İslâmî vazifelerden biri de, şer’an gücü yeten kimselerin beyt-i haramı ziyâreti, hac etmeleridir. Beyt-i harama bu ismin verilmesinin sebebi, orada kıtalin harâm olmasından veyâ zâlimlerin taarruzundan yasaklanmış olmasındandır. Beyt-i harâma Kâ’be denilmesine sebeb de, yerden yüksek olmasından veya 4 köşeli olmasındandır (Şerh-i Kirmânî).
Hacca gitmek, evinden çıkıp dönünceye kadar borçlarını ödedikten sonra kendisine, çoluk çocuğuna ve hizmetçilerine yetecek kadar mâla sâhip olanlara farzdır. Nafakada israf ve kısmak değil, vasat olarak düşünülecek, yolculuk yürüyerek değil, binekli olarak göz önüne alınacaktır. Yolda emniyet de olmalıdır. Bunların hepsi gücü yetmenin açıklamasıdır.
Bir kere hac etmek 20 kere Allah yolunda gazâ etmekten efdaldir. Hadîs-i şerîfde: «Beyt-i şerîfi hac ediniz. Çünki hac, suyun kirleri, giderdiği gibi günahları giderir» buyurulmuştur. İhyâu’l-ulûm kitâbında diyor ki: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfde : «Beyt-i şerîfi ziyâret edip, cima’ etmeyen ve fısk ve fücûr işlemiyen kimse, annesinden yeni doğmuş gibi günahlardan sıyrılır» buyurmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Şeytanı hiç bir şey Arefe günü kadar kine, öfkeye boğmamış, zelil ve hakîr düşürmemiştir. Çünki şeytan o gün Allahü teâlâ’nın rahmetinin indiğini, herkesin afv edildiğini görmekte perişan olmaktadır» buyuruldu. Denildi ki günahlar arasında öyleleri vardır ki, onları ancak Arafatta vakfede bulunmak mahveder. Yine bir hadîs-i şerîfde: «En büyük günahkâr, Arafatta vakfeye durup da, kendisinin afv edilmediğini zanneden kimsedir» buyurulmuştur.
Haccın sünnetlerinden biri, riyâ karışmamış hâlis bir niyyet ve temiz, halâl para harcamaktır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) «Halâl kazanarak hacca giden kimsenin, Allahü teâiâ, her adımına yetmiş sevab yazar, 70 günâhını düşer ve 70 derece yükseltir» buyurmuştur (Hâlisa). İçinde şübhe bulunmayan halâl para ile hac etmek isteyen ödünç alıp kendi malı ile borcunu ödemelidir (Gunyetü’l-fetâvâ).
Ebülkasım Hakîm Belhî (rahimehullah) sultandan hediye alırdı. İhtiyaçlarını başkasından borç alarak giderir, borcunu sultanın hediyelerinden öderdi. Ebû Yûsüf (rahimehullah) bu gibi mes’elelerde İmâm-ı A’zamın (rahimehullah) cevabı budur demiştir (Hazânetü’l-fetâvâ).
Ticâreti, dünyâlık şeyleri hac işine karıştırmamak, işini ve hâlini düzeltmeli, borçları varsa ödemeli, haksızlık yapmışsa helâlleşmeli, hasımları varsa onları râzı etmelidir. Dönünceye kadar, nafakası üzerine lâzım olanların ihtiyaçlarını temin etmeli, üzerinde emânet varsa yerine vermelidir. İhlâs ile Allahü teâlâ’ya, geçmiş günahları için tevbe etmeli, kendisini, dünyadan çıkıp âhirete göçüyormuş gibi düşünmelidir. Sâlih amellere sarılmalı, nereye gittiğini, ne derece büyük bir makama gittiğini, Allahü teâlâ’nın, bu amelinden râzı olmasını ihlâs ile istemelidir. Bir şahıs Fudayl bin İyâd’a (rahimehullah), ben Mekke’ye gitmek istiyorum. Bana tavsiyelerde bulunur musun? dedi. Fudayl (kuddise sirruh). Kollarını sıva! Nereye ve kime gittiğine dikkat et, dedi ve bayıldı. Suâl eden şahıs da düştü ve o anda öldü (Hâlisatü’l-hakâyık).
Eğer gücü yeterse, köle ve çocuklarına da hac yaptırmalı, sevabını yalnız Allahü teâlâ’dan beklemelidir. Yolculukta arkadaşları ve bütün din kardeşleri ile iyi geçinmek, vedalaşmalı ve kalbini âilesinden, çocuğundan, vatanından uzak tutmalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hac edin ki, muhtâc olmayasınız. Yolculuk edin, sıhhat bulasınız. Ben geçmiş ümmetlere karşı sizinle övünürüm» buyurmuştur.
Ömer bin Hattâb (radıyallahü anh) buyurdu ki: Hac ile Umre arasında uyanık olun. Çünki bu ikisi, fakirliği ve günahları, ateşin demirin pas ve kirlerini yok ettiği gibi, yok eder. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hac zenginlikle, fakirlik de zinâ ile anlaştı» buyurdu.
Mahmil kullanmamalıdır. [Mahmil, devenin her iki yanına konan ve içine insan oturabilen sandıklara denir]. Ancak yük ve yiyeceklerin konulduğu devede, çuvalların üzerine binebilir. Yüklerin üzerinde binmeğe korkarsa, veyâ bir özür sebebiyle deve üzerine tutunamazsa, o zaman mahmile binmesinde bir mahzur kalmaz. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) burada 2 mâna vardır dedi. Birisi devenin yükünü hafifletmektir. Çünki mahmil deveye eziyyet verir. İkincisi, zengin ve kibirli kimselerin yaptıkları gibi süsden kaçınmaktır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) deve üzerinde tavaf etti: Devenin üzerinde 4 dirhem kıymetinde, eskimiş kadife vardı. İnsanların, hedyini (kurbanını) ve şemâilini görmeleri için binmişti. «Menâsikinizi benden alınız, öğreniniz» buyurmuştu.
Denildi ki, bu mahmilleri Yûsüf-i Haccâc meydana çıkarmıştır. O zamanın âlimleri de bunu hoş karşılamamışlardı. Süfyân-ı Sevrî (rahimehullah) babasından rivâyet ediyor. Kûfe’den Fâris’e doğru hac için yola koyuldum. Rastladığım hacı adaylarının hepsini develerin yükleri, çuvalları üzerinde ve mahmilierde gördüm.
Devenin hörgücü üzerine çadır kurulmamalıdır. Zengin kimseler gibi değil, mütevâzi bir şekilde yola çıkmalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) de böyle mütevâzi bir şekilde hac ederdi. İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) hacıların yaptıkları süslü elbiseleri ve mahfilleri görünce: «Hacılar az, kafileler çok» dedi. Sonra mütevâzi bir şekilde giden, fakir, altında çullar olan bir adama rastlayınca: «Bu, hacıların en iyisidir» buyurdu.
Hayvanın üzerinde uyumamalı, tesbîh ile meşgul olmalıdır. Çünki uyuyan insan daha ağırlaşıp deveye eziyet vermektedir. Deveye lüzumundan fazla yük yüklememen, arasıra hayvandan inmelidir. Böylece, hayvanı kiralamışsa, sâhibini sevindirir. Kendi mülkü ise, hayvanı dinlendirmiş olur.
Allahü teâlâ’ya tâatte olup, bütün günahlardan, boş ve çirkin söz ve işlerden sakınmalıdır. Hac yolunda fazla süslenmemen, koku sürünmemelidir. Süslü, kıymetli elbise giymek, övünmeye yol açar. Bu da insanı fakirler, zaifler ve bilhassa sâlihler zümresinden çıkarır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem)’in, üstü başı dağınık olmak ve traş olmamakla emr etmiş olduğunu, ni’met ve refah içinde hac yapmaktan men’ ettiğini Fudâle bin Ubeyd (radıyallahü anh)’ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîf bildirmektedir. Yine haberde geldi ki: «Hacı, üstü başı dağınık ve koku sürünmemiş kimsedir» buyurulmuştur. Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde, «Ziyaretçilerime bakınız. Üstleri başları toz toprak içinde uzak yollardan bana gelirler» buyurmuştur. Hac sûresindeki âyet-i kerîmede de: «Son kirlerini gidersinler» buyurulmuştur. Buradaki kirlerden murad, saçın, başın, elbisenin dağınıklığı, tozlu topraklı olmasıdır. Bu kirlerin giderilmesi saçların traş olması ve tırnakların kesilmesidir. İhyâ’da da böyledir.
Hac yolunda ölmeyi ganimet bilmelidir. Çünki sevâbı kıyâmete kadar o kimsenin üzerine yazılır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Mekke yolunda giderken veya gelirken ölen kimsenin geçmiş günahlarını Allahü teâlâ afv eder. Amel defteri açılmaz. Onun için terazi kurulmaz. Hesâb ve azab görmeden Cennete girer» buyurmuştur. Aynı şekilde gazâya ve umreye giden de yolda vefât ederse sevabı Kıyâmete kadar yazılır.
Evinden çıkıp Mîkat’a (ihram giyilecek yere) gelinceye kadar, ihramdaymış gibi davranmalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), beş mîkat yerini bildirmişlerdir. Bu husustaki tafsilât fıkıh kitablarındadır. Hac yolunda iken, ihrâma giren, şerîatin haram kıldığı şeylerden sakınmalıdır. Muâraza, münâkaşa, mücâdele etmemelidir. Muâraza, düşmanlığa, ayrılığa sebeb olacak, hüsn-ü ahlâka aykırı düşecek şekilde konuşmaktır. Muâraza ve mücâdele, ileride konuşmanın sünnetleri bölümünde anlatılacaktır.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) yumuşak, tatlı konuşmayı yemek yedirmek ile birlikte haccın birrinden, şiarından kılmıştır. Hac yolunda arkadaşları ve dostları ile münâkaşa etmeyip iyi geçin- meli, yumuşak davranmalıdır. Böyle yapmak hüsn-ü ahlâkın gereğidir. İyi huylu olmak, yalnız başkalarına eziyet etmemek değildir. Aynı zamanda başkalarının eziyetine de tahammül göstermektir. Yolculuğa bu sebebden sefer denilmiştir. Sefer, keşf olunmak, yüzü açılmak demektir. Yolculukda herkesin ahlâkı meydana çıkmaktadır. Bir adamı iyi tanıdığını, iyi huylu olduğunu söyliyen kimseye Ömer (radıyallahü anh), sen o adamla hiç yolculuk ettin mi, iyi ahlâkına delil budur der. O kimse, hayır, yolculuk etmedim deyince Ömer (radıyallahü anh) sen onu tanımıyorsun buyurur.
Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) kabrini ziyâret etmeği niyyet etmelidir. Diri iken ziyâret etmiş gibidir. Şefâate nâil olur.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Vefâtımdan sonra beni ziyâret eden kimse, diri iken ziyâret etmiş gibidir» buyurmuştur. Yine bir hadîs-i şerifde: «Bütün arzûsu beni ziyâret etmek olan kimse, ziyâretime geldiği zaman, Allahü teâlâ beni ona şefâatçi yapar» buyurmuştur. Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde de Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Beni Medine’de sevabını Allahü teâlâ’dan umarak ziyâret eden kimse, Kıyâmet gününde komşum olur, ona şefâat ederim. Haremeynde ölen kimse Kıyâmet günü emniyyet içinde olanlardan olur» buyurmuştur (Hâlisa).
Rivâyet olundu ki, bir a’râbî Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi. Allahım, sen sevgililerin kabri başında kölelerin âzâd edileceğini emrettin. İşte bu sevgilin, ben de senin kulunum. Habîbinin kabri başında beni Cehennemden âzâd et diye düâ etti. Cevabında: «Yalnız seni mi âzâd edeyim? Habîbimin kabri başında bütün mahlûkâtın âzâd olmasını isteseydin âzâd ederdim. Haydi git, seni Cehennemden âzâd ettik yâ a’râbî» diye nidâ olundu (Ravda).
Yine Ravda kitâbında Ebû Abdullah Tarâifî (rahimehullah) şöyle anlatıyor: Medine’ye girdim. Çok acıkmıştım. Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) kabr-i şerifini ziyâret ettim. Ona ve Şeyhayn’e (radıyallahü anhümâ) selâm verdim. Yâ Resûlâllah, selâm senin üzerine olsun. Allahü teâlâ biliyor. Aç ve yokluk içindeyim. Bu gece senin misâfirinim dedim. O sırada uyku bastırdı, uyumuşum. Rü’yâmda Resûlullah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) gördüm. Bana bir yufka ekmeği verdi. Yarısını yedim. Uyandığımda yarısı da elimde idi. Şöyle bir ses duydum. «Yâ Ebâ Abdellâh, kabrimi ziyâret edenin günahlarını Allahü teâlâ mağfiret eder. Kıyâmet gününde şefâatime kavuşur. Bu rü’yâ ile ayrıca Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Rü’yâda beni gören muhakkak beni görmüştür. Çünki şeytan benim şeklime giremez ve olduğum yerde bulunamaz» hadîs-i şerîfinin gerçek olduğunu anladım. Sonra: «Ey Abdullah, kabrimi ziyâret edeni, Allahü teâlâ mağfiret eder ve yârın Kıyâmette benim şefâatime kavuşur» sesini duydum.
Hac yolunda çok telbiye getirmelidir. Telbiye şöyledir: «Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lâ şerike leke lebbeyk. İnnelhamde venni’mete leke vel mülke lâ şerike leke» Buyur, emret yâ Rabbi, emret, senin emrindeyim. Ortağın yoktur, emret, yapayım. Elbette hamd ve ni’met senin içindir. Mülk de şenindir. Şerikin yoktur demektir. Vâdilere indikçe, tepelere çıktıkça hep bu telbiyeyi söylemelidir. Bu telbiye ile İbrâhim aleyhisselâmın Beyt-i şerîfi yaptığı zaman, onu ziyârete da’vetine icâbeti niyyet etmelidir. Zîra Halîlullah İbrâhim aleyhisselâm, Kâ’be-i muazzamayı binâ ettiği zaman «Uyanık olunuz, Rabbiniz sizin için bir Beyt yapmıştır. Onu hac, ziyâret ediniz» demişti. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) rivâyet ediyor: Allahü teâlâ tûfân ile Nûh aleyhisselâmın kavmini suya gark edince, Meleklerin yaptığı Beyti’l-ma’mûru göğe kaldırmıştı. Bir rivâyete göre, Âdem aleyhisselâm altıncı gökde idi. İbrâhim aleyhisselâma, Beyt-i ma’mûrun bulunduğu yerde, aynı temeller üzerine bir binâ yapmasını emretti. İbrâhim aleyhisselâm oraya gittiğinde, hiç bir ize rastlamadı. Allahü teâlâ, eni boyu Beyti’l-harâm büyüklüğünde, başı ve dili olup konuşan bir bulut gönderdi. Bulut İbrâhim aleyhisselâma, işte benim büyüklüğümde bir binâ yap dedi. İbrâhim aleyhisselâm, ona göre, o büyüklükte binâ yaptı. Bitirince yedi kere tavâf etti. Allahü teâlâ, insanları hac etmeleri için çağırmasını vahy etti. Bu emri alınca, Ebû Kubeys dağına çıktı. «Agâh olunuz. Rabbiniz sizin için bir Beyt binâ etmiştir. Haydi onu ziyâret ediniz» diye nidâ etti. Allahü teâlâ, İbrahim aley- hisselâmın sesini her tarafa ulaştırdı. Bu sesi duymayan insan, cin, dağ, taş, ağaç hiçbir şey kalmadı. İbrâhim aleyhisselâmın bu da’vetine dünyâya geldikleri zaman Beyt-i şerîfi hac yapmaları takdir edilmiş olanlar babalarının sulblerinde oldukları halde kaç kere hac yapacaklar ise o kadar telbiye getirdiler. İbrâhim aleyhisselâm, bu kadar çok (Lebbeyk, Allahümme lebbeyk…) seslerini duyunca kalbi heyecanlandı, aklı hayret içre kaldı ve İlâhî! Bu seslerini duyduğum kimseler kimlerdir? diye süâl etti. Allahü teâlâ: «Onlar ümmetlerin hayırlısı, en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın ümmetidir» buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm, İlâhî, onlara nasıl ziyâfet verebilirim dedi. Allahü teâlâ: «Bir tutam kâfur al. Onlara ziyâfet ver!» buyurdu. İbrâhim aleyhisselâm, kâfuru alıp ufalayıp yumuşattı. Sonra Ebî Kubeys dağına çıkıp onu saçtı. Allahü teâlâ bir rüzgâr gönderip şarka garba dağıttı. Nereye bir zerre düştü ise, Allahü teâlâ orasını tuzluk yaptı. Yemeklerimizdeki tuz İbrâhim aleyhisselâmın bize ziyâfetindendir. Mişkâtü’l-envâr’da böyle zikredilmiştir.
Hacca yürüyerek gitmek, binerek gitmekten daha efdaldir. Sevabı kat kat çok otur. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh) hacca binerek gitmek daha efdaldir. Cünki onda infâk daha çoktur. Yürümek ise insanı yorar, usandırır. Binerek gitmekte insana sıkıntı, usanç gelmesi uzak ihtimaldir. Eziyeti az olur. Haccın sâlimen tamamlanması, binekli olmada, daha kolay ve daha mümkündir. Ancak üstün olmaya bir açıklık getirerek şöyle söylemek daha iyidir. Yürümesi kolay gelen kimse için hacca yürüyerek gitmek efdaldir. Eğer yürümekle yorulacak, usanacak, ahlâkı, sabrı, tevekkülü bozulacak veya ibâdetlerinde noksanlık olacak ise, binerek gitmek efdaldir. Nitekim, müsâfirin, hastanın, kendilerine fazla etkisi olmayacak ise oruç tutmaları daha efdaldir. İfıyâ’- da böyle yazılıdır.
Hacerü’l-esved’i öpmek de sünnettendir. Hadîs-i şerîfde : «Hacer-i esved Cennet yâkutlarından bir yakuttur. Kıyâmet günü iki gözü ve bir dili olduğu halde getirilecektir. Ta’zîm ve sıdk ile kendisini istîlâm edenin lehinde, nifak ve istihfaf ile istilâm edenlerin aleyhinde şehâdet edecektir» buyurulmuştur (Tirmizî).
İbni Abbâs (radıyallahü anhümâj’nm rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde: «Hacerü’l-esved Cennetten indirildi. Sütten daha beyazdı. Âdemoğlunun hatâları onu siyahlandırdı» buyurulmuştur. Hacer-i esvedi bir hizmetçinin büyük bir melikin elini öptüğü gibi öpmelidir. Ancak diğer müslümanlara eziyet edeceğinden korkarsa, Hacer-i esved etrafında izdiham varsa ona işâret eder, öpmez. Yanında ağlar ve mîsâkı hatırlatır. Ya’nî Allahü teâlâ, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» buyurduğunda kullarından, «Evet, sen bizim Rabbimizsin» diye söz almıştı. İşte bu ahdi (mîsâkı) hatırlamalıdır.
İhyâ, Ravda ve Tenbîhü’l-gâfilin kitablarında diyor ki: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halîfeliğinin ilk haccında Hacer-i esved’i öptü ve «Elbette senin bir taş olduğunu biliyorum. Zararın ve fâiden dokunmaz. Resûlullah’ın seni öptüğünü görmeseydim, seni öpmezdim» dedi ve çok ağladı. Arkasına dönünce hazret-i Alî’yi (radıyallahü anh) gördü. Yâ Ebel Hasen! İşte burada göz yaşı dökülür ve duâlar kabûl olunur dedi. Bunun üzerine Alî (radıyallahü anh), yâ Emîre’l-mü’minîn! Bu taşın fâidesi ve zararı dokunur, dedi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) nasıl olur? diye suâl etti. Hazret-i Alî (radıyallahü anh), Allahü teâlâ Âdem aleyhisselâmın zürriyyetinden ahd-i mîsâk aldığı vakit, kaleme, mü’minlerin bu ikrârını, baldan tatlı, kaymaktan yumuşak bir nehirden alıp bir kâğıda yazmasını emretti. Sonra bu taşı çağırıp bu kâğıdı içine koydu. Bu sebebden Hacer-i esved, mü’minlere vefâ edip sözlerinde durdukları için lehlerine, kâfirlere de inkâr ettikleri için aleyhlerine şehâdet edecektir, dedi. Hacer-i Esved’i öperken okunan düâda bu mâna vardır. Düâ şöyledir: Allahümme îmânen bike ve tasdîkan bikitâbike ve vefâen biahdike = Allahım, sana îmân eder, Kitâbını tasdîk eder ve ahdimizde dururuz.
Harem-i şerife de saygı göstermelidir. Harem-i Mekke, şark tarafından 6 mil, 2. taraftan 12 mil, 3. taraftan 18 mil, dördüncü taraftan yirmidört mil kadardır. Fakîh Ebû Ca’fer (rahimehullah) böyle söylemiştir. Hacerü’l-esved Cennetten çıkarıldığında ziyâsı vardı. Onun ziyâsının ulaştığı yerler Harem sayılırdı. Bilinmelidir ki, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirdiği 5 mîkat yeri —ki buralarda ihrâm giyilmesi gerekir—, Harem için finâdır, avlu mesâbesindedir. [Finâ, bir şeyin avlusu, çevresi demektir] Harem de, Mescid-i haramın finâsıdır. Mescid-i haram da, Beyt-i şerîfin yanî Kâ’be-i muazzamanın (Allahü teâlâ şerefini arttırsın) finâsıdır. Ziyâret veya başka maksad ile Mekke-i mükerremeye girmek isteyen bu finâlardan, Harem-i şerîfe ta’zîm olarak ihramsız geçmesi halâl olmaz. Harem-i şerîfde silâh taşımamalıdır. Silâh taşımaktan maksad müslümanlar ile muharehe maksadı ile silâh taşımaktır. Yoksa satmak için veya kâfirlerle harb etmek için silâh taşınabilir. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mekke’nin fethinde silâh taşımıştır. Harem-i şerîfde cinâyet işlenmez, müslümanlara eziyet edilmez. Bir şey yemek veya bir hâcetini gidermek istediğinde, Hil denilen Harem ile Mîkat arasındaki yerlere, eğer mümkin ise çıkmalıdır. Ömer bin Abdülâziz ve benzeri emîrler iki çadır kurarlardı. Biri Harem’de,. biri Hil’de olurdu. Namaz ve benzeri tâat olan amelleri için Harem’deki çadıra girerlerdi. Böylece Mescid-i haramın faziletine kavuşurlardı. Konuşmak, yemek, içmek gibi işler için Hildeki çadıra çıkarlardı. Hâlisa’da böyledir.
Mekke’de fazla kalmamalıdır. Çünki Harem’in civarında bulunmakla melâlet hâsıl olabilir veya ta’zîmde kusûr edilebilir. Bunun için hazret-i Ömer (radıyallahü anh) hac bittikten sonra hacıları memleketlerine gönderirdi. Mekke’de fazla kalmanın mekrûh olması, o makamın faziletini bozacağından değil, insanların zâfiyetinden, o mübârek yerlere hakkı ile riâyette kusûr edileceğindendir. Orada kalmamak daha faziletlidir demek, usanarak ve kusur işleyerek orada kalmaktan daha faziletlidir demektir. Yoksa hakkına riâyet edilerek orada kalındığında en şerefli makamın orası olduğunda şübhe yoktur. Fakat o makamın hakkını gözeterek orada kalabilecekler nerede? Orası nasıl en efdal makam olmasın ki, Beyt-i şerîfe bakmak bile ibâdettir. Orada yapılan iyiliklere kat kat karşılık verilir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Mekke’ye avdet ettiği zaman Kâ’be’ye dönerek: «Elbette sen Allahü teâlâ’nın yeryüzünde en hayırlı yerisin. Beldeler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer senden çıkarılmasaydım ben de çıkmazdım» buyurmuştur (İhyâ).
Rükn’e ve Makâm’a da saygı göstermelidir. Allahü teâlâ Bakara sûresindeki âyet-i kerîmede: «Siz de İbrahim’in (aleyhisselâm) makamından bir namazgâh edinin» buyurmuştur. Ömer (radıyallahü anh) Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) sırtını Kâ’be’ye dayayarak, «Rükn ve Makâm, Cennet yâkutlarından iki yâkuttur. Eğer Allahü teâlâ, onların nârlarını söndürmeseydi bütün dünyayı aydınlatırdı» buyurduğunu haber vermiştir. Rükn ile Makamı öpmeli, yanlarında namaz kılmalı, en mühim hâcetlerini onların yanında düâ ederek istemelidir.
Zemzem suyunu şifâ için içmeli, bereketlenmek için başına ve bütün bedenine üç defa dökmelidir. Zemzem suyuna bu ismin verilmesi, Hâcer vâlidemizin, İsmâil aleyhisselâmın ayağının altından su çıkıp aktığını gördüğünde Kıbtî dilinde dur, dur! mânasında zem, zem demesindendir. Zemzem suyunu içerken hâcetlerinin hepsine kavuşmağa niyyet etmelidir. Hadîs-i şerîfde: «Zemzem suyu ne niyetle içilirse, ona şifâ olur, o işi görülür» buyurulmuştur. Şifâ için içene Allahü teâlâ şifâ verir. Korunmak, sığınmak için içeni Allahü teâlâ muhafaza eder. İmâm-ı Cezrî (rahimehullah) diyor ki. Abdullah ibni Mübârek (kuddise sirruh), zemzem suyu içtiğinde kıbleye dönüp, babam bana Câbir (radıyallahü anh)’den Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Zemzem suyu ne niyetle içilirse, onun içindir» buyurduğunu haber verdi. Ben de bu zemzem suyunu Kıyâmet günü susamamak için içiyorum dedi. Bir hadîs-i şerîfde : «Zemzem suyundan doyarak, kanarak içmek, nifaktan kurtulmaktır» buyurulmuştur. Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hiçbir zaman bir kulun karnında mâ-i zemzem ile nâr-ı Cehennem bir arada bulunamaz» buyurduğu rivâyet edilmiştir. Zemzem suyu Mekke’den istenilen yere götürülebilir.
Mescid-i Harâma hürmet olarak, dikenini kırmamalı, avını kaçırmamalı, orada düşürülen şeyi almamalıdır. Ancak sâhibini bulup vermek niyeti ile alınabilir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «Düşürülen bir şey alınmaz. Ancak bir sene içinde sâhibini arayıp bulmak için alınabilir» buyurmuştur. İnsan bulduğu şeyin mâliki olmaz. Onun sâhibini araştırmak ve muhafaza etmek için almış olur. Harem-i şerîfin içinde av avlamamalı, yaş otları koparmamalıdır. Hayvanlara yedirmek için kuru otlar koparılabilir.
Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) Medîne şehrine ta’zîm etmek, saygı göstermek de sünnettendir. Vahyin indiği ve seyyidi’l-mürselî- nin (sallâllahü aleyhi ve sellem) hicret ettiği yerdir. Bizâziyye’de diyor ki, efdal olan önce Mekke’de hac edip sonra Medine’de Ravda-i mutah- harayı ziyâret etmektir. Ravdayı ziyâreti öne almak da câizdir. [Ravda-i mutahhera, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) Cennet bahçesi olan kabr-i şerifidir. Ravda, bahçe demektir. Çayırlı, çimenli, sulu yere denir).
Mekke’nin hareminde ot ve ağaç kesmediği, avlanmadığı gibi burada da bunlara riâyet etmelidir. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Medine’nin iki taşlık arasında ot ve ağaç kesmeği ve avını öldürmeyi yasak ediyorum» buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik ve Şâfiî (rahimehümallah) bu hadîs-i şerîfe istinaden Medîne’nin de Mekke gibi bir haremi olduğunu, orada av öldürmenin ve ağaç kesmenin yasak olduğunu ictihad ettiler. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’ye (radıyallahü anh) göre, Medîne-i münevvere’nin diğer şehirler gibi haremi yoktur. Hadîs-i şerîfdeki yasaklama, İslâm askerinin o bölgedeki ağaçlardan gölgelenmeleri, hayvanlarının da oradaki otlaklarda yayılmaları ve cihad haberini duymaları içindi denilmiştir. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Medîne çevresinin de korunması için 12 millik bir hudûd yaptığını bildirmiştir. Böyle korumak için yapılan hudûdun içindeki yasaklama, ilelebed devam etmez. Bâzan yasaklanır, bâzan izin verilir (Şerh-i Mesâbîh). Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Medine’yi uzaktan görünce hayvanını hızlandırırdı.
Hacıları terhîb ile, yanî merhaba, hoş geldiniz diyerek sevinçle karşılamak ve teberrüken müsafehâ etmek de sünnettendir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir hacı veya gâzi ile kucaklaşan bin peygamber ile kucaklaşmış gibidir» buyurmuştur. Hacı, evine girmeden önce, kendisinin mağfireti için düâ etmesini istemelidir. Çünki hadîs-i şerîfde bildirildiği gibi, hacı olan kimsenin günahları afv olmuştur.
Beyt-i Makdis’i ziyâret etmek de sünnettendir. Mukaddes, temiz mekândır. Yanî orada ibâdet eden âbidler günahlardan temizlenir. Kuds, temiz olmak demektir. Makdis, günâh pisliklerinden temizlenilen yer demektir. İbâdet ile putlardan temizlendiği için de bu ad verilmiş olabilir. Beytü’l-mukaddes veya Beytü’l-mukaddis şeklinde izâfet olarak da söylenebilir. Beyte sıfat olarak EI-Beytü’l-mukaddes şeklinde de söylenmiştir. Meşhûr olan izâfet şeklidir. Hadîs-i şerîfde: «Beyt-i makdis mahşer yeridir. Oraya geliniz. Namaz kılınız. Orada kılınan bir namaz, başka yerdeki bin namaz gibidir» buyurulmuştur. Mahşer yeri, insanların öldükten sonra bir araya toplanacakları yer demektir.