.]
Lavanta, kolonya, vernik gibi ispirtolu sıvıları kullanmakta ihtiyaç olduğu yerlerde, 3 kavil mevcuddur: l-İspirtonun tâhir olduğunu bildiren âlimi taklid etmek; 2-Benzerleri necs olduğu meşhur ise de, kullanmakta olanın necâsetten yapıldığını bilmemesi; 3-Sakınması müşkil olan şey affolunur. Mâlikî mezhebinde de böyledir. Bu suretle kolonya sürenin imameti caiz olur.
Şeriatde salben [asarak] îdâm yokdur. Salb çirkindir. Îdâm, şeriatde kurşunladır [serî öldüren bir silahladır].
Medyûn [borçlu], mahbûs olur [hapsedilir]. Matâl, borç vakti gelenin, muktedirken borcunu adem-i îfâsıdır [yerine getirmemektir]. Medyûn, matâlden, yani zulmden dolayı mahbûs olur. [Yani borcundan değil, borcunu haksız yere ödemediği için hapsedilir.]
Ahkâm-ı kat’iyye-yi ilâhiyyeyi inkâr ve tereddüd ve istihzâ ve şübhe ve beğenmemek ve ibâda evfak ve erfak ve zamanların tebeddülü ile tebeddül etmesine kâil olmak, râzı olmak ve beğenmek dahi irtidâddır. [Yani kat’î olan ilahî ahkâmı inkâr, şüphe ve alay eden, zamanın değişmesiyle insanlara göre değişeceğine inanan mürted olur.]
Namaz ile, kelime-i tevhid ile, irtidâd zâil olmaz [dinden çıkma hâli ortadan kalkmaz]. Ne ile irtidâd etmiş ise, onun izâlesi lâzımdır. İrtidâda sebeb olan şeyler çokdur. Cümlesinden teberrî lâzımdır. [Ne sebeple mürted olmuş ise, ona tevbe lâzımdır.]
İnsan vefat edince hareketi zâil olur [kaybolur]. His bâki kalır. Meyyitin âzâlarından birini kesmek, aynen hayy [diri] iken kesmek gibi elem verir. Mevtâ tekfîn, gasl, tedfîn edenleri hep hisseder.
Hanefî mezhebinde halk dağıldıkdan sonra, Şâfiî’de ise dağılmadan evvel [ölüye] telkîn verilir.
Saç, makbuldür. Erkek ve kadınlar saçını kesmemelidir. Saç, insana bir ziynetdir.
Namaz kılmayan, Hanefî’de hukuk-ı beşeriyyeden [insanî haklardan] mahrumdur. Kut’u lâ yemûtdan [ölmeyecek kadardan] fazla mirasdan kendisine verilmez.
Seferî olan için kıbleyi bulmak 3’tür: Birisi, kıbleyi bilmek; ikincisi, bilenleri taklid; üçüncüsü, ictihaddır. Kıbleyi bilmek mümkün ise, taklid ve ictihad haramdır. Eğer ilm-i kıble mümkin olmazsa, ictihad mümkin ise taklid yapmaz, kimsenin sözüne bakmaz. İctihad ile kılar. Yani kıbleyi yıldızlardan, dağlardan, mağaralardan, köylerin kıblelerinden çalışarak meydana çıkarır.
Zarûret-i mülcie [ağır zaruret hâli], katl-i nefs ve kat-ı uzvdur [öldürülme veya uzvunun kesilmesi tehlikesidir]. İzhâr-ı küfr [küfr olan bir şeyi yapmak veya söylemek], ancak zarûret-i mülcie ile câiz olur. Evlâ olan küfrü izhâr etmemekdir. Habs, darb, mülcie değildir, gayrı mülciedir [ağır zaruret değildir].
Padişahlar hacca gitmeye maʼzurdurlar [özürleri sebebiyle hacca gitmezler]. Bedel gönderirler ki emîrülhac derler. Sultan Hamid her sene hüccâcın %5’ini bâdihevâ memleketine kadar gönderirdi. Yol masrafını, iâşesini ve yollarda ihtiyacını temin ederdi. Demek ki eski padişahlar hep böyle idi. Sürre emîni ile her sene 14 deve yükü altın hazine-i hâssadan gönderilirdi.
Kurbanları, bayramın 2. günü kesmelidir. Zirâ [takvime uyulduğu için] 1. günün tesâdüfü kat’î değildir. Kurbanı 2. günü kesmek câizdir. Fakat birgün evvel kesmek câiz değildir.
