Sual: İsrailiyyat nedir?

Cevap: İbrânîce bir kelime olup, Abdullah (Allah’ın kulu) mânâsına gelen “İsrâil” kelimesi, hazret-i İbrâhim’in torunu ve hazret-i İshâk’ın oğlu olan hazret-i Yâ’kûb’a alem olmuştur. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 93. ve Meryem sûresinin 59. âyet-i kerîmelerinde geçen İsrâil ismi, Yâ’kûb aleyhisselâmın ismidir. 1. âyet-i kerîmenin meâli şöyledir: “Tevrât indirilmeden önce, İsrâil’in (yâni Yâ’kûb’un), kendisine haram kıldığı şeylerden başka, yiyeceğin her türlüsü, İsrâil oğulları için helâl idi. De ki: “Eğer sâdıklar iseniz Tevrât’ı getirin de onu okuyun.” Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü olarak şu hâdise zikredilmektedir:

Yahudiler, Peygamber efendimize (sallallahü aleyhi ve sellem) dediler ki: “Sen, İbrâhim’in tevhîd dîninde olduğunu iddia ediyorsun. Hâlbuki o senin gibi deve eti yemez, deve sütü içmezdi.” Bunun üzerine cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmeyi inzal buyurmuştur.

2. âyet-i kerîmenin meâl-i âlîsi ise şöyledir: “İşte bunlar (yâni Meryem sûresinde Zekeriyyâ aleyhisselâmdan İdrîs aleyhisselâma kadar zikrolunan peygamberler), Allah’ın kendilerine nîmetler verdiği Peygamberlerden, Âdem’in zürriyetinden, Nûh ile beraber taşıdıklarımızdan, İbrâhim ve İsrâil’in neslinden, hidâyete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir…”

Hazret-i Yâ’kûb’un 12 oğlu vardı. Bunlardan hazret-i Yûsuf’un Mısır’da vezirliği zamanında, diğer kardeşleri ile babaları hazret-i Yâ’kûb, beraberce Mısır’a gitmişlerdi. Bunların çocukları ve torunları, Mısır’da çoğalarak bir ümmet teşkil etmişler ve târihte bunlara Benî İsrâîl (İsrâîl oğulları) denilmiştir. Yûsuf aleyhisselâmın kıssası, Kur’ân-ı kerîmde, Yûsuf sûresinde uzunca beyân buyurulmuştur.

“Benû İsrâîl’ ve “Benî İsrâîl” lafızları, muhtelif harf-i cerlerle, Kur’ân-ı kerîmde 41 yerde geçmektedir. Mevzû olarak ise 61 yerde zikredilmektedir.

Hadîs-i şerîf kitaplarında da İsrâîl oğullarıyla alâkalı müstakil bâblar bulunmaktadır. Meselâ “Sahîh-i Buhârî”de bulunan, bu konu, ile ilgili bir bâbın başlığı “Bâbü mâ zükire an benî İsrâîl” şeklinde olup, İsrâîl oğullarından nakl olunagelen ve nazar-ı itibâra alınabilecek garîbelerin beyânına dâir hadîsleri ihtivâ etmektedir.

Buhârî’nin Abdullah ibni Amr’dan (radıyallahü anh) rivâyetine göre, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Benim tarafımdan (tebliğ edilen Kur’ân’dan) bir âyet olsun (halka) ulaştırınız, (öğretiniz). Benî İsrâil’ (in ibretli kıssaların) dan da haber verebilirsiniz. Bunda (bunu haber vermekde) beis yoktur. Her kim de (benim söylemediğim bir şeyi söyledi diye) bile bile bana yalan isnâd ederse, o da Cehennem’deki yerini hazırlasın.” 3 ana bölümden teşekkül eden bu hadîs-i şerîfin 2. kısmında, benî İsrâil’in ibret almağa değer kıssalarından haber veriniz emri, haber verebilirsiniz mânâsındadır. Emir sîgası ibâhayâ mahmuldür. Bunun delili de hadîsde geçen; “Haber vermekte beis yoktur” cümlesidir. İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle Benî İsrâîl haberlerinin nakli, kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştu. Sonradan, dînî akideler, şer’i hükümler teessüs edip, istikrar bulunca, o mahzur kalkmış, Benî İsrâil vakıalarının nakli mubah kılınmıştır. Bu da ibret alınabilecek kıssalara münhasırdır. Yalan olduğu bilinen haberlerin nakli ise câiz değildir.

