RÂBITA RİSALESİ (MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ “kaddesellahü sirrehel aziz”)
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahü teâlâ’ya hamd ve senalar olsun. Onun seçtiği kullarına selâmlar olsun. Mahlûkâtın en şereflisi, Peygamberlerin en üstünü olan Resûlullah efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, temiz olan âline ve Eshâbına “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” salât ve selâm olsun! Sünnet-i seniyyesine bağlı, fakîr Hâlid-i Nakşibendî’den, Hilâfet ülkesinde ve halîfe tarafından korunan diğer ülkelerde yaşayan Müslümanlara!
Esselâmüttamme vettahıyyâtül-kirâmü aleyküm.
Sıhhat üzere olduğunuzu bildiren mektuplarınız (İstanbul’dan) geldi. Bu sebeple ferahladım. Münkirlerin çok sıkıntı vermelerine rağmen, tarîkat-ı sünnet-i seniyye üzere sebatınızı bildirmesinden dolayı, Allahü teâlâ’ya tekrar tekrar hamd ettim.
Hakk-ul yakîn sırlarından gafil olan bazı kimselerin, râbıta-ı şerîfeyi tarîkatta bidat sayıp, aslı ve hakîkati olmayan bir şeydir diye, bozuk bir zanda bulunduklarını teessüfle işittim.
Hâşâ, asla onların dedikleri gibi değildir. Hakîkat şudur ki, bahsi geçen bu rabıta, mensup olduğumuz tarîka-i aliyyenin esâslarından büyük bir temel ve asidir. Rabıta, Kitap ve Sünnete tam uyma sebebinden sonra, Hakka kavuşma sebeplerinin en büyüğüdür. Bundan dolayı, tarîkat büyüklerimizden bazıları, seyr ve sülûkda sâdece rabıtayı tercîh etmişlerdir. Bir kısmı ise, fena fillah için mukaddime olan fena fişşeyh sırrına eriştiren yolun en kısasının rabıta olduğunu beyân edip, bunda karar kılmakla beraber, rabıtadan başka usûllerin de yapılmasını emr etmişlerdir. Bazıları da [Tevbe sûresi, 120. âyetinde] meâlen, “Ey mü’minler! Dâima, her zamân, sâdıklar ile beraber bulunun!” buyurulan, kavl-i ilâhînin lafz-ı şerîfi ile, bu rabıtayı kesin ispat etmişlerdir. Bu sebeple Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden Hâce Ahrâr diye meşhur olan Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr “kuddise sirruh” hazretleri bunu açıklamış ve şöyle buyurmuştur: Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ’nın kelâmında, sâdıklarla beraber olma hâli sûreten ve manen onlarla birlikte olmaktır. Ma’nen beraber olmayı rabıtadır diye tefsîr buyurmuşlardır. Bu manâ ehlince meşhurdur.
(Reşahât) kitabında, bu husus genişçe yazılmıştır. O hâlde rabıtayı inkâr edenlerin, rabıtanın ıstılahı manâsını, yanî tarîkat büyükleri arasında kast olunan manâsını düşünmemiş olmaları hâtıra gelmektedir. Eğer o manâyı düşünmüş olsalardı rabıtayı inkâr edip, gaflete düşmemeleri icap ederdi.
Çünkü, tarîkat-ı aliyyede rabıta, mürîd denilen sâlikin, kâmîl ve fenâfillaha kavuşmuş olan şeyhinin suretini, muhabbetle hayâl edip, rûhâniyyetinden istimdat etmekten ibarettir.
Böylece mürîd, bu manâ-i latîf sayesinde, bizzarûre edepli olarak, mürşidinin gıybetinden, uzakta olduğu zamân da, huzurunda bulunduğu sıradaki gibi feyze kavuşur. Huzur ve nur, kemâl derecesine ulaşır. Bu sebeple kötülüklerden sakınır. Bu hâl inkârı mümkün olmayan bir iştir. Bunu inkâr edenler ancak alın yazısı hüsran olan zümreye mensup kimselerdir. Bu gadaba duçar olmaktan ve mahrumluktan dâima Allahü teâlâ’ya sığınırız. Bizi bu duruma duçar olan zümreden etmesin.
Rabıtayı inkâr eden kimse, Evliyâ-i kirama itikat edenlerden ise, onlar bunun güzel bir iş olduğunu ve fâidesinin büyük olduğunu açıkça bildirmişlerdir. O büyüklerin kudsî sözlerini iyice inceleyen, mahrem esintilerinin kokusunu alabilen iyi bahtlı kimselerce malûmdur ki, rabıtaya riâyeti ittifakla emr buyurmuşlardır.
Eğer rabıtayı inkâr eden kimse, serî’at imamlarının, asi ve fürû’un ileri gelen âlimlerinin sözlerine itikat ediyorsa, 4 mezhepten her bir mezhepte bulunan eimme-i izam hazerâtı da, rabıtanın güzel bir iş ve fâidesinin büyük olduğunu bildirmişlerdir.
İşte size fâideli olması için zikri geçen mezhep imamlarının ve büyük âlimlerin buyurdukları sözlerden bazılarını ve hangi kitaplarda yazılı olduklarını belirterek, buraya yazıyorum. Böylece, kalplerinde cehalet hastalığı bulunanlar, o kitaplara bakıp, hevâ ve nefsine uyarak, evliyâ-i kiram hazerâtını inkâr belâsına, akıbet hüsrânlığına düşmesinler! Muvaffâkiyet Allahü teâlâ’dandır. Doğru yola kavuşturan Odur.
Müfessirînin hepsi, Yûsuf sûresinin, 24. âyetinde meâlen, “… Eğer Yûsuf, Rabbinin burhanını [ilâhî ihtarı] görmemiş olsaydı, olacak olurdu…” buyurulan kavli ilâhînin tefsîrinde, rûhâniyyîn, yanî erbâb-ı kulûb-i irfanı, yakîne ulaştırmak için, hâsıl olan tasarruf ve imdadı açıkça bildirmişlerdir.
Bu hususu açık bir sekide yazan tefsirlerden biri (Keşşaf Tefsîri)dir. Bu tefsîri yazan Mahmûd Zemâhşerî, i’tidâlden ayrılmış olmasına ve i’tidâli [orta yolu, Ehl-i sünneti] inkâr edip, mu’tezîle olmasına rağmen, tefsîrinde (Rabbinin burhanı) ifâdesindeki burhan kelimesini tefsîr ederken, yanî Yûsuf aleyhisselâm, İyyâke ve iyyahâ (Ondan sakın) diye bir ses işitti. Bu sesten etkilenmedi. İkinci defa işitti. Yine tesîri olmadı. Üçüncü defa işitti. Ondan yüz çevirmesi için, îkâz edildi. Yine de fâide vermedi. Tâ ki, Ya’kûb aleyhimesselâm hayretini bildirmek için, parmağını ısırır bir vaziyette gözüküp engelledi. Denildi ki, eliyle göğsüne vurdu. Bu îzâh böyle devam etmektedir.
Hanefî imamlarından Şeyh-ül-imâm Ekmelüddîn [Muhammed Bâberti Mısrî] (Şerh-i meşârık) kitabında, “Beni gören gerçekten görmüştür” buyurulan hadîs-i şerîfi açıklarken buyurdu ki, bir kimsenin bir kimse ile uyanık iken veya rüyâda bir araya gelmesi ile aralarında beraberliğe sebep olan bir hâl meydâna gelir. Şimdi bu birlikte olmak 5 esâs üzere hâsıl olur. Şöyle ki, ikisi arasında, yâ zât olarak, yâ sıfatlarda, yâ hâllerde, yâ fiillerde, yâ mertebelerde birleşme olur. 2 varlık arasında beraber olmak münâsebeti, bu 5 hâlden biriyle olur. Bu 5 hâlin dışına çıkmaz. Bu hâllerin kuvvetli olmasıyla birlikte olmak çok vuku’ bulur. Za’îf olması ile ise aralıklı, az vuku’ bulur. Bazen bu birlikte olmak birinde o kadar kuvvetli olur ki, öbüründe de muhabbetin kuvvetlenmesine sebep olur.
Öyle ki, bu 2 şahsı birbirinden ayrılamaz. Bazen adavet de bu suretle hâsıl olabilir. Bildirilen 5 esâsa kavuşan kimse ile kemâle ermiş ruhlar arasında münâsebet hâsıl olur. İstediği her zamân onlarla buluşur.
Şâfi’î mezhebinin imamlarından ve büyük âlimlerinden imâm-ı Gazâlî (İhyâ) kitabında, edası farz olan 5 vakit namâzın her bir rüknünü kılarken, kalbe getirilmesi lâyık olan hâli beyân ettiği bâbda rabıtayı yazmıştır. Yazdığı bu ifâdenin başka bir manâya ihtimâli olmayıp şöyledir: Ey namâz kılan mü’min, tehıyyâtı okurken, kalbine Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mübarek suretini görür gibi getir. Huşu’ ile hitâp ederek, Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü diyerek, selâm ibaresini oku. Allahü teâlâ indinde vazîfeli olan meleğin bu selâmını Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” huzuruna varıp, teblîğ ettiğini, Resûlullahın selâmına selâm ile cevap verdiğini kalbinden tasdîk et.
Yine Şâfi’î imamlarından şeyh Şihâb Haffâcî’nin şeyhi ve zamânının allâmesi Şihâb ibni Hacer-i Mekkî, (Şerh-i abâb) kitabında teşehhüdün kelimelerinin manâsını beyân ederken şöyle yazmıştır: Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü hitabına muhatap olan, Server-i kâinat “sallallahû aleyhi ve sellem” efendimizdir. O namâz kılanlar ile yanında gibi bulunur. Böylece ümmetinin en faziletli amellerine şahit olur. Ümmeti de Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında olduğunu tezekkür ederek, huşu’ ve hudû’unu arttırır. Bunları yazdıktan sonra, bu mevzû’da (İhya) kitabında geçen ibare ile sözlerine delîl getirerek kuvvetlendirmiştir.
Hanefî âlimlerinden ve (Eşbâh) kitabına haşiye yazmış olan Ahmed ibni Muhammed Şerîf Hamevî (Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl bi isbât-it tasarruf-i li-evliyâillahi teâlâ vel-kerâmeti ba’del intikâl) kitabında yazdığı şeylerin hulâsası şöyledir: Evliyayı kiramın rûhâniyyetleri cismâniyyetlerinden daha kuvvetli olduğundan, türlü türlü suretlerde zahir olurlar, gözükürler. Çeşitli suretlerde gözüktüklerini şu sahîh hadîs-i şerîfe dayanarak bildirmiştir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Bazı Cennet ehli Cennetin bütün kapılarından Cennete davet olunur.” Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Cennetin bütün kapılarından çağrılan kimse var mı? diye suâl edince, “Evet ümit ederim ki, sen o kimselerden olursun” buyurdu. Buna binâen dedi ki: Ruh, külliyye olduğu vakt, yanî arşın fevkinde olan âlem-i emirdeki asi mertebesine rücû’ nûrâniyetini kesb ettiği zamân, bu dünyâda yetmiş sûretde zuhur eder, görünür. Ahrette ise, bedenden ayrılmış olması sebebiyle, tam bir istiklâlde olduğundan, yanî emr edilen her bir farzı yapanların girmesine mahsûs olan Cennet kapılarından davet olunduğu vakt, aynı ânda hepsinden girer.
Şeyh-üş-şuyûh imâm-ı ârîf Sühreverdî Şâfi’î “kaddesallahü sirrehül’azîz” hazretlerinin (Avârif) kitabında, kurb ehlinin namâzına dâir yazdığı ibarelerden birinde, Namâzda Fahr-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem”, kalb gözlerinin arasında Zât-ı nübüvvet penâhîyi temessül ve tasavvur eyledikleri hâlde selâm verirler, buyurmakdadır. [Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Şihâbüddîn-i Sühreverdî 632 [m. 1234]de Bağdâdda vefat etti.
Allâme Şihâb ibni Hacer-i Mekkî, (Şerh-i Şemail) kitabının sonlarında, imâm-ı Sühreverdî’nin sözüne muvafık olarak şöyle yazmıştır: Hafız Celâleddîn Süyûtî, (Tenvîr-ül-halek fî rü’yetinnebiyyi vel-melek) kitabında Abdullah ibni Abbâs’dan “radıyallahü anhümâ” şöyle nakletmiştir. Abdullah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” rüyâsında, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” gördü. Muhabbetini izhâr için Resûlullahın zevcelerinden birini ziyarete gitti. O da “radıyallahü anhâ”, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” aynasını çıkarıp, gösterdi. İbni Abbâs “radı-yallahü anhümâ” aynaya bakınca, Resûlullahın mübarek cemâlini gördü. Kendini aynada göremedi. Bu hâl sofiyye ıstılahında rabıtada fena diye tabîr edilen mertebedir. Rabıtayı inkâr edenlerin sözü, Sûret-i Nebî “aleyhissalâtü vesselam” hakkında değildir. Bunda itirâz vâki’ olamaz. Zîrâ deriz ki, bu hâl sâdece Nebîlere mahsûs hâllerden değildir. Her nesne için böyledir. Bu Nebîler ve Evliyalar arasında müşterektir. Ehl-i indinde bu sözde şüphe yoktur. Evet, namâzda Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” başkasını muhatap kılmak namâzı bozar. Namâzda Resû-lullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mübarek suretini kalpte bulundurmak ve esselâmü aleyke eyyühennebiyyü demek, rûhâniyyeti hemen hâzır olan ve makâm-ı mahmûd sahibi olan Peygamber efendimize “aleyhi ve âlâ âlihî ve sahbihissalatü vet-teslimü minel-kerîm-il-vedûd” mahsûs hasletlerden olduğu aşikârdır. Bizim mevzumuzun bu değil, rabıta olduğu aşikârdır.
Hafız Celâleddîn Süyûtî, buna benzer bir mevzû’u ispat için yazdığı (Kitâbü’l-müncelî fî tetavvur-il-velî) adını verdiği kitabında, imâm-ı Sübkî Şâfi’înin (Tabakâtü’l-kübrâ) kitabından naklederek, kerametin çeşitleri beyânında, 22. nev’inde şöyle buyurmuştur: Evliyâ-i kiram hazerâtı, muhtelif tavırlar, hâller ile hâllenir. İşte bu hâl, sofiyyenin âlem-i misâl dedikleri hâldir. Sofiyye hazerâtının ruhları tecessüm ederek, âlem-i misâlden muhtelif suretlerde zuhur ederler.
[Meryem sûresi, 17. âyeti kerîmesinde] meâlen, “… Nihayet ona ruhumuzu [Cebrâîli] gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü” buyurulan, âyet-i kerîmedeki, (Düzgün bir insan şeklinde göründü) kavl-i kerîmin delaletiyle, âlem-i misâli bilip, görmüşlerdir, diye yazmıştır. Sonra Kâdî-bül-bân’ın yaşadığı kerameti ve diğerlerini yazmıştır.
[Kâdî-bül-Bân Hasen Mûsulî 570 [m. 1 1 74]de vefat etti.]
Şâfi’î imamlarından imâm-ı arif Şa’rânî “kaddesallahü sirrehü”, (Nefehâtü’l-kudsiyye) kitabında zikrin âdabını sayarken, 7. edepde, kişinin şeyhini iki gözü ortasında tahayyül etmesidir. İşte bu edep, sofiyye indinde zikrin âdabının en kuvvetli olanıdır, buyurmuştur. Derim ki, biz Nakşibendiyye mensupları indinde rabıta bu manâdan ibarettir. Güvenilir kitaplarımın hepsinde bu böyle yazılı olup, buna dalâlet Şâfi’î ulemâsından allâme Sefîrî Halebî (Buhârî) şerhinde, (Sonra ona tenhâya çekilmek, yalnız kalmak sevdirildi) kavlini şerhinde, şeytân, Nebî’nin “sallallahü aleyhi ve sellem” mübarek suretine giremediği gibi, kâmil velînin suretine de giremez, buyurulmaktadır. Bu durum beyân ettiği şarta bağlıdır. [Sefîr-i el-Halebî 745 [m. 1344]de vefat etti.]
Yine allâme Şerîf Cürcânî “kuddise sirruh”, (Şerh-i mevâkıf) kitabının sonlarında firâk-ı islâmiyyeyi zikir etmeden önce ve (Şerh-i metali’) üzerine yazdığı haşiyenin baş taraflarında, müritleri ve Evliyanın suretinin görünmesini, ondan hayâtta iken ve vefatından sonra mürîdin feyz almasının sıhhatini, bunun sahîh olduğunu yazmıştır.
İmâm-ül-ârif-i billahi teâlâ Eşşeyh Tâcüddîn Hanefî en-Nakşibendî el-Osmânî “kaddesAllahü teâlâ sirrehü” (Tâciyye) kitabında, Allahü teâlâ’ya vusul yollarını beyân ettiği fasida şöyle yazmıştır: Üçüncü yol, makâm-ı müşahedeye varmış olan ve sıfât-ı zâtiyye ile tahakkuk eylemis bulunan zâta rabıtadır. Bu sıfatla muttasıf olan kâmil şeyhi görmek, meâli şerîfi, “Onlar görüldüğü zamân, Allahü teâlâ hatırlanır” olan âyet-i kerîme muktezâsınca, zikrin fâidesi, mürîdin kalbinde peyda olur. O zât ile sohbet, “Onlar, Allahü teâlânın celîsleridir” buyurulan hadîs-i şerîf mucibince, hadîs-i şerifte geçen celîs olmayı, yanî hakîkî sohbete kavuşmayı hâsıl eder. Bununla beraber, ey sâlik! Şeyhinin sûret-i şerîfesini hayâlinde hıfz edip, öylece kalbe müteveccih olmalısın. Tâ ki, nefsinden gaybet [uzaklaşma] ve fena hâsıl edesin. Eğer terakkîden geri kalıp, terakkî edemezsen, şeyhin şeklini, suretini sağ omuzun başının ardında olan ve yağarnı denilen uzvun üzerinde tasavvur et. O uzuvdan kalbe uzanmış bir hat, yol farz edip, şeyhi bu hat üzerinden götürerek kalbe ulaştırmak icap eder. Bu hâl ile sana gaybet ve fena hâsıl olması umulur. Kıdvetü’l-muhakkıkîn zübdet-ül müteahhirîn Şeyh Ârifi billah Abdülganî Nablûsî Hanefî “kuddise sirruh”da bu anlatılanlara göre hareket ederek, sözü geçen kitap üzerine bir şerh yazarak, bunları ikrar etmiştir. [Tâceddîn ibni Zekeriyyâ el-hanefî 1040 [m. 1640]da, Abdülganî Nablûsî 1143 [m. 1730]-da vefat etti.]
Hanbelî mezhebi imamlarından Gavs-ül A’zam imâm-ı efhâm Seyyidî Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî’nin de “kuddise sirruh” tarîk-i sâdât-ı söfîyye yolunda sâlik olan fukara için [sâlikler için], Evliya ile râbıta-ı kalbiyyesi vardır. Bu rabıta sebebiyle bâtın yönünden Evliyadan fâide talep edip, buna kavuşulacağı aşikârdır. Zahirde de Evliya tarafından ikram olunmasında be’îs yoktur. Evliya ile bu sekide rabıtası olmayan kimse ise, bâtın tarafından fâidelenemez, buyurdu. Sühreverdî’nin (Avârif) inden, mürîdin şeyhine karşı edepleri babından nakl, burada tamam oldu.
Hanbelî mezhebi imamlarından allâme Şemsüddîn ibni Kayyım (Kitâbü’r-rûh) adlı eserinde şöyle yazmıştır: Ruhun bedendeki hâlinden başka hâlleri vardır. Mü’min öldükten sonra, ruhu refîk-i a’lâ denilen mertebede bulunur. Bedene alâkası da vardır. Bir kimse mezardaki bedene selam verse, Refîk-i a’lâda bulunan ruhu bu kimseye cevap verir. Bu söz Hafız Süyûtî’nin (Kitâbü’l-müncelî) sinden nakl edilmiştir. Bunu ispat eden delîller sayılamayacak kadar çoktur. Evliya vefatından sonra, bir nev’î tasarrufa, iş yapmağa sahip olur. Muhakkikin denilen, sözleri sened olan büyük âlimler tarafımdan, bu mevzû’da pek çok kitap yazılmış, açıkça beyân edilmiştir.
Evliyayı ve onların usûllerini inkârdan sakınınız. Çünkü bu helake sebep olur. [îbni Kayyım 751 [m. 1350]de vefat etti.]
Mâliki âlimlerinden (Muhtasar) sahibi imâm-ül Celîl Şeyh Halîl “rahmetullahi teâlâ aleyh” de bu mevzû’da şöyle buyurmuştur.
Velî, Evliyalıkta hakîkate ulaşınca, rûhâniyyet yönünden kendisine değişik suretlerde tasavvur, görünme kudreti verilir. Bu muhal bir şey değildir. Zîrâ, değişik suretlerde görünen rûhâniyettir. Bu hâl, ârif-i billah olanlar arasında meşhurdur. Bunu imâm-ı Süyûtî yukarıda adı geçen kitabında nakletmiştir.
Yine o kitapta mâlikî mezhebinin âlimlerinden olan imâmeyn-i hümâmeynden Şeyh Ebül-Abbâs Mürsî ve talebesi, ibnü Atâullah İskenderî’den “kuddise sirruhümâ” bu nakle yakın bir nakl yapmıştır. Bu kadar hükümden sonra, avam bunu nasıl inkâr edebilir. Bu kadar hükmü bildirenlerin hepsi dinde derin âlimlerden ve Evliyâ-i kirâmdandırlar.
Bu mevzû’da, bu yazılanlarla iktifa ettim. Yoksa bu mevzû’da gayet geniş 1 cilt kitap yazabilirdim. Eğer din kardeşlerimin Evliyâ-i kâmilîni inkâr ederek helake düşmemeleri için, şefkat etmeseydim, bu bazı sırları yazmazdım. Bunları yazmağa beni 2 şey mecbur etti.
Birincisi, urvet-ül-vüsûl, süllem-i rıdvânullah ve ittibâ-i Resul olan tarîkatı aliyyeden, sâliklerin fidelenmeleridir. Bu yolun yüksek usûlü, fırka-i nâciyye denilen Ehl-i sünnet akaidine sarılmak ve şer’an ruhsat verilen işleri yapmayı terk edip, azimetle hareket etmektir. Hakka murakabe ve teveccühe devamdır. Dünyânın ziynetini terk ve Allahü teâlâ’dan başka her şeyden yüz çevirmektir. “İhsan; Allahü teâlâ’ya, Onu görür gibi ibâdet etmendir. Sen Onu görmüyor isen de, O seni hep görmektedir” hadîs-i şerifinde bildirilen huzur melekesini elde etmektir. Din ilimlerini öğrenmek ve öğretmekle zînetlenip, halk arasında halvet üzere olup, mü’minlerin avamının hâlinde olmaktır. Gizlice Allahü teâlâ’yı zikr edip, bir nefesi dahî Ondan gafletle alıp vermemeğe dikkat etmelidir. Allahü teâlâ’nın ve Hulk-ı Azîm Sahibi “aleyhissalâtü vetteslîmât” efendimizin ahlâkı ile ahlâklanmalıdır.
Hülâsa, bu tarîkat noksansız ve ziyâdesiz olarak aynen Eshâb-ı kiramın “aleyhimürrıdvân” yoludur. Bu yol ise, Kitap ve Sünnette bildirilen azimetlere uymaktan ibarettir. Bu sebeple İmâmüt-tarîkat gavs-ül-halîka eşşeyh Behâ-ül-Hak ve’d-dîn, Şah Nakşibend diye meşhur Muhammed Buhârî “kuddise sirruh”, “Bizim tankımızdan yüz çeviren dinde hatar [tehlike] ve helak üzeredir” buyurdu.
Bunları yazmağa mecbur olmamın 2. sebebi ise; gafillerin hak süsü vererek söylemeğe cesaret ettikleri bâtıl sözlerden sakındırmaktır. Tâ ki, din kardeşlerimizin zihnini bulandırıp, bu tâife-i aliyyeyi inkâra sürüklememesi için. Yine bekası için, fitnecilerin hasetlerinden ve düşmanların hilelerinden korunması için, sâdık dervîşlerin dâima duâ ettiği Osmanlı devletinde, böyle bir inkârın yayılmaması için yazdım.
Bu fakîr, yukarıda yazdıklarımın cümlesi ile amel edilmesini talep ve vasiyet ederim. Kitap ve Sünnete muhalif olanların, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâbın yoluna uymayanlardan bîzâr olduğumu bildiririm. Medâr-ı İslâm olan devlet-i aliyye-i Osmâniyyenin bekası için, nasarâya, mürtecilere, din düşmanlarına karşı nusretde olması için, sabah, akşam duâ etmenizi emr ederim, bildiririm. Vesselâmü aleyküm verahmetullahi ve berekâtühû filbedî vel-hitâm velhamdülillâhilmelikil-allâm.
En güzel selâmlar ve en mükemmel hürmetlerle, râsih olan âlimlerin önderi ve büyükler seviyesinde ve nesiblerin sülâlesinden ve seâdete kavuşanların sonuncusu, kerîm oğlu kerîm efendimiz ve mevlâmız olan, dünyâ ve âhret se’âdetine kavuşmuş, en öğülmüş hil’atlar ile şereflenen, Muhammed Es’ad, sevginin özünü ifâde eden, gayet lütûfkâr ve birleştirici ve şevk ve muhabbet ihtiva eden mektubunuz, sizden uzakta kalmış biz fakîrlere,
Unutulmuşlara ulaştı. O fakîrler ki, Allahü teâlâ’dan sizin uzun yaşamanızı dileyenlerdir. O fakîrler ki, Nakşibendî büyüklerinin kanatları altındadırlar. O taife-i aliyyenin zümresiyle Allahü teâlâ sizi haşr etsin. Feyizleri, bereketleri de bizim üzerimize olsun! [Seyyid Muhammed Es’ad İstanbolî, nakîb-ül eşref idi. Sonra me’ârif nazırı oldu. Adı ile müsemmâ olan, Ayasofya câmi’i yanındaki kütüphanenin kurucusudur. 1263 [m. 1846] de vefat etmiştir.]
Rabıta risalesi burada tamam oldu. Bu risale, Mevlânâ, kutbül-ârifîn, senedül-millet veddîn Burhânül-hakîkat, vel-yakîn, huccet-ül-vâsılîn, câmi-i kelimât-is-sûriyye vel-ma’neviyye, sâhib-ül-enfâsaî-kudsiyye, mürebbiyyisâlikîn, mürşidinnâsıkîn, bahrül ulûm, allâme-i mantûk” vel-mefhûm, hucceti(l-islâm, zilcenâhayn hazret-i Ziyaüddîn Hâlid-i Osmânî el-lrâkî eşşehri zûrî “kaddesallahü teâlâ sirreh” hazretlerinindir. Kudsî nefeslerinin bereketleri bize feyz verdi. ,
Bunu yazıyı yazan [Arabîsini] ahkâr-ül-ibâd, errâcî afvü rabbihi yevme tenâdi-il-mugterîfi bil-aczi vettaksîr, Kimya yüksek mühendisi ve eczacı emekli öğretmen albay Hüseyn Hilmi Işık bin Sa’îd İstanbûlî; İstanbul şehri, Şeyh Resmî mahallesi, (Müstakîmzâde caddesi Fâtih nahiyesi hicrî 1392. Hâtlmül-muhakkıkîn, asrının müceddidi devrinin allâmesi Esseyyid Abdülhakîm ibni Mustafâ Arvâsî el-Vânî’nin “kuddise sirruh” talebesi olmakla izzet, şeref ve se’âdete kavuşmuştur.
Hazret-i Mevlânâ Hâlid ibni Ahmed bin Hasen el-Osmânî, çünkü nesebi Zinnûreyn Osman bin Affân’a ulaşır, hicrî 1193, mîlâdî 1779 da Süleymâniyye kasabasında doğdu. Bu kasaba Bağdâda yakındır. Medîne’de Yemenli bir âlim ile karşılaştı. Ona (Mekke’de dîne uymayan bir iş görünce, hemen red etme!) dedi. Kendisi “kuddise sirruh” şöyle anlatmıştır: Kâ’be’nin yanında (Defâil-i hayrat) okuyordum. O sırada siyah sakallı, avam kıyafetli biri sırtını Kâ’be’ye dönmüş oturuyordu. (Utanmadan Kâ’be’ye arkasını çevirmiş) diye düşünürken, (Mü’mine hürmet, Kâ’beye hurmetten daha öncedir. Bunun için, yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun, Medîne’deki zâtın nasîhatini unuttun mu?) dedi. Bunun büyük Velîlerden olduğunu anladım. Ellerine sarıldım ve beni irşat etmesini talep ettim. (Sen burada olgunlaşamazsın) dedi. Eli ile Hindistân’ı gösterdi. (Senin işin orada tamam olur) dedi ve gitti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri hacdan sonra, Şam yolundan memleketi Süleymâniyyeye döndü. Bir gün Hindistân’ın kutbu Abdüllah-ı Dehlevî hazretlerinin talebesinden biri geldi. Hocasından işittiğini kendisine Kâ’be’de yapılan işareti bildirdi. Onu Hindistân’a gitmesi için teşvîk etti. Mallarını fakîrlere sadaka olarak dağıtıp, hicrî 1224 de Hindistân’a gitmek üzere yola çıktılar.
Kâ’be’nin yanında gördüğü (Senin işin orada tamam olur diyerek Hindistân’ı işaret eden) hocası Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinden Nakşibendiyye tarîkatı üzere yetişti. 5 ay kadar bir zamân içinde huzur ve müşahede makamına erişti.