Borç almak, lüzûm-i îcâbî için [ancak lâzım olunca] câizdir. [Lâzım olmak 3 türlüdür:] Lüzûm-i îcâbî, lüzûm-i istihsânî, lüzûm-i aklî. Nafakası yoksa, lüzûm-i îcâbî, ya’ni vücûb-ı şer’îdir. Evi olmazsa, dışarıda kalırsa lüzûm-i aklîdir. [Borç alabilir.] Elbise yapabilir [lüzum-i îcâbîdir]. Fakat mansab [mevkii, vazifesi, memleketin âdeti] itibariyle palto ve sâireye ihtiyaç olur [ki bu da] lüzûm-i istihsânî, lüzûm-i örfîdir. [Yani yalnız bunlar ödünç alabilir ve bunlara ödünç verilebilir.] [Kendisine vâcib olmadığı halde] Kurban kesmek için borç almak câiz değildir, hamâkatdir [ahmaklıktır].
Kurban, ne kadar fazla bahâya alınırsa, yümn ve bereketi fazla olur. Allah, kendi yolunda sarf olunanlara yine verir.
Halîfeler, bu vazifeden hal’ olunmazlar. [Yani mürted olmadıkça veya aklını kaçırmadıkça, şu veya bu sebeple tahttan indirilemezler.] Yezid de, Velid de, cümlesi halîfe idiler. Bunların haline fetvâ veren hocalar, şeyhülislâmlar, câhil idiler.
Ehl-i beyt-i nebevîye, beytülmâlden humus [beşde bir] aldıklarından zekât verilmezdi. Fakat ehl-i beyt, bu humus hissesini almadıkları vaktde zekât verilmesi câiz olur diye [ulemâ] fetvâ verdiler.
Uşr [toprak mahsulleri zekâtı] kaldırılmakla, uşr sâkıt olmaz [düşmez]. Herkesin yine uşrunu vermesi lâzımdır. Bu vâcibi, mücâhidîne, medyûna [borçluya] veya ebnâ-yı sebile [yolda kalmışlara], ehl-i beyt-i nebevîye, yol, köprü, han ve sâireye, ya’ni beytülmale verir. Uşru verilmeyen mezrûât [mahsuller], haramdır. Zekâtı verilmeyen paranın kırkda biri muayyen olmadığından, hepsi haramdır.
Meyyitin 40. günü hakkında kitablarda bir şey yokdur. Lâzım olan, meyyit kabre girmeden evvel, iskâtını ve diğer düâ ve diğer hediyyeleri yapmalıdır. 40. günü beklememelidir. Kırkıncı güne kadar ne azablar olur.
[Kadın ve erkek] karışık mevlid kıraati çok günahdır. Hâricde kadınlarla ihtilâta [karışmaya] nazaran, mevlidde ihtilât daha fenâdır. İbâdet şeklinde mâsiyet [günah], sâde mâsiyetden daha günahdır. Evkât-ı mekrûhada [mekruh vakitlerde] namazın nehyi de bunun gibidir. Bu nehy, ibâdetgâh olan câmilerin ibâdet şeklinde olursa daha ziyâde günahdır. Kırkıncı günde ibâdet yapılmasın, dememelidir. Yine yapılmalıdır. Fakat kırkıncı güne te’hir etmemelidir.
Lafza-i ilâhiyye, esmâ-i ilâhiyye [Allah’ın isimleri], her hangi bir harfle yazılsa dahi muhteremdir. Hurufât [harfler] muhterem olmasa dahi.
Kâfir [erkek] ile müslüman kızının teehhülü [evlenmesi] câiz değildir. Kâfir ile teehhüle niyyet eden kız, niyyeti ile kâfir olur. Sonra bir kâfir, bir kâfire varmış olur. Zirâ niyyetiyle beraber İslâmiyyetden çıkar.
Tütün, haram değildir. Afyon ve esrar dahi, hamr [şarap] gibi haramdır. Lâkin hamr gibi necs değildir. Yani şaraba su katılsa, mutrıb hassası,c müskir [sarhoş edici] hassası zâyi olsa, yine içilmez. Zira hamr, necsdir.
Allah senden râzı olsun demek, Allah senden bu hâl ile râzı olsun demek değildir. Allah senin ahlâkını ıslâh edib, râzı olduğu evsâf ile hallendirsin demekdir.