Burada belirtilmesi gereken bir husûs da şudur: Benî İsrâîl kıssalarının ifâde ettikleri hükümler, İslâmî umdelerle mukayese edilmemelidir. Bunların içinde, İslâmî umdelere uymayanlar da vardır ki, bunlar o ümmetlere, mahsus şeyler sayılmalıdır. İslâmiyetle ilgili şeyler sanılmamalıdır.

Benî İsrâil’e gelen peygamberlerden biri de Mûsâ aleyhisselâmdır. Hazret-i Mûsâ’nın (aleyhisselâm) şerîati (dînî hükümleri) ile hazret-i Muhammed‘in (sallallahü aleyhi ve sellem) dînî hükümleri arasında bâzı farklılıklar vardır. Fakat bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri îmân esasları aynıdır.

İsrâiliyyât denilen rivâyetler, ya ehl-i kitâbın ağzından yâhut da onların ele geçen kitaplarından nakledilirdi. Bâzı rivâyetler, Tabiînden Ka’bü’l-Ahbâr ve Vehb bin Münebbih gibi zevâta kadar varmaktadır.

İsrâiliyyâtı rivâyet etmekte bir beis görülmemiştir. Zîrâ bu rivâyetler, nihâyet geçmiş kitaplarda şu söylenmiş, bu yazılmış demek olur, ayrıca, yukarıda “Sahîh-i Buhârî’de geçtiğini belirttiğimiz merfû bir hadîs-i şerîf delâletiyle de bu, mubah görülmüştür. Tirmizî’nin de “Sünen”inde; “Hasen, sahih bir hadîs” kaydiyle Abdullah bin Amr ibni’l-Âs’dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet ettiği bu hadîs-i şerîfde; “Benim tarafımdan bir âyet olsun tebliğ ediniz. Benî İsrâîl de şöyle diyor, böyle diyor diye rivâyet edebilirsiniz. Bunda beis yoktur. Benden rivâyet ederken her kim benim ağzımdan müteammiden (kasten) yalan uydurursa Cehennem’deki yerini hazırlasın” buyurulmuştur. Fakat İsrâiliyyât hakkındaki hükmü, tevakkufdan ibâret olduğu da kitaplarda kaydedilmektedir. Nitekim “Sahîh-i Buhârî” de, Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) merfûan rivâyet edildiği üzere, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında, ehl-i kitaptan bâzı kimselerin Tevrât’ı okuyup Arapça’ya tercüme ettikleri Resûl-i ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından duyulunca; “Ehl-i kitâbı tasdik de etmeyiniz, tekzib de. Onlara şu âyet-i kerîmeyi okuyarak cevap veriniz: “Ehl-i kitâba deyiniz ki, biz Allah’a ve bize inzal olunan Kitâb-ı kerîme îmân ettiğimiz gibi, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâ’kûb ve esbâta (torunlara) inzal olunan şeylere de; kezâlik Mûsâ’ya, Îsâ’ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından indirilen kitaplara îmân ettik. Hiçbirini diğerlerinden ayırd etmeyiz. Allah’a mu’tî ve inkiyâd ediciyiz. (Biz Allah’a teslim olmuş müslümanlarız.) (Bakara sûresi: 136)

Yukarıda verilen izâhattan anlaşılacağı üzere, İsrâiliyyât hakkında 3 kademeli hüküm vardır:

1) İslâmî tebligatın ilk zamanlarında, fitne ve fesada sebep olur endişesiyle, Benî İsrâil haberlerinin nakli ve kitaplarının mütâlâa edilmesi men olunmuştur.

2) Ehl-i kitâbın söylemiş oldukları sözler hakkında tevakkuf emr edilmiş sözlerinin, müslümanlar tarafından tasdik de edilmemesi, tekzib de edilmemesi istenmiştir.

3) İslâmî akîdeler, şer’î hükümler teessüs edip istikrar bulunca, 1. maddede belirtilen mahzur ortadan kalkmış ve Benî İsrâîl vakıalarının nakli mubah kılınmıştır.

İsrâiliyyâtın naklini mübâh kılan hadîs-i şerîf, “Sahîh-i Buhârî” ve “Sünen-i Tirmizî”de zikredildiği gibi, Ahmed ibni Hanbel’in “Müsned”inde de yer almıştır.

Müslümanlara lâzım olan dînî bilgileri cem etmek maksadıyla “Riyâz-üs-Sâlihîn” ismiyle Arabî lisânıyla bir cildlik kıymetli bir eser yazan hadîs ve fıkıh âlimi İmâm-ı Nevevî (v. 676), kitabının “İlim” bölümünde, 5. hadîs-i şerîf olarak bu hadîsi yazmaktadır. Şafiî âlimlerinden Muhammed bin Allan es-Sıddîkî (v.1057) “Riyâz-üs-Sâlihîn” kitabına yazdığı 4 cildlik Arabî “Delîlü’l-Fâlihîn” isimli şerhinin son cildinde bu hadîs-i şerîfin mevzûmuzla ilgili kısmını îzâh ederken şöyle buyurmaktadır:

“…İsrâil oğullarından rivâyette bulununuz.” İsrâîl, Yâ’kûb’un İbrânice ismi olup, mânâsı Abdullah yâni Allah’ın kulu demektir. “Rivâyet etmenizde beis yoktur.” Âlimler dediler ki: Onlardan rivâyette sizin için bir beis yoktur. Çünkü, önceden Resûlullah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından, onlardan rivâyette bulunmak ve kitaplarına bakmak yasaklanmıştı. Sonra bu konuda genişlik hâsıl oldu. “Beis yoktur” cümlesinin mânâsı şudur: Onlardan duyduğunuz acâib şeylerle kalplerinizi daraltmayınız, sıkılmayınız. Bu onlar için çok vâki olmuştur. “Beis yoktur” cümlesi hakkında şöyle de denilmiştir. Sizin onlardan rivâyet etmemenizde beis yoktur. Çünkü Peygamberimizin baştaki “Rivâyet ediniz” emri, vücûb gerektiren bir emir sîgasıdır. Bu cümle ile emrin vucûb ifâde etmediğine, emrin ibâha için olduğuna işâret vardır. Yâni onlardan rivâyeti terk etmenizde bir beis yoktur demektir. Yine bu cümle hakkında şu da söylenmiştir: Onların “…Sen ve Rabbin gidiniz ve harbediniz…” (Mâide sûresi: 24) ve “Bize bir ilâh yap” gibi bozuk sözlerini hikâye edene bir beis yoktur. Burada mânâ şudur da denilmiştir: Onlardan rivâyette, isnâdın ittisâli zor olduğundan dolayı, inkıtâlı veya inkıtâsız, kıssanın muttasıl olacağı herhangi bir sûrette rivâyet ediniz. Bu, İslâmî hükümlerin hilâfınadır. Çünkü, bu hükümlerde senedin muttasıl olması esastır. Zamân yakın olduğu için isnâd zor olmaz. Her hâl-ü kârda onlara yalan isnâdı ile rivâyet câiz olmaz. İmâm-ı Şafiî buyurmuştur ki: “Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), yalanı rivâyet etmeyi câiz görmez.” O hâlde mânâ şöyledir: Onlardan yalan olduğunu bilmediğiniz şeyleri rivâyet ediniz. Fakat, doğru mu, yalan mı olduğunda tereddüt ettiğiniz şeyleri rivâyet etmenizde size bir beis yoktur. Bu; “Ehl-i kitâb, size rivâyette bulunduğu, konuştuğu zaman, onları tasdik de etmeyiniz, tekzib de etmeyiniz” hadîsinin nazîridir, benzeridir..”

