Sual: Hüseyin Hilmi Işık Efendi kimdir?

Cevap: Hüseyin Hilmi Işık Efendi (rahmetullahi aleyh), 1329 hicrî yılına rastlayan 1911 senesinde Mart ayının 8. günü, güzel bir bahâr sabâhı, İstanbul’da Eyyûb Sultân’da Servi mahallesi, Vezîrtekke sokağı, Şifâ yokuşunda 1 numaralı evde tevellüd etti. Babası Sa’îd Efendi ve dedesi İbrâhîm Pehlivân, Plevne’nin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyn ağa da Lofca kasabasından idiler. Sa’îd efendi, 93 harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş, Vezîr tekkesinde yerleşip evlenmişti. Harb ve muhâcirlik sıkıntıları sebebi ile hiçbir mektebe gidememiş, belediye de kantar memûru olmuş, 40 seneden fazla bu vazîfeyi yapmıştı. İstanbul’un büyük câmi’lerinde, meşhûr hocaların derslerine aralıksız devâm ederek din bilgilerin de çok derinleşmişti. Vazîfesi îcâbı matematiğin 4 işlemini zihin ile yapmakta o kadar mâhir olmuştu ki, görenler şaşardı.

Hüseyn Hilmi Efendi 5 yaşında, Eyyûb câmi’i ile Bostân iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada 2 senede Kur’ân-ı kerîmi hatmeyledi. 7 yaşında, sultân Reşâd hânın türbesine bitişik (Reşâdiyye nümûne mektebi)nde ilk tahsîlini yaparken, babası ta’tîl aylarında (Hakîm Kutbüddîn), (Kalenderhâne) ve (Ebüs sü’ûd) din mekteblerine de gönderir, oğlunun iyi yetişmesi için çok gayret ederdi. Hüseyn Hilmi efendi, (1924) senesinde ilk mektebi birincilikle bitirdi. İlkokulda her dersten aldığı altın yaldızlı mükâfâtları büyük bir albümü doldurmaktadır.

O sene Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan (Halıcıoğlu askerî lisesi) giriş imtihânlarını pekiyi olarak kazanıp, o sene orta kısmı 2. sınıfa birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak (1929) da askerî liseyi birincilikle bitirip, askerî tıbbiyye mektebine seçildi. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyn Hilmi efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz derlerdi. Lise 2. sınıfta (bir dik açının düşeyinin de dik olması için bir kenârının, düzleme paralel olması lâzım ve kâfîdir,) teorisini isbât ederken, durakladı. Hocası yüzbaşı Fuâd Bey hâtırlatmak isteyince, (Efendim! Burasına aklım ermiyor. Dediğinizi anlıyorum. Fakat, iki isbâtlama birbiri yerine oluyor,) demişti. Fuâd Bey, sınıfın ikincisine soruyor. O da, rakibinin bu hâline sevinerek, (Hayır efendim. Hilmi efendi yanılıyor. Kitâpta, sizin anlattığınız gibi yazıyor,) diyor. Hilmi efendi bunu anlayamadığında ısrâr edince, Fuâd beğ onu yerine oturtuyor ve (Hilmi efendi insanlık hâli bu. Belki bugün çok çalışarak kafan yorulmuş. Belki de başka üzüntün vardır. Başka zamân iyi anlarsın. Üzülme,) diyor. Gece oluyor. Herkes uykuda. Nöbetçi, Hilmi efendiyi uyandırıyor. (Kalk! Geometri hocası, öğretmenler odasında seni istiyor,) diyor. Kalkıp giyiniyor. Gece yarısı, şaşkın şaşkın odaya gidiyorlar. Fuâd beğ: (Yavrum Hilmi efendi! Evime gidince düşündüm. Hilmi efendi her yeni verilen dersi bülbül gibi tekrâr eder. En çetin matematik problemlerini çözer. Onun bugün 2 ayrı geometri davâsının birbirine ters düştüğünü söylemesi boşuna olmasa gerektir dedim. Çok inceledim. Anladım ki, Hilmi efendi haklı imiş. Fransız profesörü Hadamar yanlış yazmış. İzmir lisesi geometri muallimi Ahmed Nazmi beğ de, bunu tercüme ederken farkına varamamış. Ben ise senelerce, bunu yanlış anlatmışım. Oğlum sen haklısın. Seni tebrîk ederim. Senin gibi talebem olduğu için iftihâr ediyorum. Senin râhat uyuman, sevinmen için, yarını bekleyemedim, geldim,) dedi. Hilmi efendinin alnından öptü ve gitti.

Hilmi efendi askeri lisenin her sınıfında oruclarını tuttu. Her namâzını kıldı. Son sınıfta iken namâz kılan yalnız o kalmıştı. İslâm düşmanlarına aldanmış, belki de satılmış olan birkaç kimse, fen bilgisi diyerek, yalanlarla, iftirâlarla dinsizliği, ecdâd düşmanlığını aşılıyorlardı. Geoloji hocası Âdem Nezîhi, fizik hocası Sabri, felsefe hocası Cemil Senâ ve târîh hocası Bağdadlı binbaşı Gâlib beğler zararlı telkînlerinde pek aşırı gidiyorlardı. Sınıf arkadaşları arasında bu yüzden namâz kılan kalmamıştı. O, bu hocalarına aldanmadı. Onların derslerine dahâ çok çalışıyor, hepsinden tam numara ve takdîr alıyordu.

Lise son sınıf da iken, babası Sa’îd efendi vefât etti. Askerî lisenin talebeleri, hocaları ve subayları cenâzede bulundu. Eyyûb halkı cenâzede bulunanların çokluğuna şaşmışdı.

Hüseyn Hilmi efendi, Bâyezîd meydânında, Zeyneb hânımın çok zînetli olan konağında ki fen fakültesinde okurken pek üzüntülü idi. Bâyezîd Câmi’i’nde Cuma namâzı kılarken, yalnız bir saf cemâ’at oluyordu. Onlar da yaşlı idiler. Birkaç sene sonra müslümân kalmayacak diyerek hem üzülüyor, hem de bunun sebebini araştırıyordu. Bir türlü anlayamıyordu. Yeis ve ümmîdsizlik içinde idi. Mektepte de dertleşecek, faydalanacak kimse bulamıyordu.

Bir gün dersten çıkmış, öğle namâzını kılmak için Bâyezîd câmi’ine girmişti. Namâzını kıldıktan sonra kitâpcılar tarafında birinin vaaz verdiğini gördü. Yanına gitti. Oturup dinledi. Bir hoca, elindeki ince ve ufak bir kitâba bakarak, îmânın 6 şartını anlatıyordu. Hep bildiği şeylerdi. Fakat kalkıp başka yere otursaydı, dersi beğenmedi de gitti zannederek hoca üzülür düşüncesi ile yerinden kalkmadı. Zâten dinliyen de, 3-5 ihtiyârdı. Hoca dersi çabuk bitirdi. Önündeki bir formalık ince kitâbları göstererek, (Bunlar herkese lâzımdır. Satıyorum alınız!) dedi. Hocanın çok fakîr olduğu hâlinden anlaşılıyordu. Kitâp alan kimse olmadı. Hilmi efendi, hocaya acıdı. Bir tâne alıp, bir gence hediye ederim düşüncesi ile (Kaç kuruş?) dedi. 25 kuruş deyince, almadı. Hem 25 kuruşu yoktu. Hem de, küçük kitâbın değeri 2 kuruş kadardı. Çünki, para kıymetli idi. imâm ma’âşı 17 lira, teğmen aylığı 61 lira idi. Kitâbın en çok 5 kuruştan fazla olmasını din adamına yakıştıramadı. (Allah rızâsı için parasız verilir. Haydi nafaka için 5 kuruş olsun) diye düşünerek, bu hocayı beğenmedi. Kalkıp, karşı tarafa doğru yürüdü. Bâyezîd meydânı tarafındaki parmaklık içi ve dışı çok kalabalıktı. Bir ihtiyâr, içerde oturmuş kitâptan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup, dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl ziyâret edilir?) anlatıyordu. Hiç bilmediği, çok merâk ettiği şeylerdi. Fakat câmi’ içinde ikindi namâzı kılınmaya başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, (Bu kitâb Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyem olsun) diyerek, arkasına uzattı. Kalkıp namâza başladı. Hüseyn Hilmi efendi, bu hocayı dinlerken, hep karşıdaki hocayı düşünüyor. Allah adamı, din kitâbını bedâva verir düşüncesini zihninde tekrârlıyordu. Bu hoca ise, kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu nerden anlamıştı? Kitâbı alınca, câmi’in boş yerine koşup, namâzını kıldı. Kitâbın kapağında (Râbıta-i şerîfe) ve altında (Abdülhakîm) yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm efendi olduğunu, Cum’a günleri, Eyyûb câmi’inde va’z verdiğini öğrendi. Hemen Bâyezîd kulesine yakın (Bekr ağa bölüğü) denilen binâdaki yerine gitti. Cum’a gününü bekledi.

O zamân her yer Cum’a günleri ta’tîl olurdu. Büyük câmi’de hocayı aradı. Göremedi. Sordu. O, başka câmi’de imâmdır. Orada namâzı kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler dediler. Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu, bir kitâbcı sergisinin yanında duruyor gördü. Arkasından yaklaştı. Sevgi ile hep hocaya bakdı. Kitâbcı (Hoca ayakda dikilme! Şu iskemleye otur!) dedi. iskemlenin üstü kar ile örtülmüştü. Oraya oturacak iken, Hüseyn Hilmi efendi, şimşek gibi şıçrayıp, (Durun, oturmayın!) dedi ve mendili ile karları attı. Kaputunu çıkarıp, katlayıp üstüne koydu. (Buyurun, oturun!) dedi. Dönüp ona baktı. Mubârek yüzü heybetli, kara kaşları, kara gözleri, yuvarlak sakalı, çok güzel, pek sevimli idi. (Kaputunu al!) deyip, tahtaya oturdu. Hüseyn Hilmi efendi, buna üzüldü ise de, (Kaputu sırtıma ört!) dedi. Bu emrine sevindi. Cemâ’at câmi’den çıkmağa başlayınca kalktı. Câmi’in yan tarafındaki küçük kısma girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup, rahle üstündeki kitâbından anlatmağa başladı. Hüseyn Hilmi efendi, en önde karşısına oturmuş, dikkatle dinliyor. Hiç işitmemiş olduğu, çok merâk ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevk ile dinledi. Defîne bulmuş fakîr gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini seyyid Abdülhakîm efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeğe, söylediği herbiri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeğe dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini her şeyi unutmuştu. Kalbinde tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor. Sanki, tatlı bir şeyle yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyn Hilmi efendiyi mest etmiş, (fenâ) denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen ni’met, sanki bir oturuşta hâsıl olmuştu. Ne yazık ki, 1 sâat geçmiş, ders bitmişti. Bu 1 sâat Hüseyn Hilmi efendiye bir an gibi olmuş, tatlı rü’yâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıda sıraya girmişti. Ayak kabılarının iplerini bağlarken, birisi yanına gelip ve eğilip, kulağına (Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!) dedi. Bu çok tatlı, te’sîrli sözü söyleyen kimse seyyid Abdülhakîm efendi idi. O gece, Hüseyn Hilmi efendi rüyâda (Bulutsuz, parlak mâvi bir semâ. Etrâfı, câmi’ kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş, burada nûr yüzlü biri gidiyor. Başını kaldırıp bakınca, seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu) gördü. Zevkle uyandı. Bir kaç gün sonra, rü’yâda, (Hazret-i Ebû Eyyûb-i Ensârî Hâlid bin Zeyd’in türbesinde sandukanın baş tarafına biri oturmuş. Yüzü ay gibi dalgalanıyor. Elini öpmek için kuyruk olmuşlar. Hüseyn Hilmi efendi de sıraya giriyor. Sırası gelip, elini öperken uyanıyor). Her Cuma evine gidiyor. O zamân Fâtih’de oturmaktadır. Bazen sabâh namâzından önce gelip, yatsıdan sonra zorla ayrılmakta, her şeyi unutup, yeniden görüyormuş gibi olmaktadır. Yemekte, namâzda, istirâhatta, bir yere gitmekte, Abdülhakîm efendiden hiç ayrılmamaktadır. Hareketlerine dikkat ediyor. Hep onu dinliyor. 1 dakîkanın boş geçmemesi için çırpınıyordu. Ta’tîl günlerinde, boş kaldığı zamânlarda hep oraya gidiyor. Câmi’lerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Önce türkçe kitâblar, birkaç ay sonra arabî sarf ve nahv okuttu. Emsile, Avâmil, Simâ’î masdarlar, Emâlî kasîdesi, Mevlânâ Hâlid dîvânı, (isaguci) denilen mantık kitâbı ezberletildi. Bir beyt, bir mısrâ ve yâ arabî bir cümle yazılıp, açıklanmıyan bir gün olmamışdı. Yazılanların hepsi ezberlenirdi. Seyyid Abdülhakîm efendinin Hüseyn Hilmi efendiye ilk verdiği vazîfe, imâm-ı Begavî’nin (Kazâ-kader) hakkındaki, bir kaç satırının Arabîden Türkceye tercümesi oldu. Tercümeyi, gece evinde yazarak, ertesi gün hocasına götürünce, (Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti,) buyurmuştur. Hüseyn Hilmi Işığın bu ilk tercümesi, (Se’âdet-i Ebediyye) kitâbı, 2. kısım 4. madde sonundadır.

Hüseyn Hilmi efendi, tıbbiye mektebinde 2. sınıfa birincilikle geçti. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde çalışma zamânı gelmişti. O hafta Eyyûb Sultân’a gidince, bahçede baş başa otururlarken, (Sen mektebinde ne okuyorsun?) dedi. Cevâbını verdi. (Sen doktor olma. Eczacıya nakl et! Çok iyi olur!) buyurdu. (Ben sınıfın birincisiyim. Eczacıya geçmek için izin vermezler) dedi. (Sen istid’â ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder) dedi. Dilekcelerden, yazışmalardan sonra, Hüseyn Hilmi efendi eczacı 2. sınıfına girdi. Sene ortası olmuş, dersler ilerlemişti. 1. sınıftan da birkaç dersten imtihân olacağını bildirdiler. Birkaç ay içinde 3. sınıfa birincilikle geçti. Eczacı mektebini ve sonra Gülhâne hastahânesinde bir senelik stajını hep birincilikle bitirip, ilk önce, üsteğmen olarak askeri tıbbiye mektebinde müzâkereci ta’yîn edildi.

Eczacı talebesi iken Abdülhakîm efendinin emri ile Pâris’de çıkan (Le Matin) gazetesine abone olup, Fransızcasını ilerletti. Müzâkereci iken yine hocasının emri üzerine Kimyâ yüksek mühendisliğini okumağa başladı. Yüksek matematikçi Von Mises’den, mekanik profesörü Prager’den, fizikçi Dember’den, teknik kimyâyı Goss’dan okudu. Kimyâ profesörü Arnd’ın yanında çalıştı. Takdîrlerini kazandı. Arnd’ın yanında 6 ay travay yapıp, (Phenylciyan-nitro methan-methyl esteri) cisminin sentezini yapdı ve formülünü tesbît etti. Dünyâ da ilk olan bu başarılı travayı, fen fakültesi mecmû’asında ve Almanya’da çıkan (Zentral Blatt) kitâbının 1937 târîh ve 2519 sayısında (Hüseyn Hilmi Işık) isminde yazılıdır. Hüseyn Hilmi Işık, 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı kimyâ yüksek mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiye’de ilk ve tek olarak kimyâ yüksek mühendisi olduğu günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara’da Mamak’da zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada 11 sene kalıp, Auer fabrikaları genel direktörü Merz bacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı. Onlardan almanca da öğrendi. Harb gazları mütehassısı oldu. Başarılı hizmetler gördü.

Meselâ, II. cihân harbinde, ingilizler Polonya’ya yüz bin halk maskesi satdı. Maskeler Çanakkale Boğazından geçerken Almanlar Polonya’yı aldı. İngilizler maskeleri Türkiye’ye satmak istedi. Yüzbaşı Hüseyn Hilmi Işık, bunları mu’âyene etti. Süzgeçlerin zehirli sisleri kaçırdığını anlayarak (kullanılamaz, işe yaramaz) raporunu verdi. Millî savunma bakanlığı ve ingiliz sefîri inanmadılar. Telâşa düştüler. İngilizlerin yaptığı şey nasıl bozuk olurmuş denildi. İsbât etti. (Parçalanıp, yamalık olarak kullanılabilir) raporunu verdi. ingilizler böylece parayı alabildiler.

Hüseyn Hilmi Işık, her fırsatta İstanbul’a gider. Bu ziyâretleri güçleşince mektûb yazarak gönlünü ferâhlatırdı. Abdülhakîm efendi, mubârek el yazısı ile verdiği cevâbların birinde, (azîz Hilmi! Mektûbunuzun delâlet ettiği âfiyetinize şükrânlarda bulundum. Sedâd’a avâmil okutman pek hoşuma gitti. Demek ki şehirlerden uzak kalmanızın takdîri boş değildir. Her ikinizde müstefîd olursunuz… Size ve vâlide ve kardeşlerinize selâmlar ve duâlar ederim. Ara-sıra mektûb yazınız. Ahvâlinizi mufassalan yazınız! Teftîşden sonraki ahvâlinizi serî’an bildiriniz!) yazılıdır.

Başka bir mektûb da, (Pek çok sevilen Hilmi ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil’in tercümesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmil’in bir şerhi, bir de mu’rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahv i’tibârîle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve duâlar ederiz).

Başka bir mektûbunda, (Hilmi! Bu mektûbunuzdan çok memnûn ve mesrûr oldum. Hemen bu i’tikâdın kuvvetlenmesini arzû ederim. Hablar, yanî müshil habları bana çok yarıyor. Kolay ise, bir mikdâr dahâ yapınız ve gönderiniz!).

Başka bir mektûpta, (Aleyküm selâm! Esnâ-i tilâvet-i Kur’ân’da selâm sünnet değildir. Fakat selâm eden olur ise reddi vâcibdir. Tilâvet esnâsında tilâveti keser. Selâmı red eder, sonra okumağa başlar. Zîrâ tilâvet sünnetdir. Redd-i selâm vâcibdir. Vâcib, sünnet için terk ve tehîr olunmaz. Evvelce gördüğün ve anladığın gibi oku! Zîrâ bu haktan murâd hurmet demektir. (Bi-hakk-ı Muhammed) “sallallahü aleyhi ve sellem” demek, bi-hurmet-i Muhammed demektir. (Mevkûfât) sâhibi zan etmiş ki, hak kelimesi bir hakk-ı şer’î ve yâ hakk-ı aklîdir. Öyle murâd olunur ise öyle olur. Minel kadîm bu duâ böyle okunagelmiştir. Evet, Allahü teâlâ ya hiçbir sûretle, hiç bir şey ne şer’an ve ne de aklen vâcib değildir. Burada hakdan bu murâd değildir. Belki mütercim yanlış anlamıştır. Azîzim! Senin hâlin gibi herkes bu derdle derdli, bu hastalık ile hastadır. Böyle olmaz ise, başka sûretle râhatsızlık olur. Âdetullah böyle cârî olmuştur. Arabî beyt:

Küllü men telka-hu yeşkü dehrehu,

Yâleyte şa’rî hâzihid-dünyâ limen?

(Yanî her kime rast gelirsen, hâlinden, zamânından şikâyet ediyor. Âh bilseydim, bu dünyâ kimin malıdır demektir. İyisi yine sensin!).

Başka bir mektûbda, (Hilmi, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatınıza şükr ettim. Din ve dünyânıza en zîyâde yarıyan ve dîn-i islâmda misli te’lîf edilmiş olmıyan (Mektûbât) kitâbını okuyup bazısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!…). İstanbul’dan Mamak köyüne gönderilmiş olan bu mektûblar mubârek el yazısı ile olup, (yâdigâr mektûblar) dosyasında saklanmaktadır.

Hüseyn Hilmi Işık, Mamak’da iken, imâm-ı Rabbânî’nin ve oğlu Muhammed Ma’sûm’un 3’er cild mektûbâtı nın Türkçe tercemelerini birkaç kere okuyarak anlamağa çalışmış, bu 6 cild kitâptan, harf sırası ile özet çıkarmıştır. 3846 madde halînde meydâna gelen bu özeti, İstanbul’a gelince seyyid Abdülhakîm efendiye okumuştur. Hepsini, birkaç sâat dikkatle dinlemiş, çok beğenmiştir. Bu bir kitâb olmuş. İsmini (Kıymetsiz yazılar) koy buyurmuştur. Hüseyn Hilmi Işık’ın şaşırdığını görünce, (anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?) demiştir. Bunlar arasından, 1. cildden alınmış olanları ayrılarak, [1968’de bastırılan] (Mektûbât tercemesi) sonunda harf sırası ile fihrist olarak bastırılmıştır. [(Kıymetsiz Yazılar) kitâbı dahâ sonra sâdeleştirilerek Hakîkat Kitâbevi tarafından bastırılmışdır.]

1940 senesinde, Hilmi Işık, (Efendim! Evlenmek niyetindeyim. Ne buyurursunuz?) demiş. (Kimi alacaksın?) buyurmuşlar. (Siz kimi tensîb ederseniz, onu) demiş. (Bu sözün kesin midir?) demişler. (Evet) deyince, (Sana Ziyâ beğin kerîmesi uygundur) demişler. Hilmi Işık, Ankara’ya dönmeden önce meraktan kurtulmasını isteyince, ertesi gün Ziyâ beği çağırtıp, uzun konuştuktan sonra, söz alınır. Bir hafta sonra, İstanbul’a gelerek, mubârek elleri ile nişân yüzüğü takılır. Belediye kaydından sonra, kendileri, Hanefî ve Şâfi’î mezheblerine göre islâm nikâhı yapar. 2 ay sonra düğün olur. Yemekte Hilmi Işığı yanına oturtur. Yatsıdan sonra kendisi duâ eder. Bir hafta sonra, zevcesi ile yanlarına gittiklerinde zevcesine teveccüh buyurarak, (Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin) demişdir.

Hüseyn Hilmi Işık 1943 senesi sonbahârında Ankara, Hamamönü’ndeki evinde otururken, Fârûk Bey’in oğlu avukat Nevzâd Işık gelip, (Hilmi Ağa Bey! Efendi babam seni istiyor) der. (Şaka mı yapıyorsun? Onlar İstanbul’da! Nasıl olur da şimdi gelsin?) cevâbını verir. Yemîn edince, birlikte, Fârûk beğin Hâcı Bayram’daki evine gelirler. Polisler Eyyûb’de evini basmışlar. İzmir’e, sonra Ankara’ya getirmişler. Çeşitli mürâcaattan sonra yeğeni Fârûk Bey’in evinde, kontrol altında kalmasına izin verilmiş. Korku ve yorgunluktan çok za’îf, hâlsiz oturuyordu. (Her gün bana gel!) buyurdu. Hilmi Işık, her akşâm, koluna girip, yatak odasına geçirir. Üzerini örtüp, yüksek sesle (Kul-e’ûzü)leri okuyup, üzerine üfler, ayrılırdı. Gündüzleri, ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, az sonra giderlerdi. Hilmi Işığı her zamân yatağının içi ne oturtur, hafîfce bir şeyler söylerdi. Bağlum’da defnedilirken, oğlu Ahmed Mekkî efendinin emri ile, Hilmi Işık kabre girip, dînî vazîfeleri yaptı. Yine Mekkî efendi, (Babam, Hilmi’yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmi okusun!) buyurarak, bu şerefli vazîfede Hüseyn Hilmi Efendi’ye nasîb oldu. Hüseyn Hilmi Işık, bir kaç sene sonra, İstanbul’da yazdırdığı mermer taşı kabre koydurdu. Van’da seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taşlar yazdırdı. İstanbul’da Abdülfettâh ve Muhammed Emîn Tokâdî ve Çerkes Hasen Bey’in kabirlerini de ta’mîr ettirdi.

1969’da vefât eden II. Abdül hamîd hânın zevcesi Behîce Me’ân sultânın vasiyeti üzerine, namâzını Hüseyn Hilmi Işık kıldırdı ve (Yahyâ efendi) kabristânında kabir yaptırdı. Hüseyn Hilmi Işık, 1947’de Bursa askerî lisesinde kimyâ mu’allimi, sonra öğretim müdürü olmuş, burada ve sonra Kuleli ve Erzincan askerî liselerinde uzun seneler kimyâ dersi okutarak yüzlerce subaya hocalık yapmış, 1960 ihtilâlinde emek i olmuştur. Sonra, Vefâ lisesinde ve imâm hatîb okulunda ve Cağaloğlu, Bakırköy san’at enstitülerinde matematik, kimyâ hocalıkları yapıp çok sayıda îmânlı genç yetiştirmiştir. 1962 senesinde Yeşilköy’de Merkez eczâhânesini satın almış, sâhib ve mes’ûl müdürü olarak, uzun seneler halkın sıhhatine hizmet etmiştir. 1972 son bahârında Delhî’yi, Diyobend ve Serhend’i ve sonra Karaşi’yi ziyâret etmiş, Pani-put şehrinde, Senâ-ullah hazretleri ile Mazher-i Cân-ı Cânân’ın zevcesinin kabirlerinin ayak altında kaldıklarını görerek çok üzülmüş, 500 dolar vererek, her iki kabrin muhâfazasını te’mîn etmiştir.

1956 senesinde (Se’âdet-i ebediyye) kitâbını neşr etmiş, okuyucuların takdîr ve teşvîkleri ile 130’a yakın din kitâbı çıkarmışdır. Almanca, Fransızca, İngilizce, Arabî, Fârisî, Rusca, Bulgarca, Arnavutca ve diğer birçok lisanlarda hâzırladığı kitâpları dünyânın her tarafına yaymış, binlerle takdîr, tebrîk ve teşekkür mektûbları almış, kitâblarının birkaçı, Japoncaya ve Asya’daki, Afrika’daki yerli dillere, tercüme edilmiştir. Hiç kâbiliyeti, ehliyeti olmadığını, bütün bu hizmetlerin, seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin tasarrufları ve himmetleri ile ve islâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi. Hüseyn Hilmi Işık, seyyid Abdülhakîm efendinin sohbetindeki, sözlerindeki lezzeti, başka hiç bir yerde duyamadığını söyler, şimdi en zevkli anlarım, o tatlı günleri hâtırladığım zamânlardır derdi. O zamânları hâtırladıkca, hasretinden, firâk ateşinden burnumun kemikleri sızlıyor der, şu beyti sık sık okurdu:

Zi-hicr-i dositân, hûn şüd derûn-i sînecân-ı men,

Firâk-ı hem-nişînân suht, magz-ı istihân-ı men!

Türkcesi:

Sevdiklerim den ayrı kaldığım için, göğsüm de, rûhum kan ağlıyor,

Birlikte oturduklarımın ayrılığı, kemiklerimin iliğini yakıyor!

Hüseyn Hilmi Işık, her sohbetinde islâm âlimlerinin kitâblarından okur, imâm-ı Rabbânî’nin ve Abdülhakîm-i Arvâsî’nin sözlerinden söyler, gözle riya şarırdı. (Kelâm-ı kibâr, kibâr-ı kelâmest) derdi. Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür, demektir. Abdülhakîm efendinin, (Kötülük yapmak için yaratılmış olanın zarar yaptığını görünce niçin şaşıyorsun? Ondan iyilik mi bekliyorsun? Ben de senin bu şaşmana şaşıyorum. O, şerr-i mahzdır. Onun kötülük yapması, şaşılacak şey değildir. Onun bir iyilik yaptığını görürsen, o zamân şaş! Nasıl oldu da iyilik yapabildi de!) ve islâm âlimleri anılınca, (insan onlar idi. Onların yanında biz hiç kalırız. Hâzır olsak, hesâba katılmayız. Gâib olsak, aranmayız) ve (Tekkeler kapatılmasaydı, burada birkaç Velî yetişiyordu.) ve (Ben zâyi’ oldum!) ve (Yabancı dil bilseydim, çok fâideli olurdum.) ve (İslâmın en büyük düşmanı ingilizdir. Bütün ordusu ile, donanması ile, müstemlekelerden topladığı sayısız altınları ile, hâsılı bütün imparatorluk kuvvetleri ile, islâmiyyeti yıkmağa çalışmaktadır. Fakat ingilizin bütün bu dev kuvvetleri ile islâmiyyete yapdığı zarar, 2. derecede kalmakdadır. Ondan dahâ korkunc islâm düşmanı, Şemseddîn Günaltay’dır) ve (Hassâs, nâzik rûhlu kimse, fabrikadan yeni çıkmış olup, ambalajından kendisinin ayırdığı bir çocuk oturağı içine yemek koyup yiyemez. Onun benzerlerine necâset konulduğunu hâtırlayarak tiksinir. Küfr alâmeti olan şeyleri kullanmak da böyledir. Îmânı kuvvetli, dînine hassâs olan, nasıl övülürse övülsün, onları kullanmaz.) ve (İmâm-ı Rabbâni’nin Mektûbât’ını herkes anlıyamaz. (Mektûbât), ne Hâfız-ı Şîrâzî’nin yazılarına, ne de (Hamse)ye benzer. Biz onu anlamak için değil, bereketlenmek için okuyoruz.) ve (Namâz kılmak, Allahü teâlâya teveccüh etmek demekdir. Dünyâda şer-i şerîfe muvâfık namâz kılanlara hakâyık münkeşîf olur. ilm-i ledünnî ihsân olunur. Bu ilmin 72 derecesi vardır. En aşağısı, yaprakların sayısını bilmek ve Sa’îd ile Şakî olanı ayırmakdır. Bunlar kabirde namâz kılarlar. O namâz kıyâm ve rükü’ değildir. Allahü teâlâya teveccüh etmekdir,) sözlerini, sık sık tekrâr ederdi.

Hüseyn Hilmi Işık, 21 Temmûz 1974 Pazar günü hâzırlamış olduğu Vasıyetnâmesinde şöyle demektedir:

Dünyâdaki insanlar 8 kısımdır.

1) (Sâlih) olan mü’min, müslümân olduğunu söyler. Ehl-i sünnet i’tikâdındadır. Elh-i sünnet i’tikâdında olana (Sünnî) denir. Ehl-i sünnetin 4 mezhebinden birine de uyar. Böylece, her hareketinde islâmiyyete tâbi’ olur. İbâdetlerini kendi mezhebine göre yapar. Harâmlardan sakınır. Bunlarda bir kusûru olursa, şartlarına uygun tevbe yapar. Çocuklarını ilkmektebe vermeden önce, sâlih bir imâma veyâ Kur’ân hocasına gönderir. Onların Kur’ân-ı kerîm okuması, namâz sûrelerini ezberlemesi, ilmihâl öğrenmeleri için çalışır. Bunları öğretdikden sonra, ilkmektebe gönderir. Oğullarını lisede, üniversitedede okutur. İlkokula göndermeden önce, din bilgisi öğrenmeleri, namâz kılmağa başlamaları şarttır. Çocuklarını böyle yetiştirmiyen baba, sâlih müslümân olamaz. Çocukları ile berâber Cehenneme gider. Yapdığı ibâdetler ve haclar, kendisini Cehennemden kurtarmaz. Sâlih mü’min Cehenneme hiç girmez.

2) (Sapık) olan mü’min. Müslümân olduğunu söyler ve müslümândır. Fakat, (Sünnî) değildir. Mezhebsizdir. Yanî i’tikâdı (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri gibi değildir. Bunun için, hiçbir ibâdeti kabûl olmaz. Cehenneme girmekten kurtulamaz. İbâdet yapmazsa ve harâm işlerse, bunlar için de ayrıca Cehennemde kalır. Sapık inanışları küfr olmadığı için, Cehennemde sonsuz kalmaz. Şî’îlerin (imâmiyye) fırkası böyledir.

3) (Fâsık) olan mü’min. Müslümân olduğunu söyler ve müslümândır. Hem de Sünnîdir. Yanî, Ehl-i sünnet i’tikâdındadır. Fakat, ibâdetlerin bir kaçını veyâ hiçbirini yapmaz. Harâm işler. Fâsık mü’min, tevbe etmezse veyâ şefâ’ate kavuşmazsa, yâhud Allahü teâlâ afv etmezse, Cehenneme girip yanar ise de, îmânı olduğu için, Cehennemde sonsuz kalmaz.