İslâmiyyetden evvel birbirlerine tesâdüfde, hayyekellâhü, yaʼni Allah sana hayat versin derlerdi. Uzun ömür belki de muzır olacağından, İslâmiyyet bunu daha hayrlı bir şekle kalbederek [dönüştürerek], esselâmü aleyküm, ya’ni, selâmet sizin üzerinize olsun, ya’ni Allah sizi dünyâda ve âhiretde kalbinize mazarrat verecek şeylerden muhafaza buyursun, demeyi emretmişdir. Bu duâ bir kâfire söylendikde, onun mazarratdan kurtulması demekdir. Bir kâfire ise en muzır şey onun küfrüdür. O halde bir kâfire “esselâmü aleyküm” dense, ona ziyâde muzır olan küfründen halâs olmasını taleb olacağından câizdir.
Kitâb-ı azizde ve sünnet-i mutahharada ‘ilm’ ıtlak olunduğu [denildiği] zaman, ilm-i nâfi muraddır [faydalı ilim kast edilir]. İlm-i nâfi, ebediyyetin seadetine mütekeffil [vesile] olan ilmdir ki ilm-i dindir.
Şehr-i Ramezan orucuna hazırlanmak için, Şa’banın nisf-i âhirinde [son yarısında] oruç tutmamak lâzımdır. Nisf-ı âhir-i Şa’banda kuvvetli ve leziz taâmlar yiyerek vücudu kuvvetlendirip, farzın îfâsına hazırlanmalıdır. Farzın îfâsı için sünnetin te’hiri de sünnetdir. Şa’banın nısf-ı âhiri orucunu, Ramezandan sonraya te’hir lâzımdır.
Binâ yapan veya ekin biçen kimselere, Ramazan ayının orucu ziyân verirse, yani orucdan dolayı ekin biçemeyip ekin telef olursa veya binâ yapılamayıp da kışın yaklaşmak tehlikesi olursa, orucunu terk ederek kesblerini yaparlar. Ve Ramazan ayının orucunu ba’dehu kazâ ederler. Hiç günah yokdur. Hiç kimseye zararı olmaksızın da mücerred susuzluğun galebesi ile tehlike şübhesi olup, yine oruc bozulup, kazâ olunur. Dinde harac ve usr [zorluk] yokdur.
Kabirde mevtâ oturtulur, sual olunur, hadîsini dünyadaki oturmak gibi kıyas etmemelidir. Hadîs nasıl vârid olduysa ona itibar etmeliyiz. Ma’nâsını ehline havâle etmeliyiz.
Tevbe, nedâmetdir. Günah işlemeyen, azamet-i ilâhiyyeden havfen [korkarak] işlemez. Günaha nedâmet eden kimse, azâmet-i ilâhiyyeden havfen tevbe eder. Şu halde ikisi de müsâvîdir.
İslâmiyyet, ahkâm-ı marziyyât-ı ilâhiyyeyi icrâdır [Allahü teâlânın razı olduğu hükümleri yerine getirmekdir]. [Yalnızca] 2 rek’at namaz kılmak değildir.
Muhabbet-i ehl-i beyt-i nebevî, mûcib-i selâmet-i îmandır. [Resûlullah’ın ehl-i beytini sevmek, son nefeste imanla gitmeye sebeptir.]
Niyyet; bir inbiâs-ı kalbîdir, yani kalbe doğan bir şeydir. İnsan otururken hâtırına dışarıdaki işi gelince hemen söylemeden kalkar. Bu, bir niyettir: kalbe hutûr edince [gelince] niyyet olur. Namazda niyyet kalbi olacaktır. Fakat kalbi, lisanı, hâli birlikte olur. Üçünden niyyet-i kalbî noksan olursa, nâimin [uyuyanın] sözüne müşabihtir [benzer], yani mu’teber değildir.
İşçi sigortalarında ve emanetçide toplanan ve maaşlardan kesilen mallar, paralar lukata hükmünde olup, sâhiplerine geri verilmesi lâzımdır.
Dârülharb addolunan diyâr-ı ecnebiyyeden, meselâ Fransa veya İngiltere ve İsviçre gibi bir memlekette harbîlerin malı olan bir bankaya bir mikdar para tevdi’ eden bir mü’mîn, mezkûr banka tarafından bu paranın faizi olarak verilen parayı maîşetine ve sâir her nev’i levâzımına sarf etmesi câiz olup, sarîh fetvâya müsteniddir [Açık fetvâsı vardır].
Dârülharbde müesses [kurulmuş] bulunan bankanın muamelatı, Ehl-i İslâm ile gayrimüslimlerle idâre ve tedvîr edilmekde ise, o bankadan alınan maaş ve masraf harâm-ı kat’î değildir. Fakat [Şâfiî’de] mekrûhdur. Fetvâsı da budur: Ve yükrehü’l-ahzü mimmen biyedihî halâlün ve harâmün. Böyle bir bankada haram vardır, İslâmdan alınan fâiz gibi. Helâl vardır, gayrı İslâmdan alınan fâiz gibi. Demek oluyor ki böyle bir bankada helâl ve harâm her ikisi de muhtelit [karışık] bulunduğundan, harâm değil, belki mekrûh oluyor. Kerâhetin hiffet [hafiflik] ve şiddeti mevcud olan harâm ve helâlin kesret ve kılletine [çokluk ve azlığına] tâbi̇’dir. [Hanefî’ye göre, dârülharbde fâsid muamele, karşısındakinin rızası varsa, helâl olduğundan, mekruh da değildir.]
Sokaklarda parçalanan odunların hangisi necâsete bulaşık ise ve necâsetle bulaşık olduğu görüldü ise, o parça ve onun külü de [Şâfiî’de] necis olur. Necâsetin tahakkuku şartdır. Zan ve tahmin ve ihtimal üzerine amel olunmaz. Zira “İnne ba’du’z-zanni ismün” [Şüphesiz zannın bazısı kötülüktür. Hucurât: 12], “İnne’z-zanne lâ ya’nî mine’l-hakkı şey’ün” [Şüphesiz zan ile hüküm verilemez. Yûnus: 36, Necm: 28], “Ve lâ tecessesû” [Araştırmayın! Hucurât: 12] buyurulmuştur. Necâset tahakkuk etmedikçe her şey tâhirdir. Tecessüs ve tefahhus [merak edip araştırmak] şer’an memnu’dur. Sahâbe-i kirâm, Şam Rumlarda iken oradan Medine-i Münevvere’ye getirilen peynirlerden yerlerdi. Halbuki ma’lûmunuz peynir sığır, koyun ve emsâli hayvanların ödünden mayalanmak suretiyle i’mâl olunur. Sahâbe-i kirâm bunları tecessüs etmeden yerlerdi. Ödden maya yapılmışdır. Bu hayvan şeriate muvâfık mı, gayrı muvâfık mı zebholunmuş [boğazlanmış], eti yenen hayvan mı, değil mi, diye tecessüs etmemişlerdir. Kezâ Kisrẩ’nın sarayı zabtolundukda Sahâbe-i kirâm iğtinâm etdikleri [ganimet aldıkları] kürkleri aldılar ve giydiler. Dibâğat olup olmadığını [tabaklanıp tabaklanmadığını], şer’-i şerîfe muvâfık kesilip kesilmediğini ve kâbil-i ekl [eti yenilebilir] olup olmadığını araştırmadılar. Tecessüs, umûr-i şer’îde [şer’î işlerde] insanı müşkilâta ilkâ eder [zorluğa sokar]. Halbuki şeriatda yüsr ve suhûlet [kolaylık] vardır; usr ve su’ûbet [zorluk] yokdur.
Bid’atler, 2 kısımdır. Birincisi âdete müteallikdir. Zuhûrunda beis yokdur. Çatal, kaşık ile yemek yemek ve çorap giymek gibidir. Memnû’ olanlar, dine müteallik olan bid’atlerdir. Meselâ bunlardan biri, terâvih nemâzı müstesnâ olmak üzere, hiçbir sünnet namaz, cemâ’at ile kılınmazken, cemâ’at ile kılmakdır.
Hutbenin Arabî olması lâzımdır. Arasında Türkçe vaaz ile hutbe fâsid olur. Hutbe fâsid olunca, cuma namazı da noksan olur. Hutbeyi ve Kur’an-ı kerîmi anlamak lâzım değildir. İbadet, emre imtisâldir; anlamak değildir.
Teşyi-i cenâze sünnet-i müekkededir. Fakat kadınlar bulunamaz. İmam-ı Şâfiî radıyallahü anha göre cemaat cenâzenin önünde; İmam Ebû Hanîfe radıyallahü anha göre ise cemaat cenâzenin arkasından gelecektir.
Namaz içindeki sünnetlerin her biri, ihyâ-i leylden [akşamdan sabaha kadar olan ibâdetten] evlâdır. [Namazın içindeki sünnetler; farzı tamamlamaya yaradığı için, namazın dışındakilerden daha faziletlidir.]
[Kaynak: Hayatı ve Hatıralarıyla Seyyid Abdülhakim Arvasi s.178-184]