Şâiî fıkıh ve hadîs âlimlerinden İmâm-ı Süyûtî’nin (v.911) “El-Câmi-us-Sagîr” isimli eserinde de yer alan bu hadîsin izâhı, adı geçen esere 6 cildlik kıymetli bir şerh yazan büyük âlim Abdurraûf el-Münâvî’nin “Feyz-ül Kadir” isimli eserinin 3. cildinde şu şekilde yapılmaktadır:

“…Size İsrâîl oğullarından ulaşan acâib haberleri, benzerlerinin bu ümmette meydana gelmesi muhal de olsa rivâyet ediniz.” Yâni bunlar, senedsiz de olsa rivâyet ediniz. Zîrâ, ahkâm-ı Muhammediyye’nin hilâfına, zaman uzamış olduğu için, onlardan rivâyette senedin ittisâlinde güçlük vardır. “Bunu onlardan rivâyette, üzerinize beis yoktur. Ancak yalan olduğu bilinen şey müstesnadır.” Burada şöyle bir mânâ da bulunabilir: Onlardan rivâyet etmemenizde bir beis yoktur. “Rivâyet ediniz” şeklinde sâdır olan emrin vücûb için olduğu vehmini izâle etmek için Peygamberimiz 2. cümleyi ziyâde etmiştir. Et-Tîbî demiştir ki: Burada, Peygamber efendimizin Benî İsrâil’den rivâyete izin vermesi ile, başka bir haberde onlardan rivâyette bulunmaktan ve kitaplarına bakmaktan nehy etmesi arasında tezât yoktur. Çünkü burada onların kıssalarını rivâyet etmeyi murâd buyurmuştur. Meselâ, onların tevbe olarak, kendilerini öldürmeleri gibi. Nehiy ile de şunu murâd etmiştir: Kendi şerîatiyle neshedilmiş (yürürlükten kaldırılmış) hükümlerle ameli yasaklamıştır. Yâhud da İslâm’ın bidâyetinde, dînî ahkâm ve İslâmî kâideler istikrar bulmadan önce bu nehiy vârid olmuştur. Fakat bunlar yerleşince, Benî İsrâil’den rivâyete izin vermiştir…” Hadîs-i şerîfin sonunda bunun Abdullah ibni Amr’dan, Ahmed ibni Hanbel, Buhârî ve Tirmizî tarafından rivâyet edildiğine ve sahîh olduğuna dâir rumuz da konulmuştur.

Bâzı kişilerce, mûteber bâzı tefsîrlerde İsrâiliyyât bulunduğu ifâde edilerek, câhil insanlar nazarında kıymetli tefsîrlerin değeri düşürülmektedir. Tefsîrde müctehid mertebesine yükselen kıymetli müfessirler, eserlerinde eğer İsrâiliyyâta yer vermiş iseler, câiz olduğu için bu işi yapmışlardır. Câiz olmasaydı yapmazlardı. Hukûkî bir mevzûda, tıbbî bir konuda, yâhut da ihtisas istiyen başka bir sahada nasıl mütehassıslara başvurma lüzûmunu duyuyorsak, dînî konularda da büyük İslâm âlimlerinin mûteber eserlerine başvurma mecbûriyetini duymalıyız. Aksi takdirde, dînî mes’eleler hakkında, çok yanlış hükümler verme tehlikesiyle karşı karşıya kalırız.

——————————————————–

1) Müslim; Kitâb-ül-fiten; No: 119, K. Zühd No: 72

2) Ebû Dâvûd; Melâhim; bâb, 14, 15

3) Buhârî; Kitâbül-enbiyâ, bâb 50

4) Tirmizî; Kitâb-ül-ilm, bâb, 13

5) İbni Mâce; Mukaddime, bâb, 5

6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel; cild-3, sh. 39

7) Et Tefsîr vel-müfessirûn; cild-1, sh. 165

8) İsrâiliyyât vel-Mevdûât (Ebû Şühbe Mısır, 1973)

9) Makâlât-ı Kevserî; sh. 69

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler