Bu fasıl, millet-i islâmın ve dînin sünnet, şeriat ile sâbit olan inançları hakkındadır. Kelâm ilminin meseleleri, Allahü teâlâ’nın zâtı, sıfatları, peygamberlik ve ona âid bilgilerdir.
Bu bilgilere akâid bilgileri denir. Çünki îtikad yanî inançlarla ilgilidir. Kelâm ilmine, şer’î ilimlerin esası, temeli olma yönünden kavâid (yanî kâideler) de denir. Bu ikisi aslında bir olup, mefhûm, îtibar, yaklaşım bakımından farklıdırlar. Bunlar gibi din ve millet de aslında bir olup ifâde yönünden farklıdır. Din, akıl sâhiblerini, güzel irâde ve ihtiyarları ile kendisine sevkeden sırf hayır ve iyilik olan İlâhî va’zdır. Bir bakıma insanların ona itâat etmeleri sebebi ile din denilmiştir. İnsanların o yola girmeleri, o yolda çalışmaları sebebiyle o yol etrafında toplananlara millet denilmiştir. İslâm dîni, Şerh-i mekâsıd ve Mevâkıf’da yazıldığı gibi Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın getirdiği dindir.
Dînimizde inanılacak şeyler Cebrâil aleyhisselâm’ın suâli olan hadîs-i şerîfde bildirilmiştir. Hazret-i Ömer’in (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde Cebrâil (aleyhisselâm) yabancı bir insan şeklinde Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzûruna geldi. îmân, İslâm ve ihsândan sordu. Resûlullah, bu sorulara orada hâzır bulunan Eshâb-ı kirâma öğretmek için geniş şekilde cevâb verdi. Buyurdu ki: «İman, kulun Allahü teâlâ’nm bir olduğuna, eşi ve benzeri olmadığına inanması ve tasdik etmesidir.»
Meşârık şerhinde bildirildiği gibi, hadîs-i şerîfde yalnız: «Allahü teâlâ’ya inanmakdır» buyurulmasından, yine Onun kadîm, ezelî olduğu, şanına lâyık olan kemâl sıfatlarla sıfatlanmış olduğu anlaşılmalıdır. «Ve meleklerine inanmakdır». Melekler Allahü teâlâ’nın yarattığı varlıklardır, kullarıdır. Bir an ibâdetten geri kalmazlar. Meleklere inanmayan kâfir olur. Meleklerin Peygamberlerden önce söylenmesi, meleklerin üstün olmasından değil, tertîb ve sıra öyle vâki’ olduğu içindir. Çünki Allahü teâlâ melekleri peygamberlere göndermiştir.
«Ve kitabiarına inanmaktır». Allahü teâlâ’nın kelâmı olan kitabların hepsine inanmalıdır. Gökden inen kitablar 104’dür denildi. Bunlardan 10 suhuf [forma] Âdem aleyhisselâm’a, 50 suhuf Şît aleyhisselûm’a, 30 suhuf İdris aleyhisselâm’a, 10 suhuf İbrâhim aleyhisselâm’a indirilmiştir. 4 kitab da, bilinen Tevrât, Zebûr, İncil ve Fürkan’dır.
«Ve peygamberlere inanmaktır». Peygamberler insanlara, onların en üstünü olarak gönderilmiştir.
«Ve öldükten sonra dirilmeğe inanmaktır». Allahü teâlâ ölüleri, aslî cüz’lerini, parçalarını bir araya getirerek kabirlerinden kaldıracak ve onlara ruhlarını geri verecekdir.
Meşârık kitâbında Cebrâil aleyhisselâmın süâline verilen cevabda, öldükten sonra dirilmek yazılı değildir.
«Ve kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâ’dan geldiğine inanmaktır». Kaderin açıklanması ve kazâ ile kader arasındaki bağlantı birçok kitabda bildirilmiştir. Biz buraya onları almıyoruz. Çünki Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bir gün Eshâbının bir arada oldukları bir yere uğradı. Eshâb-ı kiramın, kader hakkında konuştuklarını gördü. Gadaba geldi, hattâ iki mübarek elmacık kemikleri kızardı ve:
«Sizden öncekiler bu konuya daldıkları için helak oldular. Sizin bu konuya girmemenizi istiyorum» buyurdu. Yine Peygamberimiz: «Kader hakkında konuşulduğu zaman dilinizi tutunuz» buyurdu.
Yukarıda sayılan îmânın 6 şartına inandığını açıkça dil ile ikrar etmek farzdır, lâzımdır. îmânın hakîkatinden bir rükn olduğu için dil ile söylemelidir. Kelâm, fıkh ve hadîs âlimlerinin çoğuna göre şerîatde îmân, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ katından getirdiklerini tasdîk ve dil ile ikrar etmektir. Bu Şemsü’l-eimme ve Fahrü’l-islâm’ın (rahmetullahi aleyh imâ) görüşleridir. Dinde muhakkik, derin âlimlere göre îmânı dil ile söylemek, dünyâ ahkâmının icrâsînda şartdır. Yoksa îman kalb ile tasdîkdir. Dil ile ikrâr, îmânın hakikatinin dışındadır. Bu görüş de îtikadda mezhebimizin imâmı Ebû Mansûr Mâtüridî’nin ihtiyarıdır.
5 vakit namazı vakitlerinde kılmalıdır. Farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine riâyet ederek, hepsinin hakkını vererek kılmalıdır. Namazlarını vaktinde kılmayanlar hakkında şiddetli tehdîdler vârid olmuştur. Çok sıkısık durumlarda bile namazı te’hir etmemelidir. Meselâ doğum sancıları ânında, hâmile kadın namazı terk etmemeli, normal şekilde kılamazsa, oturup îmâ ile kılmağa çalışmalıdır. Bunun gibi örtünecek elbisesi olmı- yan çıplak kimse namazını oturarak îmâ ile kılmalıdır. Suda boğulmakta olan kimse aklı başında ise bâzı âlimlere göre tutunacak ot gibi bir şey bulabilirse ona tutunup îmâ ile kılar, namazı geciktirmesi mubah olmaz. Eğer namazı erteleyip de vakit çıktıktan sonra ölürse o namazdan sorumlu olarak Allahü teâlâ’nın huzuruna gider. Eğer tutunacak bir şey bulamazsa ertelemesi mubâh olur. Bâzı âlimlere göre de, o kimsenin yüzerek îmâ ile namaz kılması gerekir, te’hîri mubâh olmaz. Eğer bunu yapmaz da vakit çıkar ve ölürse, namaz, üzerine borç olur. Hasta ve korku namazlarının dînimizde belli, özel durumları vardır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Farz namazları vakitlerinde kılmağa devam eden kimseye bu namazlar burhan, nûr ve Cehennem ateşinden kurtuluş olur» bu yurmuştur. Buraya kadar Ravdatü’l-ulemâ’dan alındı.
Nisab mikdarı malı olanın, şartlarına uygun olarak, vaktinde zekâtını vermesi farzdır. Buna böylece inanmalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Zekâtı olmayanın namazı da yoktur» buyurdu. Mûsâ (aleyhisselâm) bir gencin çok güzel namaz kıldığını görüp hayret etti. Seneler sonra o genç ile bir daha karşılaşıp aynı şekilde güzel namaz kıldığını görünce- «Namazını bu gençten daha güzel kılan kimse görmedim» buyurdu. Allahü teâlâ vahy ile bildirdi ki: Yâ Mûsâ! Zekâtını vermedikçe onun namazı işe yaramaz. Namaz ve zekât ikizdir. İkisinden birini, diğeri olmaksızın kabûl etmem. Hâlisatü’l-hakâyık’da böyle yazılıdır.
Ramazân-ı şerîf ayında oruç tutmanın ve gücü yetenin hacca gitmesinin farz olduğuna inanmalıdır. Bunların hepsine kalbi ile inanan ve dili ile söyleyen kimseye mü’min denir. Mü’min Allahü teâlâ’nın fadlı ve keremi ile Cennete girer.
Mü’min günâh işlemekle îmândan çıkmaz. Bu günâh küfürden başka büyük olsun, küçük olsun aynıdır. Dînin temel kurallarını yalanlamak, haramları helâl, helâlleri haram bilmek, dîni aşağı görmek îmândan çıkmağa sebebdir. Günâh işlemekle îmânın hakikati kalbden çıkmaz. Mu’tezile yolunda olanların dediği gibi mü’min günâh işlemekle îmandan çıkmaz. Onlara göre büyük günâh işleydn mü’min de değildir, kâfir de değildir. Böylece îmân ile küfr arasında üçüncü bir derecenin varlığına inanmakdadırlar. Mu’tezileye göre ameller îmandan bir parçadır.
Kâfir, ihsân, iyilik etmekle küfürden kurtulamaz. Büyük günâh işleyen mü’minlerin kıyâmetdeki âkıbeti Allahü teâlâ’ya kalmıştır. Dilerse bir mik- dar azâb veya ikâb eder, dilerse azâbı tatdırmadan afv eder. Ehl-i Sünnet îtikâdımıza göre, büyük günâh işliyenin afv edilmesi, tevbe ile veya tevbesiz câizdir. Bu inancımıza Nisâ sûresi, 48. âyeti delildir. Çünki Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmede: «Allah, kendisine şirk koşma günâhını afv etmez. Başka günahları dilerse afv eder» buyurmaktadır. Mu’tezile yolundakiler, işlendikten sonra tevbe edilmeyen büyük günâhın afvını câiz görmezler. Hadîs-i şerîfde: «Kalbinde zerre kadar îmân olan Cehennemden kurtulur» buyuruldu. Zerre, karıncanın en küçüğüne denir. Yanî ağırlığı ve hacmi çok küçük demektir. İmânın zerre kadarı, dindeki yakînin en aşağı derecede olmasıdır. Dindeki, îmandaki yakîn, onun parlaklığıdır. Yakînin en aşağı derecede olması, parlaklığının az olması demektir. Yoksa îmân, hâsıl olunca îmândır, parçalanmaz, bölünmez. Kalbinde zerre kadar îmânı olan, hâlis bir niyyetle Allahü teâlâ’dan korkarak günahlardan az bir zaman olsun uzaklaşabilen günahkâr mü’minler Cehennem’den çıkacaklardır. Nitekim Nâziât sûresi, 40. âyeti: «Rabbinin dergâhında Kıyâmetten korkan ve nefsini, iştiha ettiği haramlardan nehy eden kimsenin karargâhı Cennettir» Rabbinden korkanların Cennete gireceklerini göstermektedir.
Günâh işliyen kimse kâfir olmaz. Her günâh için böyledir. Hâricîlere göre büyük günâh işleyenler kâfir olduğu gibi küçük günâh işliyenler de kâfir olur. Çünki îmân ile küfür arasında orta bir yer yokdur derler. Kötü amel ile islâmdan çıkılmaz. Yanî ona kâfir denmez. Nikâye kitâbında bildirildi ki: Müslümanlardan kâfirlere uyanlara fâsık denir. Mürted ve kâfir denmez. Onları mürted diye isimlendirmek büyük günâh olur. Çünki böyle yapılırsa o kimse islâmiyyetten nefret eder ve küfre teşvîk edilmiş olur. Şerîat sâhibinin (sallâllahü aleyhi ve sellem) vahy ile nifakları bildirilen münâfıklara müsliman hükümlerini icrâ etmesi buna kâfi delildir. Ehl-i kıble hakkında dili tutmalı, onlardan hiçbirine küfr ile, şirk ile, nifak ile şehâdet etmemelidir. Yaptıkları işleri örtmeli, gizli ve âşikâr hallerini Allahü teâlâ’ya ısmarlamalıdır.
Dînimizde bilinmesi gereken şeylerden biri de Kalem’in din ve dünyâ işlerinden meydana gelecek yaş ve kuru herşeyi yazdığına inanmaktır. İbni Abbâs (radıyallahü anhümâ) dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfde: «Allahü teâlâ’nın ilk yarattığı şey Kalem’dir. Kalem’e yaz, buyurdu. Kalem ne yazayım? dedi. Allahü teâlâ Kader’i yaz buyurdu. Kalem ebed’e kadar olacak şeylerin hepsini yazdı» buyurulmuştur. Zühretü’r-rıyâd’da bildirildiğine göre Allahü teâlâ Kalem’i inciden yarattı. Yâkutdan yarattı diyenler de vardır. Mürekkebi nurdandır. Uzunluğu, hızlı giden binici için 500 senelik yoldur. Kalemde her boğum arası 50 senelik mesafe olan elli boğum vardır. Kalem’in, yalnız İsrafil aleyhisselâmın bildiği dili vardır. Levh-i mahfûz üzerinde Kıyâmete kadar olacak şeyleri yazar. En’âm sûresi, 59. âyet-i kerîmesinde Hak teâlâ: «Yaş ve kuru herşey Kitâb-ı mübinde vardır» buyurmuşdur. Yaş ve kuru (Ratb ve yâbis) için müfessirler çeşidli açıklamalar yapmışlardır. İmâm-ı Ebülleys (rahmetullahi aleyh) su ve taş demiştir. Başka âlimler umrân yerler ve harâb yerler, diri ve ölü, az ve çok gibi manâlar vermişlerdir. Kitâb-ı mübîn Levh-i mahfuz manâsınadır. Levh-i mahfûz, Allahü teâlâ’nın katında şeytandan muhafaza edilmiş olan Levha’dır. Üzerinde Kur’ân-ı kerîm de yazılıdır. Levh, Arşın sağında beyaz incidendir. Kırmızı yakuttan diyenler de vardır. Kıyamete kadar bütün mahlûkat, Levh’in hatlarından ancak birini bilmişlerdir. Diğer hatlar Allahü teâlâ’nın katindadır. Arş, İbni Abbâs’ın (radıyallahü anhümâ) bildirdiğine göre meleklerin taşıdığı ve etrafında tavâf ettikleri şerirdir, tahttır. Allahü teâlâ hiç yoktan bir nûr yaratıp, bu nûrdan büyük, yuvarlak ve yüksek olan Arş’ı yarattı. Arş, yaratılan cisimlerin en büyüğüdür. Arş Kürsî’nin etrafını sarar. Kürsî Arşın altında ve Arş’ın nûrundandır. Hâlisatü’l-hakâyık’da böyle yazılıdır. Levh-i mahfûz’da seâdet ve şekâvet ikisi de yazılıdır. Ya’nî insanların seâdet ve şekavet ehli [Cennetlik veya Cehennemlik] olduğu ezelde takdir edilmiştir.
Süâl: İnsanların Cennetlik veya Cehennemlik olduğunun ezelde yazılması, iyi işleri terk etmelerine sebeb olmaz mı? [Yani Cehennemlik yazılmışsam iyi amel yapsam da Cehenneme giderim. Cennetlik yazılmışsam iyi işler yapmasam, meselâ namaz kılmasam da Cennete giderim demezler mi?]
Cevâb: Herkese, Cennet veya Cehennemden hangisine gideceği yazılmışsa oraya gitmek için gerekli işler ona kolaylaştırılır. Allahü teâlâ herkesin hangi yolda gideceğini ezelde bildiği için yazmıştır. Cennetlik kimseye Cennete gidecek amelleri yapmak kolay olur. O amelleri işler. Allahü teâlâ’nın lûtfu ile işi hayr ile son bulur. Cehennemlik kimseye de, oraya gidecek işleri yapmak müyesser olur. Onları işler ve Cehenneme gider. Hazret-i Alî’nin (radıyallahü anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde Resûlüllah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Eshâbına: «Sizden hiçbiriniz yokdur ki, yerinin Cennet veya Cehennem olduğu yazılmasın» buyurdu. Eshâb-ı kirâm, yâ Resûlâllah! Biz hakkımızda yazılanlara îtimad edip boşuna amel işlemeyelim, dediler. Aleyhissalâtü vesselam efendimiz: «Amel ediniz! Her yapmanız müyesser olan iş, ezelde takdîr olduğu şekilde meydana gelir. Bir kimse ya seâdet ehlinden olup seâdet amellerini yapar. Veya şekavet ehlinden olup şekâvet amelleri yapar» buyurdu.
Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) amelleri terk etmeğe izin vermeyişini bâzı Mesâbîh şârihleri ve muhakkıklar şöyle açıklamışlardır: Çalışmıyalım, alnımıza yazılanları görürüz diyenleri çalışmaya, kulluğun gereklerini yerine getirmeye teşvik etmişlerdir. Burada biri diğerini ibtâl etmeyen iki husus vardır. Birincisi, bâtına âit olan Allahü teâlâ’nın hükmüdür. İkincisi, zâhirde kulluk vasfıdır. Hakkında yazılanı bilemez. Bunun için çalışıp îmânın hakîkatini elde eder. Bu sebeble Resûlullah «amel ediniz» buyurmuşdur.
Alimler dedi ki: İnsanın seâdet ve şekâveti Allahü teâlâ’nın hikmetinin iktizâsı ile hakikatinin dışındaki işler olup kazâ’da icmâlen hâsıl olur. Ferd. lerden meydana gelenler bu kazânın hayr veya şer tafsilleridir. Tafsilin icmâle aykırı olması imkânsızdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) de bu mânada olmak üzere: «Dilediğiniz ameli yapınız! Her amel kişinin ezeldeki takdirine uygun olarak meydana gelir. Ondan başka ameli yapmağa muktedir olamaz» buyurmuşdur.
Allahü teâlâ’nın, sonra olmasını istediği şeyi kimse öne alamaz. Önce ölmesini istediği şey de sonra olmaz. Hükmünün yerine getirilmemesi olamaz. Muhakkak ihmâle uğramadan, meydana gelir. Hükmettiği şey bozulmaz. Bunların hepsi Allahü teâlâ’nın takdiri iledir. Kader, her mahlûk için bir tahdîd, sınırlamadır. Öyle had ki, içinde güzellik, çirkinlik, fâide ve zarar bulunur. Zaman ve mekân, sevâb ve azâb da takdîr-i İlâhî iledir. Burada Allahü teâlâ’nın külli irâde ve kudretinin büyüklüğü bildirilmekledir. Çünki herşey Allahü telâ’nın irâdesi ve yaratması ile meydana gelmektedir. Hattâ acz ve zekâ da Allahü teâlâ’nın takdiri iledir. Yanî bir işi yapmaktan âciz olmak veya zekî, becerikli olup elini attığı işi yapmak hep takdîr-i İlâhî iledir. Yapılması gereken işi ihmâl ederek, söze dalarak veya başka bir sebeble yapamıyan kimseyi ayıplamak uygun olmadığı gibi, işlerinde başarılı olanları da yalnız zekâlarına bağlamak da uygun değildir. Zîra bunlar Allahü teâlâ’nın takdiri ve yaratması iledir. Kamer sûresi, 49. âyet-i kerîmesinde: «Biz her şeyi şübhesiz bir takdir ile yarattık» buyurulmuştur. Ahlâk, dış görünüş, rızk, hayır ve şer. ece! de Allahü teâlâ’nın takdiridir. Ecel, birşeyin müddetine denir. Sonra hayât için çok kullanıldı. İnsanoğlunun doğumundan ölümüne kadar geçen müddete denir. Ecel-i müsemmâ için İmâm-ı Mukâtil, kabir hayâtıdır dedi. Ölümden tekrar dirilmeğe kadar geçen müddettir. İkrime (rahmetullahi aleyh) Levh-i mahfûzda yazılı olan âhiret ecelidir dedi. Ebülleys tefsirinde ise ecel-i müsemmâ, kıyâmet günü ma’nâsındadır denildi.
İslâm vâlîlerinden veya vekillerinden —iyi olsun, fâcir olsun— her birinin arkasında cum’a ve bayram namazlarım kılmalıdır. Fâcir kimse, günâh işleyen ve tâatten kaçanlara denir. Bu konuda: «İyi ve fâcir kimselerin arkasında namaz kılınız» hadîs-i şerifi vardır. Ehl-i kıble’den her ölen kimsenin cenâze namazını kılmalıdır. Ehl-i kıble, namaz ehli demektir Zâhir hâline göre îmân üzere öldüğü kabûl edilen kimsenin cenâze namazı kılınır. Çünki hadîs-i şerîfde: «Ehl-i kıbleden ölen kimsenin namazını kılın!» buyurulmuştur.
Beş vakit namazı cemâatle kılmalıdır. Sâlih veya fâcir her halîfe, emir ile, Allahü teâlâ’nın düşmanlarına karşı mücâhede etmelidir. Müsliman- ların önderi veya ehl-i islâmdan biri üzerine kılıç çekmemelidir. Çünki hadîs-i şerîfde: «Üzerimize silâh çeken bizden değildir» buyurulmuştur.
Müslümanların önderi için salâh ile, hayır ile, selâmet, istikamet, reşad ile, sözünde ve işinde doğru olması ile duâ etmelidir. Zira Allahü teâlâ’nın onun eliyle umuma âit işlerden ıslah ettikleri, kendi kendine ifsad ettiklerinden daha çoktur. Habeşî de olsa dînin mubah kıldığı işlerde halîfeye itâat etmelidir. Zira Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Eğer emiriniz burnu, kulağı kesilmiş habeşî de olsa, sizi Allahü teâlâ’nın kitâbına seyk ediyorsa onu dinleyiniz» buyurmuşdur. Şerh-i meşârık’da böyle diyor.
Selef âlimlerinden meydana gelen yanılmalara ta’n edilmez, onlara dil uzatılmaz. Eshâb-ı kirâm hakkında kötü düşünmekten gücü yettiği kadar sakınmalıdır. Bütün âlimler dediler ki: Eshâb-ı kirâmdan birisine söğen ta’zîr olunur. Bâzı Mâlikî âlimleri ise öldürülür dedi. Her sözde çok dikkatli olmalı, özellikle inşânı helâke götürecek sözleri gaflete gelip söylememelidir. Ağızdan çıkan söze dikkat etmek nefse cidden zor gelen büyük bir işdir. Bunun için İshak bin Halef: «Sözden sakınmak, altın ve gümüşten sakınmaktan daha zordur» demiştir. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) hepsi, iyilik, takvâ, yakîn, rüşd, zühd ve hüdâaa en yüksek derecede idiler. Yakîn, delil ve şâhid ile değil, îmân kuvveti ile açıkça görmektir. Zühd için Süfyân-ı Sevrî (kuddise sirruh) dünyâ arzularını azalt- makdır, yoksa arpa ekmeği yemek, abâ giymek değildir.
Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sirruh) ise, «Eli dünyâdan, kalbi de dünyâyı istemekten çekmekdir» demiştir. Hüdâ, kendisinin hidâyete gelmesi veya başkasını hidâyete getirmek demektir. Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmdan meydana gelen zelleleri, yanılmaları, yaratılmışların seyyidinin (aleyhissalâtü vesselâm), sohbetinde bulundukları, onun hizmetine ve yardımına koşdukları için afv ve mağfiret edeceğini va’d etmiştir. Onlar hakkında ağzı ancak iyilikle açmalıdır. İbrâhim Nehâî’den (rahmetullahi aleyh) Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebelerden soruldu. Cevâbında: «Allahü teâlâ ellerimizi o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım. Onları yalnız hayır, iyilik ile analım» buyurmuştur. Bostan da bunu bildiriyor. Bir kimse yeryüzü dolusu altın sadaka verse, Eshâb-ı kirâmdan birinin yarım müd [arpa] sadakasına erişemez. Musannif bu sözü yakîn ma’nâya gelen hadîs-i şerîfden almıştır. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh), bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Eshâbıma söğmeyiniz, onlara dil uzatmayınız! Nefsim yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın yarım müd sadakası sevabına yetişemez» buyurulmuştur. [1 müd: 875 gr. arpa olan ölçek].
Musannif (rahmetullahi aleyh) Eshâb-ı kirâmın şânını yükseltmek için (uhud dağı) yerine (yeryüzü dolusu) ifâdesini koymuşdur. Bu hadîs-i şerifin Musannifin dediği şekilde başka bir rivâyetinin olduğu ve ona dayanarak böyle söylemesi ihtimâli de vardır. Eshâb-ı kirâm, mahlûkatın seyyidinin sohbetine, vahy ve feyz zamanına kavuştukları için, ümmetin erişmesi mümkün olan mertebelerin en üstüne yükseldiler. Böylece beğenilen hasletlere, istenilen faziletlere, rağbet gösterilen meziyetlere kavuştular. Dolayısiyle onların verdiği sadaka, doğru niyyet, hâlis îtikad ile ve şübheden arınmış şekilde oldu. Aynı zamanda dîne yardımın en çok ihtiyacı olduğu zamanda ve zaruret vaktinde oldu. Onlardan sonra gelen ümmetde bunlar yoktu. Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) hadîs-i şerîfde «Sizden biriniz» diye hitâbı, orada mevcûd olan, hiç sohbetde bulunmamış avâm’a olduğu ve delâlet-i nass ile oradakilerin bir kısmına olduğu anlaşılmaktadır.
Eshâb-ı kiramın halleri sorulduğunda, onlar geçmiş bir taifedir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız da sîzedir demelidir. Onların sözleri, işleri, büyük küçük yanılmaları hakkında ileri geri konuşmamalıdır. Zira Allahü teâlâ onların zellelerini bağışlamıştır. Nitekim Kâ’b bin Mâlik (radıyallahü anh) bir gazâya, harbe katılmadı. Sonra Allahü teâlâ, onu bağışladı. Bunun gibi onlardan meydana gelen ufak hatâlar Hak teâlâ tarafından afv edilmiştir. Her ne kadar afv edilmiş olsa da geçmiş müslümanların hatâları ile uğraşmak ehl-i İslâm âdâbından değildir. Eshâb-ı kirâm hakkında, ümmetin kalblerinde ülfet ve muhabbet meydana getirecek güzel hallerinden bahsetmelidir. Resûl aleyhisselâmın onlar üzerindeki hakkı ve hürmeti muhafaza edilmelidir. Onları seven Resûlullah’e sevdiği için sever. Nitekim Resûlullah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) seven Allahü teâlâ’yı sevdiği için sever. Bu söz, Eshâb-ı kirâm için buyurulan . «Onları seven beni sevdiği için sever. Onlara buğz eden bana buğz ettiği için eder» hadîs-i şerifine işârettir. Bunların hepsi müslümanların güzel âdetlerinden, dinde ta’kîb ettikleri beğenilen davranışlarındandır. Din husûsunda hiç kimse ile münâkaşa ve mücâdeleye girmemelidir. Çünki bu, yapılan güzel işlerin sevabını giderir.
Süâl: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) İbn-iz-Zibi’ra (1) ile münâkaşası ıneşhûrdur. Şöyle ki: Enbiyâ sûresi, 98. âyet-i kerîmesi: «Siz ve sizin Allah’dan başka bütün taptıklarınız Cehennem odunlarısınız» indiğinde, Abdullah ibni Zibi’râ: «Meleklere ve Mesîh’e de ibâdet olundu. Allah’dan başka bütün tapınılanlar Cehennemde olacağına göre, Melekler ve İsâ aleyhisselâm da mı azab görecekler?» dedi. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) de: «Sen ne kadar câhilsin! Kavminin dilini de bilmiyorsun. Bilmiyor musun ki, mâ edatı cansızlar için kullanılır» buyurdu.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) İbni Zibi’râ ile tartışmaya girdiğine göre, tartışmaya girmemelidir sözü nasıl açıklanabilir?
(1) Zibi’râ okunuru (El-îsâbe fî temyiz-is-sahâbe) kitabî, 11. C.. S. 300’devı almdt.
Cevab : Münâkaşa, münâzara, mücâdele, tartışma hakkındaki nehy, ancak karşısındakini küçük düşürmek amacı ile olduğu takdirdedir. Yoksa bâtıl görüşlerini kabûl ettirmek istiyenlerle, doğru inançları inkâr edenlerle mücâdele etmek yasaklanmamıştır. Bunun gibi bâtılı hak şeklinde göstermek için bozuk fikirlerini bir araya getirenlerle de mücâdele gereklidir. Nitekim Hak teâlâ Gâfir sûresi, 5. âyet-i kerîmesinde: «Hakkı ortadan kaldırmak için bâtıl yolda mücâdele ettiler» buyurmuştur. Yine Zuhruf sûresi, 58. âyet-i kerîmesinde: «Onlar çok mücadeleci bir topluluktur» buyurmuştur. Hac sûresi, 5. âyet-i kerîmesinde: «İnsanlardan Allah’a karşı ilimle ilgisiz mücâdele edenler vardır» buyurmuştur.
Hak ile mücâdele ederek hakkı açığa çıkarmak ve bâtılı ibtâl etmek ile emr olunduk. Nitekim Allahü teâlâ, Nahl sûresi125. âyet-i kerîmesinde: «Onlarla en güzel yolla mücâdele et!» ve Ankebût sûresi, 46. âyet-i kerîmesinde: «Ehl-i kitâb ile ancak en güzel yolla mücâdele ediniz» buyurmaktadır.
Kur’ân-ı kerîmdeki müteşâbih âyetler hakkında hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Cünki sapıklığa yol açar. Onlarla münâkaşa etmek zorunda kalınırsa, dâima süâl sorma durumunda bulunmalı, onlara süâl sorma ve şübhe uyandırma fırsatı vermemelidir. Nitekim İbrahim aleyhisselâmın Nemrud ile olan münâkaşası böyle olmuştur. Şöyle ki: Ebülleys tefsîrinde bildirildiği gibi, Nemrud bin Ken’ân bütün dünyâya mâlik olanların [4 kişi] ilki idi. Kavmi ile birlikte bayramlarını kutlamaya gitmişti. İbrâhim (aleyhisselâm) onların tapınağına girip oradaki putları kırdı. Döndüklerinde onlara, siz kendi elinizle yonuttuklarınıza mı tapıyorsunuz? dedi. Onlar da, ya sen kime tapınıyorsun? dediler. İbrahim aleyhisselâm da: «Dirilten ve öldüren Rabbime ibâdet ederim» buyurdu. Nemrud’un yiyecek maddelerinde ihtikâr yaptığını söylerler. Kavmi, ihtiyaçları olan yiyecek maddelerini ondan satın alırlar, içeri girerken secde ederlerdi. İbrâhim (aleyhisselâm) girince secde etmedi.
Nemrud : Bana niçin secde etmedin?
İbrâhim (aleyhisselâm) : Ben ancak Rabbime secde ederim.
Nemrud: Rabbin kimdir?
İbrahim (aleyhisselâm) : Benim Rabbim diriltici ve öldürücüdür.
Nemrud: Ben de diriltir ve öldürürüm, dedi. 2 kişi getirdi. Birini öldürdü, ötekini bıraktı. Sonra, işte birini öldürdüm, İkincisini dirilttim dedi.
İbrahim (aleyhisselâm) : Sen diriyi salıverdin, ölüyü diriltmedin. Halbuki benim Rabbim ölüyü diriltir, buyurdu. İbrâhim (aleyhisselâm) burada Nemrud’un kavminin Nemrud hakkında ölüyü diriltiyor şeklinde bir zanna kapılmasından çekinerek [soru sorma durumuna geçip] daha açık bir delîl getirerek Nemrud’a, Bakara sûresi, 258. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi: «Allahü teâlâ Güneşi doğudan getiriyor. Sen de batıdan getir» dedi. Burada İbrâhim aleyhisselâmın maksadı münazara etmek değildi. Allahü teâlâ’nın ulûhiyyetinin ispatı için daha açık delil getirmekti. Bunun için diriltmek ve öldürmek hakkındaki adam öldürme ve salıverme iddiasını çürütme şeklindeki uzun yolu terk ederek, susturucu delil ile münâzara yoluna baş vurup, Nemrud’un, ben de diriltir ve öldürürüm, sözünün ardından hemen: «Rabbim güneşi şarkdan getiriyor, sen de garbdan getir» dedi. Böylece Nemrud’u ilzam etti, susturdu.
Sefer ve hazerde mest üzerine meshi, İlâhî bir hüküm olarak kabul etmelidir. Mugîre (radıyallahü anh) Resûlullah’ı, iki mestine birden mesh ettiğini görüp, ayaklarınızı yıkamağı unuttunuz mu? diye sordu. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Rabbim bunu bana emr etti» buyurdu. Şerh-i Vikaye kitabında zikr edildi ki: Allahü teâlâ kullarına mest üzerine meshi bir ni’met ve kolaylık olarak ihsan etti. Bu İlâhî ni’meti ancak sapıklar kabûl etmez. Bunun için Künye kitâbında mest üzerine mesh, ayaklan yıkamaktan efdaldir denilmiştir.
Kabir azabına inanmalı ve ondan Allahü teâlâ’ya sığımrıalıdır. Çünki Kur’ân-ı kerîm’in işâreti ile sünnetin zâhiri ve eser ile sabittir. Eser, Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve selef-i sâlihînden gelen rivayetlere denir. Kur’ân-ı kerîm’de Tevbe suresi, 101. âyet-i kerîmede: «… onlara iki keıre cızâb edeceğiz» ve Nûh sûresi 25. âyet-i kerîmesinde: «Suda boğuldular, ardından hemen ateşe atıldılar» buyurulmaktadır. İki azabdan birinin kabir azâbı olduğu söylenmiştir. Nûh aleyhisselâmın kavmi için buyurulan 2. âyet-i kerîmedeki ateş’in kabir azâbı olduğu söylenmektedir. Bu âyetler ile kabir azâbının sâbit olması, sarâhaten değil, işâret ile olduğu görülmektedir. Kabir azâbı için bildirilen hadîs-i şerîfde : «İdrardan sakınınız! Çünki kabir azabının çoğu bu sebebdendir» buyurulmuştur. Burada kabir azâbının olduğuna açık delâlet vardır. Kabir azâbının olduğu eser’de de bildirilmiştir. Yanî Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve selef-i sâlihînden vârid olmuştur. Sâlim bin Abdullah’dan rivayet edildi: Babamdan duydum. Dedi ki: Mekke’den deve üzerinde yola çıktım. Devenin terkisinde su vardı. Mekke ile Medine arasındaki bir mezarlığa uğradım. Bir mezardan bir adam çıktı. Baştan ayağa alevler içindeydi. Ayrıca boynunda da ateşten zincir vardı. Devemi o tarafa döndürdüm. Bana hayretle baktı. Ey Allah’ın kulu, üzerime biraz su dök dedi. O sırada kabirden zincire tutunan bir adam daha çıktı. Onun üzerine su dökme, ona iyilik yapılmaz! dedi. Elinden çekerek onu kabire sürükledi. Yanında ateşten parıldayan bir kırbaç vardı. Kabre girinceye kadar vurdu. Bu kıssa Ravda kitâbından alınmıştır.
Veheb bin Münebbih’in bildirdiği ezberlenmesi gereken Bismillâhi ve billâhi ve alâ milleti Resûlillâh düâsı bir kimse kabire konurken okunursa, Allahü teâlâ o kabirde olandan kırk senelik azâbı kaldırır. Zühretü’r-riyâd’da böyle yazılıdır. Fakîh Ebülleys kabir azâbı hususunda âlimlerin dediklerini şöyle bildiriyor. Bâzı âlimler dünyada olduğu gibi ruh cesede konulur, oturtulur. Kendisine suâl sorulur. Bu bizim Ravdatü’l-ulemâ’dan bildirdiğimize uygundur. Bâzı âlimler dediler ki, suâl cesede değil, sadece ruha olur. Bâzı âlimler, ruh, cesedinde göğsüne kadar girer dediler. Bir kısmı da, ruh, cesed ile kefen arasında olur dediler. Bunların hepsi eserde bildirilmiştir. Buna göre sahih olan Mişkâtü’l-envâr’da yazıldığı gibi, insan kabir azâbına inanmalı, fakat nasıl olduğu hususu ile meşgul olmamalıdır.
Dinde, kendi görüşüne değil, Kitâb ve sünnete uyarak konuşmalıdır. Söylediğinde, yaptığında, hükmettiğinde, kendi re’yine değil, Kitâb ve sünnetin hükmüne uygun re’ye uymalıdır. Her işinde kendi re’yine, görüşüne uyan, hüsrâna düşenlerden olur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Kendi fikrini beğenen ve bunda inâd eden birisini görürsen, iyi bil ki o hüsrâna uğramıştır» buyurmuştur. Dînî meselelerin ve hükümlerin hepsinde Kıyâs’a tâbi’ olmamalıdır. Zîra ilk kıyâs eden iblîs-i lâîndir. Iblîs’in kıyâsı A’râf sûresi, 12. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi Âdem aleyhisselâmı kasd ederek: «Beni ateşten, onu çamurdan yarattın» olmuştur. İblis’in yaptığı kıyâs, dalâlet anahtarıdır. Allahü teâlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında akla gelen boş düşüncelere kapılarak hiç kimse ile münâkaşa etmemelidir. Cenâb-ı Hakkın kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan uzak olduğunu düşünmek kâfîdir. Hadîs-i şerîfde: «Bu ümmetin helâki, Rabierinin nasıl olduğu hakkındaki konuşmalarından olacaktır. Bu konuşmaları kıyamet alâmetlerindendir» buyurulmuştur. Kıyamet alâmetlerine (Eşrât-ı Sâ’at) denir. Eşrât = alâmetler, sâ’at = vakit demektir. Kıyametin sâ’at diye isimlendirilmesi, kendisinin az, fakat yapılan işin çok büyük olmasındandır.
Kader hakkında konuşmamalı, onun sırrından bahsetmemelidir. Zîra derin bir deniz, karanlık bir yoldur. Kader Allahü teâlâ’nın kimsenin bilemiyeceği bir sırrıdır. Kaderi hiç kimse yeterince anlayamamıştır. Rivâyet olundu ki Uzeyr (aleyhisselâm) Allahü teâlâ’dan kaderi sordu. Allahü teâlâ vahy ile: «Yâ Uzeyr! Benden bu meseleyi sorma. Eğer bu suâli bana, seni kader mevzuunda konuşmaktan yasakladıktan sonra sorarsan, ismini peygamberlerin isimleri arasından silerim» buyurdu. Bostanü’l-ârifîn kitâbında da böyle yazılıdır. Kader hakkında zorlanmamalıdır. Çünki dibi Cehenneme kadar uzanan derin bir kuyudur. Geçmiş ümmetlerin şirklerinin sebebi, kader sırrından bahsetmeleri ve bu konuda zorlanmalarıdır. Kader hakkında konuşan her iki kişiden biri, haddi aşar durumda Allahü teâlâ’ya iftira eder. Kader hakkında bir kimse ile konuşmak durumunda kalınırsa cevab verici, fetvâ verici durumunda değil de süâl sorucu durumunda olmalıdır. Çünki sünnettir ve İslâm âdâbındandır. Allahü teâlâ’ya ta’zîm, O’nun zâtı, sıfatları, sırrı ve kaderi hakkında konuşmamaktır. Bunları dinlemekten de sakınmalıdır. Peygamberimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ için, yeteâlâ, yetenezzehü, celle celâlühü, amme nevâlühü gibi ta’zîm ve tenzîh kelimelerini duyunca hemen secdeye kapanırdı.
Allahü teâlâ hakkında süâl soranlara Kur’ân-ı kerîmde Haşr sûresinin sonunda sıfat ve fiillerinden bildirildiği gibi cevab vermelidir. Haberde vârid oldu ki, büyük âlimlerden birine Allahü teâlâ hakkında süâl olunduğunda şöyle cevab buyurdu. Eğer zâtından soruyorsan Şûrâ sûresi, 10. âyet-i kerîmesinde bildirildiği gibi: «Hiçbirşey Onun gibi değildir». Sıfatlarından soruyorsan Ihlâs sûresinde bildirilmiştir. İsimlerinden soruyorsan, Haşr sûresi, 22. âyet-i kerîmesindeki gibi: «O öyle bir Allah’dır ki, Ondan başka ibâdete lâyık ve müstehak bir varlık yoktur. Gizli ve açıkda olanları bilir. Rahmân ve Rahimdir.» Fi’linden soruyorsan, Rahmân sûresi, 29. âyet-i kerîmesinde vardır.
Allahü teâlâ’nın sıfatları hakkındaki sözleri derinliğine incelememelidir ki, bu şeytandandır. Zararı ve fesâdı fâidesinden çoktur. Geçmiş peygamberlerin (aleyhimüsselâm) kitabları olsa bile Kur’ân-ı kerîmden ve Resûlullah’ın sünnetinden başkasına uymamalı, rağbet etmemelidir.
Bizâziyye’de diyor ki: Hıristiyanlara ve yahudîlere Tevrat, Incil ve Zebûr’dan sormak, yazmak ve öğrenmek uygun değildir. Çünki onlar bu kitabları değiştirmişlerdir. İstenen şeyin isbatına bu tahrif edilmiş kitablar delâlet etmez. Sorulan şey bu kitabların değiştirilmiş kısımlarından olabilir. Âlimlerin, Resûlullah’ın peygamberliğini isbât ederken Tevrât’ın sifrelerinden, Incil’in sahîfelerinden delîl göstermeleri, onları kendi kitabları ile ilzâm etmek içindir.
Hadîs-i şerîfde: «Size gecesi gündüzü gibi parlak olan bir yol bırakıldı. Başka tarafa sapan helâk olur» buyuruldu. İbni Mes’ûd (radıyalla- hü anh) buyuruyor ki: Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu dünyâdan ayrılma zamanı yaklaşmıştı. Aişe validemizin evinde toplandık. Bize bakıp gözleri yaşardı: «Allahü teâlâ size iyilikler versin, ömür versin, rahmet etsin. Size Allahü teâlâ’dan ittikayı ve ona itâat etmeyi vasıyyet ediyorum. Ayrılık yaklaştı. Allahü teâlâ’ya, Sidretü’l-müntehâ’ya, Cennetü’l-me’vâya kavuşacağım. Ehl-i beytimin erkekleri beni yıkarsın. Bu üzerimdeki elbisemle kefenlesinler veya isterlerse hulle-i yemânî ile kefenlesinler. Yıkayıp kefenledikten sonra beni bu divanımın üzerine koyunuz. Bu yatağımın olduğu yere gömersiniz. Sonra beni bir müddet yalnız bırakarak dışarı çıkarsınız. Benim namazımı önce habîbim Cebrâil, sonra Mîkâil, sonra İsrafil, sonra Melekü’l-mevt askerleri ile beraber gelip kılarlar. Sonra grup grup girip namazımı kılınız» buyurdu. Firak, ayrılık sesini işiten Eshâb-ı kirâm sesli olarak ağladılar. Yâ Resûlâllah! Sen Rabbimizin Resulüsün, aramızda ışık, işlerimizde sultansın. Eğer bizi bırakıp gidersen ne yapacağımızı kime sorar, kime müracaat ederiz dediler. Resul (aleyhisselâm): «Size gecesi gündüzü gibi olan geniş bir yo! bıraktım. Biri konuşan, öteki susan iki vaiz bıraktım. Konuşanı Kur’ân-ı kerîm, susanı ölümdür. İşlerinizde bir müşkiliniz olursa Kur’an ve sünnete başvurursunuz. Kalbleriniz karardığında ölüm hallerini hatırlayıp ibret alırsınız» buyurdu. Bundan sonra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) hastalandı. Daha çok başı ağrıyordu. Zaten onsekiz gündür hasta idi. Eshâb-ı kirâm ziyarette bulundular. Sonra bir Pazartesi günü, Hak teâlâ Habîbine ölümü tattırdı. Peygamber oluşu (bi’seti) ‘de pazartesi günü idi. Hazret-i Alî (radıyallahü anh) yıkadı. Fadl bin Abbas (radıyallahü anh) ki amcasının oğlu idi, su döküyordu. Salı veya çarşamba gecesi, gece yarısı hazret-i Âişe’nin (radıyallahü anhâ) hücresine, odasına defn edildi. Mişkâtü’l-envâr’da böyle diyor.
Bir hadîs-i şerîfde «Eğer Mûsâ (aleyhisselâm) sağ olup benim peygamberliğimi görseydi, elbette bana tâbi* olurdu» buyuruldu. Hâlisatü’l- hakâyık kitâbında, Katâde (radıyallahü anh) ın rivayeti ile bildiriliyor ki: Mûsâ (aleyhisselâm), yâ Rabbî! Elvâh’da bir ümmet görüyorum. Sonra gelecekler, fakat Kıyâmet günü önde olacaklardır. Onları bana ümmet eyle dedi. Allahü teâlâ: Onlar ümmet-i Muhammed’dir buyurdu. Hattâ rivâyet edilir ki Mûsâ aleyhisselâm, bu ümmetden olmayı temenni etti. Hak teâlâ, A’raf sûresi, 144. âyet-i kerîmesini ona vahy etti. «Yâ Mûsâ! Ben seni insanlar arasından peygamberlik makamı ve kelâmımı duyman ile seçip ayırdım. Sana bağışladıklarımı tut ve şükredicilerden ol». Kitablarda İsâ aleyhisselâmın gökder. inince Muhammed aleyhissalâtü vesselâma tâbi’ olacağı sahîh olarak bildirilmektedir. Çünkü onun şerîati nesh olmuştur. Yeniden vahy ve ahkâm getirmesi de olamaz. Ancak Resûlullah’ın halîfesi olur.
Mânası mübhern elan müteşâbih âyetlere uyulmaz. Allahü teâlâ bize rahmet ve ihsân ederek bizi o gizli bilgilerle mükellef kılmadı. Âl-i imrân süresi, 7. âyet-i kerîmesinde: «Allahü teâlâ Kitâbın aslı olan muhkem âyetlerle müteşâbih âyetlerden meydana gelen Kur’ân-ı kerîmi sana indirdi» buyuruldu. Elif lâm mîm, Elif lâm mîm râ gibi müteşâbih âyetler, Kâ’b bin Eşref ve arkadaşları gibi yehudîleri şarşırtmıştır. Mânası açıkça belli olan, te’vîle ihtiyacı olmayan âyetlere muhkem denir. Lâfzın mânaya delâleti yönünden açıklık taşımayan ve bu yüzden âlimlerin çeşidli mânalar vermesine sebeb olan âyet-i kerîmelere müteşâbih denir. Yukarıdaki âyet-i kerîmenin devamında: «Kalblerinde hakdan sapma hâli olanlara gelince —ki bunlar yehudîlerdir— Onlar fitne çıkarmak ve te’vîl yoluna sapma isteği ile Kur’ân-ı kerîmden müteşâbih olanlara uyarlar. Halbuki onun te’vîlini Allah’dan başka kimse bilmez» buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerîmenin nüzulü hakkında rivayet edildi ki: Yehudîlerden bir cemâat Re- sûluilah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) yanına geldiler. İşittik ki sana Elif lam mîm indirilmiş. Eğer sözünde sâdık isen, ümmetinin devamlılık süresi yetmişbir sene olur. Çünki cümel (Ebced) hesabında elif = bir, lâm — 30 , mim = 40’dır dediler. Bunun üzerine müteşâbih âyetlerin mânasını, değil ebced hesâbı ile biimek, Allahü teâlâ’dan başka kimsenin bilemiyeceğini bildiren yukarıdaki âyet-i kerîme indirildi Ebülleys Tefsîri’- nde böyle diyor.
Orta yol: Din işlerinden ilimde ve amelde orta yola yönelmelidir. Gerçekten milletlerin efdali semha ve hanifî olan millettir. Tekerrımülede diyor ki: Semha, kendisinde darlık ve şiddet olmayan şeydir. Hanîf de müslim demektir. Doğru yolda olana da hanîf denildi. Bâtıl dinlerden ayrılıp hak dîne yönelen kimseye de hanîf dendiği Mugrib’de yazılıdır. Bu vasıf İbrahim aleyhissetâmda gâlib olduğundan, ona ve onun dîninde olanlara hanîf ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer, bir nasrânîye: «Ben şeyh-i hanifîyim» = hanîf bir ihtiyârım buyurdu. İnsanların hayırlısı, dinde taşkınlık yapmıyacak ve dinden uzaklaşmıyacak şekilde orta yolda bulunandır. Bizden önce geçmiş olan milletlerin hepsi, dindeki taşkınlıkları sebebi ile helak oldular. O derece haddi aştılar ki Mesîh’e ve Uzeyr’e (hâşâ) Allah’ın oğlu dediler. Mesîh, İsâ aleyhisselâmın diğer bir adıdır. Bâzı peygamberlerin (aleyhimüsselâm) böyle iki ismi vardı. Muhammed ve Ahmed, Yûnus ve Zünnûn, Ya’kûb ve İsrâil, İlyas ve Zülkifl (aleyhimüsselâm) böyledir. Zühretü’r-rıyâd’da böyle yazılıyor. Nasârâ (Hristiyanlar) Allah’ın ismiyle ölüleri dirilttiği ve doğuştan körleri ve baras hastalarını iyi ettiği için onu sevmede taşkınlık yaparak İsâ aleyhisselâm’a (hâşâ) Allah’ın oğlu dediler ve kâfir oldular. Bunun gibi yehudîler de Uzeyr’i (aleyhisselâm) sevmekde çok ileri giderek küfre girdiler. Bunun da sebebi şöyledir: Buhtunnasar Beyt-i Makdis’i yıkıp Tevrat’larını yaktığı zaman, yehudîler yeryüzünden Tevrât’ın kaybolacağından üzüntüye düştüler. Uzeyr (aleyhisselâm) bunlara Tevrat’ı ezberden yazdırdı. İyice öğrendiler. O sıralarda bir köyde gömülmüş bir Tevrât bulundu. Uzeyr aleyhisselâmın yazdırdığını bununla karşılaştırıp bir harf bile noksan veya fazla olmadığını gördüler. Bunun üzerine Uzeyr aleyhisselâmın bu ilmi ancak Allah’ın oğlu olmakla mümkün olur dediler. Ebülleys Tefsîri’nde böyle diyor. Yahudi ve hıristiyanlar, bunun gibi nice haddi aşan, büyük fitnelere sebeb olan sözler söylemişlerdir.
üim ve îtikadda olduğu gibi amelde de orta yol tutulmalıdır. Bu sırât-ı müstekîm, doğru yoldur. Hiç kimse ibâdetlerde nefsine eziyyet vermemeli, ona ağır gelen şeyi yüklememelidfr. Yaradılmışların efendisi (sallâllahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlâ’dan en çok korktuğu ve takva sâhibi olduğu halde, ağır riyâzetler çekmezdi. Namaz kılar ve uyurdu. Evlenir, oruç tutar, iftar eder ve et yerdi. Rivayet edildi ki, Osman bin Maz’un (radıyallahü anh) Ehl-i soffa’dan bir grubun sözcüsü olarak Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzûruna vardı. Şehvetlerinden rahatsız olmaları sebebiyle ihtisâ (kendini hadım ettirmek) için izin istedi. Resûlullah: «Kendini hadım ettiren bizden değildir. Bizde ihtisâ yoktur. Ümmetimin şehvetine mâni’ olma yolu oruçtur» buyurdu. Mişkâtü’l-envâr’da bunu bildiriyor.
Kalbe gelen bozuk düşüncelerden, din mevzuundaki şübhelerden Allahü teâlâ’ya sığınmak sünnettir. Böyle bozuk düşünceler kalbe geldiğinde «Allahü teâlâ’ya ve Resûlüne inandım. O Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın ve her şeyi bilicidir» demelidir. Bid’at ehlinden uzak durmak selef-i sâlihînin sünnetindendir. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Bidat ehli ile bir arada bulunmayınız» buyurmuştur. Zîra onların uyuz gibi yaraları vardır, bulaşır.
Kaderiyye: Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Kaderiyye (mu‘tezile) görüşünde olanlara, önce selâm vermeği men’ etmiştir. Kaderiyye mezhebinde olanlar, her işi Allahü teâlâ’nın kaderine isnâd ederler. Kötülükleri de ona nisbet ederler. Bâzıları, kulun kendi işlerini kendisinin yarattığını zannederler. Küfr ve günahların Allahü teâlâ’nın takdîri ile olmadığı kanâatindedirler. Şerh-i Nikâye’de böyle yazıyor. Bu söz Şerh-i mevâkıf’daki açıklamaya da uygundur. Orada mu’tezile sapık görüşünde olanlara Kaderiyye denmesinin sebebi, kulların işlerini kendi kuvvetlerine‘isnâd ettikleri ve İlâhî kaderi inkâr etmeleridir denilmektedir. Me- sâbîh şerhi’nde, bunlara, kaderi inkâr ettikleri halde Kaderiyye denmesinin sebebi, kaderden çok bahs etmeleridir denilmektedir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) kaderiyye (mu’tezile) yolunda olanların hastalarını ziyâretten ve cenazelerinde bulunmaktan da men’ etti. Bu nehy tenzihîdir, tahrimî değildir. Cünki Resûlullah, kim olursa olsun îman ile ölünce iyi veya fâcir olsun namazını kılardı. Ancak küfrü açıkça belli olan sapıkların cenazesine ve hasta ise ziyâretine gidilmez.
Bid’at ehli: Bid’at sâhiblerinin sözlerini dinlemek de hadîs-i şerîf İle yasaklanmıştır. Gücü yettiği takdirde ağır söylesin ve onları küçük düşürecek hareketlerde bulunsun denilmektedir. Hadîs-i şerîfde «Ağır, sert söz ile bid’at sahibine engel olanın kalbini, Allahü teâlâ emn ve emân ile doldurur. Onları hakîr gören, küçük düşürecek harekette bulunanı Kıyâmet günü en büyük korkudan emîn kılar» buyuruldu. İmâm-ı Mukatil (rahmetullahi aleyh) bildiriyor ki: Cennet ile Cehennem arasında ölüm, bir koç şeklinde kurban edilince (yanî artık ölüm olmayacağı bildirilince) Cennet ehli ölüm korkusundan emîn olurlar. Cehennemdekiler de ölümden ümmîd kesmenin dehşetli korkusuna düşerler. En büyük :korku budur. En büyük korku (feza’il-ekber) hakkında Kelbî dedi ki: Cehennemden çıkarılanlar çıkarılıp, kalanlara üstü kapanınca, o zamana kadar hiç bir şey için o kadar korkup feryad etmedikleri şekilde feza’ ederler. Bir de Yâsîn süresinde: «Ey kâfirler, bugün mü’minlerden ayrılınız» âyetindeki nidâyı duyunca feza’il-ekber ederler demişlerdir. Hesab İçin çağrıldıklarında ve Sırat köprüsünde de feza’il-ekber edileceği söylenmişdir. Ebülleys Tefsiri’nde rivâyet edildi ki: İbni Mübârek rü’yâda görülüp. Rabbin sana ne yaptı? diye soruldu. Bir gün bir bid’at sahibine yumuşak nazar etmem sebebi ile beni azarladı ve otuz sene ayakta durdurdu ve buyurdu ki: «Sen benim dinde düşmanıma neden düşmanlık itmedin?»
Zât-ı ilâhi: Allahü teâlâ’nın zâtı hakkında bir şey konuşmamak gerektiği gibi tefekkür de etmemelidir. Çünki Onun zâtını akıl anlayamaz, ancak hayreti artar, dehşete düşer. Allahü teâlâ’nın zâtının hakikatinin bilinmesinde iki makam vardır. Birincisi: Vâki’ olması yönündendir. Âlimlerin bir kısmı ve bütün İslâm fırkalarının muhakkıkları, Allahü teâlâ’nın hakikati insan için malûm değildir dediler. Mu’tezlle ve kelâm âlimlerinin çoğu bu görüşe karşı çıktılar. İkincisi: Câiz olması bakımındandır. Allahü teâlâ’nın hakikatinin bilinmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler olduğu gibi, bir şey söylemeyenler de vardır. İmâm-ı Gazâli, İmâmü’l-Haremeyn, felsefeciler câiz olmadığını söylediler. Kadı Ebû Bekr, Dırâr bin Amr bir fikir beyân etmediler. Sofiyyenin çoğu da câiz olmadığind işâret ettiler. Şerh-i Mevâkıf’da böyle yazıyor.
Allahü teâlâ’ya kavuşmanın ve baş gözü ile görmenin câiz ve mü’mlnlere va’d edilmiş Olduğuna inanmak sünnettendir. Kıyâmet sûresi, 22. âyet-i kerîmesinde: «O gün yüzler güzel, nûrludur, Rablerine bakmakdadırlar» buyurulmuştur. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Elbette siz Rabbinizi, 14. gecede ay’ı gördüğünüz gibi göreceksiniz» buyurdu. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Cennet ehli ni’metler içinde iken bir nûr panldayacak. Başlarını kaldırınca Allahü teâlâ onlann üzerine işrâk edecek ve Esselâmü aleyküm yâ ehlel cenneti hitâbında bulunacaktır» buyuruldu. Nitekim Yâsîn sûresi, 58. âyet-i kerîmesinde: «Ki bu, çok rahmet sâhibi Rablerinln sözü olan selâmdır» buyurulmaktadır. «Cennet ehli Allahü teâlâyı görünce Allahü teâlâ onlara nazar eder, onlar da Rablerine bakarlar. Baktıkları müddetçe Cennet ni’metlerinin hiçbirine iltifat etmezler. Sonra Hak teâlâ kendini göstermez olur. Fakat onlar üzerinde nûru ve bereketi diyârlannda kalır.» Bunları, Muhyissünne İmâm-ı Begavî Meâlimü’t-tenzîl tefsîr kitâbında zikr etmiştir. Allahü teâlâ görülecek, fakat nasıl olduğu anlaşılmayacaktır.. Onun kibriyâsı ve azametini idrâkden âciz kalacaktır. Nitekim Hak teâlâ En’âm sûresi, 103. âyetinde: «Gözler Onu idrâk edemez, fakat O gözleri idrâk eder» buyurmuştur. Burada idrâk, görüleni bütün yönleriyle, tam bir ihâta sûretlyle görmek demektir. Şerh-i mevâkıf’da böyle yazıyor.
Peygamberlerin şefâati: Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ümmetlerine şefâat edeceklerini tasdik etmek de ehl-i İslâm sünnetindendir. Bilinmelidir ki Kıyâmet günü, Peygamberimiz şefâat etmeden hiçbir peygamber şefâ’at etmiyecektir. Resûl (aleyhisselâm), şefâ’at ettiği zaman, Allahü teâlâ diğer Resûllere, Peygamberlere, evliyâya, sâlihlere, şehîdlere ve sıddîklara şefâ’at etmeleri için İzin verecektir. Ravdatü’l-ulemâ’da böyle yazıyor. Denildi kİ. Peygamberimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem) şefâ’atl çeşitli şekillerde olacaktır. Bâzı mü’minlerin hesabsız Cennete girmelerine şefâ’at edecektir. Bâzılarının Cehenneme girmemesine, bâzılan- nın Cehennemden çıkmasına, bâzılarına da derecelerinin yükselmesi İçin şefâ’at edecektir. Mişkâtü’l-envâr’da böyle diyor. İnsanların seçilmişleri de günahkârlara şefâ’at edecektir. Hadîs-i şerîfde: «Kıyâmet günü ümmetimin sâllhlerinln şefâ’at! olacaktır. Benim şefâ’atlm ümmetimden büyük günâh işliyenlere olacaktır» buyuruldu. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselâmın şefâ’at! İle ümmetimden bir müsllm kalmayıncaya kadar Cehennemden çıkaracaktır» buyuruldu. Ravda’da böyle diyor. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Şefâati yalanlıyan, ona kavuşamaz» buyuruldu.
Hayır ve tâ’atde sivâdü’l-a’zama, ya’nî büyük topluluğa uymalı, ondan bir karış ayrılmamalıdır. Allahü teâlâ bu ümmeti dalâlet üzerinde birleştirmez. Nitekim hadîs-i şerîfde: «Ümmetim sapıklık üzerine icma’ etmez» buyurulmuştur. Hakkı, doğruyu nerede olursa olsun onlarla birlikte, hakikî müslimanların cemâatinde görmelidir. İnsanların en şerlisi, kötüsü kendi görüşüne uyan, müslüman cemâatinden ayrılan ucb sâhibi kimsedir. Kendisine verilen ni’metl büyük gösterip ni’met sâhibinl unutmakdır. Halbuki bütün ni’metleri veren Allahü teâlâ’dır. Ihyâ’da böyle diyor. Müsliman cemâatine uyan bir kişinin işindeki hatâsı, müsliman cemâatinden ayrılmış bir kimsenin doğru işinden afv olunmağa daha yakındır.
Sivâdü’l-a’zam, şu tâifeye denir ki, Allahü teâlâ’nın emirlerini yaparlar, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) sünnetini tutarlar, Hulefâ-I râşldînin (aleyhimürrıdvan) yolunda giderler. Yeryüzünün ma’mur yerlerinden hiçbir tarafı sivâd-ı a’zamdan, ya’nî hakikî müsliman cemâatinden boş kalmaz. Câbir (radıyallahü anh) ın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfde: «Allah’ın emri gelinceye kadar ümmetimden hak üzere olan tâife yok olmaz» buyuruldu.
Burada hak üzere olan tâife için çeşidli yorumlar yapılmıştır. Bâzılarına göre İslâm ordusudur. Bâzılarına göre emr-i ma’rûf ve nehy-l münker yapan âlimlerdir, imâm Nevevî (rahmetullahi aleyh) ise bu tâifenin bir arada olması şart değildir. Mü’minler arasında serpiştirilmiş olabilir. Kahraman müsliman askerler, doğruyu söylemekten çekinmeyen fıkıh âlimleri gibi.
Burada Allahü teâlâ’nın emrinin gelmesi, Kıyametin kopması demektir. Zîra Nahl sûresi, 1. âyet-i kerîmesinde bu mâna bildirilmiştir. Daha uygun mâna, (rîh-i leyyine) dir. Bu yumuşak rüzgâr, mü’min olan erkek ve kadınların ruhlarını alır. Çünki Kıyâmet, sûrun 1. üfürülüşü kâfirlerden başka hiçbir insanın kalmadığı zamanda olacaktır. Nitekim hadîs-i şerîfde: «Kıyâmet, yeryüzünde Allah, Allah diyen kimsenin kalmadığı zaman kopacaktır» buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfde: «Her kam’da ümmetimden sâbıklar olacaktır» buyuruldu. Karn, Şerh-i meşârık’da seksen veya otuz seneye denir. Sıhah’da insanların yaşadığı bir zaman, çağdır yazılıdır. Sâbıklar, Allahü teâlâ’nın rahmetine kavuşmak için iyi ve hayırlı amellerde bulunmak üzere yarışanlardır.