Sual: Sufilerin yolunun esası nelerdir? Tasavvufun gayesi nedir?
Cevap: Sufilerin yollarının esâsı şunlardır:
1) Fakirlik, yani her işte, her şeyde Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmektir. Hiç kimse ve hiçbir şey, hiçbir şeyi yaratamaz. Fakat, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olurlar. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır dediler.
2) Zühd ve takvâ, her işte İslamiyete uymaktır. Dinin bütün ahkamına tamamen uyarak çalışmak, iyilik yapmak ve boş zamanlarını ibâdet ile geçirmektir. Bugün de sufi kelimesi, (sofu) şeklinde, dine çok bağlı olan kimseler için kullanılmaktadır.
3) Tefekkür, sükut ve zikir, yani hep Allahü teâlânın varlığını, nimetlerini düşünmek, lüzumsuz konuşmamak, hiç kimse ile münakaşa etmemek, mümkün olduğu kadar az konuşmak ve dâima Allahü teâlânın ismini zikretmektir.
4) Hâl ve makâm, yani kalbe gelen nurlarda, kalbin, ruhun temizlenme derecesini anlamak ve kendinin haddini bilmektir.
En meşhur ve ilk sufi Hasan-ı Basri’dir “radıyallahü teâlâ anh”. [m. 624] de tevellüd ve [m. 727] tarihinde vefât etti. Hasan-ı Basrî, öyle büyük bir din alimidir ki bütün müslümanlar büyük bir imâm [müctehid] olarak tanırlar. Kuvvetli seciyesi, derin ilmi ile meşhurdur. Vaazlarında herkesin gönlüne Allah korkusu telkin etmeye çalışmıştır. Kendisinden birçok hadis-i şerif rivayet edilen büyük bir hadis alimidir. Mutezile felsefesinin kurucusu Vasıl bin Ata, önce Hasan-ı Basri’nin talebesi idi. Sonra, onun dersinden ayrıldı. (Mutezil) , ayrılan demektir. Mutezilenin ikinci bir ismi, Kaderiyedir. Çünkü bunlar, kaderi inkâr ederler. “Kul kendi yaptıklarının yaratıcısıdır. Allah hiçbir zaman fenâlık yaratmaz. İnsanın irâde ve yaratmak kudreti vardır. O hâlde bir fenâlık yapmışsa, bütün mesuliyet ondadır. Bunu kader veya mukadderat ile te’vil etmek imkanı yoktur” demektedirler. Hasan-ı Basri’nin talebesi olan ve dâima onun meclisinde bulunan, Vasıl bin Ata, kaderiye düşüncesini ortaya çıkardı. Onun için, kadere inanan, Hasan-ı Basrî, onu yanından uzaklaştırdı.
Tasavvuf ehline yani Sufilere göre, Hakiki var olan ancak Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, mutlak varlık, mutlak iyilik, mutlak güzellik sâhibidir. O, gizli bir hazine iken, kendini tanıtmak istedi. Dünyayı ve dünyada yaşıyanları yaratmasının sebebi budur. Allahü teâlâ, hiçbir mahluka hulul etmemiştir. (Yani onların içinde değildir.) Hiçbir insan, ilah olamaz. Allahü teâlâ insanın sıfatlarını kendi sıfatlarına benzeyen bir sûrette yaratmıştır. Fakat, bu benzeyiş o kadar azdır ki Onun sıfatlarını deniz sayarsak, insanın sıfatları ancak onun köpüğü olur.
Tasavvufun gayesi, insanı (Mârifet-i ilâhiyye)ye kavuşturmaktır. Yani Allahü teâlânın sıfatlarını tanıtmaktır. Onun Zâtını, yani kendisini tanımak mümkün değildir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, “Allahü teâlânın zâtını düşünmeyiniz. Onun nimetlerini düşününüz!” buyurmuştur. Yani, Onun kendisinin nasıl olduğunu değil, sıfatlarını ve insanlara verdiği nimetleri düşünmelidir. Bir kere de, “Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşündüğün zaman, hatırına her ne gelirse, bu gelenlerin hiçbiri, Allah değildir” buyurdu. İnsanın aklının kapasitesi, sahası sınırlıdır. Bu sınırın dışında olanları anlayamaz. Bunları düşünürse, yanılır. Hakikate kavuşamaz. İnsan aklı, insan düşüncesi, din bilgilerindeki incelikleri, hikmetleri anlayamaz. Bunun için, din bilgilerine felsefe karıştıranlar, İslam dininin gösterdiği doğru yoldan ayrılmışlar, bidat ehli veya mürted olmuşlardır. Bidat ehli olanlar, kâfir değildir, müslümandırlar. Fakat, doğru yoldan ayrılmış, 72 bozuk fırkanın birinden olmuşlardır. Bu, felsefe kurbanlarının, Kurân-ı Kerîmden anladıkları yanlış akideler, küfre sebep olmadığı için, müslümandırlar. (İslam felsefesi diye bir şey yoktur. İslamiyete sonradan felsefe karıştıranlar olmuştur) dememiz lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimlerine “rahime-hümullahü teâlâ” göre, İslam bilgilerinin ölçüsü, insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan [mânâları açık olan] âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerdir. Tasavvufun esâsı insanın kendini (aczini, zavallılığını) tanımaktır. Tasavvuf, sırf Allah sevgisi, yüce (Ulvi) aşk esâsı üzerine kurulmuştur. Buna da ancak, Muhammed aleyhisselâma uymakla kavuşulabilir. Tasavvuf yolunda ilerlerken, kalpte, birçok haller hâsıl olur. Bu hallerden biri, (vahdet-i vücûd) yani (Varlık birdir. Mahluklar, halıkın görünüşüdür) Hâlidir. Evet Kurân-ı Kerîmde beyan buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ, insanın kalbine tecellî eder. Fakat, bu tecellî yalnız Allahü teâlânın sıfatlarının tecellîsidir. Akıl ile alakası yoktur. Tasavvuf ehli, Allah’ın tecellîsini kalbinde duyar. Onun için tasavvuf ehline ölüm bir felaket değil, güzel ve tatlı bir şeydir. Tekrar Allaha dönmek olduğundan ancak bir sevinç vesilesidir.