4) (Aslî kâfir), kâfir çocuğudur. Kâfir olarak büyümüştür. Kâfir olduğunu söyler. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmaz. Yehûdîler ve hristiyânlar, kitâblı kâfirdir. Komünistler ve masonlar, kitâbsız kâfirdir. Bunlar, kıyâmette tekrâr dirilmeğe de inanmazlar. Putlara, heykellere tapınan kâfirlere (Müşrik) denir. Kâfirler Cehenneme girecek ve sonsuz yanacaktır. Dünyâda yaptığı iyiliklerin hiç biri, âhırette ona yaramıyacak, onu Cehennemden kurtaramıyacaktır. Ölmeden önce müslümân olursa afv olur. Sâlih mü’min olur.

5) (Mürted), Müslümân iken, dinden çıkan, kâfir olan kimsedir. Müslümân iken yapmış olduğu ibâdetlerin ve iyiliklerin hepsi yok olur. Âhıretde ona fâide vermezler. Tekrâr müslümân olursa, afv olur. Tertemiz mü’min olur.

6) (Münâfık), Müslümân olduğunu söyler. Fakat, müslümân değildir. Başka bir dindedir. Kâfirdir. Müslümânları aldatmak için, müslümân görünür. Münâfık, kâfirden dahâ fenâdır. Müslümânlara zararı dahâ çoktur. Eskiden münâfıklar çoktu. Şimdi yok gibidir.

7) (Zındık), bu da müslümân olduğunu söyler. Fakat, hiç bir dinde değildir. Tekrâr dirilmeğe inanmaz. Sinsi kâfirdir. Müslümânları dinden çıkarmak için, dinleri içerden yıkmak için, küfrünü müslümânlık olarak tanıtır. Kâdîyânîler, Behâîler ve [sahte] Bektâşîler böyledir.

8) (Mülhid), bu da müslümân olduğunu söyler ve kendisini müslümân sanır. İbâdetleri yapar. Harâmlardan sakınır. Fakat, Kur’ân-ı kerîme manâ verirken, Ehl-i sünnet i’tikâdından o kadar çok ayrılmışdır ki, îmânı gideren, küfre sebeb olan inanışları vardır. Şî’îlerin Nusayrî ve İsmâ’îlî fırkaları ve Vehhâbîler böyledir. Kendisini mü’min, Sünnîleri, yanî doğru îmânlıları ise kâfir olarak tanıtmağa çalışır. Mü’mine kâfir diyen kâfir olduğu için, kâfirden dahâ fenâdırlar. Müslümânlara zararları dahâ çoktur. Aklı olan herkes, dünyâda râhat ve huzûr içinde yaşamak, âhıretde de azâbdan kurtulup, sonsuz ni’metlere kavuşmak ister. İşte bunun için, (Se’âdet-i ebediyye) kitâbımı yazdım. Dünyânın her yerindeki her çeşit insana se’âdet yolunu göstermek için uğraştım. Önce, kendim öğrenmek için çok çalıştım. Senelerce, yüzlerle kitâb okudum. Târîhi, tasavvufu çok inceledim. Fen bilgileri üzerinde çok düşündüm. İyi anladım ve inandım ki, dünyâda râhata ve âhıretde sonsuz iyiliklere kavuşmak için, (Sâlih) müslümân olmak lâzımdır. Sâlih müslümân olmak için, din bilgilerini (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarından öğrenmek lâzımdır. Câhil olan kimse, sâlih değil, müslümân bile olamaz. Sâlih müslümânın nasıl olacağını (Se’âdet-i ebediyye) kitâbımda uzun bildirdim. Kısacası:

1) Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi inanmalıdır. Yanî (Sünnî) olmalıdır.

2) 4 mezhebden birinin fıkıh kitâbını okuyarak, İslâmiyyet bilgilerini doğru öğrenip, buna uygun ibâdet yapmalı ve harâmlardan sakınmalıdır. 4 mezhebden birinde olmıyan veyâ 4 mezhebin kolay yerlerini ayırıp, bir araya toplayan, yanî mezhebleri birbirine karıştıran kimseye mezhebsiz denir. Mezhebsiz olan, Ehl-i sünnetden ayrılmış olur. Sünnî olmayan da, yâ sapık veyâ kâfir olur.

3) Çalışıp para kazanmalıdır. İslâmiyete uygun kazanmalıdır. Fakîr kimse, bu zamânda dînini, nâmûsunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve islâmiyyete hizmet edebilmek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan fâidelenmek de lâzımdır. Helâl kazanmak ve cihâd etmek, büyük ibâdettir. Namâza mâni’ olmayan ve harâm işlemeğe sebeb olmayan her kazanc yolu, hayırlıdır, mubârekdir. ibâdetlerin ve dünyâ işlerinin faydalı, mübârek olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah için kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle, kısacası, ihlâs sâhibi olmakla olur. (İhlâs), yalnız Allahü teâlâyı sevmek ve yalnız Allah için sevmektir. insan, sevdiğini çok hâtırlar. Kalb hep onu zikreder. Yanî anar. Allahü teâlâyı çok sevenin, Onu çok hâtırlaması, kalbinin hep Onu zikretmesi lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı kerîmde (Allahü teâlâyı çok zikr ediniz) buyuruluyor. “Dereceleri en yüksek olanlar, Allahı zikr edenlerdir”, “Allah sevgisinin alâmeti, Onu zikretmeği sevmektir”, “Birini çok seven, onu çok zikreder”, “Allahı çok zikreden, nifâktan kurtulur” ve “Allahü teâlâ, çok zikredeni çok sever” hadîs-i şerîfleri, (Künûzü’d-dekâik) kitâbında yazılıdır. Allahü teâlâyı çok zikr edebilmek yollarını Tasavvuf âlimleri bildirmişlerdir. Bu yollardan en kolayı, bir (Mürşîd-i kâmil) bulup, onu severek, ona edebli olarak, onun kalbinden feyz almaktır.

Mürşîd-i kâmil, kendinden önceki bir mürşîd-i kâmilden feyz alarak onun gibi feyz verebilecek bir kuvvete kavuşan islâm âlimi demektir. Bu kuvvete kavuştuğu, mürşidi tarafından kendisine yazılı olarak bildirilir. Mürşidlerin birbirlerinden feyz almaları, bir zincirin halkaları gibi eklenerek, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” zamânımıza kadar gelmişdir. Yanî, bir mürşid-i kâmil Resûlullahdan başlıyarak, mürşidleri vâsıtası ile kendi kalbine kadar akmakda olan feyzleri, hâlleri, bereketleri, başkalarının kalblerine akıtmaktadır.

Mürşidin ve feyz almak istiyen (mürîd)in, sâlih müslümân olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, meselâ Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan ve 4 mezhebden birine uymıyan, harâmdan sakınmıyan, meselâ zevcesini, kızını ve emri altındaki kadınları açık gezdiren ve çocuklarının islâm bilgisi, Kur’ân-ı kerîm öğrenmeleri için çalışmıyan bir kimse, mürşid değil, sâlih bir müslümân bile değildir. Mürşidin her sözü, her işi, Ehl-i sünnete ve ilmihâl kitâblarına uygun olur. Resûlullahın hicretinden 1.000 sene geçtikten sonra (Âhir-zamân) başladı. Kıyâmet alâmetleri çoğaldı. Âhır zamânda, Allahü teâlâ, Kahr ve Celâl sıfatları ile tecellî edecek, fitne, felâket artacaktır. Din bilgileri bozulacak, Ehl-i sünnet âlimleri ve mürşid-i kâmiller azalacaktır.

Ağız ile zikretmek, yanî Allah, Allah demek çok sevâbdır ve kalbin zikr etmesine sebeb olur. Fakat, kalbin zikr etmesi için sâlih müslümân olmak ve senelerce çok zikr etmek lâzımdır. Zikr etmeği bir mürşid-i kâmil öğretirse ve teveccüh ederse, yanî bunun kalbinin zikr etmesine yardım etmeleri için kendi mürşidinden yardım isterse, kalbi hemen zikr etmeğe başlar. Mürşid-i kâmil yoksa, bir mürşid-i kâmili hâtırlar. Yanî gözünün önüne getirip, onun yüzüne edeble bakar. Kendine teveccüh etmesi için kalbi ile yalvarır. Buna (Râbıta) denir. (Berekât) kitâbının 17. sahîfesinde diyor ki, (Hindistân âlimlerinden hâce Burhânüddîn hazretleri, kalbinin zikr etmesi için çok çalışmıştı. Fakat buna kavuşamamıştı. Mürşid-i kâmil aradı. Delhî’de Muhammed Bâkî-billâh hazretlerine gelip yalvardı. Her yerde kendisine Râbıta yapmasını, yanî yüzünü hâtırlayıp, feyz istemesini emreyledi. Hâce bu emre şaşıp, o Hazretin yakınlarına gitdi ve yeni gelen acemîlere böyle emr olunur. Bana dahâ üstün bir vazîfe ihsân eylesin, dedi. Emri yapmaktan başka çâre yoktur, dediler. Onun mürşid-i kâmil olduğuna tam inanmış olduğundan, mubârek yüzünü gözü önüne getirip yalvarmağa başladı. Kendinden geçdi. Kalbi zikretmeğe başladı. Kalbinin fizyolojik hareketlerinden ayrı olarak zikr ettiğini de duyardı). (Hadarât-ül-kuds) kitâbında imâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, 54. olarak diyor ki, (Kitâbları ve ismi dünyâca bilinen Hindistân’ın büyük âlimlerinden Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyalkütî hazretleri diyor ki, imâm-ı Rabbânî hazretlerini eskiden bilirdim ve severdim. Fakat, kendisine intisâb etmemiştim. Bir gece rü’yâda bana teveccüh eyledi. Kalbim zikr etmeğe başladı. Uzun zamân böyle zikr ederek, çok şeyler hâsıl oldu. Üveysî olarak yetişdim. Sonra sohbetine de kavuştum). 68. keramet olarak diyor ki, (imâm-ı Rabbânî hazretlerinin akrabâsından biri imâm hazretlerine intisâb etmek istiyordu. Bir türlü söyliyemiyor. Bir gece ertesi gün söylemeğe karâr verdi. O gece rü’yâda kendini, akar su kenârında gördü. Karşı tarafda imâm-ı Rabbânî hazretleri, çabuk gel, çabuk gel! Geç kaldın diyordu. Bunu işitince, kalbi zikretmeğe başladı. Ertesi gün gidip, kalbinde olanları kendisine anlattı. Yolumuz tâm budur. Buna devâm et buyurdu).

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Âl-i imrân sûresi 31. âyet-i kerîmesinde meâlen, buyuruyor ki, “Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana uyunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever ve günâhlarınızı afv eder. Allahü teâlâ, afv edici, çok merhametlidir”. Nisâ sûresi 79. âyet-i kerîmesinde meâlen, “Peygambere itâ’at eden, Allaha itâ’at etmiş olur” buyurdu.

Peygamberimizde “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Benim yolumda ve benden sonra 4 halîfemin yolunda olunuz!” buyurdu. 4 halîfenin yolunda olan islâm âlimlerine Ehl-i sünnet denir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarında yazılı olduğu gibi îmân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine uygun olmak gerekiyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak istiyenin, böyle îmân etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insan da bu ikisi olmazsa, o sâlih müslümân olamaz. Dünyâda ve âhırette râhata ve huzûra kavuşamaz. Bu ikisi, yâ kitâblardan okuyarak öğrenilir yâhud, bir mürşid-i kâmilden görerek elde edilir. Mürşid-i kâmilin sözleri, bakışları ve teveccühleri insanın kalbini de temizler. Kalb temiz olunca, îmânın, ibâdetlerin tadı duyulur. Harâmlar, acı, çirkin ve iğrenç görünürler. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zamân, mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Kıyâmet yaklaşdıkça, Allahü teâlânın kahrı, gadabı dahâ çok zuhûr edecek, mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, din adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükliyecekler, (Kâtı’ı tarîk-i ilâhî) olacaklardır. Böyle karanlık zamânlarda îmânı ve islâmiyyet bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uydurma din kitâblarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar, doğru yoldan kayacaklardır. Böyle zamânlarda kalbin çabuk temizlenmesi ve zikre başlaması için tanınmış, şöhret kazanmış eski mürşidlerden birini her yerde ve namâzdan başka her işte ve her hâlde göz önünde düşünüp, onun kalbine Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” gelmiş olan feyzlerden, kendi kalbine akmasını dilemelidir. Mürşid-i kâmilin Resûlullahın vârisi olduğunu, Allahü teâlânın onun kalbine, her ân, merhametle tecellî ettiğini düşünmelidir.

Büyük mürşid Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretleri Mektûbât kitâbının 50. mektûbunda buyuruyor ki, (Râbıta devâmlı olunca mürşid ile bağlantı tam olur. Ondan kolayca feyz alır. Mürşidin yanında bulunmanın başka fâideleri vardır. Râbıtayı tam yapamayan mürid, mürşidin sohbetinde bulunmalıdır. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” yüksek derecelere sohbet sâyesinde kavuştu. Veysel Karânî Râbıta yaparak, uzaktan feyz aldı ise de, sohbete kavuşamadığı için, Eshâb derecesine yükselemedi). 78. mektûbda buyuruyor ki, (Mürşid-i kâmilden feyz ve bereket alabilmek için, muhabbet bağı ile ona bağlanmak lâzımdır. Eshâb-ı kirâm, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” in’ıkâs ile (yansıyarak) feyz aldılar. Bunun gibi mürşid-i kâmilin yanında edeb ile, severek oturan, ondan feyz alır. Büyük, küçük, diri, ölü herkes böylece feyz alırlar. Mürşid-i kâmili, karşıda duruyor düşünerek, sevgi ve edeb ile onun yüzüne bakmağa (Râbıta) denir. Bu Râbıta çok fâidelidir. Çünki insan harâmlara dalmış, kalbi karârmıştır. Bu hâli ile Allahü teâlâdan feyz ve bereket alamaz. Bir vâsıta lâzımdır. Vâsıta, feyz alabilen ve aldıklarını tâliblere verebilen bir zâttır. Bu da, mürşid-i kâmildir). 165. mektûbda buyuruyor ki, (Mürşid-i kâmilin yüzünü kalbte bulundurmağa (Râbıta) denir. Râbıta, müridi mürşide bağlayan en kuvvetli bağdır. Râbıta kuvvetlenince, her baktığı yerde mürşidini görür). 197. mektûbda buyuruyor ki, (Râbıta kuvvetli olunca mür şid-i kâmilden uzakta iken kavuşulanlar ile yanında kavuşulanlar arasında fark yok sanılır. Hâlbuki, ikisi bir olamaz. Fakat, Râbıta ne kadar çok olursa, aradaki fark, o kadar azalır).

Yine Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî hazretleri, 5. cildin 89. mektûbunda buyuruyor ki, (Büyüklerden biri, Allahü teâlâ, vermek istemeseydi, istek vermezdi demişdir. Bizim yolumuzun esâsı, sohbettir. isti’dâdı olan bir tâlib sohbet bereketi ile isti’dâdı ve mürşide olan muhabbeti nisbetinde, onun kalbinden feyz alır. Kötü huyları gidip, mürşidin iyi ahlâkı gelir. Bunun içindir ki, Şeyhde fânî olmak, fenâ-fillahın başlangıcıdır demişlerdir. Sohbete kavuşulamazsa, yalnız muhabbet ile ve mürşide teveccühü miktârınca da feyz alır. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek, büyük ni’metdir. Bu sevgi vâsıtası ile, onların kalblerinden feyzlere kavuşulur. Gâibden teveccüh etmek ni’metini elden kaçırmamalıdır.

İslâmiyyeti öğrenmeli ve bildiği ile amel etmelidir. Oyun, eğlence ile ömrü ziyân etmemelidir. İslâmiyyete uymıyan şeylere (dünyâ) denir. Böyle şeylerin fâide siz olduklarını, kabirde ve kıyâmette işe yaramıyacaklarını düşünmelidir. Kurtuluş sünnete uymakta, bid’atlerden sakınmaktadır. (Sünnete uymak demek, Ehl-i sünnet i’tikâdını öğrenip, inanmak, sonra emirleri yapıp, harâmlardan sakınmak, sonra sünneti yapmaktır. Bu sıra ile yapılmıyan sünnete, sünnet denmez. Bid’at denir. Meselâ sakal bırakması, sünnet olmaz. Bid’at olur. Yehûdî sakalı, Râfızî sakalı, vehhâbî sakalı olur).

Bid’at sâhibleri ile ve mülhidlerle (yanî mezhebsizlerle ve Ehl-i sünnet olmıyan din adamları ile) arkadaşlık etmemelidir. Onlar din hırsızlarıdır. insanın dînini îmânını bozarlar. Hadîs-i şerîfde, bid’at sâhiblerinin, Cehennemdekilerin köpekleri olacakları bildirildi). imâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât)ın 187. mektûbunda buyuruyor ki, (Mürşid-i kâmilin hayâlinin müride her yerde görünmesi, Râbıtanın çok kuvvetli olduğunu gösterir. Râbıta kalbden kalbe feyz, bereket akmasına sebeb olur. Bu büyük ni’met, ancak seçilmişlere ihsân olunur).

Buraya kadar bildirilenlerin vesîkaları, (Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir), (Evliyâ görülünce, Allah hâtırlanır!), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir) ve (Onlarla berâber bulunanlar şakî olmazlar) hadîs-i şerîfleri ve (Ümmetimin felâketi fâcir (sapık) olan din adamlarından olacakdır) hadîs-i şerîfi ve benzerleridir. Bunlar, çeşitli hadîs kitâblarında, meselâ (Künûzü’d-dekâik) da yazılıdır.

Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin mürşid-i kâmil olduğu mürşidlerinin icâzet mektûblarından ve seyyid Fehîm-i Arvâsî’nin “kuddisesirruh” hicrî 1300 yılı 17 Cemâzilâhırda yazdıkları mektûbdan ve ilminin derinliğinden, güzel ahlâkından ve kerâmetlerinden güneş gibi meydândadır. Onu hâtırlıyarak, mubârek kalbinden feyz almak, Allahü teâlânın müslümânlara büyük ni’meti ve ihsânıdır. Bizim gibi günâhları çok, kalbi karârmış olanlar, bu büyük ni’mete kavuşmaktan elbette çok uzakdır. Maksad özlenilen hazînenin yolunu bildirmekdir. Biz kavuşamadıksa da, belki kavuşan olur. Âhir zamânda bunları işitmek, inanmak ve taleb etmek de pek az kimseye  nasîb olur. Sevdiklerini bizlere tanıtan ve onları sevmek ni’metini ihsân eden Allahü teâlâya sonsuz hamdler ve şükürler olsun.

Yâ Rabbî! Günâhlarımız büyük ve çok ise de, Senin afv ve mağfiretin de sonsuzdur. Sevdiklerinin hurmetine bizi afv ve mağfiret eyle! Âmîn. [Hüseyn Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, 26 Ekim 2001 [9 Şa’bân 1422]de vefât etmiş olup, Eyyûb Sultân’da, Kaşgârî dergâhı yanında medfûndur.]

Vezîr Tekkeyi Safranbolulu Muhammed İzzet pâşa, 1210 [m. 1795] de sadr-ı a’zam olunca, Nakşibendî meşâyıhı için yaptırdı.

[Yukarıdaki bilgiler Hakikat Kitabevi’nin “Eshab-ı Kiram” isimli eserinden alınmıştır. Hüseyn Hilmi Efendi hakkında daha tafsilatlı malumat için İhlas Vakfı Yayınları’ndan çıkan “Ebedi Seadet Yolunda Bir Ömür: Hüseyn Hilmi Işık” kitabına müracaat edebilirsiniz]

Hüseyn Hilmi Işık Efendi’nin Seâdet-i Ebediyye Kitabını Okumak İçin Tıklayınız.

Tavsiye Yazı –> Bir Üniversiteliye Cevap

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler