Bu mektup, râsih ilimli, hakiki din alimi, Seyyid Abdülhakîm Efendi’nin “rahmetullâhi aleyh” bir mektuba cevabı olup tefsiri ve hadis-i şerifleri bildirmekte, din âlimlerini medh eylemektedir:
Efendim,
Kıymetli mektubunuzun başında, din âlimlerinin, müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulûm-i İslâmiyye denir, dediklerini yazıyorsunuz. İslam dininin emrettiği bu bilgileri, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” 2’ye ayırmış, (El-ilmü ilman, ilmü ebdan ve ilmü edyan) buyurmuştur. Biri Ulûm-i nakliyye yani din bilgileri, diğeri Ulûm-i akliyye yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Dinde reformcular, fen bilgilerine rasyonel bilgiler, din bilgilerine skolastik bilgiler diyor.
Din bilgileri, dünyada ve ahirette huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir. Bunlar da 2 kısma ayrılır: (Ulûm-i aliyye) yani yüksek din bilgileri ve (Ulûm-i ibtidaiyye) yani alet ilimleri. Yüksek din bilgileri 8’dir:
1) Tefsir ilmi.
2) Usûl-i kelam ilmi. Kelam ilminin, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden nasıl çıkarıldığını öğreten ilimdir. Bu ilim, Hadika’da açık anlatılmaktadır.
3) Kelam ilmi. Kelime-i şehâdeti ve buna bağlı olan, imanın 6 temel bilgisini öğreten ilimdir.
4) Usûl-i hadis ilmi. Hadis-i şeriflerin çeşitlerini öğreten ilimdir.
5) İlm-i hadis. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ef’âl, akval ve ahvalini öğretir.
6) Usûl-i fıkıh ilmi. Fıkıh bilgilerinin âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden nasıl çıkarıldığını öğretir. (Menar) adındaki usûl kitabı meşhurdur.
7) Fıkıh ilmi. Ef’âl-i mükellefîni öğretir. Yani, beden ile yapılması ve sakınılması lazım olan emirleri ve yasakları ve mubahları öğretir. Fıkıh bilgisi 4’e ayrılır: İbadat, münakehat, muamelat ve ukubat.
8) İlm-i tasavvuf, Kalp ile yapılması ve sakınılması lazım olan şeyleri ve kalbin, ruhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna İlm-i ahlak, İlm-i ihlas da denir.
Bu 8 ilimden, kelam, fıkıh ve ahlak bilgilerini lüzumu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her müslümana farz-ı ayndır. Öğrenmeyenler ve çoluk çocuğuna öğretmeyenler büyük günah işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen ise, kâfir olur, imanı gider. Bu 3 ilmin lüzumundan fazlasını ve öteki 5 yüksek din bilgisini ve ulum-i akliyyeyi öğrenmek farz-ı kifâyedir.
Bezzaziye’de diyor ki “Kurân-ı Kerîm’den bir miktar ezberledikten sonra, fıkıh öğrenmek lâzımdır. Çünkü, Kurân-ı Kerîm’in hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lazım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır. Muhammed bin Hasan Şeybani “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyurdu ki her müslümanın haramları, helalleri bildiren 200.000 fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibâdetlerin en kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir”.
[Tavsiye Yazı: Kelam İlmi ile Meşgul Olmak].
Bu 8 yüksek din bilgisini öğrenebilmek için lazım olan alet ilimleri 12’dir. Bunlar: Sarf, iştikak, nahiv, kitabet, iştikak-ı kebir, lügat, metn-i lügat, beyan, meani, bedi, belâgat, inşa ilimleridir. Bunlar, Hadika’nın 328. ve Berika’nın 329. sayfalarında yazılıdır. Din bilgileri, böylece 20 olmaktadır.
Din alimi olmak için, 8 yüksek din bilgisini, bütün incelikleri ile öğrenmek, fen bilgilerinde de lüzumu kadar ilim sâhibi olmak lâzımdır. İslam âlimleri de 2 kısımdır: Biri, din imamlarıdır. Bunlar, Müfessirin-i izam, Muhaddisin-i kirâm ve Mütekellimin, Mütesavvifin ve Fukaha-i fihamdır “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Bunların her sözü, her beyanı, Kurân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin açıklamasıdır. Her sözleri sâbit ve müsellem ve muhakkak doğrudur.
Müfessirler, tefsir kitabı yazanlar demek değildir. Müfessir, kelam-ı ilâhîden, murad-ı ilâhîyi anlayandır. Tefsir, ancak Fahr-i âlemin “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek lisanından, Sahabe-i kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ve onlardan Tabi ve Tebe-i tabilere ve böylece sağlam, kıymetli insanların söylemesi ile tefsir kitabı yazanlara, daha doğrusu fıkıh ve kelam âlimlerine gelen haberlerdir. Bundan başka olan bilgilere tefsir denemez, te’vil denir. Te’vil, bir kelimenin muhtelif mânâlarından, İslamiyete uygun olanı seçmektir. Te’vîllerin doğruluğu da, tefsir ile ölçülerek anlaşılır. Te’vil, tefsire uymazsa atılır. Uyarsa, alınabilir denildi. Tefsir kitaplarını yapanlar, tefsir kısımlarını tefsir olarak, te’vil kısmını da, tefsire uygun olduğu için, meâlen tefsir olarak kabul buyurmuşlardır.
Bunlardan başka olan tefsir kitaplarının bir kısmı, Kurân-ı Kerîmin te’vîllerini bildiriyor. Yani tefsir değildirler. Murad-ı ilâhîyi bildirmiyorlar. Şeyh-i ekberin ve Necmeddîn’in “rahmetullahi teâlâ aleyhima” tefsirleri, te’vil kitaplarıdır. Bunlar, dinin temel bilgileri olan kelam ve fıkıh ilimleri için senet olamaz.
İslam âlimlerinin 2. kısmı, bildirdiğimiz tefsir, hadis, kelam, tasavvuf ve fıkıh âlimlerinden başka olanlardır ki bunlar dinde müctehid kabul edilmeyenlerdir. Bunların sözleri, lehte ve aleyhte huccet, senet olamaz.
Din-i İslâmın esaslarını, temellerini açıklayan, birinci kısım âlimlerdir. Bunlar, bütün bilgilerini, Kurân-ı Kerîm’den ve hadis-i şeriflerden almışlardır. Kurân-ı Kerîm’in ve hadis-i şeriflerin mânâlarını Ashâb-ı kirâmdan öğrenmişlerdir. Kendiliklerinden hiçbir şey söylememişlerdir. Ashâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda oldukları için, bunlara Ehl-i sünnet vel-cemaat denilmiştir.
Fıkıhta mezhep sahipleri, 4 imamdır. Bunların mezhepleri içinde müctehid-i fil-mezhep yüksek makâmına yetişenler vardır. Bunlar; Hanefide, İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Ebû Yusuf, Şâfiî’de, İmâm-ı Nevevî ve İmâm-ı Rafii, İmâm-ı Muhammed Gazâlî gibi olanlardır. Bunlardan başkasının ictihadları, bunların ictihadıdır. Yani bunların ictihadına uyarsa, kabul olunur. Uymazsa, bunlara uydurulabilirse, uydurulur. Uydurulamazsa, din temelleri bunların üzerine kurulmaz. Bu işi yapan, yani uyup uymadığını anlayan, ancak, bu yeni ictihad sahiplerinin üstünde, ilme, derin anlayışa mâlik olanlardır. Bunlar da, o büyük imamların yetiştirdiği İslam âlimleri, yani dinini seven ve kayıran âlimlerdir ki her biri dünyanın her yerinde yüksek tanınmıştır. Mektubunuzda ismi geçen Şemseddin Sehavi, tabiî bu dairenin dışındadır. El-mekasıdü’l-Hasana ismindeki kitap da, kıymetli din kitaplarından sayılmaz. Bunun ölçüsü de, kıymetli İslam kitaplarıdır. Bu kitaplara uyarsa, kabul olunur. Uymazsa, evirip çevirip, uydurmaya çalışılır. Uydurulamazsa, mesuliyeti sâhibine bırakıp, o kitaptan el çekilir. Dinin temelini kuran tefsirler, böyle kitaplarla red ve tenkid edilmez. Bundan dolayı, Melahime [yani büyük savaş, muharebe] ve mürtekıbe ve müntezıra [Her ikisi de gözetmek, beklemektir. Bu 3 ilim, muharebenin neticesini, önceden keşfetme yollarını öğretir] hakkında pek az hadis var demesi, üzerinde durulacak bir noktadır. Hadislerin az veya çok olması aranmaz. Hadis olduğu anlaşılınca, bir hadis-i şerif de yetişir. Çünkü, Muhbir-i sâdıktan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen her habere inanılır. Azlık ve çokluk, ölçü ile anlaşılır. Az ve çok olması, ne ile ölçülecektir. Kıymetli hadis kitaplarında, bunlar için bulunan hadis-i şeriflerin sayısı, başka şeyler için olanlardan daha çoktur.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” gizli kalması lazım olan birçok şeyi, Huzeyfet-ibni Yemana söyledi. Bu zât ve Ebû Hüreyre “radıyallâhu anhüma” buyurdular ki: “Server-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem”, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi câiz olanları bildirdik. Örtmesi lazım olanları, sakladık, bildirmedik.” Bildirilenlerin hepsi de, belki bizlere gelememiştir. Bizlere gelmeyen hadis-i şeriflere, yok denemez. Bununla beraber, Melahime kitapları, dinin temelini kuran kitaplardan değildir. Sakınılacak şeyleri bildirmektedir. Böyle kitaplarda, mübalaga bulunur ve sakınmak, böyle mümkün olur. İslam dininin sağlamlığı, Melahime kitaplarının doğruluğuna bağlı değildir ki kitapların yanlış olması, dine bir ayıp ve kusur olsun. Bu kitaplar, tarih gibidir. Tarihler, elbette böyle olur.
