İKİNCİ FASIL

Tunus beyi Ebül Abbâs Ahmed ve oğlu Ebül Fâris Abdül’azîz’in hükûmetleri zamânındaki durumum: [Abdül’azîz el-hafsî, Tunus kütüphânesinin kurucusudur. 837 [m. 1433]de vefat etti.]

Müslümân olduktan 5 ay sonra, Tunus beyi Ebül Abbâs Ahmed bana liman reîsliği memûriyeti verdi. Bundan maksatları, bu hizmet sırasında hıristiyanlar ile müslümânlar arasında meydâna gelecek hâdiselere dâir, elimden pekçok tercümeler geçeceğinden, arabî lisânını çok çabuk öğrenmem idi. Hakîkaten öyle oldu. Bir yıl geçince, arabîyi öğrendim. Mehdiye şehrine giderek, Fransız ve Ceneviz donanması tarafından gelen mektûpları tercüme etmeğe başladım. Sonra, Ebül Abbâs Ahmed Bey ile, Kabis kalesine gitdik. Orada da hazîneler müdüri oldum. Sonra, Kafsa kalesine vardık. Burada, Ebül Abbâs Ahmed bey hastalanıp, 796 [m.1393] senesi Şa’bân ayının üçüncü günü vefât etti. Ebül Abbâs Ahmed Bey’in ölümünden sonra, yerine oğlu Ebül Fâris Abdül’azîz geçti. Babasının şahsıma gösterdiği teveccüh ve vermiş olduğu mertebe ve tahsîsâta ilâve olarak, beni misâfirhâne idâresi ile de vazîfelendirdi.

Bu sultân zamânında, liman reîsi ve mütercim olduğum sırada, bir gün müslümân mallarını taşıyan bir gemi gelip, limanda demirledi. Onun ardından Sicilya’dan iki gemi dahâ geldi. Bu iki geminin mürettebâtı, müslümânlara âid olan gemiyi zapt etdiler. Gemideki eşyâ ve malları yağma ettiler. Geminin içindeki müslümânlar, canlarını zor kurtardılar. Ebül Fâris Abdül’azîz bu hâdiseyi duyunca, divânın başkan ve âzâlarına, Halkul-Vad denilen yere çıkmalarını söyledi. Müslümânların mallarının bedel ödemek sûreti ile kurtulması için, hıristiyanlarla pazarlık yapmalarını emreyledi. Onlar bu emr üzerine, Halkul-Vad denilen yere gidip, mâiyyetlerinde bulunan tercümânı gemiye gönderdiler. Tercümân, gemideki hıristiyanlarla anlaşmaya çalışdı. fakat çok yüksekden konuşdukları için, muvaffak olamadı.

