BİR TASAVVUF MÜTEHÂSSISININ MEKTÛBU (Seyyid Abdülhakim Arvasi “rahmetullahi aleyh”)
Tasavvuf, kalbi saf yapmak, temizlemek demektir. Bu da, zikr-i ilâhî ile olur. Bütün insanların saadet-i ebediyyeye, yani dünya ve ahiret iyiliklerine kavuşması, hakiki sâhibimiz olan Allahü teâlânın ismini çok zikretmekle hâsıl olur. Şu kadar var ki zikri, bir veliden veyâhut onun izin verdiği, ahkâm-ı İslamiyyenin ve hakikatin edeblerini değiştirmeyen, bidat karıştırmayan, ona, doğru bağlanmış bulunan bir zattan öğrenmesi, ondan izin alması lâzımdır. Böyle öğrenmeksizin yapılan zikrin faydası pek az olur, belki de hiç olmaz. Çünkü, izin alarak yapılan zikir, mukarreblerin işidir. İzinsiz zikir ise, ebrârın işidir. Bunun için, “Ebrârın ibâdetleri, iyilikleri, mukarreblere günah, kusurdur” buyurulmuştur. [İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” 190. ve Abdullah Dehlevî 99. mektubunda buyuruyorlar ki “Zikrin faydalı olması ve tesir edebilmesi için ahkâm-ı İslamiyeye uymak şarttır. Farzları ve sünnetleri yapmak ve haramlardan ve şüpheli olan şeylerden sakınmak lâzımdır. Bunları da sâlih olan Ehl-i sünnet âlimlerinden [veya bunların kitaplarından] öğrenmelidir”. Zikri, bizim kitaplarımızda bildirdiğimiz gibi yapan kimse, izin alarak yapmış olur.]
Zikri merak ettiğinizi biliyorum. Bunun için açık yazıyorum.
Zikir, Arabî bir kelimedir. Türkçede hatırlamak, anmak demektir. Hatırlamak da, kalp ile olur. Söylemekle olmaz. Şimdi 3 türlü zikir bilinmektedir:
1) Dil ile söylemekle yapılan zikirdir. Söylerken, kalp birlikte hatırlamaz. Yalnız dil ile söylenen zikrin kalbi temizlemekte faydası pek az olur. İbadet sevâbı hâsıl olur. Zümer sûresinde, meali, “Kalpleri Allahü teâlâyı zikretmeyenlere azap vardır” olan 20. âyetinde bildirilen azap bunlar içindir.
2) Yalnız kalp ile yapılan zikirdir. Dil söylemez. İşte bizim yolumuza mahsus olan zikir budur. Araf sûresi 54. âyetinde meâlen, “Rabbinizi, yalvararak ve gizli ve sessiz çağırınız” ve Rad sûresi, 28. âyetinde meâlen, “Biliniz ki kalpler, yalnız Allahü teâlâyı zikretmekle rahat bulur” ve Araf sûresi 204. âyetinde meâlen, “Rabbini, içinden zikir et!” buyuruldu ve başka birçok âyet-i kerimede ve sayısız hadis-i şeriflerde ve din büyüklerinin kitaplarında bu zikir bildirilmektedir.
3) Dil ile kalbin birlikte yaptığı zikirdir. Allah adamları, Evliyâ “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, yükseklere eriştikten sonra, böyle zikri yapabilirler.
Kalp ile yapılan zikir, en önce Fahr-i âlemin “sallallâhü aleyhi ve sellem” hicret gecesinde, Sevr dağındaki mağarada, Ebû Bekr-i Sıddîka “radıyallâhu anh”, diz üstüne oturtup, gözlerini kapamasını emrederek sessiz yaptırdığı zikirdir.
Büyüklerin yolda bulunanlara öğrettikleri râbıta, Tevbe sûresinin 120. âyetinin, “Hep sâdıklarla birlikte bulunun!” ve Enam sûresinin 52. âyetinin, “Rablerini isteyenlerle beraber olmaya çalış!” meallerinde emrolunan beraberliktir ve “Allahü teâlânın sevdiklerini hatırlamak, rahmet etmesine sebep olur” hadis-i şerifine uymaktır. Bunlar gibi, başka âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler de vardır. Asyada, Mavera-ün-nehr ve Buhara’da, 12 asırdan beri gelmiş bulunan Hanefi âlimlerinin büyükleri de, talebesine böyle yaptırmışlardır.
Her gün adet ederek, sabah veya akşam namazından sonra, yahut uygun gördükleri bir zamanda, abdestli, temiz bir yerde, yalnız olarak, kıbleye karşı oturulurdu. Gözler kapanırdı. Dil ile 25 kere (Estağfirullah) denir, her birini söylerken, (Günâhlarıma pişmân oldum. Bir dahâ yapmamağa söz veriyorum. Günâhlarımı afv eyle!) diye düşünülürdü. Sonra:
1 Fâtiha ile 3 İhlas okuyup, sevâbı, Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile Muhammed Behâüddîn-i Buhârî ve Abdülkâdir-i Geylânî’nin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” ruhlarına hediye edilir ve kalp ile düşünerek, ruhlarından yardım istenir. Beni de yolunuzun yolcuları arasında bulundurunuz diye yalvarılırdı.
İhlas-ı şerif okumadan, yalnız bir Fâtiha daha okur, sevâbını Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sani Ahmed Fârukî Serhendî ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “kaddesallahü teâlâ esrârehüma”nin ruhlarına hediye eder, bunların da ruhlarına kalp ile yalvararak, kendilerinin talebelerinden, mensublarından saymalarını rica ederlerdi.
Yalnız bir Fâtiha daha okunur. Sevâbını Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile Seyyid Abdullah ve Seyyid Taha “kaddesallahü teâlâ esrârehüma” ruhlarına hediye eder, bâtınlarından kalp ile yardım ve feyiz isterlerdi.
Bir Fâtiha daha okuyarak, Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile Seyyid Muhammed Sâlih ve Seyyid Fehim-i Arvâsî’nin “kaddesallahü teâlâ esrârehüma” ruhlarına hediye eder, ruhlarından kalp ile yardım ve feyiz isterlerdi.
Bundan sonra, kısaca (Tezekkür-i mevt) ederlerdi. Yani, kendini ölmüş ve teneşir tahtası üzerinde yıkanmış, kefene sarılmış ve tabuta konulmuş ve mezara gömülmüş olarak düşünürlerdi. Mezarda olduğu hâlde, Allahü teâlâ ile arasında vesile ve vasıta olan Zâtı [mesela, yukarıda ruhlarına Fâtiha okuduğu Velilerden birini] karşısında görür gibi, hayaline getirir, nurlu alnına, yani iki kaşı arasına edep ile bakar gibi olurlardı. Her şeyi unutarak, dünya işlerini düşünmeyerek, sevgi ve saygı ile onun mübarek yüzünü hayalinde veya gönlünde durdururlardı. Buna, (Râbıta) demişlerdir. Mâide sûresi, 35. âyetinde, “Ona kavuşmak için, vesile vasıta arayınız!” emri ile ve başka âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerle ve İslam âlimlerinin kitaplarında bildirilmiştir. Tasavvufun bütün yollarında ve en çok büyüklerimizin yolunda en değerli ilerletme vasıtası olduğu bildirilmiştir. Bu râbıta, en az 15 dakika sürer. Daha az olursa, tesiri de az olur.
Rabıtasız zikretmek, insanı ilerletmez. Zikretmeden râbıta yapmak, ilerletir buyurmuşlardır. Râbıta, her işte yardımcıdır. Zikretmeye yardımı ise, pek çoktur. Allahü teâlânın evi olan kalbi, nefsin pisliklerinden ve şeytanın aldatmasından temizler. Zikrin yerleşmesi için kalbi hazırlar. Râbıta, 3 kısımdır:
1) Velînin yüzünü, karşısında bulunuyormuş gibi, hatırlamaktır. Böyle râbıta, zikre başlarken yapılırdı.
2) Yüzünü kendi kalbinde bulundurmaktır. Böyle râbıta, zikir ederken, kendiliğinden hâsıl olunca, kalpte durduğunu düşünerek, zikretmek olurdu.
3) Kendisini, Velînin şeklinde, kıyafetinde görmek, yani böyle râbıta yapmaktır. Kurân-ı Kerîm okurken ve dinlerken, ders, vaaz dinlerken, namaz kılarken, her ibâdeti yaparken, kendini o kıyafette düşünür. Bunları yapan, kendi değil, odur der. Böyle yapılan ibâdetlerden çok lezzet duyulurdu.
Râbıta yapmakla çabuk ilerlerdi. Allahü teâlânın rızasına kavuşurdu. 3. kısma (Tam râbıta) denirdi.
Tam râbıta yapan, kendi kalbini düşünürdü. Kalp, yani gönül, sol memenin altında ve 2 parmak aşağıda, yürek denilen bir parça ette bulunan nurdan bir kuvvettir. Yürek, yumurta veya kozalak gibidir. Buna, (Kalb-i sanevberi) denir. Burada bulunan nurdan kuvvete, (Kalb-i hakiki) denir. Kalb-i sanevberi, kalp-i hakikinin yuvası gibidir.
Kendine sıkıntı vermeden, namazda oturur gibi edeble otururlardı. Başını ve vücudunu azıcık kalbe eğer. Gözlerini yumar, yani kaparlardı. Çünkü göz, kalbin kılavuzu gibidir. Göz ne ile meşgul olur ise, kalp de onunla meşgul olur. [Bütün his organları da böyledir.] Bunun için, duygu organlarının hiçbiri bir şey duymamalıdır. Hiçbir uzvunu oynatmazlardı. Dudaklar birbirine yapışırdı. Dil damaya değer, (Allah) kelimesini, hayâlî ile düşünerek, o (nurdan kuvvet) üzerinden geçirir. Hayal ile zevk, şevk, saygı ile “Onun gibi, hiçbir şey yoktur” âyet-i kerimesine uyarak, hiçbir şeye benzemeyen bir zâtın ismi olan Allah, Allah, Allah derlerdi. Söylerken, hiçbir sıfatını düşünmez. Hatta hazır ve nazır olduğunu bile hatırlamazlardı. Tesbîhi alıp, sağ elinin baş parmağı ile Allah, Allah diyerek, tesbîh tanelerini atar. Kalbine bir düşünce gelmemesi için uygun göreceği gibi çabuk veya ağır ağır zikir ederlerdi. Zikrin, kalbin yakınında olması lâzımdır. Zikir günde, en az 5.000’dir. Ramazan-ı şerifte 15.000, başka aylarda 7.000, mümkünse her zaman 15.000 olurdu. Zikir, bu kadar anlatılabilir. Yapınca anlaşılır. İyi yapmak çok yapmakla olur. “Ölüm gelmeden önce zikir et! Çünkü, kalbin temizliği zikir ile olur. Allahü teâlânın zikrinden başka, her ne olursa olsun, can çıkarmaktır” sözü meşhurdur.
Tasavvuf bilgilerinin mütehassısları, (Zikretmekle kalp temizlenir. Zikretmekle, Allah’ın sevgisi elde edilir. Zikretmekle, ibâdetin tadı duyulur. Zikretmekle, îman kuvvetlenir. Zikretmekle, namaz kılmak hevesi artar. Zikretmekle, ahkâm-ı İslâmiyye kolaylıkla yapılır. Zikretmekle, taklitçilikten kurtulup, vicdaniliğe kavuşulur. Kurân-ı Kerîmdeki “Allahü teâlâyı çok zikrediniz!” emri bunu göstermektedir) derlerdi. [Zikrin nasıl yapılacağı, Muhammed Mâ’sûm hazretlerinin, cilt 2, 113. mektubunda yazılıdır.]
Tasavvuf yolunda ilerlemek için, önce tövbe, sonra istihâre yapılırdı. Tövbe yapmak için kısaca, (Ya Rabbi! Buluğum anından şimdiye kadar yaptığım günahlara pişman oldum. Şimdiden sonra da, inşaallahü teâlâ hiç günah işlememeye söz veriyorum) denir. Günahlar ayrı ayrı sayılmaz. Sonra gusül abdesti alınır. Gusülden sonra, o gece (İstihâreye niyet ettim) diyerek 2 rekat namaz kılıp, yatılırdı. 1. rekatte Kâfirun, 2. rekatte İhlas sûresi okunurdu. Her gün, böyle zikir ederlerdi. Tevfik Hak teâlâdandır derlerdi.
İmâm-ı Birgivi’nin (Kırk hadis)i, 21. hadisine göre, her müminin istihâre yapması sünnettir. İbni Âbidin’de diyor ki “İstihâre namazından sonra şu duâ okunur: Allahümme inni estehirüke bi-ilmike ve estakdirüke bi-kudretike ve Eselüke min fadlikel’azîm fe inneke takdiru ve lâ aktiru ve talemü vela alemü ve ente allamül-guyub”. 7 gece böyle istihâre yapılır. Sonra, kalbe gelen şey yapılır. İstihâreden sonra, abdestli olarak, kıbleye dönüp yatılır. Rüyada beyaz veya yeşil görmek hayra alâmettir. Siyah veya kırmızı görmek şerre alâmettir denildi. İstihâre namazını başkasına kıldırmak sünnet değildir. İstihâre yapmasını öğrenmeli, bu sünneti kendisi ifa etmelidir. Bedenle yapılan ibâdetleri başkasına yaptırmak câiz değildir.
31 Mayıs 1339 [1923] Zil-kade 1341
EsSeyyid Abdülhakîm
* (Bir kimse, bu mektubu okuyup, seve seve yaparsa, ona izin verilmiş olur demişlerdir. Zikirden ve rabıtadan istifade edebilmek için, Ehl-i sünnet îtikadında olmak ve farzları yapmak, haramlardan sakınmak lazım olduğu 94. ve 190. mektupların sonunda ve 2. cildin 47. ve 50. mektubunda bildirilmiştir. Böyle olmayanlarda, fayda yerine zarar olur) demişlerdir.
Resûlullahın varisi, müceddid-i elf-i sani,
İlm-i zâhirde müctehid, tasavvufta Veysel Karani.
Dini yaydı yeryüzüne, nurlar saçtı her mümine,
Uyandırdı gafilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.
İyi bildi İlm-i hâli, şer’a uygundu her hâli,
Küfür sarmışken cihanı, oldu Ebû Bekr misali.
Sohbetinden feyiz aldılar, hem kumandan, hem de Vâli,
Ömer Fâruk soyundandır, buna şahit oldu adli.
Tavsiye Yazı –> Neleri bilmekle mesulüz, neleri değiliz?