Sehavi’nin (İmâm-ı Ahmed, 3 kitabın aslı yoktur demiştir) dediğini yazıyorsunuz! Bu Ahmed, İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh” olmasa gerek. Çünkü, böyle büyük bir imâm, bir kâlemde (3 kitabın aslı yoktur) demez. Bu büyük âlimler, şüpheli yerleri ayırırlar. Bir kitabın hepsi yanlıştır demezler. Bununla beraber, Melahim, Megazi [yani harp tarihi] kitapları, İslam dininin kıymetli kitaplarından olmadığı için (Melahim hakkında, hiç doğru hadis kabul etmiyor) sözünün bir ehemmiyeti yoktur. Şunu da bildirelim ki kabul etmemek, yok olduğunu bildirmez. Yok olan şeyler, ispat edilemez. Çünkü, yokluğu gösteren şahit bulunmaz.
Sehavi’nin bildirdiğine göre: (İmâm-ı Ahmed “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Tefsir-i Kelbi baştan başa yanlıştır demiş). Yukarıda bildirdiğimize göre, Tefsir-i Kelbi zaten dinin temel kitabı değildir. Mukatil tefsiri de böyledir.
Şevkani’nin Tefsir-i Hakayık [Sülemi] gibi, sufiye tefsirleri, tefsir değildir, dediğini yazıyorsunuz. Yukarıda tefsirler için verilen bilgi, bu tefsiri de içine almaktadır. Sufiye-i aliyye büyükleri, tefsir diye bir şey yazmamıştır. Te’vil diyerek yazmışlardır. Bunların saf zihinlerine gelen ilhamlar, Allahü teâlânın dilediği bilgiler olabilir denilmiştir. Bunların sözleri, vicdana bağlı şeylerdir. Bunlara inanmak, vicdan sahiplerinin vicdanlarına bırakılır. Başkaları için senet olamaz. Yani, îman olunacak şeyleri ispat etmezler ve amel ve ibâdetleri gösteremezler. Onların hâlini, onları tanıyanlar anlar ve onların yüksek derecelerine erişenler bilir. Şevkani gibi kimseler, bu derecelerden çok uzaktır. Şevkani’nin sözü bunlara karşı senet olamaz. (Onlarda, bâtıni tefsirler çoktur) diyorsunuz. Bâtın demekle, bâtıniye mezhebi söylenmek isteniliyorsa, bu mezheptekiler, zaten yoldan çıkmıştır. Eğer bâtın âlimlerini demek istiyorlarsa, bu sözü, söyleyenin yüzüne çarpmak lâzımdır.
[Şihristani’nin Milel-nihal kitabı, Mısır, Hind ve Londra’da Arapça bastırılmış, latince, ingilizce ve başka dillere çevrilmiştir. Türkçeye, Nuh bin Mustafa “rahmetullahi teâlâ aleyh” tarafından çevrilmiş olup 43. sayfasında diyor ki: (Şiî mezhebi 20 fırkadır. 18. fırkası, İsmaili fırkasıdır. Bu fırkaya, Batiniye de denir. Çünkü, bunlar, Kurân-ı Kerîm’in zâhiri, yani anlaşılan mânâsı olduğu gibi, bâtıni, yani gizli, iç mânâsı da vardır. Bâtıni mânâsı lâzımdır, zâhiri mânâsı lazım değildir diyorlar. Bu ise küfür ve ilhaddır, yani doğru yoldan sapmak, ayrılmaktır. Çünkü, İslam âlimlerinin hiçbir sözüne inanmıyorlar). Bunlara Şiî de denmez. Şiîlerin şimdi İran’da ve Hindistan’da en çok bulunan fırkaları, İmamiye fırkasıdır. Bunlar, kendilerine Caferi diyorlar. Caferi kelimesi üzerinde, kitabın sonundaki isim cedvelinde (Cafer-i Sâdık) isminde geniş bilgi vardır. Bugün, Şiî denilince, İmamiye fırkası anlaşılmaktadır].
Mektubunuzun bir yerinde, Şevkani’nin (İbni Abbas tefsiri, asla tefsir değildir) dediğini yazıyorsunuz. İbni Abbas tefsiri diye bir kitap yoktur. Abdullah ibni Abbas “radıyallâhu anhüma”, kitap yazmadı. Kendisi, Server-i âlemin “sallallâhü aleyhi ve sellem” kıymetli sohbetlerine devam etmiş ve Cebrâil aleyhisselâmı görmüş ve Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasında, en âlimlerinden biri olarak tanınmış olduğundan, hadis-i şerifler için olduğu gibi, bazı âyet-i kerimeler için de beyanatta bulunmuştur. Tefsir âlimlerimiz, bu yüksek beyanatı alarak, tefsirlerini süslemişlerdir. Bu tefsirlerin ise, pek yüksek derecede olduğunu, İslam âlimleri, söz birliği ile bildirmektedir. Şevkani’nin sözünü düzeltmek lâzımdır. Bunu düzeltmek için de, yüksek olan (Usûl-i hadis) ilminin ince kaidelerini bilmek lâzımdır. Şevkani’nin bu derecelere erişmiş olması ise belli değildir. Çünkü, o makâmlarda bulunsaydı, büyük âlimlerin usûllerine uymayan sözde bulunmazdı.
Salebi tefsiri, yani (Keşif-ü beyan) ismindeki tefsir için de, yukarıdaki izahları gözönünde tutmalıdır. (Vahidi tefsiri) de böyledir.
Zemahşeri, mutezile mezhebinde idi. Bunun için, (Keşşaf) tefsirinde, murad-ı ilâhîyi anlamakta, yine yukarıdaki izahat göz önünde bulundurulmalıdır. Ancak, Zemahşeri, Kurân-ı azim-üş-şanın muciz olduğunu anlatmakta; esas, senet olan belâgat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin tefsir âlimleri, Kurân-ı Kerîmin belâgatini anlatan kısımları, onun tefsirinden almışlardır.
Kadı Beydavi ise, “beyyedâllahü vecheh” [Allahü teâlâ onun yüzünü nurlandırsın demektir] ismine ve duâsına yakışacak kadar yüksektir. Müfessirlerin baş tacıdır. Tefsir ilminde, en büyük makâma yükselmiştir. Her meslekte senettir. Her mezhepte önderdir. Her düşüncede rehberdir. Her fende mahir, her üsulde bürhan, önceki ve sonraki âlimlere göre sağlam, kuvvetli ve yüksek tanınmıştır. Böyle derin bir âlimin tefsirinde mevdu hadis var demek, büyük bir cesarettir. Dinde derin bir uçurum açmaktır. Böyle sözleri söyleyenin dili, inananın kalbi, dinleyenin kulakları tutuşsa yeridir. Acaba, bu büyük ilim sâhibi, mevdu hadisleri sahihlerinden ayıramaz mı idi? Evet diyenlere ne demelidir? Yoksa, hadis uyduracak kadar ve böyle yapanlar için, Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” bildirdiği ağır cezalara aldırış etmeyecek kadar, dininin kuvveti ve Allah korkusu yok mu idi? Yoktu demek, ne kadar şenaat, çirkinlik olur. Böyle söyleyen kimsenin dar havsalası, kalın kafası, bu hadis-i şeriflerdeki mânâları çok gördüğünden, bir çare arayarak, mevdu demekten başka çare bulamaz. Sırası gelmişken, mevdu hadisleri anlatalım:
Mevdu kelimesinin, bir lügat mânâsı, bir de, ıstılah [yani her ilme mahsus, ayrı bir] mânâsı vardır. Yani, (Usûl-i hadis) ilminin verdiği mânâsı vardır. Lügatte, mevdu, bir yere sonradan konulmuş, uydurma demektir. Yani, Server-i âlemin “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek ağzından çıkmayıp da, bir zındık, bir münâfık, bir yalancı tarafından iftirâ olarak konulmuş ve hadis denilmiştir. Bu ise, 2 yol ile anlaşılabilir. Birincisi: Hadis-i şerifin sâhibi olan Fahr-i Rusül “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (bu benim hadisim değildir), yani, bunu ben söylemedim, demesi iledir. İkincisi: Nübüvvetin ve risâletin başladığı günden beri, ahirete teşrif edinceye kadar, her gün, Resûlullah efendimizin yanında bulunup, her sözüne, her haline, her huyuna, titizlikle dikkat ederek, yazılanlar arasında, bu mevdu hadisin bulunmaması ile anlaşılır ki bu yol ile de anlamak elbette mümkün değildir. O hâlde, nasıl mevdu denilebilir? Böyle söze kimse kıymet vermez.
Server-i âlemin “sallallâhü aleyhi ve sellem” nübüvvetinin başladığından vefâtına kadar, mübarek ağızlarından sadır olan her söz ve sükun ve hareketleri hep hadistir. Hadis ilmini tarif ederken, (Onun “sallallâhü aleyhi ve sellem” sözlerini ve hallerini bildiren ilimdir) buyurmuşlardır.
(Usûl-i hadis) isminde başka bir ilim daha vardır ki bu ilmin usûlleri, metotları ile hadis-i şeriflerin nev’leri, çeşitleri ayırt edilir. Mütevatir, meşhur, sahih, Hasan, merfu, müsned, mürsel, daif [zayıf], mevdu ve daha birçok hadis çeşitlerinin ayrı ayrı ve uzun tarifleri, izahları, tesbitleri, kitaplar doldurmaktadır. Her bir hadisin şartları, kaydları vardır. Bu geniş bilgiler, ancak usûl-i hadis ilminde, ictihad derecesine yükselen büyük âlimlere “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mahsustur.
Hadis ilmi büsbütün başkadır. Usûl-i hadis ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadisin mevdu olduğunu ispat edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdu demesi lazım gelmez. Çünkü, mevdu diyen müctehid, bir hadisin sahih olması için, lüzum gördüğü şartları taşımayan bir hadis için, benim mezhebimin üsulünün kaidelerine göre, mevdudur der. Yoksa, Server-i âlemin “sallallâhü aleyhi ve sellem” sözü değildir demek istemez. Yani, hadis-i şerif denilen bu sözün hadis olması, bence anlaşılmamıştır demektir. Bu âlime göre hadis olmaması, hakikatte hadis olmadığını göstermez. Hadis üsûlü ilminin başka bir müctehidi de, hadisin doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadistir, mevdu değildir diyebilir. O hâlde, Şevkani’nin, (bazı tefsirlerin hadisleri mevdudur) demesi ile mevdu olmaz. Mesela Şevkani’yi, hadis usûlü ilminde müctehid tanısak da, onun mezhebinin (Usûl-i hadis ilmi) kaidelerince, hadis olduğu meydana çıkmamış olur ise de, mevdu hadis olduğunu hangi cesaretle söyleyebilir. Din büyüklerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” karşı böyle sözlerde bulunmanın çirkinliği meydandadır. Meşhur 4 mezhep arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış olacağını göstermediği gibi, hadisler için de böyle düşünebilirsiniz! Böyle şeyler, ictihad işi olduğundan, bir müctehidin mevdu demesi ile hakikatte mevdu olması lazım gelmez.
Ebussuud tefsiri, Beydavi’nin ve Zemahşeri’nin tefsirinden ve Tefsir-i kebir’den alınmıştır. Zât-ı aliniz, Tefsir-i kebiri hiç yazmamışsınız. [Tefsir-i kebire Mefatihu’l-Gayb da denir. 13 cilttir. Fahreddin-i Razi yazmıştır.]
Seleften bildirilen tefsirlere güvenilemez sözü, hiç doğru değildir. Bazı hadislerin mevdu olduğunu anlatmak için gösterdiği delil, şahit, (Münazara) ilmine göre, kendi yanlışını meydana çıkarmaktadır. Hele, surelerin faziletini, kıymetini bildiren hadis-i şeriflere mevdu demesine, lâ havle… okumaktan başka cevap verilmez.
Evet, zındıklar, hadis diye, bazı sözler uydurdu. Ehl-i sünnet âlimleri, bunları ayırıp, çıkardı. Şimdi din kitaplarımızda bunlardan hiç yoktur.
(Hazin tefsiri), [Bu tefsirin ismi (Lübabü’t-te’vil fi meanit-tenzil) olup Alaüddin-i Bağdâdî yazmıştır] ve Ruhu’l-beyan tefsiri, daha ziyâde birer vaaz kitabıdır. Bunlardaki hadis-i şerifler, nihâyet zayıf hadis olabilir. Zayıf hadisler, ibâdetlerin faziletlerini, sevaplarını bildirmekte kıymetli olabilir. Dinin temel bilgileri bu tefsirlerden alınmaz. İslam dininin esasları için, bu kitaplar senet olmaz. Vaaz ve hutbe kitapları ve tasavvufun aşağı derecelerinde bulunanların kitapları, nutuk ve konferans gibidir. Böyle kitaplarda senet, vesika aranmaz. Bundan dolayı, mevdu hadisten başka, her çeşit hadis yazabilirler. Dinin temeli olan kelam kitaplarında ancak kuvvetli hadis-i şerifler delil ve senet olur. Fıkıh, ibâdet kitaplarında ise, ahad hadislerden ve zayıf ve mevdu hadislerden başka hadisler delil ve senet olur. Sevâbının çok olduğu zayıf hadislerle bildirilen ibâdetler yapılabilir. Mevdu hadis ile ibâdet yapılması, haram, belki küfür olduğunu, İbni Âbidin “rahmetullahi teâlâ aleyh” abdest dualarında bildirmektedir.
(Câmi-us-sagir) ve (Câmi-ul-kebir) kitaplarının [bunlar, büyük hadis kitaplarıdır] sâhibi, Celâleddîn-i Süyuti “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hadis ilminde imamlık derecesine çıkmıştır. Bunun ve İmâm-ı Muhammed Gazâlî’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kitaplarında asla, bir mevdu hadis yoktur.
Bir hadisin mevdu olduğunu bildiren kimsenin, her şeyden önce, usûl-i hadis ilminde müctehid olması lâzımdır. Böyle bir müctehid, usûl-i hadis ilminin kaidelerine göre, bir hadisin mevdu olduğunu ispat ederse, yalnız onun mezhebinde mevdu olur. Usûl-i hadis ilminde müctehid olan başka âlimlerin mezheplerinde de, mevdu olması lazım gelmez. Bu âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hadisleri, kitaplarında, sahih hadis olarak yazar. Müslümanlar da, onu hadis olarak tanır.
Hayatü’l-hayvan kitabının sâhibi, Muhammed Demri’dir “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Kısas-ı enbiyâ [İmâm-ı Ali bin Hamza Kisai’nindir] ve Müstatraf [(Müstatraf fi külli fenni Müztezraf) ismindeki bu kitabı, Muhammed bin Ahmed Ebşihi yazmıştır] ve Enisü’l-celis [bu kitabı Ali bin Hasan Hulli yazmıştır] ve (Haziynetü’l-esrar) kitabı [Muhammed Hakkı yazmıştır] ve Tuhfetü’l-ihvan [Kurân-ı Kerîm okumak hakkında olup Halîl bin Osman yazmıştır] ve Mekarim-i ahlak [ibni Ebiddünya yazmıştır] ismindeki kitaplar, dinin temelini kuran kitaplar değildir. Bununla beraber, bu kitapların sahipleri büyük olduğundan, kendi mezheplerinde mevdu olan hadislerin bulunmaması lazım gelir. Mevdu diyenlerin kendi mezheplerinde mevdu olsa bile mevdudur diyerek, âlimlerin inceden inceye gözden geçirdiklerini kıymetten düşürmek lazım gelmez. Böyle, dışardan görenlerin safsataları ile din-i İslam lekelenmez. Hadis-i şeriflere mevdu diyen bir kimse, bir hadisi eline alıp, delil, şahit ve senet ile mevdu olduğunu ispat edebilmelidir.
[Cehenneme gidecek olan 72 fırkanın adamları ve münâfıklar, zındıklar, Ehl-i sünneti parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadis-i şerife mevdu demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan bâzıları da, bu düşmanların kitaplarına aldanıp, birçok sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitaplarını kavrıyamayıp düşmanlara aldananlardan biri de, Aliy-ül-karidir. Çok kitap yazmış, kıymetli kitapları şerh etmiş ise de, (Ehadis-ül-mevduat) kitabında, sahih hadislere mevdu demiştir. Din düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitaplardaki sahih hadis-i şeriflere mevdudur diyenler, din düşmanlarına, din-i İslamı yıkmaya yardım etmiş oluyor].
Tahzirü’l-Müslimin ismindeki bir kitabın doğru olduğuna hiç inanmıyorum ve perde arkasından, dini yıkmak için söylenen yalanlar olduğunu anlıyorum.
Mektubunuzun 1. sayfasının sonunda yazılı kitaplar, dinin temel kitabı değildir. [Bu kitaplardan biri Dürretü’n-nasıhin olup Osman Hopavi yazmıştır.] Birisi de Ettergib-vetterhib adlı hadis kitâbi olup İsmail Isfehani’nindir. Aynı isimde bir hadis kitabını, Abdülazim yazmıştır ki bu kitabı İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” methetmektedir. Biri de Acayibü’l-Kuran ismindeki kitap olup Mahmud-i Kirmani yazmıştır. İslam dini, bu kitapları müdafaa etmez. Çünkü, ne kendileri, ne de yazanları, din âlimlerince yüksek tanınmış değildir. Bununla beraber, bunlardaki hadislerin hepsinin veya birkaçının mevdu olduğu söylenemez. Her bir hadisin, ayrı ayrı mevdu hadis olduğunu ispat etmek lâzımdır. Mevdu hadis bulunsa da bir şey lazım gelmez. Dinin temelleri bu kitaplar üzerine kurulmuş değildir. Ayıp ve kusur, kitapların sahiplerine ait olur. Sahipleri de, dinde söz sâhibi, üstün kimseler olmadığından, bunlara karşı söylenilecek sözlerden din lekelenmez.
Tasavvufçuların bildirdiği hadislere mevdu diyenler, eğer tasavvuf büyüklerinin bildirdiklerine karşı söylüyorlarsa, bu sözlerinin hiç kıymeti olamayacağından, onlara bir cevap vermeye değmez. O büyüklerin dinden bildirdikleri her haber, doğru, sağlam ve senetlidir. Yok eğer tekke şeyhlerine ve tarîkatcilere karşı söylüyorlarsa, istedikleri kadar söylesinler, biz onları müdafaa etmeyiz.
(Rahmanın cezbelerinden bir cezbe, bütün insanların ve cinnilerin sevapları gibidir) hadisini, Muhammed Emin-i Tokadı “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri (Sülûk) risalesinde bildiriyor. Bu risale, Süleymaniye, Darü’l-mesnevi, [169] numarada mevcuttur. Hadis olduğu, Mârifetname’nin 386. sayfasında de yazılıdır. (Nefsini tanıyan Rabbini tanır) hadisini Künuzü’d-dekaık 11. sayfasında yazmakta ve Deylemi “rahmetullahi teâlâ aleyh” de bulunduğunu bildirmektedir. Letaifü’l-minen’de, Ebül Abbas-ı Mürsi’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bunun hadis olduğunu bildirdiği ve yaptığı uzun te’vîli yazılıdır. Keşfü’n-nur 1. sayfasında ve (Salât-ı Mesudi), bunun hadis olduğunu açıkça yazmakta, ve (Kendi aczini anlayan, Rabbinin azametini anlar) şeklinde tefsir etmektedir. İbni Teymiyye’nin ve Zerkeşi’nin ve Abdülkerim ibni Sem’ani’nin buna Yahya bin Muaz-ı Razi’nin sözüdür demeleri, hiçbir esasa dayanmamaktadır. Bunun hadis olduğu (Salât-i Mesudi)nin 13. babında da yazılı olduğunu (Fıkıh-ı Gidani) fârisî şerhi bildiriyor.
(Dünya sevgisi, bütün günahların başıdır) hadistir. [İmâm-ı Münavi ve Beyheki bunun sahih olduğunu bildirmektedir.] Dünyanın ne demek olduğunu bilmeyenler bunu kabul etmiyor.
(Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme girecektir) hadisinin sahih olduğunu, Şerh-i mevakıf sonunda yazıyor. Milel-nihal kitabı tercümesinde, (Sünen) ismindeki hadis kitaplarını yazmış olan hadis imamlarından dördünün, bu hadisi, Ebû Hüreyre’den “radıyallâhu anh” rivayet ettiğini bildiriyor. Büyük İslam alimi, şeyhul-İslam Ahmed Nameki Câmi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Miftahu’n-necat ve Ünsü’t-taibin kitaplarında, bu hadisi yazmaktadır. İmâm-ı Rabbânî ve İmâm-ı Gazâlî gibi müctehidler de, bu hadis-i şerifi yazıyorlar. Bu hadis-i şerife herhangi bir kimsenin mevdu demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir. Her hâlde, Ehl-i sünnet düşmanlarının inkarıdır.
(Ümmetimin âlimleri, İsrail oğullarının Peygamberleri gibidir) hadis olduğunu İmâm-ı Yafii, Neşrü’l-mehasin kitabında ilmin kıymetini anlatırken bildiriyor. Birçok kitaplarda, mesela İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ının 268 ve 294. ve 3. cildinin 121. mektuplarında ve Letaifü’l-minen kitabı başında açıkça yazılıdır. Abdülgani Nablüsi’nin El-hamilü fil-fülk kitabında da yazılıdır. Bu kitap, Süleymaniye kütüphanesinin (Esad efendi) “rahmetullahi teâlâ aleyh” kısmında [3606] sayıda vardır. (Ebrârın ibâdetleri, mukarreblere göre günahtır) hadistir. [Bu hadisi, Ebû Saîd-i Harrâz’ın (Ariflerin riyası, müridlerin ihlasından daha iyidir) sözü ile karıştırmamalıdır.] (Müminin artığı şifadır) hadistir. (Dünya, ahiretin tarlasıdır) hadistir. [İmâm-ı Münavi ve Deylemi, bunun sahih olduğunu bildiriyor.] Mânâlarını bilmeyen kimse, karşı gelmekten başka çare bulamıyor. (Vatan sevgisi, imandandır) hadis olduğunu, (Mesnevi) bildiriyor. (Küntü kenzen mahfiyen…) hadis-i kudsi olduğu, Mektûbât’da ve Kenz-i Mahfi’de ve (Lâ Yaseuni Erdi…) hadis-i kudsi olduğu, 2. cilt, 76. mektupta yazılıdır.
Tasavvufun yüksek derecelerinde bulunanların bildirdiği hadis-i şeriflerin hepsi sahihtir. Delailü’l-hayrat, hadis kitabı değildir, duâ kitabıdır. Duanın mevdu olmasının ne demek olduğunu bilemiyorum.
İhya kitabı, İmâm-ı Gazâlî’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” İhyaü’l-ulûm) kitabı ise, bütün âlimlerin söz birliği ile doğru ve yüksektir. Bir gayr-ı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir.
Kutü’l-kulûb kitabı ve Behcetü’l-esrar fi menakıbi’l-ahyar) kitabı [Bunu Ali bin Yusuf yazmıştır. Tasavvuf büyüklerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hâl tercümeleridir] dinin temel bilgilerini bildiren kitaplar olmadığından, müdafaa etmiyorum.
Dünyanın yaratılmasını anlatan hadislere mevdu demek, mechule taş atmak demektir. Her hadisin sahih olup olmaması uzun tetkik ister. Akla uyup uymamasının bir kıymeti yoktur. Dinimiz, nakle dayanmaktadır. Nakil doğru olunca, inanmak lâzımdır.
İbrahim aleyhisselâmın zevceleri hakkındaki hadis, mevdu değildir. Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek kalbinin çıkarılıp temizlendiği doğrudur. Dünyaya gelirken sünnetli olduğu görülmüştür. Bütün Peygamberler de “aleyhimüsselâm” böyle idi. Peygamberlik mührü bulunduğu doğrudur.
(Esnelmetalib] kitabı, İbni Hacer-i Mekki’nin kitabı ise, söz götürmez, elbette doğrudur ve senettir ve çok sağlamdır. Eğer diğerleri ise, ehemmiyeti yoktur.
Şaban ayının 15. gecesi için hadis sahihtir. Recep ayının üstünlüğü de böyledir. Miraç vardır. Fakat hangi gecede olduğu kesin olarak belli değildir.
[Muhammed Rebhami “rahmetullâhi aleyh” fârisî Rıyadu’n-nasıhin kitabında buyuruyor ki (Miraca inanmayanlar çeşit çeşittir:
Cebriye fırkasının 2. kısmı olan (Cehmiye) ile mutezile fırkasının 12. kısmı olan Kabiye, miraç yoktur dedi. Mutezile fırkası, miraç rüyadır dedi. Zamanımızda, mutezile fırkasını taklit edenler çoğalmaktadır. (Bahili) fırkası ise, miraç, Kudüs’e kadar olmuştur, göklere çıkmamıştır, dedi.
Allahü teâlâya cisim diyenlerden (Haşeviye) ve (Müşebbihe) fırkaları ise, miraç bir gece sürdü. Bu gece, 300 sene uzun idi. Bütün insanlar, bu kadar zaman uykuda kaldı dedi. (İbahati), yani İsmaili fırkasında olanlar, miraç, ruha oldu. Beden yerinden ayrılmadı dedi.
Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleri buyurdu ki miraç, ruh ve ceset birlikte olarak, Mekke-i mükerremeden Kudüs’e ve oradan, 7 kat göğe ve sonra Sidre denilen yere ve Sidre’den (Kâbe kavseyn) makâmına, uyanık olarak, gece, bir ânda götürülmüş ve getirilmiştir. Bunu yapan, Allahü teâlâdır ve ancak O yapabilir, dedi ve çeşitli şekilde ispat etti). Yalnız ruh ile olan başka miracları da vardır].
Teravih namazlarını bildiren hadis sahihtir. İnsanların en iyisi Arap olduğu ve Kureyş ve Hâşimîlerin üstünlüğü, hadis-i şeriflerde bildirilmektedir.
[Basiretü’s-sâlikin de, bazı sahih hadis-i şerifleri yazarak, Süyuti, bunların aslı yoktur dedi diyor. Halbuki İbni Âbidin, yevm-i şekte oruç tutmayı anlatırken buyuruyor ki (Hadis âlimlerinin aslı yoktur demesi, bu hadisin merfu olmasının aslı yoktur demek olup mevkuf hadis olduğunu bildirmektedir.)]
(Râbıta-i şerife) risalesindeki yazılar çok dikkat ile okunursa, öteki suallerinizi de çözmüş olursunuz! Rabıtaya inanmayan, rabıtanın ne demek olduğunu bilmeyenlerdir. Bin sene içinde gelen Hanefi âlimlerinin çoğunun kitabında, (Râbıta) anlatılmaktadır. Buna inanmamak, Hanefi âlimlerine inanmamaktır. Bunlara karşı gelenlerin, önce müctehid olması, sonra o büyüklerin derecesinde olması lâzımdır. Âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerden mânâ çıkarmak, herkesin yapacağı iş değildir. Müctehid olmak şarttır. Câhillerin, evet, hayır demesi, hakikatleri değiştiremez.
İnsanların birbirine yardımı, ancak şefaat ile olacaktır. Ruhlardan yardım beklemek, bütün müslümanlar ve bütün insanlar arasında adet hâlini almıştır.
Efendim! Ramazan-ı şerifte, ancak bu kadar yazabildim. Daha geniş bilgi almak isteyen ile ferahlı bir günde, uzun zaman görüşmek lâzımdır. Fakat, insaflı ve tahsilli olmak lâzımdır. Çünkü, inatcı ile konuşulamaz. İmâm-ı Ali’nin “radıyallâhu anh”, Hasan ve Hüseyin’e “radıyallâhu anhüma” yardım etmemesini anlamak için, görüşmemiz lâzımdır. Mazur görmenizi istirham eylerim.
28 Ramazan 1347 [m. 1929]
Abdülhakîm
Kaynak: Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız