Sual: Nakşibendiyye Yolunun Istılahları Nelerdir?

Cevap: Silsile-i aliyye-i Nakşîbendiyyede meşhûr olan ıstılâhların hepsi 11’dir:

1) Sefer der vatan: Bu, seyr-i enfüsîden [kendinde ilerlemekten] ibâretdir. Buna cezbe de denir. Bu büyükler işe bu seyrden başlarlar. Seyr-i âfâkî, sülûkünü bu seyrin [seyr-i enfüsînin], içinde aşarlar. Diğer yollarda iş seyr-i âfâkîden başlar. Seyr-i enfüsî ile son bulur. İşin seyr-i enfüsîden başlaması, bu yola yanî Nakşîbendî yoluna mahsûsdur. Nihâyetin bidâyete yerleşdirilmesinin manâsı, diğer yolların nihâyeti olan seyr-i enfüsînin, bu büyüklerin yolunda başlangıç olmasıdır. Seyr-i âfâkî, matlubu, kendinin dışında aramak, seyr-i enfüsî ise, kendine gelmek ve kendi gönlü etrâfında dolaşmaktır. Şu şi’r bu ma’nâda söylenmişdir:
Kör gibi, elini sen uzatma her tarafa, Senin için olanlar hep kilimin altında.

2) Halvet der encümen: Yanî ayrılık yeri olan insanlar arasında kalben matlûbla [Hakla] yalnız olmakdır. Bunda zâhirin dağınıklığı bâtına te’sîr etmez.

Beyt:

Dışardan insanlar arasındayım,
İçerdense özlediğim yârlayım.

Başlangıcda tekellüfle, zorlamayla yapılır, ama sonda zahmet yoktur. Bu manâ bu tarîkatda dahâ başlangıçda ele geçdiğinden ve bunun üsûlünü de koyduklarından, diğer tarîkatlarda sona kavuşanların eline geçse de, asıl bu yolun özelliklerinden olmuştur.
Bu husûsta şöyle söylemişlerdir: Beyt tercemesi:

İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı görün,
Bu kadar güzel bir hâl az bulunur cihânda.

3) Nazar ber kadem: Yolda giderken ayakları üzerine bakmak, duyu organlarıyla anlaşılan çeşidli varlıklar ile nazarı ve zihni dağıtmamakdır. Böylece cem’iyyet hâline dahâ yakın olunur. Çünki, başlangıcda kalb nazâra (bakışa) tâbi’dir. Nazarın dağınıklığı, kalbe te’sîr eder:

Şiir:

Gözümü ve gönlümü başka ne meşgûl eder, Gözüm hep seni arar, gönül hep seni ister.
Nerede ve kiminle, ne hâlde olsam ey yâr, Gönlüm seni arzûlar, gözümde hayâlin var.

4) Hûş der dem: Gafletle girip çıkmaması için her nefese dikkat etmektir.

Beyt:

Bilmiyorum ne okutdun, ne efsûn yapdın sen bana, Her zamân sana âşıkım ve her nefes müştâk sana.
Bunlardan üçüncü kelime, âfâkdan hâsıl olan dağınıklığı giderir; dördüncüsü ise, enfüsden olanı def’ eder.

5) Yâd-ı kerd ve yâd-ı daşt: Sâlik tarîkatde ve tekellüfde olduğu, hakîkat ve huzûrun meleke hâline gelmesine kavuşamadığı müddetce, yâd-ı kerd makâmındadır. Ya’nî sâlik şeyhinin telkîn etdiği zikri huzûr mertebesine varıncaya kadar, devâmlı çabalayarak tekrâr etmekle meşgûl olur.

Şiir:

Kardeşim, devlet ipinin ucuna iyi yapışıp,
Bu azîz, kıymetli ömrü boş şeyler ile geçirme.

Nerede, kiminle, hangi işte olursan ol, dâim,

Gönül gözünü gizlice yâra çevir ele verme.

Sâlikde huzûr, devâmlılık kazanıp, zevk hâsıl olunca ve tekellüfden kurtulup, meleke meydâna gelince, bu hâl yâd-ı daşt olur.

Beyt:

Nerede ve kiminle, ne hâlde olsam ey yâr!

Gönlüm seni arzûlar, gözümde hayâlin var.

Yâd-ı daştın başka yüksek bir ma’nâsı dahâ vardır. Fakat onu bu kitâbda anlatmak uygun değildir. Hazret-i hâce Nakşîbend “kuddîse sirruh” buyurmuşlardır ki: Zikrden maksâd, muhabbet ve ta’zîm üzere, kalbin dâimâ Allahü teâlâ ile berâber olmasıdır.

6) Bâzgeşt: Bu ma’lûm nefy ve isbât [Lâ ilâhe illallah] zikrinden sonra, kalb ile: “İlâhî sen benim maksûdumsun. Senin rızân benim matlûbumdur” demekden ibâretdir. Bu zikrin fâidesi, bu sözün iyi kötü her düşünceyi yok etmesidir. Böylece zikr hâlis olur ve o kimsenin kalbi mâsivâdan boşalır. Eğer bununla zikri hâlis olmazsa, mürşidini taklîd ederek söyler. Nihâyet mürşidinin bereketiyle ihlâs hâsıl olur.

7) Nigâhdâşt: Düşünceleri murâkabeden ibâretdir. Ya’nî kelime-i tayyibeyi tekrâr ederken, kalbine mâsivâya âid düşüncelerin gelmemesi için çalışmakdır. Sâlike bir veyâ iki sâat murâkabe ve mücâhede zarûrîdir.

Beyt:

Bir nasîhat yeter iki cihândan,
Bir nefes çıkmasın Hakkı anmadan.

8) Vukûf-i kalbî: Gaflet bulunmayacak ve Allahü teâlâdan başka bir maksadı olmayacak şeklde kalbin uyanıklığı ve Allahü teâlâ ile berâber olmasıdır. O hâlde sâlikin zikr sırasında dâimâ kalbine vâkıf olması, kalbi zikrden ve zikrin ma’nâsından gâfil olmaya bırakmaması gerekir. Hazret-i hâce Nakşîbend “kuddîse sirruh”: Nefesi habsetmek ve adede riâyet lâzım değildir, buyurmuşlardır. Lâkin zikr, râbıta ve diğerleri yapılırken, vukûf-i kalbî lâzımdır buyurmuşlardır. O hâlde zikrden maksâd vukûf-i kalbî ve gafleti atmak, sevgi ve ta’zîm üzere hudû’ ve huşû’ ile devâmlı huzûr hâlidir.

Şiir:

Kuş gibi kalb yumurtası üzerine bekçi ol,
Ondan sana mestlik, aşk, kahkaha doğmakdadır.

Bilinmez, seherde mi, gece mi çıkmakdadır,
Var git gönül kapısında oturup bekle yâri.

Bir kavle göre, vukûf-i kalbî, kalbe bakmak ve ona vâkıf olmak, dağınıklık olmaması ve mâsivâdan kurtulması için, zikri de düşünmeden teveccüh ve nazarı kalbde tutmaktır. Demişler ki, kalb boş durmaz. Mâsivâya veyâ matlûba bağlanır. İnsan uyanık olduğu müddetce, 5 duyu organı câsûs gibi dışarının haberlerini kalbe ulaştırır, kalbde dağınıklık meydâna getirirler. Kalbin sâhibi kalbine teveccüh edince, sanki kalbin etrâfında bu teveccühden bir kal’a meydâna gelir. Dışardaki haberlerin kalbe ulaşmasına ma’nî olur. Bu sırada, gönül en yüksek maksada bağlanır. Çünki kalb boş durmaz. Mâsivâ düşüncelerinden alıkonunca, çâresiz kalır. Asl maksada dönmekden başka işi kalmaz. Nitekim gönlü düşmandan koru, dostu taleb etmeye hâcet yokdur. Aynadan pası silince, nûrun zuhûrundan başka birşey kalmaz, demişlerdir.

Hazret-i Îşândan işittim: Kalbin zikrine alışmayan ve bunun te’sîrini görmeyen kimseye, zikri bırakdırıp, sâdece vukûf-i kalbîyi emr etmeli, zikre alışması için ona çok teveccüh yapmalıdır.

9) Vukûf-i âdedî: Bu tarîkatda bilinen şekliyle nefy ve isbâtın sayısına vâkıf olmakdan ibâretdir. Her nefesde tek söyler, çift söylemez. Demişlerdir ki: Bu zikr, mu’teber şartları ile 21’e ulaşdığı hâlde, kendini yok bilmek, fenâ ve benzerleri gibi netîce meydâna gelmezse, bu işin fâidesinin olmadığını gösterir. O zamân sülûk ve zikri tam bir ihlâs ve takvâ ile başdan yapmak gerekir. Böyle olursa belki fâide elde edilir.

10) Vukûf-i zemânî: Bu, vaktlerin muhâsebesini yapmakdan ibâret olup, eğer vakitleri hayr işlerle geçmiş ise şükreder. Uygun olmayan işlerle geçmişse, kendi hâline uygun olarak istigfâr eder. Ebrârın hasenâtı mukarreblerin seyyiâtıdır.

11) Zikr-i sultânî: Bu da zikrin bütün bedeni kaplaması ve her uzvun kalb gibi zikredici ve matlûba müteveccih olmasıdır.

Beyt:

Herdem senin sevgin ile birlikde, Havaya saçımdan bir tel gitmekde.
(Mektûbât)dan aldığımız kısm burada bitdi.

 

Kaynak: Dürrü’l-Mearif

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler