Sual: Vehhabilerin başlıca inanışları nelerdir? Ve Ehli sünnet alimleri bunlara ne cevaplar vermiştir?
Cevap: Vehhâbîlerin sayılamayacak kadar çok bozuk fikirleri varsa da, bunların temeli, 3 şeydir:
1) “Amel, ibadet, imanın parçasıdır” diyorlar. “Bir farzı, inandığı hâlde, tembellikle yapmayan kimse, mesela bir namazı kılmayan, hasisliğinden dolayı zekat vermeyen kâfir olur. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbîlere taksim etmelidir” diyorlar.
Milel ve Nihal tercümesi 63. sayfada diyor ki: “Ehl-i sünnet âlimleri söz birliği ile dediler ki ibadetler imana dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan, kâfir olmaz. Yalnız, namaz kılmayan için söz birliği olmadı. Hanbeli mezhebine göre, tembellikle namaz kılmayan kâfir olur”. [Senaüllah Panipüti, Ma-la-bütte kitabının başında diyor ki “Müslüman, büyük günah işlemekle kâfir olmaz. Eğer Cehenneme sokulursa, az veya uzun zaman sonra, Cehennemden çıkarılıp, Cennete sokulur. Cennette sonsuz kalır.” Bu kitap fârisî olup 1956’da Delhi’de ve 1990’da İstanbul’da, basılmıştır. Hukuku’l-İslam kitabının sonundadır.] Hanbeli mezhebinde, yalnız namaz kılmayan için kâfir olur denildi. Diğer ibadetler için denilmedi. O hâlde, vehhâbîler bu bakımdan da Hanbeli değildir. Ehl-i sünnet olmayanların Hanbeli de olmayacağını kitaplarda bildirilmiştir. 4 mezhepten birinde olmayanlar, Ehl-i sünnet değildirler.
Bu mevzuda tafsilatlı malumat için tıklayın
2) “Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek duâ eden kâfir olur. Meyitte his yoktur” diyorlar.
Kabirdekine söyleyen kâfir olsaydı, Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve büyük âlimler, Veliler, böyle duâ etmezlerdi. Peygamberimiz, Medinede’ki Bâkî kabristanını ve Uhud şehitlerini ziyaret etmeye giderdi. Kabirdekilere selam verdiği ve onlarla konuştuğu, vehhâbîlerin Fethu’l-mecid kitaplarının 485. sayfasında da yazılıdır.
Peygamberimiz duâ ederken (Allahümme inni es-elüke bi-hakkıssailine aleyke), yani (Ya Rabbi! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hatırı için Senden istiyorum!) derdi ve böyle duâ ediniz buyururdu. Hazret-i Alinin annesi Fâtıma’yı “radıyallâhu anhüma” kendi mübarek elleri ile mezara koyunca: (İğfir li-ümmi Fâtımate binti Esed ve vessi aleyha methaleha bi-hakkı nebiyike vel enbiyaillezine min kabli inneke erhamürrahimin) demişti. Bu duâ (Ya Rabbi! Annem Fâtıma binti Esedi mağfiret eyle, yani günahlarını affeyle! İçinde bulunduğu yeri genişlet! Peygamberinin hakkı için ve benden önce gelmiş, Peygamberlerin hepsinin hakkı için bu duamı kabul et! Sen, merhametlilerin en merhametlisisin) demektir. Ensarın büyüklerinden Osman bin Huneyfin bildirdiği hadis-i şerifte, iyi olması için duâ isteyen bir amaya, abdest alıp, 2 rekat namazdan sonra, (Allahümme inni Eselüke ve eteveccehü ileyke bi-Nebiyike Muhammedin nebiyirrahme, ya Muhammed inni eteveccehü bike ila Rabbi fi haceti hazihi li-taktiye-li Allahümme şeffihü fiye) duâsını okumasını emretmişti. Bu duada, dileğin kabul edilmesi için, Muhammed aleyhisselâmı vesile etmesi emrolunmaktadır. Ashâb-ı kirâm, bu duâyı hep okurdu. Bu duâ , (Eşiat-ül lemeat) 2. cildinde ve (Hısn-ül hasin) de senetleri ile birlikte yazılıdır. Şerh ederken (Peygamberini vesile ederek sana dönüyorum) demektedirler.
Bu dualar gösteriyor ki Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hatırı ve hürmeti ile duâ etmek caizdir.
1942 senesinde vefat eden (Camiul-ezher) kibar-ı ulemasından şeyh Ali Mahfuz, 1956 de Mısırda basılan (El-ibda) kitabında, İbni Teymiyye’yi ve Abduh’u çok övdüğü hâlde, 213. sayfasında (Evliya-i kirâm öldükten sonra, dünya işlerinde tasarruf ederler demek, mesela hastaları iyi eder, boğulacakları kurtarır, düşman karşısında olana yardım eder ve kaybolan şeylere kavuşturur demek, doğru değildir. Mertebeleri yüksek olduğu için, Allahü teâlâ, bu işleri onlara bırakmıştır. Dilediklerini yaparlar demek yanlıştır. Fakat Allahü teâlâ, Evliyası arasından dilediklerine, sağ iken ve öldükten sonra, ikram ederek, onların kerameti ile hastayı iyi eder. Boğulmak üzere olanı kurtarır. Düşman karşısında olana yardım eder. Kaybolan şeyi buldurur. Böyle olmasını akıl kabul eder. Kur’ân-ı Kerîm de bunları haber veriyor) diyor. Camiul-ezher profesörlerinden Abdullah Desuki ve Yusuf Decvi, İbda kitabının sonuna takriz yazmışlar, kitabı övmüşlerdir.
Abdülgani Nablüsi, Hadika kitabının 182. sayfasında diyor ki (Buhari’nin Ebû Hüreyre’den “radıyallahü teâlâ anh” haber verdiği hadis-i kudside, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla bana yaklaştığı gibi, başka şeyle yaklaşamaz. Kulum nâfile ibadetleri de yapınca, onu çok severim. Öyle olur ki benimle işitir. Benimle görür. Benimle her şeyi tutar. Benimle yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sığınınca, onu korurum buyurdu) denilmektedir. Burada bildirilen nâfile ibadetler, farzları yapanların yaptıkları sünnet ve nâfile ibadetlerdir. [Böyle olduğunu, Merakıl-felah ve bunun Tahtavi haşiyesi de açık yazmaktadır. 437. sayfaya bakınız!] Bu hadis-i şerif gösteriyor ki farzları yaptıktan sonra, nâfile ibadetleri de yapan, Allahü teâlânın sevgisini kazanır ve duaları kabul olur). Bunların diri iken de, öldükten sonra da, duâ ettikleri kimseler, muradlarına kavuşur. Öldükten sonra da işitirler. Dileyenleri boş çevirmez, duâ ederler. Bunun için, hadis-i şerifte, (İşlerinizde sıkıştığınız zaman, kabirde olanlardan yardım isteyiniz!) buyuruldu. Bu hadisin, mânâsı açıktır. Alusi’nin tevil etmesi yersizdir.
Hadikatü’n-nediye kitabının 290. sayfasında diyor ki: (Müminler, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Peygamberler de, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, mümin olan ve Peygamber olan, ruhtur. İnsan ölünce, ruhu değişmez. Böyle olduğu imam-ı Abdullah Nesefi’nin (Umdet-ül akaid) kitabında yazılıdır. [Bu kitap, 1843 senesinde Londra’da basılmıştır.] Bunun gibi, Evliyanın da, uykuda iken olduğu gibi, öldükten sonra da Evliyalıkları gitmez. Buna inanmayan cahildir, inatcıdır. Evliyanın öldükten sonra da keramet sahibi olduklarını, ayrı bir kitabımda ispat ettim). Hanefi mezhebi âlimlerinden Ahmed bin Seyyid Muhammed Mekki Hamevi ve Şâfiî mezhebi âlimlerinden Ahmed bin Ahmed Şücai ve Muhammed Şevberi Mısrî, Evliyanın kerametleri olduğunu, kerametlerinin öldükten sonra da devam ettiğini ve Evliyanın kabirleri ile tevessül ve istigasenin caiz olduğunu vesikalarla ispat eden risaleler yazmışlardır. Bu 3 risale, Ahmed Zeyni Dahlan’ın (Ed-dürerü’s-seniyye fireddi alel-vehhâbîye) kitabı ile bir arada, 1901 senesinde Mısırda basılmış ve 1976 senesinde, İstanbul’da ofset baskıları yapılmıştır.
Berika kitabının 269. sayfasında diyor ki (Evliyanın keramet göstermesi, haktır, doğrudur. Velî, Allahü teâlâya ve sıfatlarına, mümkün olduğu kadar arif olan müslüman demektir. Taatleri, ibadetleri çok yapar. Günahlardan ve nefsine, şehvetlerine uymaktan çok sakınır. Allahü teâlânın, adetinin ve fen kanunlarının dışında olarak yarattığı şeylere harikulade şeyler denir. Harikulade şeyler, sekizdir: Mucize, keramet, ianet, ihanet, sihir, ibtila, isabet-i ayn yani nazar değmesi ve irhas. Keramet, mütteki arif-i billah olan bir müminin elinde hâsıl olan harikulade şey demektir. Bu kimse Velidir. Peygamber değildir. Şâfiî mezhebi âlimlerinden Ebû İshak İbrahim İsferaini kerametlerin bazısını ve Mutezile fırkasında olanlar kerametlerin hepsini inkar etti. Mucize ile karışır. Peygambere inanmak güç olur dediler. Halbuki bir Veliden, keramet görülünce, kendisinin Peygamber olduğunu söylemez. Kerametini göstermek istemez. Peygamberler ve Veliler öldükten sonra da, bunlar vasıtası ile Allahü teâlâya yalvarmak caizdir. Böyle duâ etmeye, tevessül ve istigase etmek denir. Çünkü, bunlar ölünce, mucizeleri ve kerametleri devam eder. Remli de böyle söyledi. İmam-ül-haremeyn diyor ki (Kerametin, öldükten sonra da devam ettiğini yalnız şiî inkar eder). Mısırdaki Mâlikî mezhebinin büyüklerinden Ali Echuri diyor ki (Velî, dünyada iken, kınındaki kılınç gibidir. Ölünce, kınından çıkan kılınç gibi olup tasarrufu, tesiri kuvvetlenir). Bu sözü, Ebû Ali Senci de, (Nurü’l-hidaye) kitabında yazmaktadır. Kerametin hak olduğu, Kitap ile Sünnet ile ve icma-ı ümmet ile sabittir. Evliyanın, yüzlerce, binlerce kerametleri, kıymetli kitaplarda bildirildi.) Berika’dan tercüme tamam oldu.
Mir’at-ı Medine kitabının 106. sayfasından başlıyarak diyor ki: Hadis âlimlerinden İbni Huzeyme ve Dar-ı Kutni ve Taberani’nin, Abdullah bin Ömer’den bildirdikleri sahih hadiste, (Kabrimi ziyaret edene şefaatim vâcip oldu) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imam-ı Münavi’nin Künuzü’d-dekaık kitabında da vardır. Ayrıca, İbni Hibban’ın haber verdiği (Vefatımdan sonra kabrimi ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir) hadis-i şerifini ve Taberani’nin bildirdiği (Kabrimi ziyaret edene şefaat edeceğim) hadis-i şerifini yazmaktadır. İmam-ı Bezzar’ın Abdullah ibni Ömer’den haber verdiği (Kabrimi ziyaret edene şefaatim helal oldu) hadis-i şerifi ve Müslim-i şerifte, Abdullah ibni Ömer’in bildirdiği, (Beni ziyaret için Medine-i münevvereye gelenlere, kıyamet günü şefaat etmekliğim hak oldu) merfu hadis-i şerifini her müslüman bilmektedir.
Taberani’nin ve Dar-ı Kutni’nin ve İbnül-Cevzi’nin haber verdikleri (Hac eden, sonra kabrimi ziyaret eden, beni sağ iken ziyaret etmiş gibi olur) hadis-i şerifi büyük müjdedir. Dar-ı Kutni’nin bildirdiği (Hac eden kimse, beni ziyaret etmezse, beni üzmüş olur) hadis-i şerifi, hac edip de, özrü olmadığı hâlde, Kabir-i saadeti ziyaret etmeyenleri bildirmektedir.
Medine-i münevvere İslam üniversitesi rektörü Abdülaziz, (Tahkik ve izah) ismindeki kitabında, ziyaret etmeyi teşvik eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin hiçbirinin senedi, delili olmadığını yazıyor. Hepsinin mevdu olduğunu şeyhul-İslam İbni Teymiyye bildirdi diyor. Halbuki Zerkani’nin (Mevahib) şerhinin 8. cildinde ve Semhudi’nin (Vefa-ül-vefa) sının 4. cildi sonunda bu hadis-i şeriflerin kaynakları, uzun yazılı olup Hasan hadis oldukları bildirilmiş, İbni Teymiyye’nin bu sözü mevdudur denilmiştir. Medine üniversitesinin, vehhâbî olan rektörü ve hocaları, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarına gölge düşürmeye çalışmakta, kendi inançlarını, kitapları ile dünyaya yaymaktadırlar. Dünyadaki bütün milletleri, yani hem müslümanları, hem de başkalarını aldatmak, kendilerini hakiki müslüman tanıtmak için, yeni bir siyaset kullanıyorlar: (Rabıtat-ül-âlem il-İslam) isminde bir İslam merkezi kurdular. Her memleketteki müslümanlar arasından, cahil, kiralık din adamlarını seçerek, burada topladılar. Her birine yüzlerce altın maaş veriyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından haberi olmayan, bu cahil din adamlarını kukla gibi kullanıyorlar. Kendi inançlarını bu merkezlerden bütün dünyaya yayarak, bunlara Dünya İslam Birliği’nin fetvaları diyorlar. 1975 Ramazan-ı şerif ayında çıkardıkları, böyle uydurma fetvalarında, (Kadınlara Cuma namazı kılmak farzdır. Cuma ve bayram hutbeleri, her memlekette kendi dilleri ile okunur) dediler. Mekke’deki bu fitne ve fesad ocağına üye olan, Mevdudi’nin adamlarından Sabri ismindeki bir sapık, bu fetvayı hemen Hindistan’a getiriyor. Hindistan’daki bol aylıklı, apartmanlı cahiller, kadınları zorla camilere sürüklediler. Çeşitli dillerle hutbe okumaya başladılar. Hindistan’daki Ehl-i sünnet âlimleri, hakiki din adamları, bu hareketi önlemek için, kıymetli kaynaklardan fetvalar hazırlayıp, yaydılar. Vehhâbîler, bu ilmi yazılara cevap veremeyip, hak sözün karşısında duramadılar. Hindistan’ın güneyindeki (Kerala) bölgesinde, yüzlerce din adamı, aldanmış olduklarını anlayarak, tövbe ettiler. Tekrar, Ehl-i sünnet saflarına katıldılar. Ehl-i sünnet âlimlerinin, sağlam kaynaklara dayanan bu kıymetli fetvalarından 4 adedi, ofset yolu ile bastırılarak bütün İslam memleketlerine gönderildi. Her yerdeki hakiki din adamları, buna karşı müslümanları uyandırmakta, İslamiyeti içerden yıkan, parçalıyan felaket ateşini söndürmeye çalışmaktadırlar. Elhamdülillah ki dünyanın her yerinde temiz ruhlu, uyanık gençler, hakkı batıldan ayırmaktadırlar.
İbni Abidin, Cuma hutbesini ve iftitah tekbirini ve namaz içinde duâyı anlatırken buyuruyor ki “Hutbeyi arabîden başka lisan ile okumak, namaza dururken, başka dil ile iftitah tekbirini söylemek gibidir. Bu da, namazdaki diğer zikirler gibidir. Namaz içindeki zikrleri ve duaları arabîden başka dil ile söylemek ise, tahrimen mekruhtur. Hazret-i Ömer yasak etmiştir”. Namazın vâciplerini anlatırken diyor ki “Tahrimen mekruh işlemek, büyük günah olur. Buna devam edenin adaleti gider”.
Tahtavi’de diyor ki “Küçük günaha devam eden fasık olur. Fasık olan veya bidat işliyen imamların arkasında namaz kılmamalı, başka camide kılmalıdır”. Ashâb-ı kirâm ve Tabiin-i izam, Asya’da ve Afrika’da, hutbelerin tamamını hep Arabî okudu. Çünkü, hutbenin hepsini veya bir kısmını başka dil ile okumak, mekruh ve bidat olur. Bidat ise büyük günahtır. Halbuki dinliyenler Arabî bilmiyorlar, hutbeleri anlayamıyorlardı. Din bilgileri de yoktu. Onlara öğretmek lazım idi. Fakat, yine hutbenin hepsini Arabî okudular. Bunun için, Osmanlı imparatorluğundaki Şeyhulİslam efendiler ve dünyada meşhur olan büyük İslam âlimleri, 600 seneden beri, hutbeleri, Türkçe de okutarak, cemaatin anlamasını çok istediler ise de, caiz olmayacağını bildikleri için, buna izin veremediler.
İmam-ı Beyheki’nin Ebû Hüreyre’den “radıyallâhu anh” haber verdiği hadis-i şerifte, “Bir kimse bana selam verince, Allahü teâlâ ruhumu cesedime verir. Onun selamını işitirim” buyuruldu. İmam-ı Beyheki, bu hadis-i şerife dayanarak, Peygamberler “aleyhimüsselâm” kabirlerinde, bizim bilmediğimiz bir hayat ile diridirler demiştir.
Medine’deki vehhâbî Abdülaziz bin Abdullah da, (El-hac vel-Umre) kitabının 66. sayfasında bu hadis-i şerifi yazıp, bu hadis Onun meyit olduğunu gösteriyor diyor. Aynı sayfada, kabrinde, bilinmeyen bir hayat ile diridir de diyor. Sözleri birbirini tutmuyor. Halbuki bu hadis-i şerif, mübarek ruhunun geldiğini, selamlara cevap verdiğini bildiriyor. Yine, bu kitabının 73. sayfasında yazdığı 2 hadis-i şerifte, (Kabir ziyaret ederken, Esselamü aleyküm ehl-el-diyar-ı minel müminin) denilmesi emir buyurulmaktadır. Bu hadis-i şerifler, bütün müslümanların kabirlerine selam verileceğini emrediyor. İşitene selam verilir. İşiten ile konuşulur. Hem bu hadis-i şerifleri haber veriyorlar. Hem de, meyit işitmez diyor. Meyitin işittiğine inananlara müşrik diyorlar. Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri yanlış tevil ediyorlar.
Resûlullahın, kabrinde, bilinmeyen bir hayat ile diri olduğunu bildiren çok hadis-i şerif vardır. (Kabrim başında söylenen salavatı işitirim. Uzaktan söylenen salavat bana bildirilir) ve (Bir kimse, kabrim başında bana salavat okursa, Allahü teâlâ bir melek gönderip, bu salavatı bana bildirir. Kıyamet günü ona şefaat ederim) hadis-i şerifleri, meşhur 6 kitapta yazılıdır.
Bir müslüman, dünyada iken tanıdığı bir müslümanın kabri yanına gidip selam verse, kabirdeki kimse, selam vereni tanır ve cevap verir. İbni Ebiddünyanın haber verdiği hadis-i şerifte, müslüman meyyitin, selam vereni tanıdığı ve sevindiği ve cevap verdiği haber verilmektedir. Tanımadığı mevtalara selam verirse selama sevinerek cevap verirler. Salihler ve şehitler selam vereni tanır ve cevabını verir de, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” tanımaz olur mu? Gökte güneş her tarafa ışık saldığı gibi, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” de, bir anda her yerde söylenen selamlara, o anda cevap verir.
Bir hadis-i şerifte, (Vefatımdan sonra da, diri iken olduğu gibi işitirim) ve Ebû Yala’nın bildirdiği hadis-i şerifte, (Peygamberler “aleyhimüsselâm” kabirlerinde diridir. Namaz kılarlar) buyuruldu. İbrahim bin Bişar ve Seyyid Ahmed Rıfai ve daha nice Veliler, Resûlullaha verdikleri selamın cevabını işitmişlerdir.
Celaleddin-i Süyuti hazretlerine, (Seyyid Ahmed Rıfai’nin Resûlullahın mübarek elini öpmüş olduğu doğru mudur?) dediklerinde, cevap olarak (Şerefü’l-muhkem) adında bir kitap yazmıştır. Bu kitabında, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin, Kabir-i saadetlerinde, bilinmeyen bir hayatla diri olduğunu ve selamları işitip cevap verdiğini, akli ve nakli deliller ile ispat etmiştir. Miraç gecesi, Resûlullahın, Musa aleyhisselâmı, kabrinde namaz kılarken gördüğünü de, bu kitabında bildirmiştir.
Aişe-i Sıddıkanın “radıyallâhu anha” haber verdiği bir hadis-i şerifte, “Hayber’de yediğim zehirli etin acısını duymaktayım. O zehrin tesiri ile ebher [avort] damarım şimdi çalışmayacak hâle geldi” buyuruldu. Allahü teâlânın, insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma, peygamberlikle birlikte şehitlik derecesini de vermiş olduğunu bu hadis-i şerif göstermektedir. Âli-i İmrân sûresi 169. âyetinde meâlen, “Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız! Onlar Rablarının yanında diridirler. Rızıklandırılmaktadırlar” buyuruldu. Allah yolunda zehir yedirilen o büyük Peygamberin, bu âyet-i kerimede bildirilen şerefli derecenin en üstünde bulunduğu şüphesizdir.
İbni Hibbanın bildirdiği hadis-i şerifte, “Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” mübarek vücutları çürümez. Bir mümin bana salavat okursa, bir melek o salavatı bana getirip, ümmetinden falan oğlu filan sana salavat ve selam söyledi der” buyuruldu.
İbni Mace’nin bildirdiği hadis-i şerifte, “Cuma günleri bana çok salavat getirin! Okunan salavat bana hemen bildirilir” buyuruldu. Bunu işitenlerden Ebüdderda “Öldükten sonra da bildirilir mi?” dedikte, “Evet, ben öldükten sonra da bildirilir. Çünkü, toprağın Peygamberleri çürütmesi haram kılındı. Onlar öldükten sonra diridirler, rızklandırılırlar” buyuruldu. [Bu hadis-i şerif, Senaüllah Pani-püti’nin (Tezkiret-ül mevta vel-kubur) kitabının sonunda da yazılıdır. Bu kitap, fârisî olup 1892’de Delhi’de ve 1990 da, İstanbul’da bastırılmıştır.]
Hazret-i Ömer “radıyallâhu anh” Kudüs-i şerifi kâfirlerden aldıktan sonra, doğru, Hucre-i saadete gidip, Kabir-i nebeviyi ziyaret etti ve selam verdi. Evliyanın büyüklerinden olan Ömer bin Abdülaziz hazretleri, Şamdan Medine’ye memur gönderip, Kabir-i saadete salât ve selam okuturdu. Abdullah ibni Ömer hazretleri, yolculuktan döndüğü zaman, doğruca Hucre-i saadete girer, önce Resûlullahı, sonra Ebû Bekr-i Sıddıkı, en sonra da babasını ziyaret edip selam verirdi. İmam-ı Nafi diyor ki Abdullah ibni Ömer hazretlerinin, Kabir-i saadete gelerek (Esselamü aleyke ya Resûlallah!) dediğini yüzden fazla gördüm. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh”, bir gün mescid-i şerife girip, hazret-i Fâtıma’nın “radıyallâhu anha” mübarek makamını görünce ağladı. Sonra Hucre-i saadete giderek, çok ağladı ve (Esselamü aleyke ya Resûlallah ve esselamü aleyküma ya 2 kardeşlerim!) diyerek, hazret-i Ebû Bekir’le hazret-i Ömer’e selam verdi.
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye göre, önce hac yapmalı, sonra Medine-i münevvereye gidip, Resûlullahı ziyaret etmelidir. Ebülleys-i Semerkandi’nin fetvasında da böyle yazılıdır.
Şifa kitabının sahibi Kadı İyad ve Şâfiî âlimlerinden imam-ı Nevevi ve Hanefi âlimlerinden İbni Hümam, Kabir-i saadeti ziyaret lazım olduğuna icma-ı ümmet hâsıl olmuştur dediler. Bazı âlimler ise, vâciptir dedi. Zaten, kabir ziyaretinin sünnet olduğunu vehhâbîlerin (Fethu’l-mecid) kitabı da yazıyor.
Nisa sûresi 63. âyet-i kerimesinde meâlen, “Onlar, nefslerine kötülük ettikten sonra, eğer sana gelerek, Allahü teâlâdan afv dilerlerse, Allahın Resûlü de, onlar için afv dilerse, Allahü teâlâyı tövbeleri elbette kabul edici ve merhamet edici bulurlar” buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Resûlullahın şefaat edeceğini ve şefaatinin kabul olacağını bildiriyor. Ayrıca, Kabir-i saadeti ziyaret için uzaklardan gelip, şefaat dilemeyi emir buyurmaktadır.
“Ancak 3 mescide gitmek için uzun yolculuğa çıkılır” hadis-i şerifi, Mekke’deki Mescid-i haramı ve Medine’deki Mescid-i Nebiyi ve Kudüs’teki Mescid-i aksayı ziyaret için uzun yolculuğa çıkmanın sevap olduğunu bildirmektedir. Bunun için, hacca gidip de, Mescid-i Nebideki Kabir-i saadeti ziyaret etmeyenler, bu sevaptan mahrum kalırlar.
İmam-ı Mâlik (Kabir-i saadeti ziyarete gelenlerin, Hucre-i saadet yanında çok durmaları mekruhtur) buyurdu. İmam-ı Zeynelabidin, Kabir-i saadeti ziyaret ederken, Ravda-i mütahhera tarafındaki direk yanında durur, daha yanaşmazdı. Hazret-i Aişe, vefat edinceye kadar, Hucre-i saadetin kapısının dış yanında, kıbleye karşı ayakta durarak ziyaret ederlerdi.
Hadis âlimlerinden Abdülazim-i Münziri hazretleri “Kabrimi bayram yapmayın!” hadis-i şerifine mânâ verirken “Kabrimi bayram gibi yılda bir ziyaret etmekle bırakmayın! Her zaman ziyaret etmeye gayret edin!” demektir, buyurdu. “Evlerinizi mezarlık yapmayın!” hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla, kabirlere benzetmeyin, demek olduğu için, Münziri’nin verdiği mânânın doğru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kabristanda namaz kılmak caiz değildir. Hadis-i şerifin mânâsı “Kabrimi ziyaret için, bayram gibi belli gün tayin etmeyin!” demek de olabilir denildi. Yahudiler ve hristiyanlar, Peygamberlerinin mezarlarını ziyaret için toplanıp çalgı çalar, şarkı söyler, bayram yaparlardı. Siz böyle yapmayın, ziyaret için, bayramda haram şeylerle eğlenir gibi, ney, dümbelek çalmayın, toplanıp, merasim yapmayın demektir. Ziyaret için, gelip, selam vermeli, duâ etmeli, fazla durmamalıdır.
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahime-hüllahü teâlâ” buyurdu ki: (Kabir-i saadeti ziyaret etmek sünnetlerin en kıymetlisidir). Vâcip diyen âlimler de vardır. Bunun için, Şâfiî mezhebinde Kabir-i saadeti ziyaret etmek nezir olunur.
Mir’at-i Medine’nin 1282. sayfasından başlıyarak diyor ki (Allahü teâlâ (Seni yaratmasaydım, hiç bir şeyi yaratmazdım) buyurarak, Muhammed aleyhisselâmın Habîbullah olduğunu, Onu çok sevdiğini bildiriyor. Bu hadis-i kudsi, İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektubat’ının 3. cildinin 122. mektubunda da yazılıdır. Aşağı bir insan bile sevgilisinin hatırı için istenileni boş çevirmez. Aşıka, maşukunun hatırı için iş gördürmek kolaydır. Bir kimse (Ya Rabbi! Habîbin Muhammed “aleyhisselâm” hatırı için senden istiyorum) derse, bu isteği red olunmaz. Fakat, değeri olmayan dünyalık işler için, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hatırını, hürmetini vesile etmek lâyık değildir).
İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe buyurdu ki: Medine’de idim. Salihlerden şeyh Eyüb-i Sahtıyani, Mescid-i şerife girdi. Ben de birlikte girdim. Şeyh hazretleri, Kabir-i nebeviye karşı dönerek ve kıbleyi arkada bırakarak durdu. Sonra dışarı çıktı. İbni Cemaa hazretleri (Mensek-i kebir) adındaki kitabında diyor ki: Ziyaret ederken minber yanında 2 rekat namaz kılıp, duadan sonra, Hucre-i saadetin kıble tarafına gelmeli, mübarek başını sol tarafa alıp, (Merkad-ı şerif) duvarından 2 metre kadar uzak durmalı, sonra yavaş yavaş kıble duvarını arkaya alıp, (Muvacehe-i saadet) e karşı döndüğünde selam vermelidir. Bütün mezheplerde de böyledir.
Hadika’da, dil afetlerinin 23.sünü anlatırken diyor ki (Duâ ederken, Peygamberlerin hakkı için veya diri yahut ölü olan bir Velînin hakkı için diyerek, Allahtan bir şey istemek tahrimen mekruhtur. Yani Allahü teâlâ hiç kimsenin istediğini yapmaya mecbur değildir. Çünkü, Allahü teâlâda hiçbir mahlukun hakkı yoktur denildi. Evet öyledir. Fakat, Allahü teâlâ sevdiği kullarına söz vererek, kendinde onlar için hak tanımiştir. Yani dileklerini kabul edecektir. Kullarına, kendinde hak ihsan ettiğini Kur’ân-ı Kerîmde bildirmiştir. Mesela, bir âyet-i kerimede meâlen, (Müminlere yardım etmek, üzerimize hak oldu) buyuruldu. (Bezzaziye) fetvasında diyor ki (Ölü veya diri olan bir Velînin veya bir Nebinin ismini söyleyerek, bunun hürmeti için dilekte bulunmak caizdir). (Şir’a) şerhinde, (Peygamberlerini ve salih kullarını vesile ederek duâ etmelidir. (Hısn-ül-hasin) de de böyle yazılıdır) demektedir. Görülüyor ki İslam âlimleri, Allahü teâlânın sevdiklerine verdiği hak ve hürmet için, Allahü teâlâya duâ etmek caizdir dediler. Kulların, Allahü teâlâ üzerinde hakları vardır sanıp, bu hakları için istemek şirk olur diyen hiçbir âlim yoktur. Bunu yalnız, vehhâbîler söylemektedir.
Fethu’l-mecid kitabında Bezzaziye fetvasını övdükleri, bunun fetvalarını vesika olarak ileri sürdükleri hâlde, burada, ona da karşı gelmektedirler. Berika’da, yine dil afetlerini açıklarken diyor ki (Peygamberin, Velînin hakkı için demek, Onun nübüvveti haktır, velayeti haktır demek olur. Peygamberimiz de, bu niyet ile (Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harblerde Allahü teâlâdan, Muhacirlerin fukarası hakkı için yardım dilemiştir. İslam âlimlerinden (Senden istedikleri zaman verdiğin kimseler hakkı için) ve (Muhammed Gazalinin hakkı için) gibi dualar yapanlar ve kitaplarına yazanlar çok olmuştur.) (Hısn-ül-hasin) kitabı böyle dualarla doludur.
(Ruh-ul-beyan) tefsirinde, Mâide sûresi 18. âyetinde diyor ki Ömer-ül Fâruk’un “radıyallâhu anh” haber verdiği hadis-i şerifte, (Adem “aleyhisselâm” yanıldığı zaman, ya Rabbi! Muhammed aleyhisselâm hakkı için beni affet dedi. Allahü teâlâ da, Muhammedi daha yaratmadım. Onu nasıl tanıdın dedi. Ya Rabbi! Beni yaratıp ruhundan bana ihsan edince, başımı kaldırdım. Arşın eteklerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım dedi. Allahü teâlâ da buna karşılık, ey Adem, doğru söyledin. Mahluklarımın içinde, ençok sevdiğim Odur. Onun için, seni affettim. Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım dedi) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imam-ı Beyheki’nin (Delail) kitabında yazılıdır. Alusi’nin (Galiye) kitabında da yazılıdır.
Fethu’l-mecid kitabının 259. sayfasında, imam-ı Zeynelabidin Ali hazretlerinin, bir kimsenin, Resûlullahın kabri yanına gelip duâ ettiğini görünce, buna mâni olduğunu ve (Bana salât okuyunuz! Her nerede olursanız verdiğiniz selam bana ulaştırılır) hadisini okuduğunu yazıyor. Hadiseyi yanlış anlatarak, (Buradan anlaşılıyor ki duâ ve salât okumak için kabir yanına gitmek yasak edilmiştir. Bu, kabri bayram yeri yapmanın bir kısmıdır. Mescid-i Nebiye namaz kılmak için giren kimsenin, selam vermek için kabrin yanına gitmesi yasaktır. Ashâbın hiçbiri böyle yapmadı. Böyle yapanları da men’ ettiler. Peygambere, yalnız ümmetinin okudukları salât ve selam bildirilir. Başka işleri bildirilmez) diyor. Buna mâni olmak için, Süud hükümetinin, Mescid-i Nebî içine, (Hucre-i saadet) yanına asker koyduğunu da, 234. sayfasında yazıyor.
Yusuf Nebhani, (Şevahid-ül-hak) kitabının çeşitli yerlerinde bunlara cevap vermektedir. 80. sayfasında: İmam-ı Zeynelabidin, Resûlullahın mübarek kabrini ziyaret etmeyi yasak etmemiştir. İslamiyete uygun olmayan, saygısızca yapılan ziyareti yasak etmiştir. Torunu imam-ı Cafer Sâdık, Hucre-i saadeti ziyaret eder, Ravda tarafındaki direk yanında durup, Resûlullaha selam verirdi ve mübarek başı buradadır derdi. (Kabrimi bayram yapmayınız!) demek, ziyaretinizi bayram gibi belli zamanlara bırakmayın! Her zaman ziyaret ediniz demektir. 88. ve 106. sayfalarında: Ebû Abdullah Kurtubi (Tezkire) sinde buyuruyor ki Resûlullaha, ümmetinin amelleri, her sabah ve her akşam bildirilir. 89. ve 116. sayfalarınde diyor ki: Halife Mensur, Resûlullahı ziyaret ederken, imam-ı Malike sordu: Yüzümü kabre karşı mı, kıbleye karşı mı döneyim? İmam-ı Mâlik buyurdu ki: Yüzünü Resûlullahtan nasıl ayırabilirsin? O “sallallâhü aleyhi ve sellem” senin ve baban Ademin affolmasına vesiledir. 92. sayfada diyor ki: (Kabirleri ziyaret ediniz!) hadis-i şerifi emirdir. Ziyaret yaparken haram işlenirse, ziyaret yasak edilemez. Haramı yapması yasak edilir. 98. sayfada diyor ki: İmam-ı Nevevi (Ezkar) kitabında, Resûlullahın ve Salihlerin kabirlerini çok ziyaret etmek ve her ziyarette, kabir başında çok durmak sünnettir) buyurmaktadır. 100. sayfada diyor ki: İbni Hümam, (Fethu’l-kadir) kitabında, Dar-ı Kutni’nin ve Bezzar’ın bildirdikleri hadis-i şerifi yazıyor. Bu hadis-i şerifte, (Başka bir iş görmeyip, yalnız beni ziyaret için gelene, kıyamet günü şefaat etmek üzerimde hakkı olur) buyuruldu. 118. sayfada buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, Evliyaya keramet vermiştir. Evliyanın, öldükten sonra da kerametleri çok görülmüştür. Öldükten sonra da tasarruf ederler. Bunları Allahü teâlâya vesile etmek caizdir. Fakat, İslamiyete uygun olarak istigase etmelidir. Cahillerin, dileğimi verirsen veya hastamı iyi edersen, sana şu kadar …… vereceğim, demesi caiz değildir. Fakat, buna küfür, şirk denilemez. Çünkü çok cahil olan da, Velînin icad edeceğini düşünmez. Velîyi, Allahü teâlânın icad etmesine vesile etmektedir. Onun, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu düşünmektedir. Dileğimi yapmasını Allahtan iste! Allahü teâlâ, senin duanı reddetmez demektedir. Çünkü, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, “Aşağı, değersiz sanılan çok kimseler vardır ki onlar, Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Bir şeyi yapmak dileseler, Allahü teâlâ o şeyi, elbet yaratır” buyurdu. Bu hadis-i şerif, (Feth-ul-mecid) vehhâbî kitabının, 381. sayfasında de yazılıdır. Müslümanlar, böyle hadis-i şeriflere güvenerek, Evliyayı vesile etmektedir. İmam-ı Ahmed, imam-ı Şâfiî, imam-ı Mâlik ve İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, (salihlerin kabirleri ile teberrük etmek caizdir) dediler. Ehl-i sünnetin 4 mezhebinden birinde olduğunu, Ehl-i sünnet olduğunu söyleyen bir kimsenin de böyle söylemesi lazımdır. Böyle söylemezse, Ehl-i sünnet olmadığı, yalancı olduğu anlaşılır).
Fetava-i Hindiye’de, başkası yerine hacca gitmeyi anlatırken diyor ki (Yapılan ibadetin sevâbını başkasına bağışlamak caizdir. Böylece, namaz, oruç, sadaka, hac, Kur’ân-ı Kerîm okumak ve zikir etmek ve Peygamberlerin, Şehitlerin, Evliyanın, Salihlerin kabirlerini ziyaret etmek ve mevtaya kefen vermek ve bütün hayrat ve Hasenât sevapları bağışlanabilir). Evliya kabirlerini ziyaret etmenin sevap olduğu buradan da anlaşılmaktadır. [Zikrin çeşitleri vardır. Bunlardan biri (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil hamd)dır. Buna (Tekbir-i teşrik) de denir. Bunu çok okumalıdır. (İstigfar duâsı) da, faydası pekçok olan zikrdir.]
Buraya kadar bildirilenlerin vesikaları Arabî ve ingilizce kitaplarımızda uzun yazılıdır. Allahü teâlâ müslümanlara birleşmeyi emrediyor. O hâlde, her müminin Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını öğrenip, bu büyük âlimlerin, kitaplarında bildirdikleri gibi iman ederek, bu doğru ve hak yolda birleşmeleri lazımdır. Doğru yolun, yalnız (Ehl-i sünnet) yolu olduğunu Peygamberimiz haber vermiştir. Müslümanları aldatmak isteyen sapıklara ve din kitabı ticareti yapan cahil din adamlarının yaldızlı yazılarına aldanıp Ehl-i sünnet birliğinden ayrılmamaya çok dikkat etmelidir. Müslümanların birliğinden ayrılanların Cehenneme gideceklerini Allahü teâlâ Nisa sûresi 114. âyetinde açık olarak bildirmektedir. 4 mezhepten birini taklit etmeyenin, Ehl-i sünnet birliğinden ayrılmış olacağı, böyle mezhepsizin de sapık veya kâfir olacağı, büyük âlim Ahmed Tahtavi’nin Dürrü’l-muhtar haşiyesinde ve (El-Besair limünkiri-t-tevessül-i bi-ehl-il-mekabir) kitabında, vesikaları ile yazılıdır. Bu kitap, (Fethul-mecid) kitabına karşı reddiye olup Pakistan’da yazılmış, 2. baskısı İstanbul’da yapılmıştır.
İbni Teymiyye’nin, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinden ayrılmış olduğu, (Et-tevessül-ü bin Nebî ve cehelet-ül-vehhâbîyin) kitabında, ispat edilmiştir. İbni Teymiyye’nin sapık yazıları ile ingiliz casusu Hempher’in yalan ve iftiralarının karışımına (Vehhâbîlik) denir.
3) Mezar üzerine türbe yapmak ve türbelerde hizmet ve ibadet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhlarına sadaka adamak, şirk, küfür imiş. Haremeyn ahalisi şimdiye kadar, kubbelere, duvarlara tapınıyorlar imiş.
Kabir üzerine türbe yapmak, süs için, gösteriş için olursa haramdır. Kabrin harab olmaması için ise mekruhtur. Hayvanın, hırsızın açmaması için ise caizdir. Fakat ziyaret yeri yapmamak lazımdır. Yani belli zamanlarda ziyaret etmek lazımdır dememelidir.
İnsanı, önceden yapılmış bina içine defnetmek mekruh değildir. Ashâb-ı kirâm, Resûlullahı ve 2 halifesini bina içine defnettiler. Hiçbiri buna karşı gelmedi. Onların söz birliğinin dalalet olmadığını hadis-i şerif haber vermektedir. Büyük İslam alimi İbni Abidin, Dürrü’l-muhtar haşiyesi, 5. cilt, 232. sayfasında buyuruyor ki (Alimlerden birkaçı, salihlerin ve Velilerin kabirleri üzerine örtü sermek, başlık, sarık koymak mekruhtur dedi. (Fetava-yı hucce) de, kabirlerin üzerine örtü örtmek mekruhtur, diyor. Fakat, bize göre, kabirdekinin kıymetini herkese bildirmek için örtülürse ve ona hakaret olunmaması, ziyaret edenlerin saygılı, edebli davranmaları için ise, caizdir. Edille-i şer’iyye ile yasak edilmemiş olan ameller, işler, niyete göre değerlendirilir. Evet, kabirler üzerine türbe yapmak, sanduka, örtü koymak, Ashâb-ı kirâm zamanında yoktu. Fakat, Resûlullahın ve Şeyhaynın odaya defnedilmelerini inkar edenleri de hiç olmadı. Bunun için ve (Kabirler üzerine basmayınız!), (Ölülerinize saygısızlık etmeyiniz!) emirlerini yerine getirmek için ve yasak edilmiş olmadıkları için, bunların sonradan yapılmaları bidat olmaz. Veda tavafından sonra Mescid-i haramdan hemen çıkmak, böylece Kâbe-i muazzamaya saygı göstermek lazım olduğunu bütün fıkıh kitapları haber veriyor. Halbuki Ashâb-ı kirâm böyle yapmazdı. Çünkü, onlar her hareketlerinde, Kâbeye saygı gösterirlerdi. Sonra gelenler, böyle saygı gösteremedikleri için, alimlerimiz, mescitten geri geri çıkarak saygı gösterilmesini bildirdiler. Ashâb-ı kirâm gibi saygılı olmayı böylece sağladılar. Salihlerin, Velilerin kabirlerine, Ashâb-ı kirâm gibi saygılı olabilmek için, üzerlerine örtü serilmesi, türbe yapılması da, bunun gibi caiz oldu. Büyük âlim Abdülgani Nablüsi hazretleri, (Keşif-ün-nur) kitabında, bunu uzun anlatmaktadır). (Keşif-ün-nur), Celalüddin-i Süyuti’nin (Tenvir-ul-halek fi imkan-ı rüye-tin-nebî ciharen vel-melek) kitabı ile birlikte Arabî olarak 1973’de (Minhat-ül-vehbiye) ile birlikte İstanbul’da neşredilmiştir. Arabistan’da, türbeye (Meşhed) denir. Medine-i münevverede, (Bâkî) kabristanında, meşhed dolu idi. Vehhâbîler hepsini yıktı. Hiçbir İslam alimi, türbe yapmanın ve türbe ziyaret etmenin şirk, küfür olacağını söylememiştir. Türbe yıkan hiç görülmemiştir.
İbrahim Halebi (Halebi-i kebir) sonunda diyor ki (Bir kimse tarlasını kabristan yapsa, birisi mevta defn için buraya türbe yapsa, kabristanda boş yer varsa, caiz olur. Başka yer yoksa, türbe yıkılıp, yerine kabir kazılır. Çünkü burası, kabir yapmak için vakıf edilmiştir). Türbe şirk olsaydı, put olsaydı, her zaman yıkılması lazım olurdu.
Yeryüzünde bulunan İslam türbelerinin birincisi Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” medfun olduğu hucre-i muattaradır. Resûlullah efendimiz, çok sevdiği zevcesi Aişe “radıyallâhu anha” validemizin odasında, hicretin 11. senesi, Rebiul-evvel ayının 12. pazartesi günü öğleden önce vefat etti. Çarşamba gecesi, bu odaya defnedildiler. Hazret-i Ebû Bekirle hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anhüma” de, bu türbe içinde defnedildiler. Ashâb-ı kiramdan hiçbiri, buna mâni olmadı. Ashâb-ı kiramın bu söz birliğine karşı geliyorlar. Şüpheli delili yanlış tevil ederek, İcma-ı ümmet’i inkar etmek, küfür olmaz ise de, bidat olur.
Aişe “radıyallâhu anha” hazretlerinin odası, 3 metre yüksekliğinde ve 3 metre genişlik ve 4,5 metre uzunlukta, kerpiçten yapılmıştı. Biri garb, diğeri şimal duvarında, 2 kapısı vardı. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halife iken, Hücre-i saadetin etrafına kısa bir taş duvar çekti. Abdullah bin Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüma” halife iken, bu duvarı yıkıp siyah taş ile yeniden yaptı. Duvarı güzel sıvattı. Bu duvarın üstü açık olup şimal tarafında bir kapısı vardı. Hazret-i Hasan “radıyallahü teâlâ anh”, hicretin 49. senesinde vefat edince, vasiyeti gereğince, hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh”, kardeşinin cenazesini (Hücre-i saadet) kapısına getirterek tevessül ve duâ edeceği zaman, buraya defnedeceklerini sanarak, istemeyenler oldu. Gürültüyü önlemek için, Bâkî kabristanına defn olundu. İleride böyle çirkin haller olmaması için duvarın ve odanın kapısını duvarla kapadılar.
Emevi halifelerinin 6.sı olan Velid, Medine valisi iken, taş duvarı yükseltti ve üzerini küçük bir kubbe ile örttü. Halife olunca, Medine valisi olan Ömer bin Abdülazize emir vererek, 707 senesinde, Mescid-i şerifi tevsi ettirirken, bu duvarın etrafına ikinci bir duvar yaptırdı. Bu duvarı 5 köşeli idi ve üstü kapalı idi. Hiç kapısı yoktu.
(Feth-ul-mecid) ismindeki vehhâbî kitabında, 133. ve sonraki sayfalarında diyor ki (Ağaç, taş, kabir ve benzerleri ile teberrük eden müşrik olur. Kabirler üzerine kubbeler yapılarak putlaştırıldı. Cahiliye ehli de salih kimselere ve heykellere tapınırlardı. Bunların hepsi ve daha kötüleri şimdi türbelerde, mezarlarda yapılıyor. Salih insanların kabirleri ile teberrük etmek, lat putuna tapınmak gibidir. Bu müşrikler, Evliyanın duâyı işiteceğini ve cevap vereceğini zannediyorlar. Kabirlere nezir yaparak, sadaka vererek, ölülere yaklaşılır diyorlar. Bunların hepsi büyük şirktir. Müşrik, kendine başka isim verse de, yine müşriktir. Ölülere saygı ve sevgi göstererek duâ etmeye, hayvan kesmeye, adak ve benzeri işler yapmaya ne isim verirlerse versinler, hepsi, şirktir. Zamanımız müşrikleri, bu yaptıklarına tazim ve teberrük ismi vererek caizdir diyorlar. Bu şüpheleri yanlıştır).
Ehl-i sünnet olan müslümanlara yapılan bu saldırılara ve iftiralara, İslam âlimlerinin verdikleri cevaplardan bazılarını türkçeye tercüme ederek, çeşitli kitaplarımızda yazdık. Burada, (Usûl-ül-erbea fi terdid-il vehhâbîye) kitabının birinci aslından, bir miktar tercüme ediyoruz. Dikkat ile okunursa, vehhâbîlerin aldandıkları, doğru yoldan ayrıldıkları ve müslümanları felakete sürüklemekte oldukları hemen anlaşılır.
Allahü teâlâdan başkasını tazim etmenin caiz olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler ve Selef-i salihinin sözleri ve işleri ve âlimlerin çoğu bildirmişlerdir. Hac sûresi 32. âyetinde meâlen, “Bir kimse, Allahü teâlânın Şeairini tazim ederse, bu iş, kalplerin takvasındandır” buyuruldu. Bunun için, Allahü teâlânın şeairini tazim etmek vâcip oldu. Şeair, nişanlar, alâmetler demektir. Abdülhak-ı Dehlevi buyuruyor ki (Şeair, Şaireler demektir. Şaire, alâmet demektir. Görülünce, Allahü teâlâ hatırlanan her şey, Allahü teâlânın Şeairi olur). Bakara sûresi 158. âyetinde meâlen, “Safa ve Merve, Allahü teâlânın Şeairindendir” buyuruldu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki Allahü teâlânın Şeairi, yalnız Safa ve Merve tepeleri değildir. Bunlardan başka Şeair de vardır. Bunun gibi, Şeair yalnız Arafat, Müzdelife ve Mina denilen yerler değildir.
Şah Veliyullah-ı Dehlevi, (Huccetullah-il-baliğa) kitabının 69. sayfasında diyor ki (Allahü teâlânın Şeairinin en büyükleri 4’tür: Kur’ân-ı Kerîm, Kâbe-i muazzama, Peygamber ve namaz). Şah Veliyullah, (Eltaf-ül-kuds) kitabının 30. sayfasında diyor ki (Allahü teâlânın Şeairini sevmek demek, Kur’ân-ı Kerîmi ve Peygamberi ve Kâbeyi sevmek demektir. Hatta, Allahü teâlâyı hatırlatan her şeyi sevmektir. Allahü teâlânın evliyasını sevmek de böyledir). [Çünkü, (Evliya görülünce, Allah hatırlanır) hadis-i şerifi (İbni Ebû Şeybe) de ve (İrşad-ut-talibin) de ve (Künuz-üd-dekaık) da yazılıdır. Bu hadis-i şeriften anlaşılıyor ki Evliya da, Allahü teâlânın Şeairindendir. Evliyayı, ulemayı tazim için, kabirleri üzerine türbe yapmanın caiz olduğu (Camiul fetava) da da yazılıdır.] Mekke-i mükerreme şehrinde, Mescid-i haramın yanında bulunan Safa ve Merve ismindeki 2 tepecik arasında, İsmail aleyhisselâmın annesi hazret-i Hacer, gidip geldiği için, bu 2 tepecik, Allahü teâlânın Şeairi oluyorlar. O mübarek anneyi hatırlamaya sebep oluyorlar da, bütün mahlukların en üstünü ve Allahü teâlânın sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâmın doğduğu, büyüdüğü, ibadet ettiği, hicret ettiği, namaz kıldığı, vefat ettiği yerler ve mübarek türbesi ve Ali’nin, Ashâbının yerleri niçin Şeairden olmasınlar? Bunları neden yıkıyorlar? [Burada Al kelimesi, mübarek zevceleri ve Ehl-i beyti demektir].
Kur’ân-ı Kerîm dikkat ile ve insaf ile okunursa, birçok âyet-i kerimenin, Resûlullahı tazim ettiği, kolayca görülür. Hucurat sûresindeki âyet-i kerimelerde meâlen, “Ey iman edenler! Allahü teâlânın ve Resûlünün önüne geçmeyiniz! Allahü teâlâdan korkunuz! Ey iman edenler! Peygamberin sesinden daha yüksek sesle konuşmayınız! Ona “sallallâhü aleyhi ve sellem” birbirinize seslendiğiniz gibi seslenmeyiniz! Böyle yapanların ibadetlerinin sevapları yok olur! Resûlullahın yanında seslerini kısanların kalplerini, Allahü teâlâ, takva ile doldurur. Onların günahlarını affeder ve çok sevap verir. Onu dışarıdan bağırarak çağıranlar, düşünemiyorlar. Dışarı çıkıncaya kadar bekleseler, kendileri için iyi olur” buyuruldu. Bu 5 ayeti insaf ile okuyan, düşünen bir kimse, Allahü teâlânın, sevgili Peygamberinin tazimini, ne kadar çok yükselttiğini iyi anlar. Ona karşı, ümmetinin edebli, saygılı olmasını ehemmiyetle emrettiğini görür. Ona karşı seslerini yükseltenlerin bütün ibadetlerinin yok olacağını düşünen kimse, bu önemin derecesini anlayabilir. (Beni Temim) kabilesinden 70 kişi, Medine’ye gelip, dışarıdan bağırarak, Resûlullahı saygısızca çağırmışlardı. Bu âyet-i kerimeler, bunlara ceza olarak geldi. Bazı kimseler, kendilerinin Beni Temim soyundan olduklarını söylüyorlar. Bunun içindir ki hadis-i şerifte, “Kaba ve işkence yapıcılar şarktadır” ve “Şeytan, buradan fitne çıkarır” buyurarak, mübarek eli ile Necd tarafını gösterdi. Mezhepsizlerin bir kısmı da (Necdi) dir. Necd ülkesinden türedikleri için, bu isim ile anılmaktadırlar. Yukarıdaki hadis-i şerifin haber verdiği fitne, 1200 sene sonra ortaya çıktı. Necd’den Hicaz’a gelerek, müslümanların mallarını yağma ettiler. Erkeklerini öldürdüler. Kadınlarını ve çocuklarını esir aldılar. Kâfirlerin yapmadıkları kötülükleri, alçaklıkları yaptılar.
FAİDE: Yukarıdaki âyet-i kerimelerde, tekrar tekrar (Ey iman edenler!) buyuruldu. Bu da, Kıyamete kadar gelecek olan bütün müslümanların, Resûlullaha edebli olmalarını emretmektir. Yalnız Ashâb-ı kirâm için emredilseydi, (Ey Ashâb) denirdi. Nitekim, (Ey Resûlün zevceleri) ve (Ey Medine ahalisi) buyurulmuştur. Namazın, orucun, haccın ve zekatın ve başka ibadetlerin, kıyamete kadar, bütün müslümanlara farz olduklarını bildirmek için (Ey iman edenler?) buyurulmuştur. Böylece, vehhâbîlerin (Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” diri iken tazim lazım idi. Öldükten sonra saygı gösterilmez ve Ondan yardım istenmez) sözleri, âyet-i kerime ile çürütülmüş oldu.
Yukarıdaki âyet-i kerimeler, Allahü teâlâdan başkalarını da tazim lazım olduğunu göstermektedir. Bakara sûresi 104. âyetinde meâlen, (Ey iman edenler! Raina demeyiniz! Bize nazar et deyiniz. Allahü teâlânın hükümlerini dinleyiniz!) buyuruldu. Müminler, Resûlullaha (Raina), yani bizi gözet, koru derlerdi. Raina, yahudi lisanında sövmek, kötülemek olup yahudiler, Resûlullaha, bu manada Raina derlerdi. Kötü mânâsı da olduğu için bu kelimeyi kullanmayı, Allahü teâlâ, müminlere yasak etti. Enfal sûresi 33. âyetinde meâlen, (Sen aralarında olduğun için, Allahü teâlâ onlara azap yapmaz) buyuruldu. Kıyamete kadar azap yapılmayacağı vaat edildi. Bu âyet-i kerime, vehhâbîlerin (O, aranızdan gitti. Toprak oldu) sözlerini reddetmektedir.
Bakara sûresi 34. âyetinde meâlen, (Meleklere, Ademe karşı secde ediniz dediğimiz zaman, secde ettiler. Yalnız İblis secde etmedi) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Âdem aleyhisselâma tazim olunmasını emretmektedir. Şeytan, Allahü teâlâdan başkasına tazim olunmasını inkar ederek ve Peygamberlere hakaret ederek, bu emri dinlemedi. Vehhâbîler de şeytanın yolundadırlar. Yusuf aleyhisselâmın anası, babası ve kardeşleri de kendisine secde ederek saygı gösterdiler. Allahtan başkasına saygı, tazim şirk ve küfür olsaydı, Allahü teâlâ, sevdiği kullarını anlatırken bununla övmezdi. Ehl-i sünnete göre, Allahtan başkasına secde haramdır. İbadet secdesine benzediği için haramdır. Tazimi gösterdiği için değil!
Şeytan, Resûlullaha, hep Necdli ihtiyar şeklinde görünürdü. Kâfirler Mekke’de (Dar-ün-Nedve) denilen yerde toplanıp, Resûlullahı öldürmeye karar verdikleri zaman, şeytan Necdli bir ihtiyar şeklinde görünüp, nasıl öldüreceklerini öğretmişti. Onlar da, Necdli ihtiyarın dediğini yapalım demişlerdi. O günden beri, şeytana (Şeyh-i Necdi) denilmektedir. Muhyiddin-i Arabî hazretleri, (Müsamerat) kitabında diyor ki: Kureyş kâfirleri, Kâbe’yi tamir ederken, kabile reislerinden her biri, (Hacer-ül-esved) taşını, yerine ben koyacağım dediler. Yarın sabah ilk geleni hakem yapalım. Aramızdan Onun seçeceği koysun dediler. İlk olarak, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” geldi. O zaman, 25 yaşında idi. Bu gelen emindir. Bunun sözüne uyarız dediler. (Bir kilim getirip taşı içine koyunuz ve hepiniz kenarlarından tutup, taşın konulacağı yere kadar kaldırınız!) buyurdu. Sonra mübarek elleri ile taşı kilimin içinden alıp, duvardaki yerine koydu. O anda, şeytan, Şeyh-i Necdi şeklinde görünüp, bir taş göstererek, bunu da, destek olarak yanına koy dedi. Maksadı, o çürük taşın ileride ayrılarak, Hacer-i esvedin yerinden oynaması, bu yüzden, herkesin Resûlullaha uğursuz demesi idi. Resûlullah, bunu anlayıp (Euzü billahi mineş-şeytan-ir-racim) dedi. Şeytan, o anda kayboldu, kaçtı. Muhyiddin-i Arabî “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu yazısında, şeytanın Şeyh-i Necdi olduğunu dünyaya yaydığı için, bu büyük Veliye düşman oldular. Hatta kâfir dediler. Mezhepsizlerin üstadlarının, önderlerinin şeytan olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Vehhâbîler, Resûlullahtan yadigar kalan mukaddes yerleri ve türbeleri bunun için yıkıyorlar. Bu yerler, insanları müşrik yapıyor diyorlar. Mübarek yerlerde, Allahü teâlâya duâ etmek şirk olsaydı, Allahü teâlâ hacca gitmemizi emretmezdi. Resûlullah tavaf yaparken, Hacer-ül-esvedi öpmezdi. Arafatta, Müzdelifede duâ edilmez, Minada taş atılmaz ve Safa ile Merve arasında koşulmazdı. Bu mübarek yerler, böyle tazim olunmazdı.
Ensarın toplandığı yere, reisleri olan Sad bin Muaz “radıyallahü teâlâ anh” gelince, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” “Reisiniz için ayağa kalkınız?” buyurdu. Bu emir, Sad’i tazim etmeleri içindi. (Sad hasta idi. Onu hayvandan indirmek içindi) demek yanlıştır. Çünkü, hepsine emrolundu. İndirmek için olsaydı 1-2 kişiye emrolunurdu. Yalnız (Sad için) denirdi. (Reisiniz) demeye lüzum olmazdı.
Abdullah bin Ömer hac için Medine’den Mekke’ye giderken, yoldaki mübarek yerlerde, Resûlullahın oturduğu yerlerde durur, namaz kılar, duâ ederdi. Buralarla bereketlenirdi. Resûlullahın minberine ellerini koyar, sonra yüzüne sürerdi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel, Hucre-i saadeti ve minberini öperek bereketlenirdi. Hem Hanbeli mezhebinde olduklarını söylüyorlar, hem de, bu mezhebin imamının yaptığına şirk diyorlar. (Hanbeliyiz) demelerinin sahte olduğu anlaşılıyor. İmam-ı Ahmed bin Hanbel, imam-ı Şâfiî’nin gömleğini ıslatıp, bu suyu içti. Bununla bereketlendi. Hâlid ibni Zeyd Ebû Eyyüb-el-Ensârî “radıyallâhu anh”, Resûlullahın mübarek kabrine yüzünü sürdü. Biri gelip kaldırmak isteyince, (Beni bırak! Taşa, toprağa gelmedim. Resûlullahın huzuruna geldim) buyurdu.
Ashâb-ı kirâm, Resûlullahın eserleri ile teberrük ederlerdi. Abdest alırken kullandığı su ile mübarek teri ile bereketlenirlerdi. Gömleği, asası, kılıcı, nalınları, kadehi, yüzüğü ile ve kullanmış olduğu her şeyle bereketlenirlerdi. Müminlerin annesi Ümm-i Seleme’nin “radıyallâhu anha” yanında mübarek sakalından bir kıl vardı. Hasta gelince, kılı suda bırakır. Sonra çıkarıp bu suyu ona içirirdi. Mübarek kadehine su kor, şifa için içerlerdi. İmam-ı Buhari’nin kabrinden misk kokusu duyulurdu. Bereketlenmek için toprağından alıp götürürlerdi. Hiçbir âlim ve müftü buna mâni olmazdı. Hadis ve fıkıh âlimleri, bunlara izin vermiştir. (Usûl-ül-erbea) dan tercüme burada tamam oldu.
[Ashâb-ı kirâm ve Tabiin-i izam zamanlarında, hatta bin senesine kadar, Evliya, Suleha çoktu. Herkes bunları ziyaret ederek bereketlenir, dualarını alırlardı. Kabirle tevessül etmeye, cansız eşya ile bereketlenmeye lüzum kalmazdı. O zamanlarda bunların az yapılması, caiz olmadıklarını göstermez. Caiz olmasalardı, mâni olanlar bulunurdu. Hiçbir âlim mâni olmadı. Ahir-zaman yaklaştıkça, küfür alâmetleri, bidatler çoğaldı. İslam düşmanları, fen adamı, din adamı şekline girip, gençler aldatıldı. Bunlara (Zındık) denildi. Fen adamı şekline girip aldatanlara (Fen yobazı), din adamı şekline girip aldatanlara (Din yobazı) denildi. Dinsizlik, irtidad, nefslerine uyan azgınların, diktatörlerin işlerine yaradığı için, bu felaketi körüklediler. Âlimler, Veliler azaldı. Son zamanlarda, hiç görünmez oldular. Evliyanın kabirlerinden, eşyasından bereketlenmek zaruri oldu. Her işte, her ibadette olduğu gibi, bunlara da haramlar karıştırıldı. Böyle karışık olan meşru işlere mâni olmamak, bunlara karışmış olan bidatleri temizlemek lazım olduğunu, İslam âlimleri söz birliği ile bildirmişlerdir. Âlimlerin bu sözleri, (Ed-dürer-üs-seniyye firredd-i alel-vehhâbîye) kitabında yazılıdır. Okuyanların hiç şüphesi kalmaz. Bu kitap hicri 1319 ve 1347 senelerinde Mısır’da basılmış ve 1975’de, İstanbulda ofset baskısı yapılmıştır. Vehhâbîlerin Hicazdaki müslümanlara yaptıkları zulümler ve işkenceler kitaplarda uzun yazılıdır. Müslümanlar, kabir üzerine taş dikerler. Taşın üzerine meyyitin ismini yazarlar. Ziyarete gelenler, taştaki ismin sahibinin ruhuna Fâtiha ve duâ okurlar. Evliyanın kabrini ziyaret eden, ayrıca bunun ruhundan, şefaat ve duâ etmesini ister.
Tavsiye Yazı –> Vehhabilik Nedir?