Sonrada anlaşıldı ki, bu gemilerin biri ile Sicilya hıristiyanları arasında hâtırı sayılan bir papaz da gelmiş. Bu papaz, benim talebelik arkadaşım olup, vakti ile birbirimizi kardeş gibi sevdiğimiz bir papaz idi. [Bu papaz Nikola’nın kıssası, ismi Kayri râhib olan yunanlı bir kimsenin kıssasına karganın kargaya benzemesi kadar benzerdi. Bu zât şimdiki Atina’da büyümüştü. Hikmet ilimlerinde şöhret sâhibi idi. Müderris olarak şöhreti yurt içinde ve dışında yayılmış idi. Hattâ fazîlet sâhibi seyyâh hâcı Safâ el-Habûşânî kendisini ziyârete gelmişdir. Bir gün bu zât ders verirken, söz, yeryüzünde yayılmış olan dinlere geldi. Bu zât, talebelerine dedi ki: “İslâm dîni, dinler içinde en açığı ve akıl-ı selîmin en uygun görüp, kabûl edeceği bir dindir.” Bunu duyan bir genç talebe kendi kendine, “ben elbette müslümânım. Onların memleketine döneyim” dedi. Zîrâ bu çocuğun babası İstanbul’un müslümân ahâlisinden idi. Annesi yunanlı bir câriye idi. Bu câriye oğlu ile birlikde kocasından kaçmış, Atina’ya gelmiş, tekrâr hıristiyan olmuştu. Bu iş, sultân II. Mahmûd zamânında olmuşdu. Bu çocuk küfür diyârından çıktı ve islâm diyârına girdi. Dâr-ül hilâfet olan İstanbul’a vâsıl olunca, babasının ismi hâtırında olduğundan, onu buldu. Allahü teâlâ bu buluşmayı müyesser kıldı. Zîrâ bu genç Türkçe lisanını babasının isminden ve harîtetden başka hiç bilmiyordu. Çok sevindiler ve o çocuk bugün devlet-i aliyyenin büyüklerinden (ileri gelenlerinden) biridir. Yunanlılar râhib Kayrî’nin sözlerini ve yaydığı fikirleri duyunca, onu hapsetdiler. Onların zulüm ve cebri sonucu hapiste vefât etdi. Bu kıssalar (ırk çok çekicidir), “sadaka Rasûlullah” sözü ile (Buhârî şerhi) Kastalanîde mezkûr olan Sahâbî Suheybin “radıyallahü anh” kıssasına çok benzemektedir.]

Benim müslümân olduğumu işitmiş. Bu hâl kendisine çok güç gelip, çok üzülmüş ve beni tekrâr hıristiyan dînine döndürmek için, bu gemi ile buraya kadar gelmiş. Gemiye giden tercümân ile karşılaşınca, ona adın nedir diye sormuş, o da Alî demiş. Ona, ey Alî! Bu mektûbu divânda liman reîsi olan Abdullah’a ver. İşte sana bir altın veriyorum. Cevâbını getirdiğinde bir altın dahâ veririm, demiş. Tercumân Alî, mektûbu alıp, Halkul-Vad denilen yere geri gelir. Vaziyyeti bildirir ve papaz ile arasında geçen konuşmayı nakleder. Divân başkanı mektûbu alıp, Cenevizli bir tüccâra tercüme ettirdikten sonra, aslı ile berâber, Ebül Fâris Abdül’azîz’e gönderir. Ebül Fâris Abdül’azîz mektûbu okudukdan sonra, bir adamını göndererek, beni çağırttı. Yanlarına girdiğimde dedi ki: Ey Abdullah, bu mektûp deniz ötesinden gelmiştir. Oku bakalım ne yazmışlar, anlayalım. Ben de okudum ve gülmeye başladım. Bana, ne gülüyorsun, dedi.

Dedim ki: Allahü teâlâ size zaferler versin. Bu mektûb bana eskiden dostum olan bir papazdan gelmiştir. Hemen tercüme edelim diyerek, kenâra oturdum. Arabî tercümesini yapıp kendilerine verdim. Tercümemi eline alıp, okudukdan sonra, kardeşi İsmâîl’e dedi ki: Allahü teâlâya yemîn ederim ki, aynen tercüme yapmış, hiçbir sözü atlamamış. Ben de, bunu nereden anladınız, diye sordum. Cenevizlilerin yapdığı başka bir tercümeden, dedi. Sonra, ey Abdullah, bu papaza ne cevâb vereceksin, dedi. Dedim ki: Benim vereceğim cevâp, tarafınızdan bilindiği gibi, hak olan dîne kendi isteğimle girdiğimi ve müslümân olduğumu bildirmek olacaktır. Bana yazı ile bildirmiş olduğu diğer şeylerin hiç birine, cevâp vermek istemem.

Bunun üzerine, Ebül Fâris Abdül’azîz Bey dedi ki: Ey Abdullah! Senin tam ve hakîkî müslümân olduğunu öğrenmiş oldum. Bu husûsda hiçbir şüphemiz yoktur. fakat, (Harb hîledir) hadîs-i şerîfine dayanarak, yazacağın cevâpta müslümânların mallarının geri verilmesi husûsunda papazın gemi sâhibine söyleyip, yardım etmesini ve müslümân tüccârlarla bir anlaşmaya varıldığı takdîrde, malların tartılmasını bahâne ederek, senin de kantarcı ile berâber çıkıp, gece vakti gemiye kaçacağını bildir.

Ebül Fâris Abdül’azîzin emretdiği gibi cevâb yazıp, gönderdim. Papaz mektûbumu okuyunca çok sevinmiş ki, malların geri verilmesi husûsundaki taleb etdikleri ücreti azaltdılar. Sonra tartacak olan adam, birkaç def’a gemiye gidip, geldiyse de, ben gitmedim. Papaz gelmemden ümmîdini kesince, gemiyi kaldırıp, Cehennem olup gitdi.

Papazın yolladığı mektûbda şunlar yazılı idi:

“Kardeşin Fransiz Papaz, selâmdan sonra sana şunları bildirir: Ben bu beldeye seni bulup, geri götürmek için geldim. Bugün Sicilya’ya hâkim olan zâtın yanında yüksek bir mertebeye sâhibim. Tayîn yapmak, azletmek gibi, memleketin bütün işleri benim elimdedir. Şimdi benim sözüme iyice kulak ver de, Allahın bereketinin bulunduğu bu tarafa gel. Malların ve diğer eşyâların elimden çıkar diye sakın korkma. Ben senin zan etdiğinden dahâ çok tatmîn edecek mal ve makâma sâhibim. İstediğini vermeğe hâzırım. Selâm.”

Tunus Sultânı Ebül Fâris Abdül’azîzden Bazı Hâtırâlar:

Ebül Fâris Abdül’azîz, tebasını Kitâb ve sünnete uygun olarak adâlet ile idâre etmişdir. Âlim ve sâlihlere iltifâtda bulunmak ve ikrâm etmek, onun güzel ahlâkından ve yüksek hasletlerinden idi. Tunus ülkesine gelen misâfirlere ta’zîm ve hürmet ettiği gibi, Ehl-i beyt-i Resûle de son derece riâyet gösterir, herkese mertebesine göre izzet ve ikrâmda bulunurdu. Ebül Fâris Abdül’azîz’e bu vasfından dolayı, Doğudan ve Batıdan pek çok kimse gelirdi. Misâfirlerin gerek orada kalmaları, gerekse geri dönüşleri sırasında, îcâb eden kolaylıklar sağlanır, bu husûsa titizlikle riâyet edilirdi.

Her sene, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye hürmeten, Rebi’ul-evvel ayının 12. gecesi bir cemiyyet düzenlenirdi. Bu cemiyyetde, gülsuyu gibi şeylerin dağıtılmasından başka, divân gelirinden 60 dinâr verilirdi. Ebül Fâris Abdül’azîz’in, mazlûm olanlara karşı merhamet ve insâfı pek fazla idi. Her kim olursa olsun, bu husûsa çok riâyet ederdi. Bunun bu özelliğinden dolayı, bütün memûrları ve mâiyeti de ona uyarak zulümden sakınırlar, kendilerinden şikâyetci bir kimsenin onun huzûruna çıkmamasına son derece dikkat ederlerdi. Hapishânelere sık sık gider, oradakilerin hâtırlarını sorar, tahliyesi lâzım gelenleri bırakır, cezâya müstehâk olanların ise cezâsını verirdi. Sadaka ve ihsânda bulunması, halk arasında çok yaygın idi. İhtiyâc sâhibi olanların adlarını bir deftere yazdırıp, fakîh Ebû Abdullah Muhammed ibni Selâmî Taberî’yi, ihtiyâcları dağıtmakla vazîfelendirmişti. İhtiyâc sâhiblerine onun vâsıtası ile ihtiyâcların dağıtılması âdet olmuştur. Her sene, Mekke, Medîne ve civârında bulunan halkın ve hâcıların, yol kesicilerden korunmaları için, Arap şeyhlerine çeşitli yardımlarda bulunurdu.

Endülüs halkına da her sene para, silâh, at, buğday, barut gönderirdi. Vefâtından sonra, geriye kalan hâsılâtı ile hıristiyanların elinden müslümân esîrlerin kurtarılması için, bir miktâr arâzîyi vakfetmişti. Bu işin başına da, emîn bir zât olan Ebû Abdüllah Muhammed ibni Azzûzî’yi getirmişti. Toplanan hâsılât ile, bir tarafdan arâzî satın alınarak, gelirin çoğaltılmasına çalışılırken, diğer tarafdan da Tunus limanına gelen müslümân esîrlerin bedelleri devlet hazînesinden verilerek, kurtarılmalarını vasiyet etmişdi. Hattâ Ebül Fâris Abdül’azîz, Tunus’da mevcut her vilâyetin hıristiyan tüccârlarına ellerine geçen müslümân esîrleri alıp getirmeleri için, gençler için 60, ihtiyârlar için 40-50 dinâr akçe verileceğine dâir benim tercümânlığım vâsıtası ile bir mukâvele yapmıştı. Bu mukâveleden sonra hıristiyanlar, bir çok esîr getirip, hazîneden akçe almışlardı. Bu kitâbın yazıldığı târih olan 823 [m. 1420] senesinde bu mukâvele devâm etmektedir.

Ebül Fâris Abdül’azîzin, bir güzel icrâatı da şudur: Deniz kapısı dışında ve bazı hıristiyanların senede 12.000 dinâra kirâladıkları bir hân vardı. Bu hânı yıktırdı. Çünki burada, içki içerek ve her türlü rezâleti yaparak, halkın umûmî huzûrunu bozuyorlardı. Sâdece Allahü teâlânın rızâsını kazanmak için, bu kadar geliri terk etdi. O hânın yerine, içinde namâz kılınacak, zikir yapılacak, salevât-ı şerîfe getirilecek bir ibâdethâne ve îmâret yaptırdı. Gelirleri buraya sarf edilmek üzere, bazı arâzîyi ve zeytinliği vakfetmiş ve karşısında da bir yağhâne vakfetmiş, o yeri îmâr ve ihyâ etmiştir. Bardo bahçesi yakınında, El-Damus’taki ve Cebel-i Hâvî civârındaki tekkeleri, Bâb-ı Cedîd dışındaki su depolarını ve Dâr-ı Ebil Ca’dın yanındaki karakolları, mevcut hamamları ve mesîre yerlerini hep o yaptırmışdır. Zeytûnî câmi’ içindeki kütüphâne ve fakir müslümânlar için yapdırılan hastahâne yine Ebül Fâris Abdül’azîz devrinde yapdırılmışdır.

Tunus’un bütün çarşı ve pazarlarından, islâmiyete uygun olmayan şekilde elde edilen 28.000 dinârı terk etmiştir. Kendisinden önce Tunus’da sabun imâlâtı hükûmetin inhisârında olup, halkın sabun imâl etmesi yasaktı. Habersiz sabun imâl edenler, muhtelîf para ve hapis cezâlarına çarptırılırlardı. Ebül Fâris Abdül’azîz bu yasağı kaldırarak, bir takım yolsuzluklara son verdi. Memleketindeki kötü kimseleri, diğer beldelere sürdü. Sicilya adasına bir donanma gönderdi. Tarkuba şehri zabt edildi, kalesi yıkıldı. Trablus, Kabis, Hama, Kafsa, Tuzer, Nefka, Biskra, Kostantiniye ve Bicâye beldelerine de asker göndererek, yıllardır Afrika’da çeşitli hasârlara sebeb olan ihtilâlcileri itâ’ate getirmişdir.

Sonraki Kısım –> Kitabın Muhtevası

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler