Sual: Vehhabilerin Fethü’l-mecid kitabının 126. sayfasında: (Görülüyor ki tasavvufun başlangıcı, Hind yahudilerinin bir oyunudur. Eski yunanlılardan alınmıştır. Böylece, İslamiyeti fırkalara ayırttılar, parçaladılar) diyor. Pakistanlı Mevdûdî de, (İslamda İhya Hareketleri) kitabında, yukarıdaki yazıları yaymaktadır. Bu iddialara ne cevap vermelidir? Tasavvuf asarı saadette yok muydu? Sonradan mı ortaya çıkmıştır?
Cevap: Sapık kimseler, isteklerine kavuşmak, çıkarlarını sağlamak için, insanlar arasında değer taşıyan kılıklara giriyorlar. Aklı ve bilgisi olan, böyle bozuk kimseleri hemen anlar. Bunları iyilerden ayırır. Fakat câhiller, bunları doğru sanır. Tasavvufçu kılığına girmiş bozuk kimseleri de tasavvufçu sanarak, tasavvuf büyüklerini de bunlar gibi sanır. Bu yüzden, tasavvuf büyüklerini de kötülemeye kalkışır. Müslümanlar doğruyu eğriden ayırabilmeli, tasavvuf büyüklerine dil uzatmamalıdır.
Tasavvuf bilgilerinin mütehassısı, zamanının büyük alimi, Evliyânın önderi, İmâm-ı Muhammed Mâ’sûm Fârukî “rahmetullâhi aleyh” (Mektûbât) kitabının 2. cildi 59. mektubunda buyuruyor ki:
Suri ve mânevî kemâlâtın hepsi, Muhammed Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” alınmıştır. Suri olan emirler, yasaklar, mezhep imamlarımızın kitapları ile bizlere gelmiştir. Kalbin, ruhun gizli bilgileri de, tasavvuf büyükleri[nin kalpleri] yolu ile gelmiştir. Ebû Hüreyre’nin “radıyallâhu anh”, (Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” 2 kap doldurdum. Birisini sizlere açıkladım. İkincisini açıklamış olsam, beni öldürürsünüz) buyurduğu, Buhârî’de yazılıdır. Yine Buhârî bildiriyor ki Ömer “radıyallâhu anh” vefât edince, oğlu Abdullah “radıyallahü teâlâ anh”, ilmin 10’da 9’u öldü, dedi. Yanında bulunanların, bu söze şaştıklarını görünce, Allah’ı tanımak ilmini söyledim. Fıkıh bilgilerini söylemek istemedim dedi. Tasavvuf yollarının hepsi, Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmektedir. Tasavvuf büyükleri, her asırda bulunmuş olan rehberleri vasıtası ile Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek kalbinden saçılan mârifetlere kavuşmuşlardır.
Tasavvuf ne yahudilerin, ne de tasavvufçuların uydurması değildir. Evet, tasavvuf yolunda hâsıl olan şeyleri bildiren, (fenâ, bekâ, cezbe, sülûk, seyr-i ilallah) gibi isimler, tasavvuf büyükleri tarafından konulmuştur. (Nefehat) kitabında diyor ki (fenâ) ve (bekâ) kelimelerini ilk söyleyen Ebû Saîd-il-Harrâz “rahmetullahi teâlâ aleyh” olmuştur. Tasavvuf mârifetleri Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalp ile zikretmekte olduğunu, kitaplar yazmaktadır. Allahü teâlâya teveccüh, nefy ve ispat ve murakaba, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” zamanında da vardı. Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” zamanında da vardı. Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” böyle isimler işitilmedi ise de, çok zaman konuşmaması, bu hallerinin bulunduğunu göstermektedir. (Biraz tefekkür 1.000 sene ibâdetten daha hayırlıdır) buyurmuştur. Tefekkür, batıl düşünceleri bırakıp, hakkı düşünmek demektir. Tasavvufçuların, (Kelime-i tevhid) ile zikretmelerini, Hızır “aleyhisselâm” Abdülhâlik-ı Goncdüvaniye “rahmetullâhi aleyh” öğretti.
Tavsiye Yazı: Tasavvuf yolları niçin farklı farklıdır?
[Fethü’l-mecid kitabının, 122. sayfasında: (Resûlullah, Tebük gazvesinden dönerken, münâfıkların isimlerini Huzeyfe-tebnil-Yeman’a bildirdi. Huzeyfe, fitne çıkmasın diye bunların isimlerini kimseye söylemedi. Yoksa, tasavvufçu sapıklarının dedikleri gibi, Huzeyfe’de gizli din bilgileri yoktu. Çünkü, İslam açıktır. Gizli bilgiler yoktur) diyor. Tasavvuf bilgilerinin, yahudi düzmesi, uydurma şeyler olduğunu anlatmak istiyor. 30. sayfasında ise: (Resûlullahın Muaz bin Cebel’e söylediği din bilgisini, Ashâbın çoğu bilmiyordu. Çünkü Resûlullah, Muaza bunları kimseye söyleme demişti. Bir maslahat, bir fayda için, ilmi saklamak câiz olduğu buradan anlaşılmaktadır) diyor.
Görülüyor ki kitabın yazıları birbirini tutmamaktadır. 500 sayfalık kitabın her yeri böyle uygunsuz yazılarla doludur. Yüzlerce âyet-i kerime, binlerce hadis-i şerif yazarak, her birine kendine göre mânâlar verip, okuyanları, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır].
Muhammed Mâ’sûm “rahmetullâhi aleyh”, 2. cildin 61. mektubunda buyuruyor ki: Bu dünyada en kıymetli ve en faydalı şey, Allahü teâlânın mârifetine kavuşmaktır. Yani Onu tanımaktır. Allahü teâlâyı tanımak 2 türlü olur. Biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdikleri gibi tanımaktır. İkincisi, tasavvuf büyüklerinin tanımalarıdır. Birinci tanımak, inceleme ve düşünme ile olur. İkincisi, kalbin keşif ve şühudü ile olur. Birincisinde ilim vardır. İlim ise, akıl ve zekadan doğar. İkincisinde hâl vardır. Hâl ise, asıldan, özden doğar. Birincisinde, âlimin varlığı aradadır. İkincisinde, ârifin varlığı aradan kalkar. Çünkü, bir şeye ârif olmak, o şeyde yok olmak demektir. Nazım:
Yakın olmak, inip çıkmak değildir,
Hakka yaklaşmak, yok olmak demektir!
Birincisi (İlm-i husûlî) iledir. İkincisi (İlm-i huduri) iledir. Birincisinde, nefs, azgınlığından vazgeçmemiştir. İkincisinde, nefs yok olmuş, hep Hak iledir. Birincisinde îman, imanın sûretidir. İbadetler, ibâdetlerin sûretidir. Çünkü nefs, imana gelmemiştir. Hadis-i kudside, (Nefsine düşmanlık et! O, bana düşmanlık etmektedir) buyuruldu. Buradaki kalbin imanına, (Mecazi îman) denilir. Bu îman, gidebilir. İkincisinde, insanın varlığı kalmadığı için ve nefs de imana geldiği için, bu îman, yok olmaktan korunmuştur. Buna (Hakiki îman) denir. Burada yapılan ibâdetler de, hakiki olur. Mecaz yok olabilir. Hakikat yok olmaz. Hadis-i şerifte, (Ya Rabbi! Senden, sonu küfür olmayan îman istiyorum) buyurulması ve Nisa sûresi, 136. âyetinde meâlen, (Ey îman sahipleri! Allaha ve Resûlüne îman ediniz!) emrolunması, bu hakiki imanı göstermektedir. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel “rahime-hullahü teâlâ” bu mârifete kavuşabilmek için, ilim ve ictihatta pek yüksek derecede olduğu hâlde, Bişr-i Hafinin “rahime-hullahü teâlâ” hizmetine koşmuştur. Bişr-i Hafinin yanından niçin ayrılmıyorsun dediklerinde, (Allah’ı benden daha iyi tanımaktadır) demiştir.
[Kitabın, 119. sayfasında diyor ki İmâm-ı Ahmed bin Muhammed bin Hanbel’in soyu, Nizar bin Mead’a, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ile birleşmektedir. Fıkıh ve hadiste zamanın en üstün alimi idi. Vera ve sünnete uymakta pek ileri idi. 164 senesinde Bağdat’ta tevellüd, 241 [m. 855] de orada vefât etti. Bişr-i Hafi hazretleri [150] tevellüd, 227’de vefât etti. Feridüddin-i Attar “rahime-hullahü teâlâ” fârisî (Tezkire-tül-Evliyâ) da diyor ki Ahmed bin Hanbel, çok meşayihin sohbetinde bulundu. Zünnun-i Mısrî ve Bişr-i Hafi bunlardandır. Bir hanım, kötürüm olmuştu. Çocuğunu İmâm-ı Ahmed’e gönderip duâ etmesini diledi. İmam abdest alıp namaz kıldı. Duâ etti. Çocuk evine gelince, annesi kapıya gelip oğlunu karşıladı. İmâm-ı Ahmed’in duâsı bereketi ile iyi oldu].
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullâhi aleyh” ömrünün son yıllarında, ictihadı bıraktı. 2 sene Cafer Sâdık “rahime-hullahü teâlâ” hazretlerinin sohbetinde bulundu. Sebebini sorduklarında, (Bu 2 sene olmasaydı, Numan helak olurdu) buyurdu. Her 2 imâm, ilimde ve ibâdette son derece ileri oldukları hâlde, tasavvuf büyüklerinin yanına giderek, mârifet ve bunun meyvesi olan (hakiki îman) edindiler. İctihattan daha kıymetli ibâdet olur mu? Ders vermekten, İslamiyeti yaymaktan daha üstün amel olur mu? Bunları bırakıp, tasavvuf büyüklerinin hizmetlerine sarıldılar. Böylece mârifete kavuştular.
Amellerin, ibâdetlerin kıymeti, imanın derecesi ile ölçülür. İbâdetlerin parlaklığı, ihlasın miktarına bağlıdır. İman ne kadar kâmil ise, ihlas o kadar çok olur. Ameller de, o kadar çok nurlu olur ve kabul edilir. İmanın kâmil olması ve ihlasın tamam olması, mârifete bağlıdır. Mârifet ve hakiki îman, fenâ hâsıl olmasına ve ölmeden önce olan ölmeye bağlı olduğu için, fenâsı çok olanın imanı daha kâmil olur. Bunun içindir ki Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallâhu anh” imanının, bütün ümmetin imanlarından üstün olduğu hadis-i şerifte bildirilmiştir. (Ebû Bekrin imanı, bütün ümmetimin imanı ile tartılsa, Ebû Bekrin imanı daha üstün olur) buyurulmuştur. Çünkü o, fenâda bütün ümmetten daha ileridedir. (Yer yüzünde, yürüyen ölü görmek isteyen, Ebû Kuhafe’nin oğluna baksın!) hadis-i şerifi, bunu göstermektedir. Ashâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hepsi fenâ makâmına kavuşmuştu. Bu hadis-i şerifte, yalnız Ebû Bekr-i Sıddîk’ın “radıyallâhu anh” fenâsının seçilmesi, bunun fenâ derecesinin çok yüksek olduğunu göstermektedir. 61. mektuptan tercüme burada tamam oldu.
Tavsiye Yazı: Mektubat-ı Masumiyye 2. cild 106. mektup
Muhammed Mâ’sûm Fârukî “rahime-hullahü teâlâ”, (Mektûbât) kitabında, 2. cildin 36. mektubunda diyor ki (Hâcegân) denilen Tasavvuf yolunun reisi, Abdülhâlik-ı Goncdüvani’dir “rahime-hullahü teâlâ”. Bu yoldaki Kayyumiyet cezbesi, kendisine hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’tan “radıyallahü teâlâ anh” gelmiştir. Kendisi de, bu cezbeyi elde etmek yolunu bildirdi. Bu yola (Vükuf-ı adedi) denir ki (Zikir-i hafi) den ibarettir. Bu da, hazret-i Ebû Bekr’den gelmektedir. (Cezbe-i maiyet) denilen 2. yol ise, Behâüddîn-i Buhârî’den “rahime-hullahü teâlâ” başlamaktadır. Zamanının Kutubu olan Alaüddin-i Attar “rahmetullâhi aleyh”, bu cezbenin hâsıl olması şartlarını koydu. Bu şartlara (Tarika-i Alâiyye) denildi. En yakın olan [az zamanda kavuşturan] yolun, Alâiyye olduğu bildirilmiştir.
[Alaüddin-i Attar’ın talebesinden olan Ubeydullah-i Ahrâr “rahime-hullahü teâlâ”, hocasının yolunu yaydığı için (Ahrârîye) de denildi.]
Muhammed Mâ’sûm “rahime-hullahü teâlâ”, 2. cildin 158. mektubunda buyuruyor ki saadetin başı, 2 şeye kavuşmaktır. Birincisi, Batının (yani kalbin) mahluklara düşkün olmaktan kurtulmasıdır. İkincisi, Zâhirin (yani bedenin) (Ahkâm-ı İslâmiyye) ye sarılmakla süslenmesidir. Bu 2 nimete kavuşmak, tasavvuf ehlinin sohbetinde kolay nasip olur. Başka yoldan kavuşmak güçtür. İslamiyete tam yapışabilmek ve ibâdetleri kolay yapabilmek ve yasak olunanlardan sakınabilmek için, nefsin fânî olması, (teslim olması) lâzımdır. Nefs, azgın olarak ve âsî olarak ve kendini beğenici olarak yaratılmıştır. Bu kötülüklerden kurtulmadıkça, İslamiyetin hakikati hâsıl olamaz. Teslimden, itminandan önce, İslamiyetin sûreti, görünüşü vardır. Nefsin itminanından sonra, İslamiyetin hakikati hâsıl olur. Sûret ile hakikat arasındaki fark, yerle gök arasındaki fark gibidir. Sûret ehli, İslamiyetin sûretine, hakikat ehli de, İslamiyetin hakikatine kavuşur. Avâmin (yani câhillerin) imanına (İman-ı mecazi) denir. Bu îman, bozulabilir ve yok olabilir. Havasın (yani hakikat ehlinin) imanları zevalden ve halelden mahfuzdur. Nisa sûresinin 135. âyetinde, (Ey îman edenler! Allaha ve Onun Peygamberine îman ediniz!) mealindeki emir, bu hakiki imanı göstermektedir.
Muhammed Mâ’sûm “rahime-hullahü teâlâ”, 3. cildin 16. mektubunda buyuruyor ki câhillerin, (Her şey odur. Allah kelimesi, her şeyin adıdır. Zeyd isminin bir insanı göstermesi gibidir. Halbuki her uzvunun ayrı isimleri vardır. O hâlde Zeyd, nerdedir? Hiçbir yerde değildir. Allahü teâlâ da, her varlıkta görünmektedir. Bunun için, her şeye Allah demek câizdir. Bu varlıklar bir görünüştür. Bunlardaki yok olmak da, bir görünüştür. Hakikatte yok olan bir şey yoktur) gibi sözleri, bir varlığa inanmayı değil, çok varlığı göstermekte olup tasavvuf büyüklerinin bildirdiklerine uygun değildir. Bu söz, Allahü teâlâyı, madde aleminde göstermektedir. Ayrı bir varlık değildir demektir. Allahü teâlânın varlığında ve sıfatlarının varlıklarında, mahluklarına muhtaç olduğunu göstermektedir. Bileşik cismin varlığının, elementlerinin varlıklarına muhtaç olması gibidir. Bu ise, Allahü teâlânın varlığına inanmamak olup küfürdür. Allahü teâlânın varlığının, madde ve mânâ alemlerinin varlıklarından ayrı olduğuna inanmak lâzımdır. Yani, vâcib ile mümkünler, ayrı bir varlıktırlar. İkilik olan her şeyde ayrılık vardır. (Âlem, [yani Allahtan başka her şey], hakikatte var olsaydı, o zaman ikilik olurdu. Âlemin varlığı görünüştedir) denirse, buna cevap olarak, (Hakiki mevcûd, mevhum olan görünüşle birleşmez) deriz. Yani her şey Odur denilemez. Bu söz ile (Hiçbir şey yoktur. Yalnız O vardır) demek istenirse, o zaman doğru olur. Fakat, hakikat olarak değil, mecaz olarak söylenmiş olur. Zeydin aynadaki [ve televizyondaki] hayalini görenin, Zeyd’i gördüm demesine benzer. Teşbih olarak söylemeyip, hakikat olarak söylemek, arslana eşek demeye benzer. Arslan başkadır. Eşek başkadır. Laf ile ikisi bir yazılamaz. Tasavvuf büyüklerinden, (Vahdet-i vücûd) söyleyenler, (Hakiki varlık, mahluklarda bulunuyor. Ayrıca mevcûd değildir) demedi. (Mahluktur, Onun zuhûrlarıdır, görünüşleridir) dediler. Muhyiddin-i Arabî ve ona tâbi olanlar “rahime-hümullahü teâlâ”, bu mânâ ile (Heme-ust) yani (her şey Odur) dediler.
(Âlem, böyle gelmiş, böyle gider) sözü, âlemin kadîm olduğunu gösteriyor. Böyle inanmak küfürdür. Âlemin yok olacağını inkâr etmektir. Kurân-ı Kerîm, her şeyin yok olacağını açıkça bildiriyor. İnsanların yok olacağına ve tekrar var olacaklarına inanıyoruz diyenler arasında, bazı kimseler (İnsan, toprak maddesinden meydana gelmiştir. Ölünce çürüyüp, yine toprak [su ve gazlar] haline dönecektir. Bu maddelerden bitkiler ve bitkilerden hayvanlar hâsıl olmakta, bunları insanlar yiyerek, et, kemik ve meni haline dönmekte ve böylece başka insanlar meydana gelmektedir. Kıyamet kopması, insanların tekrar yaratılması, işte böyle olur) diyorlar. [Bu sözdeki madde değişmeleri elbette doğrudur. Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi böyledir. Fakat] insanların tekrar yaratılması böyle olur demek, Haşrı, Neşri ve Kıyameti inkâr etmektir. Kıyamet gününün gelmesi ve ölülerin mezarlarından kalkacakları, bütün canlıların bir meydanda toplanacakları, meleklerin yazdığı kitapların ortaya çıkarılacağı, hesap verileceği, terazinin kurulacağı, müminlerin Sırat köprüsünden geçecekleri, kâfirlerin Cehenneme düşecekleri ve sonsuz azapta kalacakları, Kurân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.
(Bu bilinen namaz, câhil halk için emrolunmuştur. Saf, temiz, yükselmiş insanların ibâdetleri [namazları], zikir ve tefekkürdür. İnsanın bütün zerreleri ve bütün eşya, her ân zikir, ibâdet yapmaktadır. İnsan bunu anlamasa da, böyledir. İslamiyet, aklı az olanlar için gönderilmiştir. Böylece, fesad çıkarmaları önlenmiştir) gibi laflar, câhillerin ve aklı az olan mezhepsizlerin sözleridir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, namazın dinin direği olduğunu bildirdi. (Namaz kılan, din binasını yapmıştır. Namaz kılmayan, dinini yıkmıştır. Namaz, müminin miracıdır) buyurdu. Rahatını, huzurunu namazda bildi. Namazdaki yakınlık, başka şeylerde bulunmaz. Hadis-i şerifte, (Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak namazda kaldırılır) buyuruldu. Her kemâl, (İslamiyete) yani (Ahkâm-ı İslâmiyye)ye uymakla hâsıl olur. Bu ahkamdan, yani emir ve yasaklardan ayrılan, yoldan sapar. Saadete kavuşamaz. Kurân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler, bu ahkama uymayı emrediyorlar. Doğru yol, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yoldur. Başka yollar, şeytanların yollarıdır. Abdullah ibni Mesud diyor ki Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, bir doğru çizdi. (Bu, insanı Allah’ın rızasına kavuşturan tek doğru yoldur) dedi. Sonra bunun sağına, soluna [balık kılçığı gibi] çizgiler çizip, (Bunlar da, şeytanların yollarıdır. Her birinde bulunan şeytan, kendine çağırır) buyurdu ve (Bu, doğru olan yolumdur. Buna geliniz!) âyet-i kerimesini okudu.
Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” söz birliği ile bildirdikleri ve İslam âlimlerinin bizlere ulaştırdıkları bilgiler, şunun bunun düşünceleri ile hayalleri ile yok edilemez.
14. asrın müceddidi, zâhir ve bâtın ilimlerinin hazinesi, Seyyid Abdülhakîm Efendinin “rahmetullâhi aleyh” (Er-Riyâdu’t-Tasavvufiyye) kitabı, tasavvufun, tarifini, tarihini, mevzuunu ve ıstılahlarını gâyet veciz olarak yazmaktadır. Kitap, türkçe olup 1341 [m. 1923] senesinde, İstanbul’da, Harbiye mektebi matbaasında basılmıştır. Önsözünde diyor ki:
Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmaktan daha şerefli, daha kıymetli bir üstünlük olmadığı için, bu şerefe kavuşanlara (Sahabe) denildi. Onlardan sonra gelenlere, onlara tâbi oldukları için (Tabiîn), bunlardan sonra gelenlere de, (Etbaı tabiîn) denildi. Daha sonra, din işlerinde yükselmiş olanlara, (Zühhad) ve (Ubbad) denildi. Bunlardan sonra, bidatler çoğalıp, her fırka, kendi önderlerine Zâhid ve Âbid dedi. Ehl-i sünnet denilen, Ashâb-ı kirâm yolundaki doğru fırkadan olup kalplerini gafletten koruyan ve nefslerini Allaha itaate kavuşturanların bu hallerine, (Tasavvuf) ve kendilerine (Sufi) ismi verildi. Bu isimler, hicretin 2. asrı sonunda işitildi. Kendisine evvela Sufi denilen Ebû Haşim Sufidir “rahime-hullahü teâlâ”. Kufe şehrinden olup Şamda irşad ederdi. Süfyan-ı Sevri’nin “rahime-hullahi teâlâ” üstadı idi. [Süfyan-ı Sevri “rahmetullâhi aleyh” 161 [m. 778] de Basrada, Ebû Haşim Sufi 115 de vefât etmişlerdir. Süfyan demiştir ki (Ebû Haşim Sufi olmasaydı, Rabbânî hakikatleri bilmezdim. Onu görmeden önce tasavvufun ne olduğunu bilmiyordum). Tekke en önce, Ebû Haşim için, Remleh şehrinde yapılmıştır. (Dağları iğne ile oyarak toz etmek, kalplerden kibri çıkarmaktan kolaydır) sözü onundur. (Faydasız ilimden Allaha sığınırım) sözünü çok söylerdi.]
Tasavvuf ehli, başka din adamlarında bulunmayan bir ilim ile şereflenmişlerdir. Haris bin Esed Muhasibi “rahime-hullahü teâlâ” (Kitab-ür-riaye) de, vera ve takvâ üzerinde geniş bilgi verdi. İmâm-ı Abdülkerim Kuşeyri “rahime-hullahü teâlâ, Meşhur risalesinde ve Şihâbüddîn-i Ömer Sühreverdî’nin “rahime-hullahü teâlâ”, Avârif-ül-meârif’inde tarîkat edebleri ve vecdleri ve halleri bildirilmiştir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî “rahmetullâhi aleyh”, (İhya) kitabında, bu 2 kısım bilgileri, birlikte uzun açıklamıştır.
Görülüyor ki tasavvufun başlangıcı, nübüvvetin ve risâletin başlangıcıdır. Tasavvuf bilgileri, semavi dinlerin hakikatlerini anlamak ile hâsıl olmuşlardır. Tasavvufun bir parçası olan (Vahdet-ül-vücut) mârifetlerini, budistlerin, yahudilerin akıl ve riyâzet ile anladıkları (Vahdet) ile karıştırmamalıdır. Birincisi, zevk ile anlaşılan mârifetler, ikincisi akıl ile hâsıl olan hayallerdir. Bu zevki tatmayan gafiller, ikisini aynı sanırlar.
[Allahü teâlâ, Ezzariyat sûresinde meâlen, (Cinni ve insanları ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruyor. İbâdet etmek de, kurb ve mârifet hâsıl eder. Demek ki insanların Evliyâ “rahime-hümullahü teâlâ” olmaları emrolunmaktadır. Bu da, farzları, nâfileleri birlikte yapmakla ve bidat sahiplerinden uzaklaşmakla hâsıl olur. Tasavvuf yolunda yapılan vazifeler, nâfile ibâdetlerdir. Farzların kabul olmaları için bulunması şart olan ihlas, bu vazifelerle elde edilir. Vehhâbîlerin (Tasavvuf, yahudilerden ve eski yunanlılardan alınmıştır) sözünün çok çirkin, yalan ve iftirâ olduğu, yukardaki bilgilerden pek iyi anlaşılmaktadır.
Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, farzları, sünnetleri ve nâfile ibâdetleri yapmak lâzımdır. Bunlar, şartlarını, müfsitlerini bilerek ve ihlas ile yapılır. Farzların birincisi, Ehl-i sünnet îtikadına uygun inanmak, ikincisi haramlardan ve haram nafakadan sakınmaktır. (İhlas) , kalbi mâsivâdan temizlemek yani her şeyi yalnız Allah için yapmaktır. Bu da mürşid-i kâmil sohbetinde bulunmakla, az zamanda hâsıl olur. Mürşid bulunmazsa, bir mürşide râbıta yaparak veya çok zikir yaparak da hâsıl olur. Mürşid-i kâmil bir ayna, bir gözlük gibidir. Bir kimse, gönül gözüyle, bir mürşidin kalbine bakarsa, orada Resûlullahın mübarek kalbini görür. O, Resûlullahın varisidir. Ona râbıta yapılınca, Resûlullaha yapılmış olur. Onun mübarek kalbine, mürşidlerinin kalpleri vasıtası ile Resûlullahın kalbinden gelmiş olan nurlar, bunun kalbine de akar. Kalp temizlenerek ihlas hâsıl olur.]
Tavsiye Yazı –> Bir tasavvuf mütehassısının mektubu