YÜRÜMEDEKİ SÜNNET VE EDEBLER
Evden çıkarken: «Bismillâhi ve tevekkeltü alellahi ve lâ havle ve lâ kuvvete İllâ billâhil aliyyil azîm» demelidir. Enes bin Mâlik’in (radıyallahü anh) Peygamber efendimizden (sallâllahü aleyhi ve sellem) bildirdiği hadîs-i şerîfde: «Kişi evinden çıkınca, Bismillâhi tevekkeltü alellahi ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh derse, bir melek, bu sana yeter, hidâyete eriştin ve korundun der. Kendisinden şeytan da uzaklaşır ve rastladığı şeytana, yetinen, hidâyete erişen ve korunan kimseye senin ne te’sîrin olabilir der» buyuruldu. Hâllsatü’l-hakâik bunu bildirmektedir.
Yine evden çıkarken, yanılmaktan, doğru yoldan ayrılmaktan, başkalarının hakkına tecâvüzden ve bilgisizlikten Allahü teâlâ’ya sığınır. Evden çıkarken de, eve girerken de, Âyete’l-kürsî okur. Alçak gönüllü, başı önüne eğik bir halde, yukarıdan aşağıya iner gibi sür’atle yürür. Çünki bu yürüyüş, kibirden, böbürlenmeden ve övünmeden uzak bir yürüyüş şeklidir. Sallanarak, başı havada ve böbürlenerek yürümez. Çünki bunların herbiri, kibir alâmetidir. Yürürken ellerini uzatmaz. Fitneye sebeb olması bakımından 2 kadın arasında yürümez. Yolun yanlarını kadınlara bırakır. Müslümanlara eziyet veren şeyleri, yoldan izâle eder. Çünki eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmak sevabı arttırır. Yüksek binaların altından sür’atle yürür. Zîra böyle yerler tehlikeli olabilir. Gereksiz yere sokaklarda, çarşılarda oturmaz. Buralarda oturmak, insana gaflet verir ve önemli işlerden alıkoyar, sâlih amelleri giderir. Ama çarşıya girmek zorunda ise, orada az kalır. Zîra oralarda insan ve cin şeytanlarının dolaştığı, bulunduğu söylenir. Bostan’da böyle yazılıdır.
Eğer çarşıda, insanlarla olan hukukun edâsı için oturur konuşursa, gözünü haram ve mekrûh şeylerden örter, yoldan eziyet veren şeyleri giderir; Selâm verenin selâmını alır. Emr-i mâruf ve nehy-i münker eder. Daralan kimselere, yardım istiyen mazlumlara yardım eder. Yanî şaşırana akıl verir, yol gösterir. Bir şey bulursa, bir şey kaybedeni duyarsanız bana gönderin diye seslenir. Balgam ve necâset türünden eziyet veren şeyleri örter, önüne ve sağ tarafına değil, sol tarafına, yâhud ayağının altına tükürür. Hadîs-i şerîfde: «Kabir azâbından korunmak istiyen mescidin avlusuna tükürmesin» buyuruldu.
Arkasındakiler yaya yürürken, kendisi binek üzerinde gitmez. Zira bu kibrin kendini büyük görmenin alâmetlerinden ve şöhret işâretlerindendir. Selef-i sâlihîn, arkalarından yaya olarak insanların gelmesinden çok fazla sakınırlardı. İbni Hanzala der ki: Ubeyy bin Kâ’b hayvan üstünde olduğu halde, biz de ardından yaya olarak gidiyorduk. Bîrden hazret-i Ömer (radıyallahü anh) onu gördü ve kamçı ile üzerine yürüdü. Ubeyy bin Kâ’b, ey Emîre’l-mü’minîn, ne yapıyorsun? deyince, hazret-i Ömer (radıyallahü anh): «Senin bu şekilde yürüyüşün, ardından gelenler için zillet, senin için de fitnedir» buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (radıyallahü anh) bir gün evinden çıktı. Peşine insanlar takıldı. Dönüp, onlara, bana eziyet veriyorsunuz buyurdu.
Rivâyet olunur ki, bir yolculuğunda ibni Sîrîn’e (rahmetullahi aleyh) birisi arkadaşlık ediyordu. Ayrılırken ona, bana nasihat et, dedi. İbni Sîrin; «Bil, fakat bilinme, yürü fakat sana yürüyen olmasın, sor fakat sana soran olmasın» buyurdu.
Hazret-i Eyyûb bir yolculuğa çıkarken, onu uğurlamaya çok insanlar geldi. Uğurlamağa gelenlere: «Allahü teâlâ kalbimi biliyor ki, sizin bu hareketinizi beğenmiyorum. Bunu bilmeseydim, Allahü teâlâ’nın azâbından korkardım» buyurdu. İmâm-ı Gazâlî (rahimehullah) da böyle bildirmektedir.
Gençlerin değil, yaşlıların asâ (baston) ile yürümesi, müslümanların alâmeti ve peygamberlerin (aleyhimüsselâm) sünnetidir. Hasan-ı Basrî (rahimehullah) buyurur. Baston taşımakta 6 haslet vardır:
1) Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) sünnetidir,
2) Sâlihlerin, velîlerin süsüdür.
3) Köpek, yılan ve benzeri zararlı hayvanlara karşı silâhdır.
4) Hasta, yaşlı ve halsizlere yardımcıdır.
5) Münâfıkların kahridir.
6) Sevabların artmasına sebebdir.
Mü’min bastonlu olunca, şeytan ondan kaçar, münâfık ve fâcir ondan çekinir demişlerdir. Namaza durunca, baston kıblesi, yorulunca kuvveti olur. Gerçekten bastonda çok fâideler vardır. Nitekim Allahü teâlâ Tâhâ sûresi 18. âyetinde: «Mûsâ aleyhisselâm şöyle dedi: O benim asâmdır; ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim ve benim onda başka hâcetlerim de vardır» buyuruyor. Yolda bir kör görürse, sağ eli ile körün sol elini tutup, dilediği yere kadar götürür. Onun bu hareketinde. her adımına, bir köle âzâd etmiş sevâbı verilir. Kâfiri kiliseye kadar götürmez. Mümkün mertebe kâfirle müsâfaha etmez, kâfirin elini sıkmaz. Bir menfaat için kâfirle tokalaşırsa zararı yoktur. Kunye’de şöyle diyor: Müslümanın, komşusu hristiyan ile müsâfaha etmesinde bir sakınca yoktur. Gıybetten sonra ve müsâfehayı terkle eziyet edince, abdestini yenilemesi müstehabdır.
Tanısın, tanımasın müslümanlara hep selâm vermelidir. Çocuklara selâm vermeğe gelince: Çocuklara selâm vermek lâzım değildir denildi. Bâzı âlimler, selâm vermek, vermemekten daha iyidir dediler. Bostan’da, biz bunu alırız ve daha iyi buluruz diyor. Zîra selâm ülfet ve muhabbeti arttırır. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «İman etmedikçe Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de, tam îmân etmiş olamazsınız. Size birşey gösteriyorum, onu yaparsanız, sevişirsiniz! Birbirinize çok selâm veriniz» buyurdu.
Müslüman kardeşine, gündüzün kaç defa rastlarsa, selâm verir. Aralarına bir ağaç, yâhud duvar girse, yine selâm verir. Zîra bu, din kardeşine rahmeti gerektirir.
Kadınlara selâm vermez. Cerîr’in (radıyallahü anh) Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) kadınlara uğradı ve onlara selâm verdi rivâyetinde bildirilen selâm, Resûlullah’a mahsustur. Çünki, O, fitneden emîndir. Ama diğer erkeklerin, yabancı kadınlara selâm vermesi mekrûhdur. Aksi de böyledir, yanî yabancı kadınların yabancı erkeklere selâm vermesi mekruhdur. Zîra selâmlaşırlarsa, aralarında tanışma ve yaklaşma hâsıl olur. Bu tanışmadan da, fitne doğar. Ama birbirini tanımıyan yabancı erkek ve kadınların, selâmlaşmasını, birçok âlimler mekrûh görmemişlerdir. Mazhar’da böyle diyor. Âlimlerden bâzısı, genç kadınlara değil, ihtiyar kadınlara selâm vermede bir sakınca yoktur; ihtiyar kadınlar selâm verirse, selâmlarını ve aleykünnesselâm diyerek alır demişlerdir.
Bir meclise gelince, oradakilerin işiteceği bir sesle selâm verir. Selâm alırken de, selâm verenin duyabileceği sesle söyler. Âlimlerimiz buyuruyor ki, selâm sünnettir. Duyurmak müstehabdır. Selâmı almak farz-ı kifâyedir. Selâmı alanın, verenin duyacağı kadar sesle söylemesi vâcibdir. Ona duyurmazsa, selâma cevab verenden bu farz sâkıt olmaz. Selâm veren kimse sağır ise, selâm alanın, dudaklarını oynatması ve selâmını aldığını ona göstermesi lâzım olur. Lâkin bu, erkekler ve ihtiyâr kadınların selâm vermesinde olup, genç kadınlar için yapılmaz.
Kunye’de ve Hâvil-Kudsî’de açıkça bildirilmekte ve şöyle demektedir: İhtiyar bir kadın selâm verse veya aksırsa, erkek sesle cevab verir ve ona duyurur. Selâm veren veya aksıran kadın genç ise, gizlice cevab verir. Selâmını almak, mutlak olarak vâcib değildir. Zîra fukahâ-i kirâm, bâzı yerlerde, selâma cevab vermenin vâcib olmadığını açıkça belirtmişlerdir. Bu yerlerden bir kısmı şunlardır: Hasımlar, dâvacılar tarafından verilen selâma kadı (hâkim) cevab vermiyebilir; fıkıh ilmi okutmakla meşgul üstâd, talebesinin ve başkasının selâmını almıyabiiir. Sadaka veren, dilencinin dilenme esnâsında verdiği selâmı almıyabiiir. Kur’ân-ı kerîm ve. düâlardan virdini, yanî günlük vazifesini edâ ederken, yanî Kur’ân-ı kerîm ve düâ okurken, verilen selâmı almıyabiiir- Mescidde tesbîh, yâhud kırâet, yâhud namazı beklemek için oturanlar, selâma cevab vermiyebilirler. Bütün bu hallerde, verilen selâmı almak lâzım olmaz. Fıkıh kitablarında böylece yazılıdır. Hattâ Hazâne fıkıh kitâbında: «Dilencinin selâmına cevab vermek câiz değildir. Mahkemedeki kadı ve ders okutan hoca da böyledir» diyor.
Selâmla, İslâm ahdini yenilemeğe niyet eder. Yanî müslüman kardeşinin ırzına ve malına, kendinden zarar gelmiyeceği niyetini yenilemiş olur. Müsliman kardeşine selâm verince, onun ırzına ve malına el uzatması harâm olur. Yanî bu iki konuda, ona el uzatmasının kendisine harâm olduğunu, selâmla yenilemiş olur. Rastladığı kimseye, önce kendisi selâm verir. Çünki önce selâm vermek, kibirden uzak olduğuna alâmettir. Evine girerken, evde olanlara selâm verir. İçinde kimse olmıyan bir eve girerse, esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîn demelidir. Böyle yapanın selâmına, melekler cevab verir. Bir topluluğa varınca ve ayrılınca yine selâm vermelidir. Böyle selâm veren, onların bundan sonra yaptığı her iyiliğe ortak olur.
Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Meclis tamamlandığı zaman selâm veren müslümana, Allahü teâlâ, bedenindeki her kılına karşılık bin sevab verir. Derecesini bin kat yükseltir ve o meclis, onun için, kıyâmete kadar mağfiret ister» buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, Tâtârhâniyye’de yazılıdır.
Tam selâm, esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü demektir. Selâmı alan da, bu 3 kelime ile alır. Bütün selâm verenlerin ve selâm alanların, bu 3 kelimelik selâmı kısaltmaması ve selâm ve cevâbı tam ve mükemmel olarak birbirine uygun olması için de, buna bir şey eklememeleri lâzımdır. Ama selâmı veren, esselâmü aleyküm derse, selâmı alan, ve aleyküm-üs-selâm ve rahmetullahi deyip, önüne bir ve, sonuna da rahmeti ekler. Selâm veren, esselâmü aleyküm ve rahmetullah derse, alan, ve aleykümüs-selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü diye cevab verir. Bununla beraber, her iki şekilde, selâm vereninki gibi selâma cevab verirse câizdir. Lâkin daha sevgili ve iyi olanı, selâm alanın, yukarıda geçtiği gibi, ilâve ederek cevab vermesidir. Allahü teâlâ’nın kelâmı buna işâret etmektedir. Nisâ sûresi 86. âyet-i kerîmesinde: «Bir mü’min size selâm verince, siz ondan daha güzeli ile karşılık verin veyâ aynı ile mukabele edin» buyuruyor. Bu âyet-i kerîmede, size verilen selâma, ondan daha güzeli ile karşılık verin kısmı, aynı ile mukabele edin kısmından önce bildirilmektedir.
Selâm veren, parmakla işâret ederek selâm vermez. Çünki bu, yehudî âdetidir. El ile de işâret etmez. Bu da hıristiyanların âdetidir. Hıristiyan ve yehudîlerle selâmda, müslüman önce hareket etmez. Ama bu türden ehl-i kitab’la bir işi varsa, o zaman önce selâm vermesinde beis yoktur. Hulâsa’da böyle diyor. Onlara ihânet için ve onlara izzet ve ikrâm ettiği anlaşılmaması için, onları yolun en dar yerinden geçmeğe mecbûr eder. Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ), farkında olmıyarak bir yehudiye selâm verdi. Yehudî olduğunu öğrenince, geri dönüp.’ yehudîye, selâmımı geri ver buyurdu. Yehudî de, verdim dedi.
Zimmî’nin selâmına, müslüman ve aleyküm diye cevab verip, başka bir şey ilâve etmemelidir. Müslümanlardan biri, onlara selâm vermede bir menfaat görürse, esselâmü alâ men-ittebe’a-hüdâ demelidir. Onlara yazdığı mektubda da böyle yazar. Müslümanların ve zimmilerin bulunduğu bir topluluğa çoğul olarak, yanî aleyküm diyerek selâm vermede bir sakınca yoktur. Küçüğe, büyüğe, aza çoğa, yaya ve binek üstünde olana selâm verir. Fakat 2 kişi veya gurub karşılaştıklarında, binek üstünde olan yaya olana, yaya yürüyen oturana selâm verir. Zîra selâm, ziyâret edenlerin hürmet ifâdesidir. Ziyâret edenin hâline yakışan da. alçak gönüllü olmaktır. Binek üstünde olanın hâli, yaya yürüyene göre, yüksekte olduğundan, ziyâretçi hükmünde o olur. Bunun için, alçak gönüllülük izhâr etmesi bakımından, onun selâm vermesi gerekir. Oturana göre, yürümekte olanın durumu da böyledir. Alçak gönüllülük göstermek ve kalabalığa hürmet için, az olanlar, çok olanlara selâm verir. Büyüğün, büyüklüğüne saygı için, küçük büyüğe selâm verir. Mesâbîh’de bildirilen hadîs-i şerîfde böyle buyurulmaktadır.
Birisinden selâm getiren, gelir gelmez bunu sâhibine ulaştırır. Çünki yanında emânettir. Allahü teâlâ Nisâ sûresi 58. âyetinde: «Allah, size, emânetleri ehline vermenizi emrediyor» buyurdu. Fetâvâ-yı Tâtârhâniyye diyor ki: Birisinden gelen selâmı alan, önce selâmı getirene, sonra selâmı yollayana cevab verir, yanî aleyke ve aleyhisselâm der. Selâmı, yalnız tanıdıklarına vermez. Tanıdık, tanımadık herkese selâm verir. Yanî selâmda ayırım yapmaz. Selâmda ayırım yapmak, kıyâmet alâmetleri ve işâretlerindendir.
Karşılaştığı mü’minle selâmlaştıktan sonra müsâfeha eder. Çünki müsâfeha, hürmetin tamamından olup, muhabbeti arttırır. Müsâfeha edince, din kardeşi elini çekmeyince elini çekmez. Zîra Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle yapardı. Örtü, eldiven üzerinden müsâfeha etmez. Bu diğeri için eziyet olur
Sünnetlerden biri de, seferden gelenin boynuna sarılmaktır. Onu öpmez, ona eğilmez. Çünki bu ikisi de mekrûhdur. Bâzı âlimler, zühdü, dünyaya düşkün olmaması, takvâsı ve yaşlılığı sebebiyle öpmek mekruh olmaz dediler. Öpen, ağzını değil, elini, alnını ve başını öpmelidir. Peygamber efendimiz (sallâllahü aleyhi ve sellem) vefât ettikten sonra, Ebûbekir Sıddîk (radıyallahü anh) gözlerini öptü. Âlimin ve âdil sultanın elini öpmede bir sakınca yoktur. Tenvîr’de de böyle diyor.
Yaş bakımından kendinden büyük olanın önünden yürümez. İlim ve amel bakımından ileride olanların da, önünden yürümez demişlerdir. Bu fakirliğe sebeb olur. Yürümede ve bir meclisde oturmada, Kureyşliyi takdim etmeli, öne geçirmelidir. Yol ve konaklama bakımından hiçbir müslümanı sıkıştırmamalıdır.
Din kardeşi ile karşılaştığı zamanki sünnetlerden biri de, ona sabaha nasıl çıktınız, yâhud merhaba demektir. Merhaba, arabların, karşısındakine ikrâm ve saygı için söyledikleri bir sözdür. Geldiğiniz yer, geniştir, rahat olun, daralmayın, sıkılmayın demektir. Peygamber efendimize (sallâllahü aleyhi ve sellem) uyarak böyle söylemek sünnettir. Zira Mekke’nin fethi senesinde, amcasının kızı Ümmihânî kendisine gelince, Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ona: «Merhaba bi Ümmihânî» buyurdu. Mazhar kitâbında da böylece yazılıdır. Yâhud da «ehlen ve sehlen» der. Tanıdık bir yerdesin, çekinme, rahat ve kolaylık üzere ol demektir. Arkadaşı ise, iyiyim, âfiyetteyim. Bunun için Allahü teâlâ’ya hamd ederim der.
Yorulduğunda sünnet olan, Peygamber efendimizin (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Sizden biriniz yorulursa, hızlansın, ayağı uyuşan en cok sevdiği insanı hatırlasın geçer» hadîs-i şerifine uymaktır.