İMÂM-I AHMED RABBÂNİ “kuddise sirruh”
Ahmed Saîd Fârukî’nin oğlu Muhammed Mazhar’ın “kuddise sirruhumâ” Menâkıb ve Makâmat-i Ahmediyye-i Saîdiyye kitabından tercüme edilmiştir:
Âriflerin Kutbu, hakikat sahiplerinin rehberi, Evliyâ-i kirâmın kıdvesi, Allahü teâlânın sevgilisi, II. binin yenileyici ve nurlandırıcısı, Allahü teâlâya yaklaşanların kalplerinin kıblesi, silsile-i zehebin eşsiz halkası, Ahmed-i Fârukî Serhendi’nin “kuddise sirruh” babası Abdülehad’dır. Onun babası Zeynelâbidîn, onun babası Abdülhay, onun babası Muhammed, onun babası Habîbullah, onun babası İmâm-ı Refîuddin, onun babası Hâce Nûr, onun babası Nasîreddin, onun babası Süleyman, onun babası Yusuf, onun babası Şuayb, onun babası Ahmed, onun babası Yusuf, onun babası Şihâbüddin (Ferruh Şah ismi ile meşhurdur), onun babası Nasîreddin, onun babası Mahmud, onun babası Süleyman, onun babası Mesûd, onun babası Abdullah vâiz-i esgâr, onun babası Abdullah vâiz-i ekber, onun babası Nâsır, onun babası Abdullah ibni Ömer, onun da babası hazret-i Ömerü’l-Fâruk’tur “radıyallâhu anhüm ecma’în”.
İmâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” baba ve dedelerinin hepsi ilim ve ihlas sahibi olup zamanlarının meşâyihinden, ekâbrinden idi. Hepsi çok muhterem ve Evliyâ-i kirâmdan idi.
Mevlânâ Ahmed Nâmekî Câmî ve Halîlullah-ı Bedahşî gibi büyük velîler, İmâm-ı Rabbânî’nin “kuddise sirruh” geleceğini önceden haber vermişlerdi. Hatta, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz, onun geleceğini müjdelemişti. İmâm-ı Süyûtî (Cem’u’l-cevâmi) kitabında, bu hadis-i şerifi, İbni Mesûd Abdurrahmân ibni Yezid’den, O da hazret-i Câbir’den “radıyallâhu anhüm” rivayet ederek bildiriyor. Hadis-i şerif budur: “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefaati ile çok çok kimseler Cennete girer.” Sıla, birleştirici demektir. Tasavvufu fıkıh bilgileri ile birleştirdiği için bu isim, İmâm-ı Rabbânîye “kuddise sirruh” verildi. Zamanın âlimleri, Ona bu isim ile hitab ettiler. Kendisi de, oğlu Muhammed Ma’sûm’a “kuddise sirruh” yazdığı bir mektupta, (Beni iki derya arasında sıla yapan Rabbime hamd ederim) buyurmaktadır.
971 hicrî kamerî senesinde dünyaya teşrif etti, 1034 [m. 1624] senesinin 29 Safer salı günü vefat etti. Daha çocuk iken, mübarek, temiz alnında, olgunluk, velâyet ve hidâyet nurları parlıyordu. Çok küçük iken, Şâh Kemal Kihtelî-i Kâdirî’nin “rahmetullâhi aleyh” bereketli nazarlarına kavuşmuştu. O anda nisbet-i kâdirîyeyi Ona ilkâ eylemişti.
Kısa zamanda Kur’ân-ı Kerîmi ezberledi. Sonra babasından ve zamanın en büyük âlimlerinden ilim tahsil edip büyük âlim oldu. Yüksek babasından çok istifade etti. Onun huzurunda tevhid mârifetlerine kavuştu. Çeştiyye ve Kâdiriyye silsilelerinde irşad icazeti aldı. Babasının kâim-i makâmı oldu. 17 yaşında, zâhirî ve bâtınî ilimlerin üstâdı oldu. Bunları neşretmeye ve büyük iki yolda talebe yetiştirmeye başladı. Nakşibendiye büyüklerinin kitaplarını seve seve okur, bu yolun büyüklerinden birine kavuşmayı candan arzu ederdi. Bu arzu ve iştiyâkını bu yolun büyüklerinden, irşad ve hidayet sahibi, İslamiyetin kuvvetlendiricisi, hakikatlar sahibi, Hâce Muhammed Bâkî’nin “kuddise sirruhümâ” eşsiz sohbet ve huzuruna kavuşuncaya kadar kalbinde sakladı.