Büyük mütesavvıf, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rumi “rahime-hullahü teâlâ” ölüme, (Şeb-i arus = Düğün gecesi) adını vermektedir. Tasavvufta, keder ve ümitsizlik yoktur. Yalnız sevgi ve tecellîler vardır. Mevlânâ “kuddise sirruh”, (Bizim dergahımız ümitsizlerin dergahı değildir) diyor. Sözleri aynen şöyledir:(Baza, Baza, Her ançe hesti Baza), (Gel, gel, her kim olursan ol gel, Allaha ikilik koşanlardan, mecusilerden, puta tapanlardan da olsan gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tövbeni 100 defa bozmuş olsan bile gel!) Bu sözler, 13. asırda yaşamış, Baba Efdal Kaşi’ye de nisbet edilmektedir. Tasavvuf ehli arasında, İmâm-ı Rabbânî, Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Mevlânâ Celâlüddîn-i Rumi gibi büyük veliler, Sultan Veled, Yunus Emre, Bağdatlı Mevlânâ Hâlid gibi Hak âşıkları vardır. Yukarıda bildirilen (Vahdet-i vücûd) , tasavvufun gayesi, sonu değildir. Gayeye götüren yolculuklarda, kalpte hâsıl olan ve akıl ile fikir ile madde ile ilgisi olmayan bilgilerdir. Bunlar kalpte bulunmaz, kalpte görünürler. Onun için, vahdet-i vücûd yerine (Vahdet-i şuhûd) demelidir. Kalp, temizlenince, ayna gibi olur. Kalpte görünenler, Allahü teâlânın Zâtı değildir. Hatta sıfatları da değildir. Sıfatlarının zılları, sûretleridir. Allahü teâlâ kendi, görme, işitme, bilme gibi sıfatlarının sûretlerini, benzerlerini, insanlara vermiştir. Verdikleri Onunkiler gibi değildir. Onun görmesi, ezelidir, ebedidir. Her zaman, her şeyi görür. Vasıtasız, aletsiz devamlı görür. İnsanın görmesi böyle değildir. Bunun için, Onun görmesi hakiki görmektir. İnsanın görmesi, o görmenin sûreti, zıllidir, diyoruz. Görmesinin zılli gözde, işitmesinin zılli kulakta tecellî ettiği gibi, sevmesi, bilmesi ve başka birçok sıfatlarının zılleri de, insanın kalbinde tecellî eder, hâsıl olur. [Kalp, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değildir. Bu et parçasına (yürek) denir. Kalp, yürekte bulunan bir kuvvettir. Buna (gönül) diyoruz. Yürek, hayvanlarda da vardır. Kalp, insana mahsustur.] Gözün görebilmesi için, hasta, bozuk olmaması lazım olduğu gibi, kalbin de, bu tecellîye kavuşabilmesi için, hasta olmaması lâzımdır.
Kalbi hastalıktan kurtaran ilaç, 3 şeyden yapılır. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek, ibâdetleri yapmak ve haramlardan sakınmaktır. İslamiyetten ve tasavvuftan haberi olmayan kimseler, dini, dünya kazançlarına alet ediyorlar. Bu yobazlar, tasavvufa, hatta ibâdetlere, mistik bir hareket olarak, müzik sokmuş, müzik aletlerinin nağmelerine göre vücut hareketleri yapmak gibi hususlara, ayin demişlerdir. [Mevlevi ayinleri gibi.] Başlarında mezar taşına benzeyen beyaz uzun külahları (sikkeleri) ile dönen mevleviler, sağ ellerini semaya kaldırırlar ve sol ellerini semadan aldıklarını dünya yüzüne göndermeyi belirtmek için, aşağı indirirler. İslam dini ile hiçbir alakası olmayan ve âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde bulunmayan böyle ayinleri, tarîkat olarak, İslamiyet olarak tanıtıyorlar. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Ashâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hiçbiri, böyle ayinler yapmadı. Onların zamanlarında tasavvuf vardı. Fakat böyle tarîkatçılık yoktu. Şimdi, bu ayinleri görmek için dünyanın her tarafından birçok insan gelmektedir. Yabancı dillerde tasavvuf hakkında yazılan eserler çoktur ve hepsinde bu bidat, bozuk yollardan bahs olunmaktadır. İmâm-ı Gazâlî “rahime hullahü teâlâ” hem kelam alimi, hem de hakiki tasavvufun mütehassıslarından idi. Kanuni Sultan Süleyman’ın “rahime hullahü teâlâ” şeyhulİslamı büyük din alimi Ebussuud Efendi’nin “rahime hullahü teâlâ” tasavvuf ehline karşı çok sert davrandığı, hatta onların idamı için fetva verdiği söylenir. Bu doğru değildir. Ebussuud Efendi, tasavvuf ehli için değil, bunların içine karışan sapık tarîkatçılar için ve “Tasavvufta yüksek dereceye varanlar için, din teklifleri kalkmıştır. Onlar için helal ile harâmın farkı yoktur” diyenler için sert davranmış ve bunların fitne çıkarmak, İslamiyeti yıkmak günahları için, idam edilmelerine fetva vermiştir.
Tavsiye Yazı –> Hakiki Müslüman Nasıl Olur?