HASTA YOKLAMANIN SÜNNETLERİ, HASTA HAKLARI VE CENAZE NAMAZI, KEFENLEME VE DEFNİN EDEBLERİ
İslâmın ve dînin sünnetlerinden, gereklerinden biri de, müslüman hastaları yoklamak, hallerini sormak, onları ziyâret etmektir.
Hazâne kitâbında diyor ki: «Hasta yahudîyi yoklamakta sakınca yoktur. Mecusînin yoklanmasında ihtilâf vardır. Fâsık, yanî âşikâre günah işleyenin yoklanmasında ayrı diyenler olmuştur. Sahîh olan, ziyâretinde bir mahzûr yoktur.»
Çünki hastayı yoklayan, oturuncıya kadar rahmete dalar. Oturunca ise, rahmete gömülür. Şu fârisî dörtlük ne güzel söylenmiştir:
İyâdetln yazısı ibâdete benziyor,
Ve lâkin ibâdetten bir harf fazla oluyor;
Sağlam ve fazılların hastaları sorması,
Fadla noksanlık vermez, kâmilin yoklaması.
Hasta yoklamakta sünnet olan, gün aşırı veya 2 günde 1 gitmektir. Hadîs-i şerîfde: «Hastayı gün aşırı, yâhud 2 günde 1 yoklayınız. Çok hasta ise başka» buyurulmuştur. Ebû Hüreyre’ye buyurdukları hadîs-i şerîfde: «Gün aşırı ziyâret et, muhabbeti artırır» buyurdu. Hasta, korkulacak derecede ağır ise, hergün ziyâret eder. Fâik ve Muhtârü’s-sıhah’da da böyle yazıyor. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) buyurur: Hastayı bir kere yoklamak sünnet, fazlası nâfiledir. Bunu İhyâ kitâbı yazmaktadır.
Hasta ziyâret edenin, hastanın başucunda değil, ayak ucunda oturması müstehabdır. Sağına soluna bakmaz. Hastaya bakar. Ona da dik dik, uzun uzun bakmaz. Yüzüne ve gözüne keskin bakışlarla hiç bakmamalıdır. Hastanın yanından çıkınca yüzünü yıkamalıdır. Allahü teâlâ’nın izni ile zararlardan, âfetlerden korur. Bâzı âlimlerden böyle duydum.
Yeni elbiselerle hastanın yanına girmez. Kirli elbiselerle de girmez. Yüzü asık oturmaz. Güler yüzlü, mütebessim olarak durur. Onun sevdiği, beğendiği şeylerden konuşur. İnşâallah daha çok yaşayacaksın, çabuk iyileşeceksin, eski sıhhatine kavuşacaksın gibi, iyi temenni sözleri söyler. Çünki bu cins söz ve temenniler hastanın gönlünü ferahlandırır, onu rahatlandırır.
Hastanın yanında az oturur. Çünki hasta yoklamanın İyisi, hafif olanıdır. Bu söz âlimlerden Tâvus’un sözüdür. Hasta yoklamanın en iyisi, yanında az oturmaktır denilmiştir.
Ebû Abbâs bin Mesrük anlatır: Sırr-ı Sekatî’yi (kuddise sirruh) vefatı hastalığında yoklamağa gittik. Yanında oturmamız uzun sürdü. Halbuki onun karnında sancı vardı. Sonra ona, yanınızdan ayrılıyoruz bize düâ edin dedik. Ellerini kaldırdı ve: «Yâ Rabbi, bunlara hasta ziyâretinin nasıl olacağını öğret» dedi. Bunu Hâlisa kitâbı yazıyor.
Şöyle anlatılır: Birisi bir hastayı ziyârete gitmiş ve yanında çok kalmış. Hasta, ziyâretçilerin çokluğundan, çok rahatsız olduk der. Ziyâret eden kişi, kalkıp kapıyı kapatayım deyince, hasta, «evet, yalnız dışardan kapat» der.
Bâzı hastalar, böyle kinâyeli sözlerle yetinmeyip, açıkça ziyâretin uzun sürmemesini bildirmişlerdir. Sükayl, bir hastanın ziyâretine gidip, uzun zaman oturdu. Sonra şikâyetiniz nedir? dedi. Hasta, yanımda fazla oturman, dedi. Şöyle rivâyet edilir: Bir cemâat bir hastayı ziyârete. gidip, çok otururlar. Sonra bize vasiyyet et derler. «Size vasiyyetim, hasta ziyâretine gittiğinizde yanında çok oturmayınız!» dedi. Bunu Râgıb-i İsfehânî, Muhâdarât’da bildiriyor.
Hadîs-i şerîfde: «Hasta ziyâretinin tamamı, sizden birinizin elini hastanın alnına veya eli üzerine koyup, nasıl olduğunu sormasıdır. Aranızdaki hürmetin tamamı ise, müsâfeha etmektir» buyuruldu.
Sünnetlerden biri de, hastadan duâ istemektir. Çünki hastanın duâsı, meleklerin duâsı gibidir. Hastanın yanında hayırlı konuşmalı, duâ etmelidir. Çünki melekler, bu duâlara âmin derler.
Ümm-i Seleme (radıyallahü anhâ) anlatır: Resûlullah buyurdu ki: «Hasta veya ölünün yanında bulunduğunuz zaman, hastaya şifâ, ölüye rahmetle duâ edin. Çünki melekler, sizin duânıza âmin derler.» Yanî meleklerin yanında ettiğiniz ve onların âmin dedikleri düâlarınız kabul edilir. Mesâbih şerhinde de böyle diyor.
Hastanın yanından kalkarken, ona şifâ bulması için duâ etmek sünnettir. Bir hadîs-i şerîfde: «Bir müslüman, hasta bir müslümânı ziyâret eder ve 7 kerre (Es’elüllahe-l-azîm Rabbel Arş-il-azîm en yeşfiyeke) derse, o kimseye Cenâb-ı Hak muhakkak şifâ verir. Ancak eceli hâzır olan hâriç» buyuruldu.
Hastayı yoklamağa giden, hasta üzerine 7 def’a, (Eûzü billâhi bi-izzetillâhi ve kudretihi min şerri mâ ecidü ve şerri mâ ühâziru) duâsını okur.
Müekked sünnetlerden biri de, 3 hastalık hâriç hasta olan müslüman kardeşini ziyâret etmektir. Bu 3 hastalık, Peygamber efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Üç hasta ziyâret edilmez. Gözü ağrıyan, dişi ağrıyan ve büyük çıban çıkaran» hadîs-i şerîfi ile bildirdikleridir.
Sünnet-i müekkede demekle, musannifin sözü ile, Mesâbîh’de Zeyd bin Erkam’ın (radıyallahü anh): «Gözüm ağrıyordu, bunun için Resûlullah beni yoklamağa geldi» sözünün arasını bulmağa, Zeyd’in bildirdiğinin müekked sünnet olmadığını açıklamağa işâret etmiş olduk. Hulâsa bu 3 hasta ziyâret edilmez; çünki haklarında yasak vardır. [Buradaki edilmez sözü, yukarıda geçen hasta ziyâreti önemli sünnetlerdendir mecburiyetini kaldırmak içindir. Yoksa bu hastaları ziyâret eden günâh işler demek değildir. Yanî bunlar ziyâret edilmeyebilir demektir].
Sünnetlerden biri de, feryâd ve şikâyet etmeden, hastanın hafif hafif inlemesidir. Zîra bu hareketi, az da olsa ağrısını dindirir.
Tıbbü’n-nebevî kitâbında diyor ki, hastanın, «çok ağrıyor», «sancım büyüktür» demesi câizdir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ah, başım!» demiştir. Lâkin feryâd etmemeli, kızmamalıdır. Söyliyeceği sözlerin başında, elhamdü lillâh derse, söyledikleri şikâyet olmaz.
Hasta, başını bağlar ve yatağında yatar. Bu hâli ile sabırlı olmak için Allahü teâlâ’dan yardım ister, korkusuz gibi durmaktan, sağlam görünmekten sakınır. Çünki Allahü teâlâ’nın belâsına, gönderdiği musibete kimse dayanamaz. Karşı gelen mağlûb olur. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) hastalığında inlerdi. Neden inlediği sorulunca: «Mü’mine, hatâlarına keffâret olsun için, ağrısı şiddetlendirilir» buyururdu.
Sünnetlerden biri de, ölümü çok hâtırlamaktır. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Lezzetleri yıkanı çok hatırlayınız!» buyuruldu. Burada lezzetleri yıkan, ölüm demektir. Bunu Mesâbîh’de bildiriyor.
Ölümü hatırlamak şöyle olur: Akran, ve emsâlinden, kendinden önce gidenleri aklına getirir. Onların ölümlerini, toprak altındaki durumlarını göz önüne getirir. Hayatta iken sâhib olduğu mevki ve makamların başkalarına kaldığını, şimdi toprak denen nesnenin onların güzel bedenlerini, sûretlerini erittiğini, çürüttüğünü, hanımlarının dul, çocuklarının yetim kaldığını, mallarının kendilerine kalmadığını düşünür. Mescidlerden kesildiklerini, izlerinin kalmadığını, evlerinin harab olduğunu hatırlar. Herbirini ayrı ayrı böyle göz önüne getirir, hâllerini kalbinde ayrı tutar, ölümünü düşünür, şeklini hatırlar, neş’e ve sevinçli zamanlarını, yaşamak için olan emellerini* ileriye dönük hesâb, plân ve hazırlıklarını ve bu arada ölümü aklına getirmediğini, kuvvet ve gençliğine güvendiğini, gülmek, oynamak, eğlenmekteki hevesini ve önünde duran ölümü nasıl unuttuğunu, göz önüne getirir ve arkasından, şimdi ne halde bulunduğunu, vücud binasının nasıl yıkıldığını, mafsallarının ayrıldığını, etlerinin çürüyüp, susmayan dilini kurdların, inci gibi dişlerini toprağın nasıl yiyip, erittiğini aklına getirir.
Sonra kendine bakar. Kendisi de onlardan biridir. Gafleti, âhireti unutması da onlarınki gibidir. Sonraki hâli de onlarınki gibi olacaktır. İşte böyle düşünerek insafa gelir ve kendinden önce gidenlerden ibret ve öğüt alır.
Ebû Derdâ (radıyallahü anh) ne güzel söylemiştir: «Ne mutlu, bir başkasından ibret alana!» Bu hususta bize, Huteb şârihinin, Vehb bin Münebbih’den bildirdiği yeter:
Danyal aleyhisselâm, bir sahradan geçiyordu. «Ey Danyal, dur, şaşacak birşey göreceksin» diye bir ses duydu. Durdu, fakat birşey görmedi. İkinci defa ayni sesi duydu. Sonrasını Danyâl aleyhisselâm şöyle anlatır: «Durdum. Bir de ne göreyim, bir ev. Beni kendine çağırıyordu. Hemen içine girdim. Hayretle, inci ve yâkutla süslenmiş bir divan gördüm. Divandan, «ey Danyâl, yukarı çık, hayretler içinde kalacaksın!» diye bir ses duydum. Divânın üzerine çıktım. Gerçekten şaşacak gibi oldum. Çünki orada içi misk ve anber dolu bir yatak vardı. Üzerinde ise, uyuyan bir kimseye benziyen bir ölü gördüm. Hiç görmediğim kadar güzel elbisesi vardı. Sol elinde bir altın yüzük, başında altın taç ve kuşağında yeşil sebzeden daha yeşil bir kılıç vardı. Divandan, ânî bir ses geldi: «Bu kılıcı al ve üzerindeki yazıyı oku!» diyordu. Şöyle yazıyordu: «Bu, Samsâm bin İvec bin Unk bin Ad bin Erm’in kılıcıdır. Ben 1700 yıl yaşadım. 12.000 câriye eskittim. 1.000 şehir kurdum. Bin ordu yendim. Her orduda, emrinde 12.000 savaşçı bulunan 40 komutan vardı. Akıllılardan uzak durdum, kafası çalışmaz, aklı az olanlara yakın ve ahbab oldum. Zulüm, işkence, şiddet ve çılgınlığımın haddi, insafı yoktu. Hazînelerimin anahtarlarını 400 katır taşırdı. Dünyayı haraca bağlanmıştım. Yeryüzünde bana kafa tutacak bir kişi yoktu. Ma’budluk dâvasına kalktım. Bana bir açlık hastalığı vâki’ oldu. Bir ölçek inciye, bir avuç mısır istedim. Onu da bulamadım. Ve sonunda açlıktan öldüm. Ey dünyaya bağlanan, gönül verenler! Ölümünüzü bir an unutmayın! Benden ibret alın! Bu dünyâ, sizi de, benim gibi aldatmasın! Çünki benim yakınlarımdan hiç kimse, yükümü, günâhımı taşımadı.»
Hadîs-i şerîfde: «Günde bir defa ölümü hâtırlıyan, görmediği halde Allahü teâlâ’dan korkanlardan olur. Hâtırlamıyanın onlardan olamıyacağından korkarım» buyuruldu. Yâsîn sûresi 11. âyetinde: «Görmediği Allah’dan korkanı mağfiretle ve Cennetle müjdele» buyuruluyor. Ölümü çok hâtırlamak lezzetleri yıkar, günahları temizler, dünyâdan ve ehlinden uzaklaştırır. Çok belâları az, az ni’meti çok gösterir. Dünyâ düşüncelerini giderir, dünya darlığını genişletir. Günde 20 defa ölümü hâtırlayanın, Allahü teâlâ, kalbini diriltir ve ölümü ona kolay eyler.
Yâ Rabbi, ölüm hastalığını bize kolaylaştır. Birahmetike yâ erhamerrâhimîn. Amin yâ Rabbel âlemin!
Ravdatü’n-nâsıhîn kitâbında diyor ki: Âişe (radıyallahü anhâ), yâ Resûlâllah, şehidlerle beraber haşr olan kimse var mıdır? deyince, «Evet, bir gün ve gecede ölümü 20 defa hâtırlayan» buyurdu.
Şakîk-i Belhî, üstâdı Ebû Hâşim’e geldi. Elbisesinin bir yanında birkaç badem vardı. Üstâdı, bu nedir? diye sordu. «Birkaç bademdir, bunları bana kardeşim verdi ve bunlarla iftâr edersen çok memnûn olurum dedi» diye cevab verdi. Üstâdı: Ey Şakîk, sen kendine akşama kadar yaşayacağını mı söylersin; senin ölümü hâtırlaman bu mudur? Böyle isen, seninle konuşmam deyip, kapıyı yüzüne kapadı.
Sünnetlerden biri de, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizden biriniz, başına gelen bir musîbet, bir zarar için ölümü temenni etmesin» hadîs-i şerifine uymaktır.
Tuhfe’de diyor ki: Geçim darlığı sebebiyle, yâhud kızdığı için veya benzeri sebeblerden dolayı, ölümü istemek mekrûhdur. Hâlinin değişmesi ve günâh işlemek korkusundan ötürü ölümü istemenin mahzûru yoktur. Çünki insanın yaşaması, Allahü teâlâ’nın hükmü iledir. Bunun zevâlini İstemek ise, hükmüne râzı olmamağı gösterir.
Yukarıdaki hadîs-i şerîfin devamı şöyledir: «İlle de ölümü temenni etmek gerekirse, yâ Rabbi, yaşamam hayırlı ise beni yaşat, ölümüm hayırlı İse beni öldür; yâ Rabbi, ölümü ve ölümden sonrasını bana mübârek eyle! desin.» ,
Hazret-I Âişe’nin (radıyallahü anhâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Günde 21 defa, ey Allahım, ölümümü ve ölümden sonraki hâlimi bana mübârek et diyen, hesabsız Cennete girer» buyuruldu. Bunu Nehcü’t-tuka’da yazıyor. Bir başka hadîs-i şerîfde: «Sizden biriniz, sâlih ameline güvenmedikçe, ölümü temenni etmesin ve ölmek için duâ etmesin» buyuruldu.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizden biriniz ölümü temenni etmesin! Çünki o, yâ iyi bir kimsedir, yaşadıkça iyilik ve sevâbını artırır, ya da kötü bir kişidir, yaşadıkça tevbe ile Allahü teâlâ’nın rızâsını ister» buyurdu. Bir başka hadîs-i şerîfde de: «Sizden biriniz ölümle karşılaşmağı temenni etmesin. Çünki gözleri ile göreceği şey, pek şiddetlidir» buyuruldu.
Bunun için, İbni Sîrîn’in yanında, ölümden bahsedilse bütün âzaları ölü gibi olurdu. Ömer bin Abdülâziz, her gece âlimleri toplar, ölümden, kıyâmet hallerinden, âhiretten konuşurlar, sonra aralarından bir cenâze çıkıncıya kadar ağlarlardı. İsâ aleyhisselâmın yanında ölümden bahsedilse, derisinden sanki kan damlardı. Yanında ölüm ve kıyâmetten konuşulsa, Dâvud aleyhisselâm, mafsalları birbirinden ayrılmaya kadar ağlardı. Allahü teâlâ’nın rahmetini hatırlayınca kendine gelirdi. Matraf buyurdu ki: Muhakkak ki bu ölüm, mes’ud kimselerin seâdet ve ni’metlerini silip götürüyor. O halde içinde ölüm bulunmıyan seâdeti elde etmeğe bakın.
İmam Evzaî (rahmetullahi aleyh) buyurur: Bize gelen habere göre, ölü, kabrinden dirilip kalkmadıkça, ölüm acısını duyar.
Allahü teâlâ. İbrâhim aleyhisselâm’a: Ey Halîlim. ölümü nasıl buldun? buyurunca, İbrâhim aleyhisselâm: «Yaş yüne saplanmış kızgın şiş gibi dedi. Allahü teâlâ, «biz onu sana kolaylaştırdık» buyurdu. Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma: «ölümü nasıl buldun?» buyurdu. Kendimi tavadaki serçe gibi, ne ölüp rahatlıyor, ne uçup kurtuluyor gibi buldum» dedi.
Rivâyet olundu ki, ölüm acısından bir damla, dağlar üzerine konsa, tamamen erirlerdi. Şerh-i Hutab’da da böyle diyor.
Ölü kabre konduktan sonra, onun için büyük haller, hâdiseler, şiddetli korkular vardır. Defni tamamlanınca, Münker ve Nekir adındaki melekler suâl için ona gelirler. Kötülerden, kızılan kimselerden ise, kabirde çeşit çeşit azâb olunur. Bütün bunlardan en büyüğü ve tehlikelisi, sûra tekrar üfürülmesi, kıyâmet günü dirilmesi, Cebbâr olan Altahü teâlâ’nın huzûruna çıkarılması, küçük büyük, az çok herşeyden suâle çekilmesi, günah ve sevablarının, mikdarının belli olması için terâzi kurulup tartılması, hakların sâhiblerine verilmesi, sonra Sırat köprüsünden geçilmesi, sonra saîd veya şakî olduklarına dâir ayırıcı hükmü bildiren nidânın beklenmesi ve bunlardan herbirine âid uzun haber ve dehşetli halleri göz önüne getirmesidir.
İmam Gazâlî (rahimehullah) bu acîb ve acıklı haberleri, kalblere yer eden öğüt ve nasîhatleri, İhyâ kitâbının Münciyyât bölümünün sonlarında geniş olarak bildirmektedir. Bu öğütlerden bildirdikleri, bize yetişir. Ne güzel de anlatmıştır: «Bu halleri ve korkuları muhakkak bilmelisin. Sonra da kesin olarak inanıp tasdîk etmelisin. Sonra da, kalbinde, bunlar için hazırlıkta bulunma isteğinin uyanması için, bunları uzun uzun düşünmelisin.
Birçok insanlar, âhirete, kalbinin derinliklerinden gelen sağlam bir îmanla inanmazlar. Âhiret gününe îman, kalblerinin özüne yerleşmez. Kollarını sıvayıp dünyâ için bıkmadan usanmadan, yorulmadan çalışmaları, yazın sıcağı, kışın soğuğu demeden uğraşmaları ve Cehennemin şiddetli sıcak ve zemherir soğuğuna aldırmamaları, korku ve zorluklarla karşılaştıkları halde, yine gayret etmeleri, böyle sağlam bir îmâna sâhib olmadıklarına açık delildir. Evet, âhiret gününden sorulunca, dilleri ile inandıklarını söylerler, ama kalbleri ile onu düşünmezler. Bir kimse, bir başkasına, önündeki yemek zehirlidir der, o da onu tasdik eder ve ardından zehirlidir diyen, elini uzatır o yemeklerden yerse, dili ile tasdîk ettiğini fi’li ile tekzîb etmiş olur. Fi’lî olan tekzîb ise, dil ile olan tekzîbden, yalanlamadan daha kuvvetlidir.»
Uzun ömürlü olmak ve Allahü teâlâ’nın inâbeti ihsanına kavuşmak, kişinin saâdetindendir. Inâbet, tâatten, tâat edilene yönelmektir. Nitekim tevbe de ma’siyyetten, günahdan, tâate gelmektir diye ta’rif edilmiştir. .
Ebû Osman Mağribî buyurur ki: İnâbe, tevbeden büyüktür. Çünki bâzı günahlardan tevbe edene tevbekâr denir, münib (ya’nî inâbe eden) denmez. İnâbe eden, bütün günahlardan yüz çevirip, bütün varlığı ile Allahü teâlâ’ya dönendir. Hâlısatü’l-hakâik’da da böyle diyor.
Hastalanınca, bütün günâh ve kusurlarından tevbe etmek sünnettir. Hastalıktan iyileştiği, bunun gibi yolculuktan dönüp, yeniden amele başladığı vakit gusl etmesi müstehabdır.
Sünnetlerden biri de, ölümü yaklaşmış olanın, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizden biriniz ölürken, Allahü teâlâ’ya hüsn-i zan üzere ölsün» hadîs-i şerîfirie uymaktır. Yanî ölüm zamanında, Allahü teâlâ’ya ümidi, Ondan korkusundan fazla olmalı, Allahü teâlâ’nın, bütün günahlarını mağfiret edeceği zan ve düşüncesi galib gelmeli, günahları çok ve büyük olsa da, bu zandan ve îmandan ayrılmamalıdır. Ama sağlamken, Allahü teâlâ’dan korkusu daha çok olup, bu korkuyu sâlih amelleri çoğaltmak için bir vesile ve merdiven yapmalıdır. Ama ölüm yaklaşıp, amelden kesilince, ümidinin ve Allahü teâlâ’ya hüsn-i zannının ağırlık kazanması lâzımdır. Şerh-i Mesâbîh’de de böyle diyor. Musannif (rahmetullahi aleyh) de buna işâret edip, müslüman kimse ölüm zamanında, Allahü teâlâ’nın rahmetine kavuşma sevinci içinde ve Ona hüsn-i zanda olmalıdır diyor.
Sâbit-i Bennânî anlatır: Sinirli bir gence, annesi sık sık öğüt verir ve «Ey oğlum, senin için öyle bir gün vardır ki, sen hep o günü hatırla» derdi. Oğlunun ölümü yaklaşınca, annesi üzerine kapanıp, «ey oğlum, seni bugün için îkaz ediyordum» dedi. Oğlu; «anneciğim, benim mağfireti, afvı, ihsâm bol Rabbim vardır. Bugün o ihsanlarından birinden beni uzak tutmayacağına ümidim tamdır» diye cevab verdi. Sâbit-i Bennânî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: Allahü teâlâ, kendisine hüsn-i zanda bulunan bu gence merhamet eyledi.
Köylünün biri hastalandı. Kendisine, «sen ölüyorsun» dediler. Beni nereye götürecekler? dedi. «Allahü teâlâya» dediler. O halde, kendisinden hep iyilik gördüğüm bir zâta gitmeği niçin istemeyeyim! dedi,
Ebû Sehl-i Sa’lûkî’yi, rü’yâda, anlatılamıyacak derecede güzel bir şekilde görüp, bu mertebeye ne ile eriştin? dediler. «Rabbime hüsn-i zan sebebiyle» buyurdu.
Mâlik bin Dinar’ı rü’yâda görüp, Aliahü teâlâ sana ne muâmele etti? dediklerinde, «Rabbimin huzûruna çok günâhla çıktım. Rabbim hepsini, kendisine olan hüsn-i zannım sebebi ile, afvetti» dedi.
Ebül Abbâs Şurayh’a vefâtı hastalığında gösterildi: Kıyâmet kopmuş, Cebbâr Sübhânehû ve teâlâ, «âlimler nerededir?» buyurdu. Âlimler geldiler. Allahü teâlâ onlara, bildiklerinizle ne amel ettiniz?», buyurdu. Âlimler, yâ Rabbi, kusûr ettik ve kötülükte bulunduk dediler. Verilen cevabı beğenmemiş ve bir başka cevab beklercesine, yeniden ayni suâli sordu. Ben cevab verdim ve dedim ki: «Benim defterimde şirk yoktur. Yâ Rabbi! Sen, şirkten başka bütün günahları mağfiret edeceğine söz verdin!» dedim. Bunun üzerine Allahü teâlâ: Gidin, hepinizi mağfiret eyledim» buyurdu. Bundan üç gece sonra Şurayh vefât etti. Şerh-i Hutab’da da böylece yazılıdır.
Müslüman, sağlamken Rabbinden korkar. Fakat bu korku ümidsizliğe sebeb olacak derecede olmamalıdır. Alî (radıyallahü anh), günahlarının çokluğu sebebiyle, ümldsizliğe düşen birine: «Allahü teâlâ’dan ümidini kesmek, işlediğin bütün günahlardan daha büyüktür» buyurdu. Bunu Ravdatü’n-nâsıhîn’de yazıyor.
Sünnetlerden biri de, ölüm zamanında güzel vasiyyette bulunmaktır. İki gece hasta yatınca, vasıyyetnâmesini yazıp, yanında bulundurur.
Sünnetlerden biri de, malının üçte birini vasiyyet etmektir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle emr etmiştir. Alacaklılarının râzı edilmesini, borçlarının ödenmesini de vasiyyet eder.
Şöyle anlatırlar: İmam Şâfiî (rahmetullahi aleyh) vefâtı hastalığında, «filâncaya gidin söyleyin, ölünce beni o yıkasın!» buyurdu. Vefât edince, o kimseye haber verdiler. Geldi. Tezkiresini bana getirin dedi. Getirdiler. Baktı. Şâflî’nin üzerinde 1.000 dirhem (gümüş) borç görünüyordu. Borcunu kendi üzerine yazıp, ödedi. «Benim onu yıkamam budur; beni o yıkasın demekle bunu murad etmişti» dedi. Bu İhyâ kitâbında yazılıdır.
Namaz ve orucunun fidyesini de vasiyyet eder. Fâite (bir sebeble kılmamış olduğu) namazları için, velîsine, her gün için, 1 fakîri doyurmasını vasiyyet etmesi câiz olup, malının üçte birinden bunu yerine getirmek lâzımdır. Her farz namazı için yarım sa’ (1750 gr.) buğday verir. Vitir namazı için de böyledir. Ramazan-ı şerîf oruçları için de her gününe bu kadar verilir. Bir günlük adak orucu için de böyledir. Velîsinin, ölen için namaz kılması, câiz olmadığı gibi, oruç tutması da câiz değildir. Nitekim Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir kimse bir başkası için oruç tutamaz, hiç kimse başkası için namaz kılamaz» buyurdu.
Bilmek lâzımdır ki, namaz fidyesi için yemek yedirmede, mu’teber olan, yiyeceğin mikdarı olup, fakirlerin sayısı değildir. Hattâ bir günde, 1 fakîre, yarım sa’ buğdaydan çok verirse, câiz olur. Halbuki bu, oruç ve zlhâr keffâretinde câiz değildir. Çünki bu ikisinde mu’teber olan, fakirlerin sayısıdır. Nikâye şerhinde de böyle yazıyor.
Musannifin (rahimehullah), malının üçde birini vasiyyet etmesi sünnettir sözü, vârislerine mal bırakan içindir. Lâkin akıllı kimsenin, kendinden sonra varislerine mal bırakmaması lâzımdır. Çünki bundan zarar çeken kendisi, hayrını gören vârisleri olur. Mesleme bin Abdülmelik, vefâtı hastalığında Ömer bin Abdülâziz’in (rahimehullah) yanına girip: «Ey mü’minlerin emîri, sen, senden önce kimsenin yapmadığını yaptın. Çocuklarını altınsız, gümüşsüz bıraktın» dedi. Halbuki 13 evlâdı vardı. Ömer bin Abdülâziz: «Beni oturtun» dedi. Yataktan doğrultup oturttular. Sonra: «Onlara mal bırakmadınız dedin. Benden hak ettiklerinden onları men etmedim. Başkalarının hakkını da onlara vermedim. Çocuklarım iki halde olurlar. Ya Allahü teâlâ’ya itâat üzere bulunurlar. O zaman onlara Allahü teâlâ kâfidir. Çünki o, sâlih kullarının velîsidir. Yâhud da, isyân üzere olurlar. Böyle olunca, ne olurlarsa olsun, beni üzmez» buyurdu.
Ebû Hâzım da ebû Ca’fer-i Merî’ye: «Çocuğunu kendine tercih etme! Eğer Allahü teâlâ’nın sevgili kulu olurlarsa, onlara zarar ve keder geleceğinden korkma. Allahü teâlâ’nın düşmanı olurlarsa, senden sonra başlarına gelene aldırma» dedi.
Bunun bir benzeri de şöyle anlatılır. Muhammed bin Kâ’b, Allah yolunda çok mal ve para verince, «ey ebû Hamza, biraz da senden sonra, çocuklarına ayırsaydın» dediklerinde: «Hayır, ben onları, Rabbimin katında kendim için ayırdım. Rabbim de çocuklarım için ayırmıştı») dedi.
Yahyâ bin Muâz (rahimehullah) ne güzel buyurmuştur: «Kul için, malı hakkında, iki musîbet vardır ki, önce ve sonra gelenler, böyle musîbet işitmemişlerdir.» Bunlar hangileridir? dediklerinde: «Malının elinden alınması ve suâlinin boynunda kalmasıdır» buyurdu. Ravdatü’n-nâsıhîn’de de böyle diyor.
Vaslyyetsiz ölene, berzahda konuşma izni verilmez denmiştir. Berzah, dünyâ ile âhiret arasına, ya’nî ölüm zamanından, dirilip kabirden çıkma zamanına kadar olan süredir. Ölen berzah âlemine girer. Sihah’da da böyle diyor. Ölüler birbirlerini ziyâret edip, konuşurlar. O ise konuşmadan durur. Onu böyle susmuş görünce, vasiyyetsiz öldü derler.
Abdullah bin Amr bin As’dan (radıyallahü anhümâ), mü’minlerin ruhları hakkında soruldu. «Mü’minlerin ruhları, beyaz kuş şeklinde. Arşın gölgesinde, kâfirlerin ruhları ise, yedi kat yerin dibinde» buyurdu.
Abdullah bin Mübârek (rahimehullah), «kabir ehli, haber sormak isterler. Onların yanına bir ölü gidince, ona, falan kimse ne yapar? derler. O size gelmedi mi? O çoktan öldü, gelip anlatmadı mı cevabını verir. Dinliyenler, innâ lillâhi… demek ki, bizim yolumuzdan başka yola saptı derler» buyurdu. Sâllh-i Merî de böyle demiştir. Şerh-i Hutab’da da böyle diyor.
Vasıyyetnâme nasıl yazılır:
«Besmele, hamd ve salâvattan sonra: Bu falancanın vasıyyetnâmesidir deyip, kendi ismini yazar. Allah’dan başka ma’bud olmadığına, Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) Onun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdetle vasiyyet ederim ki: Kıyâmet günü şübhesiz gelecektir. Allahü teâlâ bütün kabirlerde olanları elbette diriltecektir der. Kendinden sonraki haleflerine, Allahü teâlâ’ya tevbe etmelerini, dargın durmamalarını, akrabayı ziyâret etmelerini, mü’min iseler, Allahü teâlâ’ya ve Resulüne itâat etmelerini, İbrâhim ve Ya’kub aieyhimesselâmın oğullarına vasiyyet edip: «Ey oğullarım, Allahü teâlâ sizin için din seçti. Siz ancak o dinde olup müslüman olarak can verin» buyurduğu gibi vasiyyet eder. Ve yine, akraba ve din kardeşlerine ölümünü duyurup, şöyle şöyle yapmamız lâzımdır diye vasiyyet eder.»
Sünnetlerden biri de, gafletten uyanmanın evveli olan ölüm ânını fırsat bilip tevbe etmektir. Çünki Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ’ya, ilk inâbe ve rücû’unda ölene ne mutlu!» buyurmuştur. Zîra o zaman günâh işliyecek halde değildir. Bu halde tevbe edip ölürse, kalbi günâh pisliklerinden temizlenmiş, katılıktan arınmış olarak ölür.
Ölüm gelince de onu fırsat ve ganimet bilir. Çünki ölüm her müslüman için keffârettir. Buradaki müslüman sözünden murad, hak ve sıdk üzere mü’min ve müslüman olup, dilinden ve elinden kimseye zarar gelmiyen kimse demektir. Böyle olan mü’min, en güzel ahlâkı edinmiş demektir. Bu ahlâk sâhibi günah pisliklerine bulaşmaz. Küçük günâh ve hatâlar işlemiş olsa, bunları da ölüm temizler. Şerh-i Hutab’da da böyle diyor.
Ölüm, her mü’mine bir hediyedir. Ya’nî ölümün mü’min için çok azîz olması lâzımdır. Çünki onu kendisine, Allahü teâlâ ihsân etmiştir. Sevgilinin verdiği şey pek azîz, çok kıymetli olur. Çünki onu Rabbine kavuşturacak sebeb ve vâsıta ölümdür. Bunun için Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Mü’mine, en kıymetli hediye ölümdür» buyurdu. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.
Şu şekilde de açıklanabilir: Dünyâ mü’minin’ zindanıdır. Çünki dünyada bulunduğu müddetçe, sıkıntı, zorluk, nefsin arzularını terk gibi engellerle karşı karşıyadır, ölüm ise, onu bu sıkıntı ve azablardan kur tarandır. Sıkıntı ve azabdan kurtulmak ise, büyük bir ni’met ve hediyedir.
Müslüman için keffâret, mü’min için hediyyedir denmesinin sebebine gelince: Mesâbih’i şerheden büyük âlimlerden bâzısı diyor ki, îmân ve İslâm, aslında bir olmakla beraber, İslâm zâhirin, îmân bâtının inkıyâdıdır. O halde eşsiz hediyenin bâtına nisbet edilmesi daha uygundur. Çünki kıymetli hediye yakın ve tanıdık olana verilir. Keffâret ise, bir ilâcdır. Yakın olana da, olmıyana da verilir.
Biraz daha genişletilmesini istersen, şu îzahı da iyi dinle: Âlimlerimiz buyurdular ki, hayatın hakikati anlaşılmayınca, ölümün hakikati ve mâhiyyeti de bilinemez. Hayâtın hakikati ise, rûhun hakikati bilinmeyince anlaşılamaz. Ruh ise, senin nefsin (kendin) ve hakikatindir. Bu ise, senin için en gizli, bilinmeyen şeydir. Yani senin ben dediğinde, işâret ettiğin rûhun, Allahü teâlâ’ya izâfe edilen bir emir niteliğindedir. Bu, Allahü teâlâ’nın, Isrâ sûresi 85. âyetinde: «Ey Habibim, onlara de ki, rûh, Rabbimin emirlerinden bir emirdir» ve Hicr sûresi 29. âyetinde: «Onun yaratılışını tamamlayıp ve ona hilkatim rûhunu üflediğim, ulaştırdığım zaman» buyurduğu ruhdur. His ve hareketi taşıyan cism-i lâtîf olan (hayvani) ruh değildir. Bu. damarlar vasıtasıyla, yürekten bütün bedene yayılan lâtif bir buhardır. İşte göze ve kulağa ve diğer organlara his ve hareket nûru ondan akar gelir. Lâmbanın ışığının duvar üzerine akması, aksetmesi gibidir. İşte bu ruhda hayvanlar da insanlar gibi ortaktır. Yanî bu rûh, insanda olduğu gibi hayvanda da vardır, ölümle bu rûh da, ölüp gider. Çünki o bir buhardır. Mizacın İtidali ile İtidalde bulunur. Hastalık, gıdanın kesilmesi veya öldürmek gibi bir sebeble mizâcın itidali bozulursa, bu rûh da üflemekle veya yağının bitmesiyle kandilin sönmesi ve ışığın tritmesi gibi, biter, vok olur. İşte tıb ilminin meşgul olduğu, itidali için çareler aradığı rûh, budur.
Emânet ve ma’rifeti taşıyan bu rûh değildir. Bunları taşıyan rûh ise, insana mahsûs olan (ve âlem-i ervâhdan gelen) rûhdur. Bu rûh ölmez, yok olmaz, ölümden sonra da kalır. Ama ya Cennette ni’metler içinde, ya da Cehennemde azablar içinde olur. Çünki bu rûh, ma’rifet ve İman mahallidir. Bu ikisine mahal olanı ise toprak yemez. Onun bedenle, duygular aracılığı ile ma’rifetin başlangıçlarını elde etmekten başka alâkası yoktur. İş böyle olunca, beden onun âleti ve binek vâsıtası ve arzû ettiği avı yakalayan ağı olur. Aletin, bineğin ve ağın bulunması, yok olması ile, avcının da yok olması lâzım gelmez. Evet, av işi bittikten sonra, kullandığı ağ, yanî tuzak kaybolursa, kaybolması bir ganimettir. Zira onu taşımaktan ve onun ağırlığından kurtulur. Bunun için Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ölüm, mü’minin en değerli hediyesidir» buyurdu. Ama av işi bitmeden tuzak kaybolursa, o zaman büyük üzüntü ve pişmanlığa yol açar. Bunun için kusurlu olanlar. Mü’minûn sûresi 99 ve 100. âyetlerinde bildirildiği gibi: «Nihâyet o müşriklerin her birine ölüm geldiği vakit şöyle diyecekler: Rabbim, beni dünyaya geri çevir. Tâ kî, ben terk ettiğim îmânı yerine getirip sâiih bir amelde bulunayım» derler.
İnsanlardan bâzıları vardır ki, Allahü teâlâ’ya kavuşmak şevklerinin çokluğundan ölümü isterler. Nitekim Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ’ya kavuşmağı sevene, Altahü teâlâ da kavuşmağı sever. Allahü teâlâ’ya kavuşmağı sevmiyene, Allahü teâlâ da kavuşmağı sevmez» buyurdu. Ya’nî kendisine kavuşmak istiyene, ihsan ve iyiliklerini artırır, akıtır. İstemiyeni ise, rahmetinden uzak eder ve ona azâbını gösterir. İmam Nevevî (rahimehullah) Müslim şerhinde diyor ki: Bu hadis-i şerifdeki, Allahü teâlâ’ya kavuşmağı sevmeleri, Allahü teâlâ’nın onlara kavuşmağı istemesine sebebdir, sevmemeleri de. Onun sevmemesine sebebdir demek değildir. Aksine bundan maksad, Allahü teâlâ’nın onlara kavuşmağı sevmesi, onların Allahü teâlâ’ya kavuşmak istemesine sebeb olur mânasındadır.
Bu sevginin açıklaması şöyle olur: Muhabbet, Allahü teâlâ’nın sıfatıdır. Kulun Rabbine muhabbeti de buna tâbidir. Onun bir aksi, görüntüsüdür. Suyun parlaklığının duvara aksetmesi gibidir. Bu sözümüzü Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu kendine âşık eder» hadîs-i şerifi te’yîd etmektedir. Kur’ân-ı kerîmdeki: «Alahü teâlâ onları sever, onlar da Allahü teâlâ’yı severler» âyeti de buna işârettir.
O halde, Allahü teâlâ’ya kavuşmağı seven… hadîs-i şerifinin mânası, bu sevginin, Allahü teâlâ’nın, kendisine kavuşma hususunda, ona izin verdiğini bildirmektedir. Allahü teâlâ, bize, kendi muhabbetini tattırsın. Sonsuz inâyeti ile bizi uyandırsın! Şerh-i Meşârık’da da böyle diyor.
Demek ki, birincisi muhiblerin sıfatı, diğeri günahları sebebiyle Allahü teâlâ’nın azâbından korkan mü’minler ile kâfirlerin sıfatıdır. Mesâbîh’de bildirilenlerin özü ise, İkincisinin sadece kâfirlerin sıfatı olduğu şeklindedir.
Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ), yâ Resûlâllah, biz ölümü sevmiyoruz deyince, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizin dediğiniz gibi değidir. ölüm hâline gelince, Allahü teâlâ’nın rıdvanı ve keremi ile müjdelenir. O zaman, onun için, önünde bulunandan daha sevgili birşey olmaz. Böylece Allahü teâlâ’ya kavuşmağı sever. Allahü teâlâ da ona kavuşmağı sever. Kâfir ise, ölüm zamanında, Allahü teâlâ’nın azâbı ve cezâsı ile (istihfafen) müjdelenir. İşte o zaman, onun için önünde bulunandan daha çok istenmiyen bir şey olmaz. Böylece Allahü teâlâ’ya kavuşmak istemez, Allahü teâlâ da ona kavuşmak istemez» buyurması, İkincilerinin, sâdece kâfirler olduğunu bildiren delildir deniyor.
Ölüm hâlinde olan için, sünnetlerden biri de, Allahü teâlâ’yı çok zikretmesidir. Belki Allahü teâlâ’dan başkası ile meşgul olmamalıdır. Peygamber efendimiz’e (sallâllahü aleyhi ve sellem), en üstün amel hangisidir? sorulduğunda, «Dilin Allahü teâlâ’yı zikrederken ölmen» buyurdu. Muâz bin Cebel’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadis-i şerîfde: «Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan Cennete girer» buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf Mesâbîh’de bildirilmektedir.
Kişi kendini ölüme hazırlar ve Rabbine yönelir. Kalbi ile, dünyadan ve içindekilerden ayrılır. Arzû ve isteklerini çıkarır atar. Sebeblere, insanlara güvenmez. Hareket ve kuvvetinden uzaklaşır. Rabbinin fadlına, ihsânına ve lutfuna, ismetine, yanî kendisini kötü ve çirkin sondan koruyacağına güvenir.
Sayalıhî (rahimehullah) anlatır: Ubâde bin Sâmet’in yanına vardım. Ölüm hâlinde idi. Onu öyle görünce ağladım. «Ne oldu, niçin ağlıyorsun? Allahü teâlâ’ya yemîn ederim ki, Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) sizin hayrınıza duyduğum her hadîsi size bildirdim. Bir tek hadîs kaldı. Onu da, şimdi size bildireceğim. Şimdi öleceğim» dedi ve şu hadîs-i şerîfi bildirdi: «Allahü teâlâ’dan başka ma’bûd olmadığına ve Muhammed’in (sallâllahü aleyhi ve sellem) Onun Resûlü olduğuna şehâdet edene, Allahü teâlâ Cehennem ateşini harâm eder.» (İhyâ)’da da böyle diyor.
Sıdk-ı kalb ve ihlâs ile, Allahü teâlâ’ya, dünyaya geldiği zaman, kendisine verdiği ni’metlerini, dünyadan göçerken ve sonra da devam ettirmesi için duâ eder. Bunlar, yanî dünyaya geldiği zaman kendisine verilen ni’metler, îmân ve tevhid nurudur. Yaptığı iyilikleri ve kötülükleri kalbinden geçirmez. Cünki bu düşünce, onu Rabbine hüsn-i zandan alıkoyabilir, fadl ü ihsanını cân ü gönülden istemesini engelleyebilir. Zîra Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) en içli yakarışları bu zamanda idi.
Şeyh Muhammed bin Alî Tirmizî anlatır: Resûlullah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) birkaç kere rü’yâda gördüm. Her defasında, kendilerine, îmanla ölmeği sordum. Son defasında buyurdu ki: Afrikalı bir müezzinin ezandan sonra okuduğu şu duâyı dilinden düşürme. «Şehâdet edenlerle beraber ben de şâhidlik ederim. Münkirlerin inkârını red ederim. Bunu din (kıyâmet) günü hazırlarım. Resûlüne gönderdiğin gibi, Kur’ân-ı kerîme indirdiğin gibi inanırım. Kazâ takdîr ettiğin gibidir. Söz buyurduğun gibidir. Kıyamet muhakkak gelecektir. Allahü teâlâ ölüleri elbette diriitecektir. Bu îtikad üzere yaşarım ve ölürüm. Bu îmanla dirileceğim, senin fadlın ve ihsanınla! Ey kerîm olanların en kerîmi, ey rahim olanların en rahîmi!»
Yine ondan bildirilir, Rabbimi bin defa rü’yamda gördüm. Yâ Rabbi, îmânımın gitmesinden çok korkuyorum dedim. Her gün sabah namazının sünneti ile farzı arasında şu duâyı okumamı emretti: «Allahümme, yâ Rabbi, yâ Hayyü yâ Kayyûm, yâ Bedî’assemâvâti vel-ardı, yâ zelcelâli vel ikrâmi yâ men lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî es’elüke en tuhyiye kalbî bi-nûri ma’rifetike.» (Mişkâtü’l-envâr)’da da böyle diyor. Namazın edebleri kısmında da buna benzer şeyleri bildirmiştik. Unutulmasın!
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), ölümü yaklaşmış bir gencin yanına girdi ve: «Kendini nasıl buluyorsun?» buyurdu. Allahü teâlâ’dan ümid ediyorum ve Ondan korkuyorum dedi. Resûlullah: «Bu vakitte (yanî ölüm hâlinde) Allahü teâlâ, bu iki hasleti kimin kalbinde bir arada bulundurursa, ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emîn eder» buyurdu.
Ölüm hâlinde olanın yanında Yâsîn sûresini okumak da sünnettir. Ubeyy bin Kâ’b’ın (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Her şeyin kalbi vardır. Kur’ân-ı kerîmin kalbi de Yâsîn’dir. Allah rızâsı için onu okuyanı, Allahü teâlâ mağfiret eder ve ona Kur’ân-ı kerîmi 12 kere okumuşçasına ecir verir. Can alıcı meleğin kendisine geldiği kimsenin yanında okunursa, her harfine karşılık 10 melek gelir, önünde saf hâlinde dururlar. Namazını kılarlar, onun için istiğfar ederler, defninde hâzır olurlar. Sekerâtü’l-mevt hâlindeki bir hasta müslimanın yanında, Yâsîn-i şerîf sûresi okunursa, Cennet meleklerinin büyüğü Rıdvân, ona Cennet şerbeti getirip, yatakta iken ona içirmedikçe, can alıcı melek onun canını almaz. Suya kanmış bir halde, rûhunu teslim eder. Hesâb zamanında da, suya kanmış olur. Cennete girinciye kadar, Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) havuzlarından bir havuza muhtâc olmaz. Cünki suya kanmış halde bulunur» buyuruldu. Ebülleys tefsirinde ve Ravdatü’l-mütte- kîn’de de böyle yazıyor.
Can verme zamanında, yanında sâlihler ve iyi insanlar bulunur. Zâhidî der ki, ölüm hâlinde olana 10 şey yapılır: Önce yanından hayızlı olan, lohusa hâlinde bulunan ve cünüb olanlar çıkarılır. Sonra sırt üstü yüzü kıbleye gelecek şekilde yâhud sağ tarafına döndürülür. Yanında Yâsîn-i şerîf sûresi okunur. Yanında güzel koku bulundurulur. Lâ ilâhe illâllah kelimesi telkîn edilir. Rûhunu teslim edince, âzaları düzeltilir, elleri ayakları uzatılır, gözleri kapatılır». Şişmemesi için karnının, üzerine kılıç (yâhud bıçak) konur. Kaldırılmaya kadar yanında Kur’ân-ı kerîm okunur. Yanında iyi kimseler bulunur.
Tebyîn’de diyor ki, yıkanmaya kadar, yanında Kur’an okumak mekrûhdur. [Bunun için okuyanın mevtaya temas etmeden, biraz ayrı olarak okuması gerekir],
Ölümün şiddetli olmasından korkmamalıdır. Zîra Âişe (radıyallahü anhâ) buyurur: «Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefâtını gördükten sonra, ölümün şiddetinden korkmuyor, onu beğenmemezlik etmiyorum.» Hazret-i Âişe’nin (radıyallahü anhâ) bu sözü, Mesâbîh’de şöyle bildiriliyor: «Resûlullah’ın vefâtının şiddetini görünce, rahat can verenlere gıbta etmez oldum.» Çünki Allahü teâlâ, kuluna verdiği hastalık, rahatsızlık, az rızık, dünya korkusu ve şiddetli ölüm sebebiyle, onun hatâ ve kusurlarını çıkarır, yok eder.
Ömer bin Abdülâziz (radıyallahü anh) buyurur: «Ölümün hafif geçmesini istemem. Çünki o, mü’minin en son sevab alacağı şeydir.»
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi aleyh) buyurur: Hasan-ı Basrî (rahimehullah) vefâtı zamanında güldü, hattâ kahkaha ile. Vefâtından sonra, onu rü’yamda gördüm ve bu gülmesinin sebebini sordum. «Can alıcı meleğe birisi sesleniyordu, ben de duyuyordum. Onun canını şiddetli al! Çünki onun bir hatâsı kalmıştır. Bununla onu silmek istiyoruz diyordu. Çetin oldu.» Bunun için böyle gülmüştü. Hâlisa kitâbında da böyle diyor.
Cenâzenin yanı temiz tutulur, güzel kokular serpilir. Çünkü orada melekler bulunur. Sünnetlerden biri de, iyi amel üzere ölen kimseye hayır umar. Kötü amel üzere ölen için korkar, fakat ümidsizliğe kapılmaz.
Ölüde gördüğü iyilik ve rahmet alâmetlerine sevinir. Şöyle ki: Alnının terlemesi, gözün yaşarması, burun deliklerinin yayılması, iyilik ve rahmet alâmetleridir. Bunlara sevinir. Ama, azâb alâmeti olan, renginin hemen soluk bir hal alması, boğulur gibi hırıltı çıkarması ve ağzının yanlarının köpürmesi gibi hallere üzülür. Çünki Allahü teâlâ’nın azâbını görmüş olur.
Tevbe etmemiş kimse için ânî ölüm iyi sayılmaz. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ânî ölüm, mü’minler için rahmet, münafıklar için hasret ve üzüntüdür» buyurdu. Çünki ânî ölen münâfık, günahları ve bozuk itikadını terk edip, tevbe etmemiş, âhiret için bir hazırlıkta bulunmamış, günahlarına keffâret sayılabilecek bir hastalık da çekmemiştir. Allahü teâlâ En’âm sûresi 44. âyetinde: «Kendilerine verilen bu genişlik ve serbestlikle tam ferahlandıkları sırada, onları ansızın yakaladık. Artık o anda, bütün ümidlerinden mahrûm kaldılar» buyuruyor.
Hadîs-i şerîfin devamı şöyledir: «Ânî ölüm, kâfirlere azabdır.»
Mesâbîh şerhinde diyor ki: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ansızın ölüm, Allahü teâlâ’nın gadabının yakalamasıdır» hadîs-i şerîfi, mutlak olmayıp, kâfirlere mahsus ânî ölüm demektir.
Bir mü’min için tâ’un hastalığı çirkin görünmez. Ya’nî sâlih olsun olmasın, aynıdır. Musannif bu sözle, bâzı kimselerin, tâun, sâlihler için şehidlik olup, sâlih olmayanlar için değildir, sözünün doğru olmadığını bildirmektedir. Çünki hadîs-i şerîfde: «Tâun, ümmetini için şehidlik ve rahmettir. Kâfirlere ise, Allahü teâlâ’nın bir azâbıdır. Tâ’un olan yerden kaçılmaz. Tâ’un olan yere de girilmez. Tâ’un olan yerde, sevabını Allahü teâlâ’dan bekliyerek sabr edip duran, bir şehid sevâbı alır» buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, Mesâbîh ve diğer kitablarda vardır. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ümmetim için tâ’unu severim. Çünki onda 2 haslet vardır: Biri, şehîd olmağa sebebdir. Diğeri, dünyada zühd, âhiret için rağbet vesilesidir. Zîra kulların kalbleri, uzun dünya emelleri ve sağlam bir beden ile katılaşır» buyuruldu. Hâlısa’da da böyle diyor.
Sünnetlerden biri de, ölmekte olana, şehâdet kelimesi olan, Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühü, kelimesi telkîn edilir. Fakat ısrar etmez ve zorlamaz. Böyle söyle! demez. Onun yanında, onun işitebileceği bir sesle, kelime-i şehâdeti yumuşak, tatlı bir sesle söyler. Zîra hasta onun söylediğini işitir. Söylediği dil ile işitilmese de, hasta olduğundan dilini hareket ettiremese de. kalbi ile söyler veya bâzı îmalarla bunu beyân eder. Allahü teâlâ’nın katında bu kadarı yetişir. Çünki O, gizli sözleri ve kalbden geçenleri bilir.
Ebû Saîd’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ölmekte olanlarınıza Lâ ilâhe illâllah kelimesini telkîn ediniz» buyuruldu.
Şerhü’l-Meşârık’ta yazıyor: Âlimler, hastanın dar halde bulunması, sıkıntısının şiddetli oluşu sebebiyle, o anda teklifden hoşlanmaz korkusuyla, bu telkini çokça yapmağı doğru bulmamışlardır.. Bunun için, hadîs-i şerîfdeki emir, mendûb olduğunu bildirir diyor. Hadîs-i şerîfde, tehlîl kelimesi, ya’nî Lâ ilâhe iliâllah bildirilmekle yetinilmiştir. Çünki îmanlı olabilmek için, bunun devamı olan Muhammedün Resûlullah’ı da söylemenin lâzım olduğunu herkes bilir. Baş tarafını söylemekle, sonunu da kasd etmiş demektir. Nitekim daha önce, Resûlullah’ın: «Son sözü Lâ ilâhe illâllah olan Cennete girer» hadîs-i şerîfini bildirmiştik. Daha sonra söylemese de, bunu bir kere söylemek yetişir.
Abdullah ibni Mübârek (rahmetullahi aleyh) vefât ederken, yanında çokça keiime-i şehâdet getirdiler. Buyurdu ki: «Ben bu kelimeyi bir kere söyledikten sonra, başka söz söylemedikçe, o sözüm üzerindeyim.» Zâhidî şerhinde de böyle diyor.
Sünnetlerden biri de, din kardeşinin veya başkasının ölüm haberini işitince, İnha lillâhi ve innâ ileyhi râciûn demesidir. Zîra Eshâb-ı kirâm (aleyhımurrıdvân), böyle yaparlardı. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir musibetten sonra istirca kelimesini söyleyene, musibete uğradığı gün gibi sevab verir» buyurdu. Bunu Şerhü’l-hutab’da yazmaktadır. Bu önemli fâidelerdendir. Bunu unutmamak gerekir. Allahü teâlâ, İnnâ lillâh… demeği âdet edenleri medh ediyor. Bakara sûresi 156. âyetinden önce, bu âyet-i kerîmede ve 157. âyetinde . «Ey habibim, sabredenlere lütuf ve ihsanlarımı müjdele! Onlar o kimselerdir ki, kendilerine bir belâ geldiği zaman, teslimiyyet göstererek innâ lillâh… yanî biz Allah’ın kuluyuz ve öldükten sonra da yine O’na döneceğiz derler. O teslimiyyet gösterip Rablerine sığınanlar üzerine, Rablerinden mağfiret, rahmet ve Cennet vardır; ve işte onlar, hidâyete ermiş olanlardır» buyuruluyor.
Bunun gibi, mü’mine isâbet eden her belâ ve musîbet için bu istirca kelimesini söylemek sünnettir. Çünki Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizden birinizin papucunun bağı kopunca, innâ lillâhi… desin. Zîra bu da musibetler cümlesindendir» buyurdu. Peygamberimizin kandili sönünce, innâ lillâhi… dedi. Yâ Resûlâllah, bu da musibet midir? dediklerinde, «Evet, müslimana eziyet veren herşey musibettir» buyurdu.
Çocuğu ölen kimsenin abdest alıp 2 rek’at namaz kılması, sonra Allahü teâlâ’ya hamd edip: «Yâ Rabbi, bize emr ettiğini yaptık, yanî: «Ey mü’minler sabır ve namazla yardım isteyin» emrine uyarak sabrettim, namaz kıldım; şimdi sen de bize va’d ettiğini yerine getir» diye duâ etmesi sünnettir. Yanî mağfiret ve rahmetini istiyorum demektir.
Abdullah bin Abbâs (radıyallahü anhümâ), kerîmesi vefât ettiği zaman böyle yapmıştı. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hanımımın bir düşük çocuk yapmasını, ardımda bulunan Allah için savaşan yüz yiğitten çok severim» buyurdu.
Ebû Derdâ (radıyallahü anh) bildirir: Süleyman aleyhisselâmın oğlu ölünce, çok üzüldü. Bu sırada birbirinden müşteki iki melek, iki insan şeklinde huzûruna geldiler. Biri, «ekin ekmiştim. Mahsûlü almadan, bu adam içinden geçip ekinimi çiğnedi» dedi. Süleyman aleyhisselâm, diğerine, «sen ne diyorsun?» buyurdu. Geniş bir yolda yürüyordum. Bu tarlaya gelince, sağa baktım yol yok, sola baktım yol yok, mecbûren tarlasından geçtim. Çünki yol, onun tarlasında bitiyordu. Süleyman aleyhisselâm: «Peki, sen niye yol üzerine ekin ektin. İnsanlar için muhakkak yola ihtiyâç olduğunu bilmiyor musun?» buyurdu. Bunun üzerine melek: «Sen oğlunun ölmesine niçin üzülüyorsun? Bilmiyor musun ki, ölüm âhiretin yoludur ve bütün insanlar bundan geçmek zorundadır» dedi. Süleyman aleyhisselâm, işin nereden geldiğini anladı ve Rabbine tevbe etti ve bundan sonra oğlu için bir daha sızlanmadı.
Derler ki, Hâlid’in oğlu vefât edince, o kadar ağladı, sızladı, üzüldü ki, yemekten ve içmekten bile kesildi. Hatibler ve şâirler, onu teselli etmeğe uğraştılarsa da olmadı. Kapısına bir adam gelip, perdedarına, emîrin yanına girmek için izin istedi. Onu ben teselli ederim dedi. Perdedâr izin verdi. Yanına girip şu beyti okudu:
Üzülme pek yakında onu kabirde bulursun,
Ya bugün ya da yarın ona komşu olursun.
Hâlid bunu duyunca sızlanmağı bıraktı ve tesellî buldu. Şerh-i Hutab’da da böyle diyor.
Birisi Hârun Reşîd’e tâziye ve tesellide bulunup: «Ey mü’minlerin emîri, Allahü teâlâ ecri, sevabı sana verdi, senin sayende değil. Teselliyi sana verdi. Senin yüzünden bir başkasına değil. Senin ölüne, Allahü teâlâ, senden daha hayırlıdır, ölün sebebiyle alacağın sevab sana, ölünün yaşamasından senin için hayırlıdır» dedi.
Sünnetlerden biri de, bir kimsenin vefâtını duyunca: «İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn, Allahümme-rfa’ derecetehü fil mehdiyyin vektübhü fil ’illiyyîn vahlüfhü fi akabihî fil gâbirîn»… Yanî «İnnâ lillâh» dan sonra, «Yâ Rabbi, onun derecesini, hidâyete ermişler içinde yükselt, onu illiyyînde olanlar arasında yaz. Geride kalanlarının ona riâyet etmelerini ve işlerini sağla. Yâ Rabbi, bizi onun ecrinden mahrûm etme! Ondan sonra bizi doğru yoldan saptırma» demektir. İlliyyîn, 7. kat göğün üstüdür. Ferâ’ dedi ki, bu çoğul olarak kullanılan bir yerin ismidir. Tekili yoktur. 20, 30 gibi çoğul bir isimdir. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) buyurdu ki: «Yeşil zebercedden bir levha olup, Arşın altında asılıdır. İçinde iyilerin amelleri yazılıdır.»
Kâ’b ve Katâde (radıyallahü anhümâ): «Arşın sağında bulunan kaimedir» dediler. Atâ ibni Abbâs’dan (radıyallahü anhümâ) bildirir: İlliyyîn Cennettir. Dahhâk (radıyallahü anh), Sidretü’l-müntehâdır dedi. Mâna ehlinden biri, yükseklik üstüne yükseklik, şeref üstüne şeref, derece üstüne derecedir. Bunun için ye ve nun ile çoğul yapılmıştır dedi.
İmam Ebû Leys’in tefsirinde de böyle diyor. Muhyissünne’nin Meâlimü’t-tenzîlinde de böyle yazıyor.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), ebû Seleme’ye (radıyallahü anh) yukarıda yazılı olan duâyı söylemiş, sonra da: «Ey âlemlerin Rabbi, bizi ve onu mağfiret eyle ve kabrini ona geniş ve nûrlu eyle!» buyurdu.
Sünnetlerden biri de, ölüsünün ayrılık acısına dayanamıyanın, mahlükatın Efendisinin âhirete intikalini düşünüp (sallâllahü aleyhi ve sellem), teselli bulmak, sabretmektir. Çünki ümmetinden hiç kimsenin başına. Ondan ayrılmak kadar büyük musîbet gelmemiştir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Başına bir musîbet gelen, benim vefâtımı hatırlasın. Çünki o, musibetlerin en büyüğüdür» buyurdu. Şerh-i Hutab’da bildirilmektedir. İbni Abbâs’ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ümmetimden kendinden önce 2 çocuğu öleni, Allahü teâlâ, onların sâyesinde Cennete sokar» buyuruldu.
Âişe (radıyallahü anhâ), ümmetinden kendinden önce bir çocuğu ölenin durumu nedir? deyince, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir çocuğu ölen de öyledir» buyurdu. Yâ kendinden önce hiç çocuğu ölmiyen? dedi. «Şübhesiz ben ümmetimin kendinden önce vefât etmiş olanıyım. Benim vefâtım onlar için en büyük musibettir» buyurdu.
Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), âlemlere rahmet, ümmetine emniyyettir. Onun kaybından büyük musîbet olur mu?
Rivâyet olundu ki, bir adam ölünce, gâib olan babayı, çocuğunun karşılaması gibi, ölen çocuğu karşılar. Şerhu’l-hutab’da da böyle diyor.
Sünnetlerden biri de, rûhunu teslîm ettiği zaman, hemen yüzünü örtmek, gözlerini kapamak ve çenesini bağlamaktır. Ümm-i Seleme (radıyallahü anhâ) anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ebû Seleme’nin odasına girdiğinde, gözleri açık kalmıştı. Gözlerini kapayıp sonra: «Rûh kabzedildiğinde, göz ona tâbi’ olur» buyurdu. Yanî göz, rûhunu kabzedene bakar kalır, bir daha kapanmaz ölünün, görünüşünde nâhoş bir manzara bulunmaması için gözlerini kapamak lâzımdır Bunu Meşârık’ta bildiriyor.
Ölüyü bir örtü ile örter. Techîz ve tekfinine acele eder. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Öğleden önce ölen, öğlen uykusunu kabrinde uyumalıdır. Akşam üstü ölünce, gece uykusunu kabrinde uyumalıdır» buyuruyor.
Sünnetlerden biri de, ölünün kefenini güzel yapmaktır. İyi ve çok beyaz patiskadan olmalıdır. Çok kıymetli ve iftihar vesîlesi olan kumaştan yapmamalıdır. Çünki az zaman sonra çürüyüp toprak olacaktır. Ebû bekr-i Sıddîk (radıyallahü anh), vefât edince, üzerindeki iki yıkanmış parça kumaşa sarılmasını, kefenlenmesini vasiyyet etti ve nasıl olsa bunlar eriyip toprak olacakdır buyurdu.
Ve yine buyurdu: «Yeni elbiseye, dirinin, ölüden çok ihtiyâcı vardır.»
Büyüklerden biri, namaz kıldığı elbise ile kefenlenmesini müstehab görmüştür.
Kefeni buhur ile güzel kokulandırmak da müstehabdır.
Cenâze yıkamak: Sünnetlerden biri de, hadîs-i şerîfde geldiği gibi cenâzeyi en yakınının yıkamasıdır. Tabiî ki, yıkamanın şartlarını ve edeblerini bilirse yıkar. Bilmezse, emânet ve takvâ sâhibi birine yıkatır.
Sünnetlerden biri de, kabirde şak yapmayıp, lâhd yapmaktır. Hadîs i şerîfde: «Lâhd bizim için, şak bizden başkaları içindir» buyuruldu. Lâhd, kabrin kıble duvarı dibini daha derin kazmak, şak ortasını yarıp, ölüyü oraya koymaktır. Diğer dinlerden maksad, kendilerinden öncekilerdir. Bunda şakkın yasaklığı bildirilmiyor. Belki ikisi de câizdir. Lâkin lâhd yapmak daha efdaldir. Bunun için Tebyîn kitâbında: «Toprak yumuşak, nemli ve çürük ise, şak etmede ve tabutla defn etmede bir mahzûr yoktur. Lâkin tabutun içine biraz toprak serper. Kabri derin ve geniş kazar. Kabrin derinliği, insan boyunun yarısı kadar olmalıdır» denildi. Ve yine denildi ki, kabrin derinliği göğse kadar olmalıdır. Daha derin olursa daha iyi olur. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kabir kazınca geniş ve derin kazın ve onu kötü komşulardan ayırın» buyurdu. İyi kimselerin kabirlerinin yanında kabir kazar. Çünki ölü, kötü komşu sebebiyle eziyet çeker. Nitekim yaşayan insanlar da, kötü komşudan rahatsız olurlar.
Sünnetlerden biri de, ölü sâhibine tâziyede bulunmaktır. Zîra bu. İslâm haklarındandır. Bir hadîs-i şerîfde: «Ötü sâhibine, ta’ziye ve tesellide bulunan, onun gibi ecir alır» buyuruldu. Ta’ziye, ölü sâhibinin kalbini, güzel öğütler ve cezîl sevablar bildirerek teskin etmektir.
Mesâbîh şerhinde diyor ki: Tâ’ziye, A’zamallahü ecreke ve ahsene azâke ve ğafere li meyyltike demektir. Yanî Allahü teâlâ ecrini çok eylesin. iyi sabırlar versin ve ölünü mağfiret eylesin. Ta’ziye eden ta’ziye ettiği ile müsâfeha eder. Çünki bunda, ölünün kalbini teskin etmek vardır.
Sünnetlerden biri de, cenâze sâhibinin, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm’i çok söylemesidir. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle emretmiştir.
En güzel ta’ziye şekli, Resûlullah’ın, oğlu vefât ettiği zaman Muâz bin Cebel’e üzüntülü kalbini teselli için yazdığı mektubdur. Mektûb şöyledir:
Rahmân ve Rahîm olan Allahü teâlâ’nın ismi ile başlarım.
Bu mektûb, Allahü teâlâ’nın peygamberi, Muhammed aleyhisselâm tarafından Muâz bin Cebel’e yazdırılmıştır:
Allahü teâlâ sana selâmet versin!
Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlâ’nın, sayısız ni’metlerinden, tatlı ve fâideli ihsanlarındandır. Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emânet olarak kullanmak, sonra geri almak İçin vermiştir. Bunlardan belli bir zamanda fâideleriniz. Vakti gelince hepsini geri alacaktır.
Allahü teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükr etmemizi. vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, fâideli ni’metlerinden idi. Geri almak için sana emânet bırakmış idi. Seni, oğlu ile fâidelendirdi. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neş’elendirdi. Şimdi, geri alırken de, sana çok sevab, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsân edecektir. Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi, belâyı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
Allahü teâlâ, hepinize selâmet versin! Âmin!
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefât edince bir ses duyuldu: «Allahü teâlâ her musibete gösterilen sabrın ecrini verir, her helâk olanın yerini, birini var ederek doldurur, her kaçırana, kaçırdığını öder. Yalnız Allahü teâlâ’ya güvenin, yalnız Ondan bekleyin. Hakikatte musibet ve felâkete uğrayan, çocuğu, anası, babası, yakını, atı ölen değil, sevabdan mahrum kalandır» diyordu.
Sünnetlerden biri de, yakalarını yırtmak, yüzünü tokatlamak, tırmalamak, döğünmek gibi Câhiliyye âdetlerinden sakınmaktır. Mâtem için saçını kesmek de böyledir. Çünki eski arablarda, yakın akrabadan biri ölürse, yakınları başlarını traş ederlerdi. Nitekim acemler de, başın bir kısmını traş ederlerdi. Ebû Musâ’nın (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir akrabası ölünce, sacını başını yolandan, yüksek sesle ağlıyandan, yüzünü gözünü tırmalayıp döğünenden ve elbisesini yırtandan beriyim, uzağım» buyuruldu. Çünki bunların hepsi Câhiliyye zamanı uydurmalarındandır. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.
Bir hadis-i şerîfde: «Bir musibet ânında, dizlerine vurmak sevabı giderir» buyuruldu. Haberde geldi ki: Ağlayıcı kadın tutmak ve yüksek sesle ağlayıp, o anda aklına gelenleri söylemek, Câhiliyye âdetlerindendir. Böylece ağlayıcı kadın tutulan yerde bulunmayın! Onun ağlamasını dinlemeyin. Çünki o ve onu dinliyen Allahü teâlâ’nın lâ’netindedir. Vefât eden kimsenin iyiliklerini sayıp dökmeyiniz. Böyle yüksek sesle ağlar, ölünün iyiliklerini söylerseniz, bir melek o ölüyü mezarda dürter ve «sen böyle mi idin?» der.
Ölene acıyarak, üzülerek ve şefkat ederek, onun suâl ve azablarını düşünerek sessiz ağlamak caizdir. Çünki Peygamber efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem), oğlu İbrâhim (radıyallahü anh) vefât edince, ağladılar. O zaman Abdürrahman bin Avf (radıyallahü anh), ey Allah’ın Resûlü, oğlunun vefâtına ağlıyorsun? dedi. Cevâbında: «Bizden gördüğün bu hal rahmettir» buyurdu. Rûhunu teslîm etmiş olan için, içten gelen bir acıma, bir inceliktir. Bu feryâd etmek, sızlanmak, sabr edememekten değildir.
Mesâbîh’de diyor ki: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), «bu rahmettir»’e ilâveten şöyle buyurdu: «Göz sulanır, gönül mahzun olur. Ama biz, Rabbimizln râzı olmadığı bir şey söylemeyiz. Ey İbrâhim, biz senin ayrılığın ile çok mahzûnuz, üzgünüz.»
Sünnetlerden biri de, ölen müslimânın, mü’min ve iyi insan olduğuna şâhidlik etmektir. Çünki Allahü teâlâ, onların şehâdetini kabûl buyurup, insanların bilmediği kusûr ve günahlarım mağfiret buyurur. Zîra melekler, Allahü teâlâ’nın gökteki şâhidleri, mü’minler de yerdeki şâhidleridir. Bunda, şâhidliklerini kabûlde Allahü teâlâ katında, yerleri olduğuna işâret vardır. Yanlarında bir cenâze medh edilince, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Cebrâil aleyhisselâm geldi ve ey Muhammed, arkadaşınız, onların dediği gibi değildir. O alenen şöyle, gizli olarak da şöyle yapardı. Lâkin Allahü teâlâ, onlann sözlerini doğruladı ve onların bilmediği taraflarını mağfiret eyledi dedi» buyurdu.
Enes (radıyallahü anh) anlatır: Bir cenâzenin yanma uğrayıp, hakkında iyi sözler söylediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sâbit oldu» buyurdu. Sonra bir başka ölüye uğradılar, onun hakkında kötü sözler söylediler. Yine: «Sâbit oldu» buyurdu. Ömer (radıyallahü anh) ne sâbit oldu? diye sordu. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bu bir tanesini medh ettiniz, hakkında iyi şeyler söylediniz ve Cennet onun için sâbit oldu; bu diğeri için ise iyi konuşmadınız, ona da Cehennem sâbit oldu. Siz Allahü teâlâ’nın yer yüzünde şâhidlerisiniz» buyurdu. Bir rivâyette: «Mü’minler, Allahü teâlânın, yeryüzünde şâhidleridir» diye geldi. Mesâbîh ve Şerhi’nde de bildirilmektedir.
Sünnetlerden biri de, cenâzeyi yıkamayı bir ni’met, bir fırsat bilmektir. Çünki, ruhdan arınmış cesedi görmede, ibret ve öğüt alabilecekler için, çok öğüt ve ibretler vardır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve Sellem): «Ey Ebâ Zer, kabirleri ziyâret et. Bununla âhireti hâtırlarsın. Ölüleri yıka, çünki onları yıkamakta öğütler, İbretler vardır. Üzerlerine namaz kıl! Umulur ki, bununla mahzûn olursun. Çünki mahzûn olan, Allahü teâlâ’nın gölgesindedir» buyurdu. Bunu Hutab şerhi bildiriyor.
Bir hadîs-i şerîfde: «Cenâzeyi yıkayan, kefenleyen, tahnit eden, namazını kılan ve defn eden, onda gördüğü ayıbları Ifşâ etmiyen, günâhlarından, anasından doğduğu gibi sıyrılır çıkar» buyuruldu.
Sünnetlerden biri de, şehidin, kan ve yaraları üzerindeki elbiseleri çıkarılmadan, şehîd olduğu zaman giydiği elbise ile defn edilmesidir. Ancak üzerindeki kalın ve kaba olanları alınır. Zîra yaratılmışların efendisi (sallâllahü aleyhi ve sellem), Uhud şehidleri ve diğer şehidler için böyle emretmiştir.
Sünnetlerden biri de, cenazenin namazını kılmağa gitmektir. Zîra bu da; müslimanların birbirleri üzerindeki haklarındandır. Bu hareket âhiret için bir hâtırlatma vesilesidir. Cenâzenin önünden değil, ardından gider. Bir hadîs-i şerîfde: «Cenâzenin ardından gidenin, önünden gidene üstünlüğü, farz namazının, nâfile namaza üstünlüğü gibidir» buyuruldu.
Sünnetlerden biri de, tabutun 4 yanından, yanî tabutta yatan ölünün önce sağ ön, sağ arka, sonra sol ön sol arka tarafından tutmaktır. Sonra isterse bırakır, başkaları da aynı şekilde taşırlar. Hadîs-i şerîfde: «Tabutun 4 kolundan, gösteriş için değil, Allahü teâlâ’ya ve Resulüne îman ederek ve sevabını Allahü teâlâ’dan bekliyerek taşıyandan, Allahü teâlâ, 40 büyük günâhını düşürür» buyuruldu.
Kâfî kitâbında diyor ki: Her 4 yanından 10’ar adım taşımak lâzımdır. Bir hadîs-i şerîfde: «Cenâzeyi 40 adım taşıyanın bu hareketi, 40 büyük günâhına keffâret olur» buyuruldu.
Sünnetlerden biri de, içinde kâfir olsa da, cenâze için kalkmaktır. Cünki Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Ölüm, büyük bir hâdisedir. Bir cenâze gördüğünüz zaman, kalkın! Ve, bu, Allahü teâlânın ve Resûlünün bize va’d ettiğidir. Allahü teâlâ ve Peygamberi doğru söylemişlerdir. Yâ Rabbi îmânımızı kuvvetlendir, teslimiyyetimizi artır der» buyurdu.
Cenâzeyi görünce kalkmayı emrediyor. Bu da, kendinden korktuğunu göstermek içindir. Cünki ölüm büyük iştir. Kalkmayanın, kalbinin katı gafletinin ise çok olduğu, derin uykuda bulunduğu anlaşılır. Kalkmaktan murad, hakîkatte kalkmak olmayıp, kalbinin veya dış görünüşünün değişmesidir. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor.
Bu hususta hazret-i Alî (radıyallahü anh) şöyle anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), bir cenâze görünce kalkar, sonra otururdu. Buradan anlaşılıyor ki, kalkmak mendub, oturmak cevâzı gösteriyor. Zeynü’l-Arab der ki: Cenâze için ayağa kalkmak cumhûrun kavline göre mekrûhdur. Tetümme lil-ahâdîs-is-sahîha sâhibi büyük âlimlerin çoğunun sözbirliğinden ayrılmıştır. Büyük âlimlerin büyük çoğunluğu, cenâzeye kalkmayı bildiren hadîslerin mensuh olduğunu haber veriyorlar.
Cenâze için ayağa kalkmak Şâfiî mezhebindedir. Ama bizim mezhebimizde, cenâze için ayağa kalkılmaz. Bunu Tahâvî’nin Şerhü’l-âsârında bildiriyor.
Cenâzenin ardından giderken, sessiz olarak çok tesbîh ve tehlîl okur. Dünyâ kelâmı konuşmaz. Gülmez. Sağına soluna bakmaz. Çünki bunlar kalbi karartır. «Allahü ekber, Allahü ekber, eşhedü ennellahe yuhyî ve yümît ve hüve hayyün lâ yemût. Sübhâne men te’azzeze bil-kudreti vel- beka ve kahr-il-ibâdi bil-mevti vel-fenâ» der. Cenâzenin ardından giderken yüksek sesle konuşmaz. Çünki o ân, haşr gününe benzemektedir.
Nitekim Allahü teâlâ, Tâhâ sûresi 108. âyetinde: «O kıyâmet gününde, Sûr’a üfleyen İsrafil’in çağnsına, sağa sola sapmadan uyup koşacaklar. Öyle kİ, Rahmân’ın azametinden sesler kısılmıştır. Artık bir hışırtıdan başka hiçbir şey işitemezsin» buyuruldu. Seslerin kısılması demek, sâhiblerinin sükûneti, tezellülü ve durgunluğudur.
Vikâye şerhinde diyor ki: Cenâzenin ardından giderken yüksek sesle zikretmek, Kur’ân-ı kerîm okumak mekruhdur. Çünki bunları yapmak, bunları yapan hıristiyan ve yahudîlere benzemek olur.
Cenâzeyi dâimâ gözünün önünde bulundurur. Çünki cenâze ibret, öğüt ve hatırlama sebebidir. Bunun için İmam-ı A’zam ebû Hanîfe (rahmetullahi aleyh): «Cenâzenin ardından gitmek daha sevimlidir» buyurdu. İmam Şâfiî (rahmetullahi aleyh) ise, önünden gitmek daha iyidir. Çünki onlar şefâatçıdır. Şefâatçı olanın önde yürümesi âdettendir diyor.
Büyükler cenâzede bulunur ve günlerce mahzûn dururlardı. Bu üzüntüleri yüzlerinden belli olurdu.
Sünnetlerden biri de, cenâzeyi götürmede acele etmektir. Hadîs-i şerîfde: «Cenâzeyi çabuk götürünüz. Sâlih ise, bir an evvel yerine götürmekle iyilik yapmış olursunuz. Değilse, boyunlarınız onu taşımaktan bir an önce kurtulur» buyuruldu.
Ebû Saîd’ln (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Cenâze konup, insanlar boyunları üzerine alıp, taşıyınca, ölen sâlihlerden İse, beni bir an önce götürün der. Değilse, ahi Eyvahl Beni nereye götürüyorsunuz der. insandan başka her şey onun sesini duyar. Eğer İnsan, bu sesi duysaydı, düşer bayılırdı» buyuruldu.
Keşif sâhibleri der ki, elbette doğrudur. Çünki cimâdat, cansız şeyler de konuşur. Tesbîh ederler. Fakat gözlerinde ve kalblerinde perde bulunanlar bunu anlıyamazlar. Şerh-i Meşârık’da da böyle diyor.
Ölünün başında Fâtiha sûresi, ayak ucunda Bakare sûresinin ilk sahîfesini … hümül-müflihûn’a kadar okumak müstehabdır. Yüzünü kâfirin cenâzesine çevirmek mekruhdur. Bir hadîs-i şerîfde: «Kâfirin önünde elinde, ateşten kıvılcım bulunan bir şeytan vardır» buyuruldu.
Sünnetlerden biri de, cenâze namazında, ölünün kurtulması İçin duâ etmektir. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-l şerîfde: «Cenâzenin namazını kılınca, ona İhlâs İçinde, İnanarak duâ edin» buyuruldu. Şerh-I Mesâbîh’de de böyle yazılıdır.
Ona şefâat ve yardımda bulunur, ölen âkıl-bâliğ bir kimse İse, onun İçin şöyle duâ eder: «Yâ Rabbi, onu mağfiret eyle: ona merhamet eyle, ona âfiyet ver ve günahlarını afv et.» Bâliğ değilse, kendisi İçin duâ edip: «Yâ Rabbl, bunu bizim için, önce gitmiş İyilik eylel Yâ Rabbi, bunu bize ilerisi için zahîre eyle. Yâ Rabbi, bunu bize şefâat eden ve şefâati kabûl edilen eyle!» der.
Ölen kimse sâlihlerden ise, ömrünün sonunda onunla teberrük etmiş olur. Bunda, yanî bu tahlîs, şefâat ve teberrükte, irtihâl etmiş olanı sonsuzluk âlemine tevdi’ etmeğe niyyet eder. Hadîs-i şerîfde: «Kulun ilk mükâfatı, cenâzesinde bulunanın mağfiret olunmasıdır» buyuruldu.
Cenâze namazını kılanların 40 kişi olması müstehabdır. Bir hadîs-i şerîfde: «Bir müslüman ölür ve cenâze namazında, Allahü teâlâ’ya hiç bir şeyi şirk koşmıyan 40 kişi bulunursa, Allahü teâlâ, onları, ölü hakkında şefâatçi yapar» buyuruldu.
Kunye’de diyor ki: Cenâze namazında bulunanlar 7 kişi ise, biri imam olarak öne geçer, onun arkasında 3 kişi bir saf, onların arkasında 2 kişi bir saf yapar. Bir kişi de üçüncü safda bulunur. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Cenâzesinde üç saf hâlinde namaz kılınan mağfiret olunur» buyurdu.
Sünnetlerden biri de, mevtâ defn edilmeden dönmemektir. Bir hadîs-i şerîfde: «Cenâze namazını kılana bir kîrât, defn edilinceye kadar cenâzede bulunana iki kîrât sevab vardır. İki kîrâtın en küçüğü Uhud dağı kadardır» buyuruldu.
Cenâze namazını kılıp, defnden önce dönmek istiyorsa, cenâze sâhibinden izin alır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle emretmiştir.
Sünnetlerden biri de, defnden önce cenâzenin kabir üzerine konduğu zaman, yehudî ve hıristiyanlara uymamak için, oturmaktır. Çünki onlar ayakta dururlar.
Sünnetlerden biri de, kıbleye karşı çevirmek ve kabre koyanın, «Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâhi» demesidir. Mesâbîh şerhinde de böyle diyor. Sonra şöyle der: Yâ Rabbi, bu senin kulundur. Kulunun oğludur. Kadın kulunun oğludur. Sana geldi. Misâfire en iyi muâmele eden sensin. Dünyâyı ardında bıraktı. Yâ Rabbi, getirdiklerini, ardında bıraktıklarından hayırlı eyle! Ve onu, Peygamberin Muhammed aleyhisselâma kavuştur.»
Sonra yine şöyle söyler: «Yâ Rabbi, bunu sana ısmarlıyorum, ey âlemlerin Rabbi! Onu azabdan koru ve ateşten uzak eyle! Şeytan ve yaratmış olduklarının şerrinden onu koru! Yâ Rabbi, rûhuna gök kapılarını aç! Suâle çekilme zamanında dilini sâbit eyle, onu şaşırtma! İki yanından toprağı uzak eyle!»
Üzerine toprak atmak için küreği aldığında, birincisinde Bismillâhi, İkincisinde el-mülkü lillâhi, üçüncüsünde el-kudretü lillâhi, dördüncüsünde el-izzetü lillâhi, beşincisinde el-afvü vel-gufrânü liilâhi, altıncısında er-rahmetü lillâhi der. Yedincisinde Rahmân sûresinin 26 ve 27. âyetlerini, sonra Tâhâ sûresinin 55. âyetlerini okur. Ehl-i kitâb olanların kabirlerinin yanından geçerken: «Kâfirler, öldükten sonra, asla diriltilmiyeceklerini sanıp öyle iddia ettiler. Ey Resûlüm, onlara de ki: Hayır, zannettiğiniz gibi değil! Rabbim hakkı için muhakkak dilileceksiniz. Sonra da hesâba çekilerek, muhakkak, yaptıklarınız size haber verilecektir. Bu ise, Allahü teâlâ’ya kolaydır» meâlindeki Tegâbün sûresi 7. âyet-i kerîmesini okumak müstehabdır. Sonra da şöyle söyler: «Şehâdet eder|m ki, Allahü teâlâ diriltir ve öldürür. Ölümden sonraki kötü hallerden Allahü teâlâ’ya sığınırım.»
Vehb bin Münebbih buyurur: Bu âyet-i kerîme ve duâları, müslümanların kabirlerinde okuyana, Allahü teâlâ, yeryüzündeki ölüler sayısınca sevab yazar.
Kitâbın başında bildirdiğimiz gibi, Zühretü’r-riyâd’da diyor ki, Vehb bin Münebbih buyurdu: «Bir kabrin yanında, Bismillâhi ve billâhi ve alâ milleti Resulillâhi» denirse, Allahü teâlâ o kabirde yatandan 40 yıl azâbı kaldırır.
Kabirde şu düâyı okumak müstehabdır: elhamdü lillâhillezî lâ yebka küllü şey’in illâ vecheh. Ve lâ yedûmü İllâ mülkeh. Ve eşhedü en lâ ilâhe illâllahü vahdehû lâ şerîkeleh. İlâhen vâhiden ehaden sameden ferden vitren. Lem yettehiz sâhibeten ve lâ veledâ. Lem yelid ve lem yûled ve lem yekûn lehû küfüven ehad. Cezallahü Muhammeden en-nebiyye annâ mâ hüve ehlel.»
Defn esnasında şu 7 sûreyi ve bu duâyı okumak müstehabdır. Bu sûreleri hasta üzerine okumak da müstehabdır. Bu 7 sûre, Fâtiha, Muavvizeteyn (Kul eûzüler), İhlâs, İzâ câe, Kul yâ eyyühel kâfirûn ve innâ enzelnâhü sûreleridir. Duâ ise şudur: «Allahümme İnnî es’elüke bismikel azîm. Ve es’elüke bismikellezî hüve kıvâmüddîn. Ve es’elüke bismikellezî yurzeku bihil ibâd. Ve es’elüke bismikellezî kamet bihis semâvâtü vel ard. Ve es’elüke bismikellezî tuhyî bihil hayyü ve tümîtü bihil-mevtâ. Ve es’elüke bismikellezî izâ süilet bihi a’teyte ve izâ dui’yet bihi ecebte. Rabbe Cebrâlle ve Mîkâile ve İsrâfile ve Azrâile. Yâ Bedî’as-semâvâti vel-ard. Yâ Zelcelâli vel-ikrâm. Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Vağfir lenâ ve lehü, verhamnâ ve iyyâhü birahmetîke yâ erhamerrâhimîn.» .
Sünnetlerden biri de, cenâze sâhibinin, 1. gece geçmeden, elinden geldiğince bir şey tasadduk etmesidir. Verecek bir şeyi yoksa, 2 rek’at namaz kılar. Her rek’atta 1 Fâtiha, 1 Âyete’l-kürsî ve 10 kere Tekâsür sûresini okur. Namazı bitirince; «Yâ Rabbi, ben bu namazı kıldım. Ne için kıldığımı sen bilirsin. Yâ Rabbi, bunun sevabını filâncanın ruhuna gönderiyorum» derse, Allahü teâlâ ona, çok sevablar verir. Ona nûr, hasene, derece ve şefâat ihsân eder.
Öldüğü günden 7. güne kadar, sevabı meyyite olmak üzere imkânı nisbetinde birşeyler vermek de müstehabdır. Ölü çıkan eve, yemek hazırlayıp götürmek de müstehabdır. Cünki Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem), hazret-i Hamza (radıyallahü anh) Uhud’da şehîd olunca, Ehl-i beytine; «Hamza’nın evindekilere yemek hazırlayın. Çünki onlar meşguldürler» buyurdu. Bunu yasaklamamış mıydınız, yâ Resûlâllah? dediklerinde: «Ben riyâ ve sum’ayı yasak etmiştim» buyurdu. Riyâ ve sum’a, insanlar görsünler, işitsinler için olan amele derler.
Abdullah bin Ca’fer anlatır: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), babam Ca’fer bin ebû Tâlib’in vefâtını işitince: «Cafer’in âilesine yemek hazırlayın. Çünki başlarına, kendilerini yemek pişirmekten men eden bir hâdise geldi» buyurdu. Mesâbîh’de de böyle diyor.
Kabirlerin başına, üzeri yazılı levhalar, kitabeler bulundurmak mekruhdur. Çünki bunun ölüye bir fâidesi yoktur. Ama buna râzı olmuş ise, bu yüzden azâb olunabilir. Nitekim fazilet ve menkıbeleri söylenmekle, hayâtında memnûn olan, bu yüzden eziyet görür.
Kabrin çamurla sıvanması ve kireçle tezyini mekruhdur. Kabrin üzerinde, içinde namaz kılınan mescid binâ etmek de mekruhdur. Kabrin baş ve ayak ucuna, kabri belli etmek İçin, taş veya tahta koymakta bir mahzûr yoktur. Bununla kabir olduğu belli olur ve kimse üzerine basmaz ve orada düâ okur.
İslâm dininin sünnetlerinden biri de, müslümanların kabirlerini ziyâret etmektir. Kabir zlyâretinden maksad, ziyâret eden için ibret almak, ziyâret olunan için, onun duâlarından fâidelenmektir. İbret almak şöyle olur: Ziyâret eden, kalbinden, ziyâret ettiği kimsenin ölümünü, bedeninin çürümesini, dağılmasını ve ilerideki hallerini düşünür. Nitekim Ömer bin Abdülâziz’in (rahimehullah) yanına fukahâdan biri geldi. İbâdet ve gayretinin çokluğundan halifenin yüzünün renginin değiştiğini görünce, hayret etti. Halîfe: Ey fülân, beni kabre konduktan 3 gün sonra görsen, gözlerimi yuvalarından çıkmış, yanaklarımın üzerine akmış, dudaklarım şişmiş, ağzımdan irinler akmış, karnım ve göğsüm şişmiş, ağzım açılmış, burun deliklerimden irin ve kurdlar çıkmış görürdün. O zaman, şimdi gördüğünden çok daha şaşacak şeyler görürdün.
Hâtem-i Esam (rahimehullah) buyurur: «Kabristandan geçip, kendisi için düşünmeyen ve oradakilere duâ etmiyen, kendine ve ölülere hiyânet etmiş olur.»
Osmân (radıyallahü anh) bir kabrin başında durur, sakalı ıslanıncaya kadar ağlardı. Kendisine, Cennet ve Cehennemden bahsettiğiniz zaman ağlamıyorsunuz da, kabrin yanında neden ağlıyorsunuz? denildiğinde, «Resûlullah’dan duydum. Buyurdu ki: «Kabir, âhiret konaklarının ilkidir Onda kurtulan için, sonrası daha kolaydır. Kurtulamıyan için ise, sonrası daha şiddetli ve çetindir» dedi.
Süfyân buyurdu: Kabri çok hatırlayan, onu Cennet bahçelerinden bir bahçe bulur. Kabri hâtırına getirmeyen ise, onu Cehennem çukurlarından bir çukur bulur. Şerh-i Hutab’da da böyle diyor.
Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): (İslâmın ilk zamanlarında) «Size kabir ziyaretini yasak etmiştim. Şimdi biliniz ki, bu yasaklık kalktı. Kabirleri ziyâret edin ve oralarda kötü sözler konuşmayın» buyurdu. Bu, erkekler içindir, Kadınların kabir ziyâreti için, Resûlullah’ın kabir ziyâret eden kadınlara lâ’net ettiği rivâyet edilmiştir. Bâzı âlimler, bunun, kabir ziyâretine izin verilmeden önce olduğunu söylemişlerdir. Bâzı âlimler de, mutlaka mekruhdur. Çünki kadınların sabrı az, ağlayıp sızlanmaları ise çoktur dediler. Cenâzenin ardından gitmeleri ise, kesinlikle yasaktır. Zeynü’l-arab’da da böyle diyor.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) mü’min olan akrabasının ve başkalarının kabirlerini ziyâret ederdi.
Sünnetlerden biri de, ziyâret edenin abdest alıp, 2 rek’at namaz kılması, 1 ve 2. rek’atta 1 Fâtiha, 1 Âyete’l-kürsî, 3 İhlâs okuyup, sevâbını meyyite hediyye etmesidir. Sonra vekar üzere kabrin yanına gider. Kabre varınca: «Ve aleykümüsseiâm ehleddiyâr min-el- müslimîne vel-mü’minîne, rahimellahü’l-müstakdimîne minküm vel müstehırîne minnâ entüm lenâ selef ve nahnü leküm tebe’ ve innâ inşâelllahü biküm lâhıkûn. Nes’elullahe lenâ ve leküm el-âfiyyete» der. Sonra kabrin yanında oturur. (Kabrin kıble tarafının ayak ucunda) yüzü kabre karşı oturur. }
İhyâ’da diyor ki: Kabir ziyaretinde, arkası kıbleye, yüzü kabre karşı durmak müstehabdır. Selâm verir. Kabre el sürmez. Kabri öpmez ve dokunmaz. Çünki bu hristiyanların âdetlerindendir.
Sonra Yâsîn sûresini okur. Bilmiyorsa Kur’an’dan bildiğini okur.
Biliniz ki, Ebû Hanîfe (rahimehullah), kabrin yanında Kur’ân-ı kerîm okumağı kerih görmüştür. İmam Muhammed ise, mekruh değildir buyurmuştur.
Muhtâr’da diyor ki, biz bunu alırız. Musannifin sözü de böyledir. Sonra tesbîh okur ve ölüye duâ eder. Sonra döner gider. Hadîs-i şerîfde: «Bir kimse, dünyâda tanıdığı bir kimsenin kabrine uğrayınca, kabirdeki onu tanır ve selâmına cevab verir» buyuruldu. Bunun için Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ) hangi kabre uğrasa, durur selâm verirdi. Nâfi’ (rahimehullah) dedi ki: İbni Ömer’i yüz, yâhud daha çok kerre gördüm. Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) mübârek kabrine gelip: Esselâmü alennebiyyi, esselâmü alâ ebî bekrin, esselâmü alâ ebî derdi. Bununla babası Ömer bin Hattâb’ı (radıyallahü anh) kasd ederdi. Sonra ayrılırdı.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bir din kardeşinin kabrini ziyâret edip, selâm verip oturanı, kabirde olan tanır ve kalkıncaya kadar selâmına cevab verir» buyurdu. Ravdatü’n-nâsıhîn kitabında da böyle diyor.
Bir hadîs-i şerîfde de: «Kabristandan geçerken 11 İhlâs okuyup, sevâbını ölülere hediye edene, o kabristandaki ölüler sayısınca sevab verilir» buyuruldu.
İmam Ahmed bin Hanbel (rahimehullah) buyurur: «Kabristana girince, Fâtiha-i şerîfeyi, Kul eûzü’leri ve İhlâs sûresini okuyup, sevabını bu kabristanda olanlara bağışlayın. Gönderdiğiniz sevab, muhakkak onlara ulaşır.» Şerhu’l-Hutab’da da böyle diyor.
Kabirlerde Yâsîn sûresini okumak müstehabdır. Müstehab olduğu meşhûr hadîs-i şerîf ile sâbittir., Enes’in (radıyallahü anh) Resûlullah’dan bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir kimse kabristana girip Yâsîn sûresini okursa, o kabristanda olanların azâbı o gün hafifler. Kendisine de kabristanda bulunanlar sayısınca sevab verilir» buyuruldu. Yine hazret-i Enes’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Bir mü’min Ayete’l-kürsî’yi okuyup, sevâbını kabirde olanlara bağışlarsa, Allahü teâlâ bütün dünyadaki ölülerin kabirlerine, 40 nûr gönderir. Kabirlerini genişletir. Her ölünün derecesini yükseltir. Okuyana 60 peygamber sevabı verir. Allahü teâlâ, okuduğu Ayete’l-kürsî’nin her harfine karşılık bir melek yaratır. Kıyâmete kadar onun için tesbîh ederler» buyuruldu.
Yine Enes’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Ölüleri ziyârete gidip, 1 Fâtiha, 3 İhlâs, 1 Tekâsür sûresi okuyan, Kur’ân-ı kerîmi 12.000 defa okumuş gibi olur» buyuruldu. Ravdatü’l-müttakîn’de de bunu bildiriyor.
Sünnetlerden biri de, ayakkabıları ile kabri çiğnememektir. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bunu beğenmezdi. Kabristanda yalın ayak yürümelidir. Onlara duâ etmeli, onlar için istiğfarda bulunmalıdır. Resûlullah, kabristanda, ayakkabıları ile yürüyen birini görünce, ayakkabılarını çıkarmasını emir buyurmuştur. Bu beyandan anlaşılıyor ki, yalın ayak kabrin üzerine basmak câizdir. Ancak, kabirlerin üzerinden geçerken, onlara duâ eder.
Hazâne’de bildirilen şu ifâde de buna uygundur: Bâzı âlimler, Kur’ân-ı kerîm okurken, onlar için tesbîh ve duâ ederken, mağfiret ve hayır dilerken kabirlerin üzerinden geçmek mahzurlu değildir demiştir. Şemsül eimme Hulvâî, kabrin üzerine basmak mekruhdur diyor. İbni Mes’ûd (radıyallahü anh) buyurur: «Ateşin koruna basmağı kabrin üzerine basmaktan çok severim.» Alî Tercümânî der ki: «Kabrin üzerine basmak günahdır. Çünki kabrin çatısı, yanî bombeli kısmı, ölünün hakkıdır.»
Sünnetlerden biri de, ölen müslümanları hep iyilikle anmaktır. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve selem) böyle emretmiş ve: «Ölülere söğmeyin! Zîra onlar, yaptıklarının karşılıklarını görmüşlerdir» buyurmuştur. Yukarıda bildirilen: «Hakkında kötü söylediğiniz kimse için, ateş sâbit olmuştur» hadîs-i şerîfi, ölülere söğmeyin hadîsinden önce söylenmiştir. Yâhud da, kâfir ve münafıklardan, fışkı ve bid’ati zâhir olanlar hâriç, diğer mü’minler için söylenmiş olabilir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «ölülere söğmeyin, bununla dirilere eziyet verirsiniz» buyurdu. Ölüye söğmek, onu kötülükle anmak demektir.
Âişe (radıyallahü anhâ) anlatır: «Resûlullah’dan (sallâllahü aleyhi ve sellem) duydum, «ölülerinizi söğmeyin. Onlara söğmek halâl değildir. Bu size haramdır. Allahü teâlâ’dan korkun ve bundan kaçının!» buyurdu. Hâllsatü’l-hakâlk’da da böyle yazıyor.