Talibleri, Allahü teâlâya yaklaştırıcı, gizli bir kuvvet ile çok yüksek makâmlara çeken bu huzura kavuşunca, bu büyüklerin yoluna girdi. Hizmetlerine sarılıp sohbetin edeblerini titizlikle gözeterek iki ay ve birkaç gün içinde, Nakşibendiyye nisbetine kavuştu. İlmler ve mârifetler, nisan yağmuru gibi mübarek kalbine akmaya başladı. Üstâdı Hâce Bâkî-billah “kaddesallahü sirrehül’azîz” çok defa: (Ahmed, murâdlardan ve mahbûblardandır) buyururdu. Çabuk ilerlemelerinin sebebi bu idi. Cihanı aydınlatan bir güneş gibi oldu. Hocası, ona en yüksek makamlara çıktığını ve herkesi de çıkarabileceğini, Allahü teâlâya yakınlıklarını müjdeledi. Ona buyurdu ki: (Hocam İmkenegî’den “kuddise sirruh” icâzet alıp Hindistan’a dönüyordum. Sizin bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rüyada bana, sen bir Kutbun civarındasın, dediler ve Kutub olan Zâtın şemâilini gösterdiler. İşte siz, o zâtsınız. Yine Serhend’den geçerken gördüm ki göklere kadar yükselen bir meşale yanmış, şarktan garba kadar bütün dünya, bu meşalenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meşalenin ziyasının gittikçe arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını müşâhede ettim. Bu rüyayı, sizin dünyaya geleceğinize bir müjdeci, bir işaret biliyorum).
Hâce Bâkî-billah “kuddise sirruh”, İmâm-ı Rabbânî’yi “kaddesallahü sirrehül’azîz” mutlak icazet ile Serhend şehrine gönderirken, kendisi makâmından çekilip bütün talebesinin, hatta kendi oğullarının terbiyesini ve yetişmesini Ona havâle etti ve (Ahmed, bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir. Bu ümmette onun gibi ancak iki üç tane vardır. Şimdi ise, gök kubbe altında onun gibisi yoktur. Kendimi onun tufeylisi [talebesi] biliyorum. Onun mârifetinin hepsi doğru ve Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” beğendiği şekildedir) buyurdu. Hatta, diğer talebeleri gibi, hocası da, feyizlenmek ve nurlanmak için, onun sohbetine devam ederdi.
İmâm-ı Rabbânî, yüksek derecelere ve eşsiz makamlara kavuşmuş olarak Serhend’e gelip, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenleri yetiştirmekle meşgul oldu. İrşad sesleri dünyaya yayıldı. Hidayet avazları, kalpleri bahar gibi yapıp nice yenilikler, yeşillikler, zuhura geldi. Kutubü’l-aktab davulu, onun ismiyle çalındı. Velâyet derecelerine kavuşmak, onun bir iltifatı ile nasip oluyordu. Ebdaller ve Evtadler, onun huzuruna koştu. Velâyet nurları, kerâmet bereketleri, dil ile anlatılacak, yazı ile bildirilecek cinsten değildir. Dalâlet ve şaşkınlık sahrasında kalanlar, onun sohbetinde hidayete kavuştu.
Uzaklık denizinde boğulmak üzere olanlar, yakınlık sahiline, onun bir iltifatı ile erişti. Hakikat ve mârifet talibleri, karınca gibi etrafına üşüştü. Sultanlar, kumandanlar ve vâliler, pervane gibi bu hidayet kaynağının ışığı ile aydınlandı. Huzurunda, talebeye nisan yağmuru gibi gelen feyizlere, yedi kat gökteki melekler gıbta eder oldu. Her tarafta, âlimler ve fadıllar, onun büyüklüğünü, kerâmetlerini işiterek, velâyet saçan kapısının eşiğine yüz sürmek için acele ettiler. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran teveccühleri ve nazarları bereketi ile huzura, nura ve hiç uğraşmadan müşâhedeye ve çile çıkarmadan, tevhide kavuştular. Vahdet denizine dalmadan, ehadiyyet deryasında yok olmaları, hiç zahmetsiz hâsıl oldu. Kesrette vahdetin müşâhedesi, muhabbet cezbeleri ile gönül mârifetleri, küçük bir iltifatlarının semeresi oldu. Ahrâriyye nisbeti yeniden kuvvetlendi. Hatta onun bereketli gayretleri ile bütün dünyaya yayıldı. O zamana kadar bilinen sülûk ve cezbenin ötesinde, başka nisbetler ele geçti. Ondan önce gelenlerin, iftar etmeden oruç tutmaları, kırk gün çile çekmeleri, aç ve susuz durmaları, insanlardan uzaklaşmaları, onun huzurunda yetişenler için, özenilecek bir şey olmaktan çıktı. Amellerde ve ibadetlerde itidal üzere olmak, duâ ve taatlerde sünnete tam yapışmak, onların yerini aldı. Yıllarca riyazet çekmekle ele geçebilenler, onun bereket ve teveccühü ile hemen hâsıl oluyordu. Mübarek Zâtı “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Allahü teâlânın büyük nimeti ve Resûlünün “sallallâhü aleyhi ve sellem” vekili oldu. Nihayetsiz yolların rehberliği, önderliği ona verildi. İkinci bin yılının müceddidi oldu. Böylece, kıyamete kadar, her kime feyiz ve bereket gelse, onun vasıtası ile gelir. Yeni yeni ilimleri, duyulmayan mârifetleri, kimsenin haber vermediği sırları ve kimsenin kavuşamadığı keşfleri ile yeni bir yol açtığı güneş gibi meydandadır.
Her yüz sene başında bir müceddid, [dini kuvvetlendirici] gelir. Ama, yüz senede gelen müceddid ile bin senede bir gelen müceddid arasında çok fark vardır. Yüz ile bin arasında ne kadar fark var ise, bu iki müceddid arasında da o kadar, hatta daha çok fark vardır.
Müceddid, o müddet içinde herkese onun vasıtası ile feyiz ve bereket gelen zâttır. Kutuplar, Evtad, Büdela ve Nüceba “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dahi ondan feyiz alırlar.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kuddise sirruh” vakti şöyledir ki eski ümmetler zamanında dünyanın zulmet ile dolduğu yıllarda, ülü’l-azm bir Peygamber gelir ve yeni bir din getirirdi. Ümmetlerin en hayırlısı, Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir. Bu ümmetin Peygamberi de, Peygamberlerin sonuncusudur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bu ümmetin âlimleri, Benî İsrâilin Peygamberleri gibidir. Hadis-i şerifte, böyle olduğu bildiriliyor. Bu ümmette âlimlerin varlığı kâfi görüldü. Böyle bir vakitte, yani Peygamber efendimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” bin sene sonra, mârifeti tam, âlim ve ârif bir zât lazımdır ki eski ümmetlerdeki ülü’l-azm bir Peygamberin yerini tutsun. Zira, bu ümmetin âhiri, Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefatından bin sene sonradır. Çünkü, bin sene geçmesinde büyük bir hususiyet ve işlerin değişmesinde kuvvetli tesirler vardır. Bu ümmette ve bu dinde değişiklik olmayacağına göre, şüphesiz geçmişlerdeki nisbetin ve o sağlam yolun, sonra gelenlerde yeniden kuvvetlenmesi zaruridir. Böylece, İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin “kuddise sirruh” mübarek zâtını, nübüvvet ve risâletin bütün kemâlatını câmi kılıp bu yüksek makam ile diğerlerinden ayırttılar. Onun şaşılacak ilimlerine, Zât-i ilâhiyeye ait mârifetlerine, temiz ahlakına ve halleri, mevâcid ve tecellileri ve zuhurları bildiren sözlerine ve yazılarına bakanlar, bunu gayet iyi anlar. Çünkü, bunlar İslamiyetin özü, dinin esası ve Allahü teâlânın Zâtına, sıfatlarına ait ilimlerin hülasasıdır. Kâbe-i muazzamanın hakikati, Kur’ân-ı Kerîmin hakikati, namazın hakikati, mabüdiyet-i sırfa, muhabbetin; hıllet, muhibbiyet ve mahbubiyet gibi dereceleri, taayyün-i vücudî, taayyün-i hubbî, la-taayyün mertebesi, mahlukatın mebde-i taayyünlerinin zuhuru, Peygamberlerin ve meleklerin mebde-i taayyünleri, talebenin istidadlarının hangi sıfat ve isim-i ilâhî ile münasebeti olduğu, Evliyanın meşrebleri, hangisi Muhammedi-ül meşreb, hangisi İbrahim-ül meşreb… muhibbiyet ve mahbubiyet-i zâtîye ile olan kendi velâyetleri, bunların hususiyetlerinin hakiki hüviyetleri, kayyumluğun hakikati, sabâhat ve melâhatin esrarı ve bu iki güzelliğin karışması ve daha nice esrar ve mânâlar, Allahü teâlâ tarafından ona ihsan edildi. Daha önce gelen Evliyadan “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hiçbirisi bunlardan bahs etmedi. Bunların tafsili, 3 cilt Mektûbât kitaplarında ve diğer 7 risalelerinde yazılıdır.
İmâm’ın “kuddise sirruh” keşif ve kerâmetleri sayısızdır. Teberrüken birkaçını yazalım:
1) Bir gün taliblerden biri, İmâm’a bir mektup yazıp, (Sizin bu beyan ettiğiniz makamlar, Ashâb-ı kiramda hâsıl olmuş mu idi, yoksa olmamış mı idi? Eğer hâsıl olmuşsa, bir defada mı hâsıl oldu, yoksa tedricen mi?) diye sordu. İmâm buyurdu ki bu sualin cevabı ancak sohbette verilir. Soran kimse, huzuruna ve sohbetine geldi. İmâm “kuddise sirruh” onun haline teveccüh edip kendindeki bütün nisbetleri ona ihsan etti ve (Ne gördün?) buyurdu. Hazret-i İmâm’ın ayaklarına kapandı ve (Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir sohbeti ile Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” velâyetin bütün makamlarına kavuşmuşlardır) şimdi anladım, diye arz etti.
2) Mevlânâ Yusuf hasta idi. Ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyarete geldi. Mevlânâ Yusuf teveccüh ve himmet istedi. İmam “kuddise sirruh”, murakabe ile meşgul olup onu Fenâ ve Bekâ makamlarına kavuşturdu. O, bu hasta halinde, kalbindeki ilerlemeleri görüp haber verdi. Yolu tamam etti ve aynı anda Allaha kavuştu.
3) Talebesinden bazısı, Gavsü’l-Âzamı, yani Abdülkâdir-i Geyânî’yi “kuddise sirruh” ziyaret etmeyi, İmâm’a, arz ettiler. Sustu ve Gavsü’l-Âzam’ın “radıyallâhu anhüma” ruhuna teveccüh etti. Mübarek ruhu göründü ve talebelerinin büyükleri ile teşrif etti. İmâm’ın orada bulunan talebesi, gelenleri ziyaret edip istifade ettiler.
4) Cüzzam (Miskin) hastalığına yakalanan bir kimse, İmâm’dan, şifa için duâ istedi. Teveccüh etti. Cüzzam hastalığından kurtulup tam bir şifa buldu.
5) Halkada daima Kur’ân-ı Kerîm okuyan bir hafız, ağır şekilde hastalandı. Herkes ümidi kesmişti. İmâm-ı Rabbânî, onu himayem altına aldım, buyurdu. Hemen iyi oldu.
6) Seferde iken arkadaşları ve talebesi havanın boğucu sıcaklığından çok sıkıldı. Ondan, merhamet istediler. İmâm “kuddise sirruh”, Allahü teâlâya iltica etti. O anda bir parça bulut göründü ve hafifce yağmur yağdı. Sıcaklık geçti. Toz kalmadı.
7) Muhlislerinden birkaçı, uzak bir yerde Hindulara ait bir puthaneyi boş bulup, putları kırdılar. Putperestler, her taraftan ellerinde silah ve kılınçlar olduğu hâlde, etraflarını çevirdiler. Bu muhlisler, İmâm’a sığınıp, yardım istediler. İmâm-ı Rabbânî “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” orada göründü ve buyurdu ki (Hiç üzülmeyin! Size gaibden yardım geliyor). Birçok süvari görünüp, bu azizleri kâfirlerden korudular.
8) Talebesinden biri, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu. İmâm’a sığınıp, imdad diledi. İmam, elinde baston ile göründü ve o kükremiş arslana şiddet ile vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.
9) Çok uzak bir memlekette bulunan bir aziz İmâm’ın methini duyup Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misafir kaldı. İmâm’dan istifade etmek için geldiğini, ona talebe olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neşeli olduğunu söyleyince, ev sahibi, hazret-i İmâm’ı kötülemeye ve hakkında ağza alınmayan şeyler söylemeye başladı. O aziz, çok üzüldü. Mahçup oldu. İmâm’a sığınıp kalbinden yalvardı: (Ben, yalnız Allah rızası için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu saadetten mahrum etmek istiyor) dedi. İmâm-ı Rabbânî, tam bir kızgınlıkla, yalın kılınç zahir olup hallerini inkar eden, o şahsı parça parça etti ve evden çıktı. O aziz sabahleyin mübarek huzurlarına kavuşunca, geceki hadiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm, (Gece olanı, gündüz anlatma) buyurup, setr-i kerâmet etti.
10) İmâm’ı “kuddise sirruh” inkar edenlerden biri, İmâm’ın talebesinden birini evine götürdü. Önüne yemek koyup kendisi de İmâm-ı Rabbânî’yi “rahmetullahi teâlâ aleyh” kötülemeye başladı. O talebenin canı sıkıldı. İmâm’ın yanına dönmek istedi. Gayret-i ilâhiyeden münkirin birdenbire bütün azası, birbirinden ayrıldı ve bedeni parça parça oldu. Talebe korktu. Evden dışarı çıktı. İmâm’ın yanına geldi. Adetleri üzere kapının önünde duruyordu. Talebesinin elini tutup, o münkirin evine götürdü. İçeri girdiler. Ölünün dirilmesi için Allahü teâlâya duâ etti. Münâcatta bulundu. Allahü teâlâ kabul buyurdu. Bir müddet sonra kalktılar. Talebesine, (Ben hayatta kaldıkça, bu olanı kimseye söyleme!) buyurdu.
11) Bir gün talebesinden 10 kişi aynı akşam İmâm’ı iftara davet ettiler. Kabul buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır bulunup, iftar ettiler.
12) Bir gün buyurdu ki Kâbe-i muazzamayı tavaf arzum o kadar ziyadeleşti ki yerimde duramaz oldum. Allahü teâlânın lutfü ile bu şevk ve iştiyak cazibesinde, Kâbe-i şerifi yanımda gördüm ve tavaf ile şereflendim.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” mübarek kalemlerinin dilinden ve dil kalemlerinden çıkan sözlerinden de, birkaç tane yazalım:
Buyurdu ki: Görülen ve bilinen her şey, mukayettir. [Başka şeylere bağlılığı vardır.] Maksud ve matlub [olmaya lâyık] değildirler. Matlub [olmaya lâyık] olan, bütün kaydlardan, bağlardan münezzeh ve müberrâ olandır. O hâlde, Onu, görmenin ve bilmenin ötesinde aramak lazımdır.
Buyurdu ki: Seyr ve Sülûk, ilmde hareketten ibarettir.
Buyurdu: Evliyâullahı “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” başkalarının tanımasından örten perde, insanlık sıfatlarıdır. Diğer insanların muhtaç olduklarına bunlar da muhtaçtır. Evliyâlık, bu ihtiyacı bunlardan kaldırmaz.
Buyurdu: Allahü teâlâ, Evliyâ kullarını öyle saklamıştır ki kendi zâhirleri bile kalplerindeki kemâlattan habersizdir. Nerede kaldı ki başkaları onların hâlini bilsin.
Buyurdu: Ya Rabbi! Bu nasıl iştir ki kendin için Evliyâ yaptın. Onların bâtınları, (yani kalpleri) âb-ı hayattır. Bir katre tadan, ebedî hayatı bulmuş, saadet-i ebediyeye kavuşmuş olur. Zâhirleri, yani dış görünüşleri ise, öldürücü zehirdir. Yalnız zâhirlerine bakan, ebedî ölüme dûçar olmuştur.
Buyurdu: İnsanın yaratılmasından maksat, kulluk vazifelerini yerine getirmektir. Velâyet makamlarının sonu, abdiyet (kulluk) makâmıdır. Bunun üstünde makâm yoktur.
Buyurdu: Binlerce kimseden bir tanesini ihlas devleti ve rızâ makâmı ile şereflendirirler. Maksat olan ihlas ve rızâ, bu fakire, bu yolda tam on sene sonra verildi. Bunların özü, hakikati, Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” sadakası olarak, tamamen açıklandı. Bunun için, Allahü teâlâya hamd ü senâlar olsun!
Buyurdu: Bu büyüklerin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolu çok kıymetli, pek azizdir. Sünnete uymak esası üzerine kurulmuştur. Şimdi Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sünnetlerinden bir sünneti ihyâ etmekten (diriltmekten) başka bir arzum yoktur. Haller, mevâcid ve zevkler, isteyenlerin olsun. Kalbi, büyüklerin nisbeti [yoluna girmek] ile mamur etmeli, zâhiri tamamen ahkâm-ı İslâmiyye ile süslemelidir. [Ahkâm-ı İslâmiyye, emirler ve yasaklar demektir.]
Buyurdu: Hindistan’a Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmiştir. Onların mezarlarının üzerinde parlak nurlar görüyorum. İstesem hepsinin mezarını gösteririm! Fakat insanlar, böyle sözlere pek inanmazlar.
Buyurdu: İnsanlar, riyâzet çekmek deyince açlık çekmeyi ve oruç tutmayı anladılar. Halbuki dinimizin emrettiği kadar yemek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha güç ve daha faydalıdır.
Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konulsa, iştahlı olduğu ve hepsini yemek istediği hâlde, dinimizin emrettiği kadar yiyip fazlasını bırakması, şiddetli bir riyazettir ve diğer riyazetlerden çok üstündür.
Buyurdu: Server-i kâinâtı “sallallâhü aleyhi ve sellem” gördüm. Benim için bir icâzet yazdı ve buyurdu ki (Ashâbımdan sonra “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bu güne kadar, hiç kimseye böyle bir icâzet yazmadım.) Bana müjde verdi ki yarın kıyamet günü, binlerce insan, senin şefaatinle Cennete girer. Beni ilim-i kelamda müctehid ettiler.
Buyurdu: İslamiyeti gördüm. Bir kervanın kervansaraya inmesi gibi, bizim yanımıza indi, deyip mescidlerine ve dergahlarına işaret ettiler.
Buyurdu: Bir sabah İmâm-ı Âzam’ın “rahmetullâhi aleyh”, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Kendimi onların nurları içine dalmış buldum. Bu büyüklerin nisbetinde husûsî bir fenâ buldum. Bunun gibi, daha sonra, İmâm-ı Şâfiî’nin “rahmetullâhi aleyh”, hocaları ve talebesi ile geldiklerini gördüm. Bu defa, beni onların nuru kuşattı. Bunların nisbetinde de fânî oldum.
Buyurdu: Gavsü’l-Âzam “kuddise sirruh”, Kâdirî meşâyihi “rahmetullâhi aleyhim” ile yanıma geldiler. Bu büyüklerin gelmesi bereketi ile kendimi Kâdirî nisbetinin (yolunun) nurları içinde buldum. Kalbimden: (Beni Nakşibendî büyükleri yetiştirdi. Şimdi nasıl oluyor da, Kâdirî yolunun tesiri bende daha fazla görülüyor?) diye düşündüm. Bu anda, hazret-i Hâce-i Cihân Behaüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” talebeleri ile birlikte saadet ile teşrif ettiklerini ve Gavsü’s-sekaleynin karşısında oturduklarını gördüm. Onlara hitaben buyurdu ki: (Ahmed bizdendir. Kemâl ve tekmîl mertebesine bizim terbiyemizle kavuştu.) Bu konuşma esnasında, Çeştiyye ve Kübreviyye büyükleri de geldiler. Kendi nisbetlerini kalbime akıttılar. Yeniden icâzet verdiler. Eskiden bende olan bu büyüklerin nisbeti kuvvetlendi ve daha parlak oldu. İstersem bütün bu yollardan talebeyi kemâle erdirebilirim.
Buyurdu:Bir gün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir pişmanlık ve kırıklık içinde iken, (Allahü teâlâ için alçalanı, Allahü teâlâ yükseltir) hadis-i şerifi gereğince, şöyle bir nidâ geldi: (Seni ve kıyamete kadar seninle vâsıtalı ve vâsıtasız olarak tevessül edenleri mağfiret ettim.)
Buyurdu: Erkeklerden ve kadınlardan bizim yolumuza girmiş olanların ve kıyamete kadar, vâsıtalı ve vâsıtasız girecek olanların hepsini bana gösterdiler. İsmlerini, soylarını ve memleketlerini bildirdiler. İstersem, hepsini bir bir sayarım. Hepsini bana bağışladılar.
Buyurdu: Bana, (Sen kimin cenazesinde bulunursan, Allahü teâlâ onu affetmiştir) diye müjdelediler. Ve yine ilhâm olundu ki (Hangi ölünün afvını istersen, ondan azâbı kaldırırlar). Yine ilham buyuruldu ki (Senin kabrinin toprağından bir mezara bir avuç toprak atsalar, o kimse mağfiret-i ilâhiyeye kavuşur). [Ya o mezarda yatanın hâli nasıl olur?]
Buyurdu: Allahü teâlânın bu fakiri mümtaz kıldığı yolun esası, temeli, sonda kavuşulan hallerin başlangıca yerleştirildiği Ahrâriyye yoludur. Bu esas üzerine binalar ve köşkler kuruldu. Bu temel, bu kadar sağlam olmasaydı, şimdiki hâl böyle olamazdı. Bu kıymetli tohumu, Buhârâ ve Semerkant’tan getirip, aslı Medine-i münevvere ve Mekke-i mükerreme toprağından olan, Hindistan’a ektiler. Fazilet ve ikram suyu ile senelerce suladılar. İhsan ile büyüttüler. Olgunlaşıp kemale gelince, şimdiki ilim ve mârifet meyveleri hâsıl oldu.
Buyurdu: Bize bildirildi ki hazret-i Mehdi “aleyhirrahme”, bizim bu nisbetimizde bulunacak, bizim mârifet ve hakikatten yazdıklarımızı okuyacak ve kabul edecektir.
Buyurdu: Allahü teâlâ, fadl ve keremi ile bir kulda bulunabilen bütün kemâlâtı, [Nübüvvet makâmından başka hepsini] bize ihsân etti.
İmâm-ı Ahmed Rabbânînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” faziletleri ve hususiyetleri anlatılmakla bitmez. Allahü teâlâ, husûsî ihsânı ile onu Peygamber efendimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” yedi derecede de mutâbeat (uymak) ile şereflendirdi. Kur’ân-ı Kerîmin müteşabihat ve mukattaatındaki esrâra mahrem kıldı. Sâbıklar kemâlâtına ulaştırdı. [Sâbıklar Peygamberlere “aleyhimüsselâm” ve Eshablarının yükseklerine denir.] Kayyûm-ı âlem kılındı. Ona tufeyli olarak, talebesinden bazısı Kutubluk makamına ulaştı. Cezbe ve sülûkün, seyr-i âfâkî ve enfüsînin ötesinde, yeni bir yol meydana geldi.
Onun tasarruflarının bereketi ile İslam dini, bilhassa Hindistan’da, çok kuvvetlendi. Ekber şah zamanında yıkılan, ihmal edilen İslam eserleri yenilendi. Çok kâfir, onun elinde müslüman oldu. Binlerce fasık tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile meşhur Abdürrahim Hân, Nevvâb Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed Âzam Hân ve daha birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları tesirli mektupları ile İslamiyeti kuvvetlendirmeye, yaymaya, ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını beyan etmeye teşvik ve muvaffak etti. Bu cemaat de, emr-i şeriflerine uyarak, bu yolda çok gayret sarf edip dinin kuvvetlenmesine hizmet ettiler. Öyle oldu ki bidat ve küfür zulmeti iman ve sünnet nuru hâlini aldı. Yüksek talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî mârifetleri öğretmek için her tarafa dağıttı. Mesela Mevlânâ Hamîd-i Bengâlî, Mevlânâ Muhammed Sıddık-ı Bedahşî, Şeyh Müzemmil, Mevlânâ Tâhir-i Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Rivenbî, Kerimeddîn-i Hasan-ı Ebdâlî, Hasan-ı Berkî, Mevlânâ Abdülhay-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Kişmî, Mevlânâ Bedreddin-i Serhendî, Yusuf-i Berkî, Hacı Hızır-i Efgânî, Hâce Muhammed Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yar Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri gibi “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
Bunlar, İmâm’ın seçkin talebelerindendir. Bunların sohbetinden milyonlarca insan feyiz alarak, Velâyet makamına kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebesine çok ulvî müjdeler vermiş ve insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik etmiştir. Talebesinden bazılarını velâyet ve Kutubluk mansabı ile müjdelemiştir.
Nûr Muhammed Püntî “rahmetullâhi aleyh”: Talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında, o ricâlü’l-gaybdendir. Ya Nukabâdan, yahut Nücebâdandır, buyurdu.
Bedîuddîn-i Seharenpûrî “kuddis sirruh”: Rüyada Peygamber efendimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” çok inâyet ve iltifatlara kavuştu. Kendisine, (Sen Hindistanın sirâcısın, kandilisin) buyurdu. Zamanın Kutubu olmak saadetine de kavuştu.
Mevlânâ Ahmed-i Berkî “kuddise sirruh”: Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu da memleketinin Kutbu olma şerefine nâil olmuştur.
Mevlânâ Muhammed Tâhir-i Lahori “kuddise sirruh”: Kendi memleketinin Kutbu olmakla şereflendi. Allahü teâlâ kendisine: (Senin teveccüh ettiklerinin hepsini Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana biat edeni bağışladım) diye ilham etti.
Seyyid Âdem-i Bennûrî “kuddise sirruh”: Daha ilk teveccühte ve hatta telkin anında, talebeyi Fenâ-i kalbi makamına ve Nisbet-i hassâya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından kendisine hususi bir tarz ve yol ihsan edildi. Bu yola (Ahseniyye) diyorlar. İşte bu kendi yolu ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu beşâreti, İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh”, şu sözleri ile kendisine verdiler: (Size bizden istifade ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak verilecektir. Sizin yolunuza tevessül eden, mağfiret olunmuştur. Kıyamette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyamet gününde o sancağın altında rahat ve gölgede olurlar). Dört yüz binden ziyâde kimse ellerinde tövbe etti. Bin tâne kamil talebesi vardı. Medine-i münevvereye gidince, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” selâmını almış ve pekaz kimseye bile nasip olmayan musafaha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada bir ses duyuldu: (Ey oğlum! Sen benim yanımda kal!) Hakikaten, Medine-i münevverede vefat etti.
Seyyid Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî “kuddise sirruh”: İmâm-ı Rabbânî, bir mektubunda buna: (Sizin kemal hilaliniz, güneşin karşısında on dördüncü ay gibi oldu. Güneşe verilenlerin hepsi, ona aksetti) yazdı. Kutub olduklarını da kendilerine müjdeledi. İrşadları çok fazla oldu. Yüz binlerce insanı Allahü teâlâya yaklaştırdı. Zamanın padişahı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu Dekken’den çağırıp yanında muhafaza etti. Buyurdu ki: Peygamber efendimizi “sallallâhü aleyhi ve sellem” rüyada gördüm. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh”, O Serverin yanında idi. Buyurdu ki (Ya Ebâ Bekr! Oğlum Muhammed Nu’mâna söyle, Ahmed’in makbûlü, benim makbûlümdür ve Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed’in merdûdünü ben ve Allahü teâlâ sevmeyiz). İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin makbullerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürûra kapıldım. Bu huzur içerisinde iken, tekrar buyurdular: (Oğlum Muhammed Nu’mân’a de ki senin makbûlün, Ahmed’in makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahü teâlânın makbûlümüzdür. Senin merdûdün, Ahmed’in, benim ve Allahü teâlânın merdûdüdür).
KAYNAK: Hak Sözün Vesîkaları
Tavsiye yazı: İmâm-ı Rabbani hazretlerinin oğulları