Sual: Vehhabilik nedir? Vehhabiliğin görüşleri nelerdir? Vehhabiliği kim kurmuştur? Vehhabilik hakkında hangi eserlerde malumat bulabilirim?
Cevap: Müslüman olduklarını söyledikleri hâlde, Ehl-i sünnetten ayrılanlardan biri de, Vehhâbîlerdir. Bunlara Necdi de denir.
II. Abdülhamid han zamanındaki devlet adamlarından Ahmed Cevdet Paşa, 12 cilt Tarih-i Osmani kitabının 7. cildinde ve bahriye mirlivası Tuğamirali olan Eyüp Sabri Paşa yazdığı 5. ciltlik Mir’atü’l-haremeyn tarih kitabının, 3. cildi, 99. sayfasından başlayarak Vehhâbîliği uzun anlatmaktadırlar. Mir’atü’l-haremeyn tarihi Türkçedir. Süleymaniye kütüphanesinde mevcuttur. Aşağıdaki yazının çoğu paşanın bu kitabından alınmıştır. Paşa bu bilgileri, Ahmed Zeyni Dahlan’ın Fitnetü’l-vehhâbîye kitabından tercüme etmiştir.
Vehhâbîliği kuran, Muhammed bin Abdülvehhab’dır. 1699 senesinde Necd’de, Hüreymile kasabasında dünyaya gelmiş, 1792 senesinde ölmüştür. Önceleri, seyahat ve ticaret için, Basra, Bağdat, İran, Hind ve Şam taraflarına gitmiş, 1713 senesinde, Basra’da, ingiliz casuslarından, Hempher’in tuzağına düşerek, ingilizlerin İslamiyeti imha çalışmalarına alet olmuştur. Casusun yazdırdığı bozuk şeyleri, Vehhâbîlik ismi ile neşretti. Eline geçirdiği Harranlı Ahmed ibni Teymiyye’nin Ehl-i sünnete uymayan kitaplarını okumuş, Şeyh-i Necdi diye meşhur olmuştur. İngiliz casusu ile birlikte hazırladığı Kitabü’t-tevhid kitabına Mekke-i mükerreme âlimleri, hicri 1221 senesinde, çok güzel cevap yazarak, kuvvetli vesikalarla reddettiler. Seyfü’l-Cebbar ismindeki bu reddiye, sonradan Pakistan’da basılmış ve 1975 senesinde İstanbul’da ofset baskısı yapılmıştır. Abdülvehhab oğlu Muhammedin torunu Abdürrahman, Kitabü’t-tevhid’i şerh etmiş ve Muhammed Hamid adında bir vehhâbî, eklemeler yaparak, Fethu’l-mecid adı ile Mısır’da bastırılmıştır. Abdülvehhab oğlu Muhammedin düşünceleri, köylülere ve Der’iye ahalisi ile reisleri Muhammed bin Suud’a yayılmıştır. Vehhâbîlik ismini verdiği fikirlerini kabul edenlere Vehhâbî ve Necdi denir. Kendini kadı, Suud oğlu Muhammedi emir ve hakim tanıtmıştır. Kendilerinden sonra, hep çocuklarının bu makamlara geçmelerini kabul ettirmiştir.
Muhammedin babası Abdülvehhab, salih bir müslüman idi. Bu ve Medine’deki âlimler, Abdülvehhab oğlunun yanlış bir yol tutacağını anlamış, herkese, bununla konuşmamalarını nasihat etmişlerdi. Fakat, 1737 senesinde Vehhâbîliği ilan etti. Din âlimlerinin ictihadlarını kötüledi. Ehl-i sünnet vel-cemaate kâfir diyecek kadar ileri gitti. Peygamberlerin ve Evliyanın mezarlarına gidip de, ona karşı (Ya Nebiyallah), (Ya Abdelkadir!) gibi söyleyen müşrik olur, dedi.
Vehhâbîlere göre, Allahü teâlâdan başka bir şeyin bir iş yaptığını söyleyen, müşrik, kâfir olur imiş. Mesela “Filan ilaç ağrıyı kesti” veya “Filanca Peygamberin veya Velînin mezarı yanında Allahü teâlâ duamı kabul etti” diyen müşrik olur imiş. Bu düşüncelerini ispat için, Fâtiha sûresindeki “İyyake nestein”, yani “Biz yalnız senden yardım bekleriz” mealindeki âyet-i kerimeyi ve tevekkül etmeyi bildiren âyet-i kerimeleri senet gösterdi.
Ayinesi işidir kişinin, lafa bakılmaz.
Şahsın görünür rütbe-i aklı, eserinde!
(El-Usûlü’l-erbea fi-terdidi’l-vehhâbîye) kitabında 2. aslın sonunda, fârisî olarak diyor ki: Vehhâbîler ve bunlar gibi mezhepsizler (Mecaz) ve (İstiane) ne demek olduğunu anlayamıyorlar. Bir kimsenin bir iş yaptığını söylemeye, bu söz mecaz olarak söylenmiş olsa bile hemen şirk ve küfür diyorlar. Halbuki Allahü teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmin birçok yerinde, bir işin hakiki yapıcısının kendisi olduğunu, mecazi yapıcısının da kullar olduğunu bildirmektedir. Enam sûresi 57. âyetinde ve Yusuf sûresinde, bir ayette meâlen, “Hüküm, ancak Allahındır”, yani hakim yalnız Allahü teâlâdır, buyuruldu. Nisa sûresi 64. âyetinde meâlen, “Aralarındaki anlaşmazlıklarda, seni hakim yapmadıkça, iman etmiş olmazlar” buyurulmuştur. Birinci âyet-i kerime, hakiki hakimin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildiriyor. 2. âyet-i kerime ise, insana da, mecaz olarak hakim denileceğini bildiriyor.
Her müslüman, diriltenin ve öldürenin, yalnız Allahü teâlâ olduğunu bilmektedir. Çünkü, Yunus sûresi 56. âyetinde meâlen, “Dirilten ve öldüren, yalnız Odur” ve Zümer sûresi 42. âyetinde meâlen, “Ölüm zamanında insanı, Allahü teâlâ öldürüyor” buyuruldu. Secde sûresi 11. âyet-i kerimesinde ise, meâlen, mecaz olarak, “Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor” buyuruldu. [Mâide sûresi 30. âyetinde “Âdem aleyhisselâmın oğlu, kardeşini öldürdü” buyuruyor. Bu âyet-i kerime, Vehhâbîleri rezil etmektedir.]
Hastalara şifa veren yalnız Allahü teâlâdır. Çünkü, Şura sûresi 80. âyetinde meâlen, “Hasta olduğum zaman, bana ancak O şifa verir” buyuruldu. Âli-i İmrân sûresi 49. âyetinde ise meâlen, İsa aleyhisselâmın, “Amanın gözünü açarım ve Baras illetini iyi ederim ve Allahü teâlânın izini ile ölüleri diriltirim” dediğini bildirmektedir. [Baras, ebreş (Vitiligo) denilen cilt hastalığıdır. Derinin rengi gider. Büyük beyaz lekeler olur. Yahut, albino hastalığıdır. Vücudun tamamı beyazdır.] İnsana evlat veren, hakikatte Allahü teâlâdır. Cebrâil aleyhisselâmın ise, mecaz olarak, “Sana, temiz bir oğul veririm” dediğini, Meryem sûresi 18. ayeti bildirmektedir.
İnsanın hakiki sahibi Allahü teâlâdır. Bakara sûresi 257. âyetinin meal-i şerifi, “Allahü teâlâ, iman edenlerin velisidir” bunu açıkça bildiriyor. Mâide sûresi 56. âyetinde meâlen, “Sizin veliniz, Allahtır ve Onun Resûlüdür” ve Ahzab sûresi 6. âyetinde meâlen, “Peygamber, müminlere, kendilerinden daha çok sahiptir!” buyurarak, kulun da mecaz olarak velî olduğu bildirilmektedir. Bunlar gibi hakiki yardımcı, Allahü teâlâdır. Kullarına da, mecaz olarak muin demiştir. Mâide sûresi 3. âyetinde meâlen, “İyilikte ve takvada birbirinize yardımcı olunuz!” buyuruldu. Vehhâbîler, Allahtan başkasının kulu diyene, mesela Abdünnebi, Abdürresûl diyen müslümana müşrik diyorlar. Halbuki Nur sûresi 32. âyetinde meâlen, “Evli olmayan kadınlarınızı ve kullarınızdan ve cariyelerinizden salih olanları evlendiriniz!” buyuruldu. İnsanların hakiki Rabbi, Allahü teâlâdır. Fakat, mecaz olarak, başkasına da rab denilir. Yusuf sûresi 42. âyetinde meâlen, “Rabbinin yanında beni söyle!” buyruldu.
Vehhâbîlerin en çok takıldıkları şey, (İstigase) kelimesidir. Allah’tan başkasından yardım istemek, ona sığınmak şirktir diyorlar. Evet, hakiki istigase olunacak, yalnız Allahü teâlâdır. Bunu bilmeyen hiçbir müslüman yoktur. Fakat, başkasından da istigase olunacağını, mecaz olarak söylemek caizdir. Çünkü, Kasas sûresi 15.âyetinde meâlen, “Onun kavminden olan, düşmanına karşı, ondan istigase etti” buyuruldu. Hadis-i şerifte de, “Mahşer yerinde, Âdem aleyhisselâmdan istigase edeceklerdir” buyuruldu. (Hısn-ül-hasin) de yazılı hadis-i şerifte, “Yardım isteyen kimse, Ey Allahın kulları bize yardım ediniz desin!” buyuruldu. Bu hadis-i şerif, yanında olmayan kimseye seslenerek, ondan yardım istemeyi emretmektedir. (El-Usûl-ül-erbea) kitabından tercüme burada tamam oldu. Bu kitap, fârisî olup 1928’de Hindistan’da basılmış,1975’de, İstanbul’da ofset üsulü ile 2. baskısı yapılmıştır. Bu kitabın yazarı, imam-ı Rabbânî hazretlerinin torunlarından Muhammed Hasan Can sahiptir. Can sahip, (Tarik-un-necat) kitabında da, vehhâbîlere ve diğer mezhepsizlere kıymetli cevaplar vermektedir. Bu kitabı, Arabî olup urdu diline tercümesi ile birlikte, hicri 1350 senesinde Hindistan’da basılmış ve 1976’da İstanbul’da, ofset baskısı yapılmıştır.
[Her kelimenin belli bir mânâsı vardır. Buna hakiki mânâsı denir. Bir kelime, kendi hakiki mânâsında kullanılmayıp da, bir bağlantısı, ilişkisi bulunan başka bir manada kullanılınca, bu kelimeye (Mecaz) denir. Allahü teâlâya mahsus olan bir kelime, mecaz olarak, insanlar için kullanılınca, vehhâbîler bunu hakiki manada kullanıldı sanıyorlar. Bunu söyleyene müşrik, kâfir diyorlar. Böyle kelimelerin, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde de insanlar için mecaz olarak kullanıldıklarını düşünmüyorlar].
Resûlullahtan “aleyhisselâm” ve Evliyadan şefaat istemek, (İstiane) etmek, yani yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak demek değildir. Bulut vasıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, top, bomba, füze, tayyare kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek, hep Allahü teâlâdan İstianedir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Peygamberler “aleyhimüsselâm” hep sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeyi yemek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harp vasıtaları ve talim terbiye yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duâyı kabul etmesi için de, Peygamberin, Evliyanın ruhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebepleri, vasıtaları kullanırken, sebeplere, mahluklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Yukarıda yazılı âyet-i kerimenin mânâsı da, böyle olduğunu göstermektedir. Yani, müminler her namazda Fâtiha sûresini okurken, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi, fenni sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız Sen olduğuna inanıyorum. Yalnız Senden bekleyorum!) demektedir. Her gün böyle söyleyen müminlere müşrik denilemez. Peygamberlerin, Velilerin ruhlarından yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Bunların müşrik olmadıklarını, halis mümin olduklarını (Fâtiha) sûresinin bu ayeti açıkça haber vermektedir. Vehhâbîler maddi, fenni sebeplere yapışıyor, nefslerinin isteklerine kavuşmak için, her vesileye, her çareye başvuruyorlar. Peygamberleri ve Evliyayı vesile edinmeye niçin şirk diyorlar.
Abdülvehhab oğlunun sözleri nefse uygun geldiğinden, din bilgisi olmayanlar kolay inandı. Ehl-i sünnet âlimlerine, doğru yoldaki müslümanlara kâfir dediler. Emirler, kuvvetlenmek için, vehhâbîliği uygun buldular. Arap kabilelerini, vehhâbî olmaya zorladılar. İnanmayanları öldürdüler. Köylüler, ölüm korkusu ile Der’iye emri Muhammed bin Süud’ün emrine girdi. Vehhâbî olmayanların mallarına, canlarına, ırzlarına, kadınlarına saldırmak için, emre asker olmak işlerine iyi geldi.
Abdülvehhab oğlu Muhammedin kardeşi şeyh Süleyman efendi, Ehl-i sünnet alimi idi. Vehhâbîliği reddeden (Savaiku’l-ilâhiye firredd-i alel-vehhâbîyye) kitabını yazarak, bu sapık fikirlerin yayılmasını önledi. Bu kıymetli kitap, [1306] senesinde basılmış, 1395 [m. 1975] de İstanbul’da ofset baskısı yapılmıştır. Muhammedin yanlış bir çığır açtığını anlayan hocaları da, onun bozuk kitaplarına güzel cevaplar yazdılar. Onun doğru yoldan saptığını açıkladılar. Vehhâbîlerin âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış mânâ verdiklerini ispat ettiler. Fakat, bunların hepsi, köylülerin ehl-i imana karşı olan kinlerini, düşmanlıklarını arttırdı.
Vehhâbîlik, cahiller tarafından, ilim ile değil, ingiliz parası ve silahları ile ve zulüm ederek, kan dökerek yayıldı. Bu yolda ellerini kana bulayan zâlimlerin en taş yüreklisi, Der’iye emri Muhammed bin Süud idi. Bu adam, Beni Hanife kabilesinden olup Müseylemet-ül-kezzabın peygamberliğine inanan ahmakların soyundan idi. 1765’de öldü. Yerine oğlu Abdülaziz geçti. Bu da, bir şiî tarafından öldürüldü. Yerine oğlu II. Suud geçti ve hicri 1231’de öldü. Yerine oğlu Abdullah geçti ve hicri 1240 da, İstanbul’da idam edildi. Yerine, Abdülaziz’in torunlarından Terki bin Abdullah geçti. 1254’de, bunun oğlu Faysal geçti. Hicri 1282 de oğlu Abdullah emir yapıldı. Bunun kardeşi Abdürrahman ile oğlu Abdülaziz Kuveyt’e yerleşti. Abdülaziz 1901’de Rıyad’a gelip, emir oldu. İngilizlerin yardımı ile Mekke’ye saldırdı. 1932’de, Süudi arabistan devletini ilan etti. Süudi Arabistan emri Faht’ın, Afganistan’daki Ehl-i sünnet mücahitleri ile harp etmekte olan Rus kâfirlerine dört milyar dolar yardım yaptığını 1991 tarihli gazetelerde okuduk.
Vehhâbîler, Allahın birliğinde halis olmak, küfürden kurtulmak yolunda imiş. Bütün müslümanlar, 600 seneden beri şirk içinde imiş. Müslümanları şirkten, küfürden kurtarmaya çalışıyorlarmış. Kendilerini haklı göstermek için, Ahkaf sûresi 5. ve Yunus sûresi 106. âyet-i kerimelerini de ileri sürüyorlar. Halbuki bunlar gibi âyet-i kerimelerin, müşrikler için gelmiş olduğunu tefsirler bildirmektedir. Bu âyet-i kerimelerin birincisinde meâlen, “Allahü teâlâyı bırakıp da kıyamete kadar hiç işitmeyen şeylere duâ eden kimseden daha sapık kimse yoktur”, ikincisinde meâlen, “Mekke müşriklerine söyle! Bana emrolundu ki Allahü teâlâdan başka şeylere, faydası ve zararı olmayan şeylere duâ etme! Eğer Allahü teâlâdan başkasına duâ edersen, kendine zulüm etmiş, zarar etmiş olursun” buyuruldu.
Vehhâbîlerin (Keşif-üş-şübühat) kitabı, Zümer sûresinin 3. ayetini de ele alıyor. Bu ayette, meâlen, “Allahtan başkasını Velî edinenler, biz bunlara tapınıyor isek, bizi Allaha yaklaştırmaları için, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz derler” buyurulduğunu yazıyor. Bu âyet-i kerime, putlara tapan müşriklerin sözlerini bildirmektedir. Şefaat isteyen müminleri, bu müşriklere benzetiyor. (Müşrikler de putların yaratıcı olmadığını, yaratıcı yalnız Allahü teâlâ olduğunu söylerdi) diyor. (Ruhu’l-beyan) da, bu âyet-i kerimenin tefsirinde diyor ki “İnsan, kendisinin ve her şeyin yaratıcısını tanımaya elverişli olarak, yaratılmıştır. Yaratıcısına ibadet etmek ve Ona yaklaşmak arzusu, her insanda vardır. Fakat böyle elverişli yaratılmış olmanın ve bu isteğin kıymeti yoktur. Çünkü, nefs, şeytan ve kötü arkadaş, insanı aldatarak [yaratılışındaki bu arzuyu yok eder. Ya, yaratana ve kıyamet gününe inanmaz olur. Komünistler ve masonlar böyledir. Yahut] müşrik yapar. Müşrik, Allahü teâlâya yaklaşamaz. Onu tanıyamaz. Şirkten uzaklaşıp, Tevhide sarılarak hâsıl olan marifet, tanımak, kıymetlidir. Bunun alâmeti, Peygamberlere ve kitaplarına inanmak ve bunlara uymaktır. İnsan, Allahü teâlâya ancak böyle yaklaşabilir. Secde etmek, İblisin yaratılışında vardı. Fakat, nefsine uyarak, secde etmek istemedi. Eski Yunan Felsefecileri de, Allahü teâlâya yaklaşmayı, Peygamberlere uyarak değil, kendi akıllarına, nefslerine uyarak istedikleri için kâfir oldular. Müminler Allahü teâlâya yaklaşmak için, İslamiyete uyuyor. Kalpleri nur ile doluyor. Ruhlarına Cemal sıfatları tecelli ediyor. Müşrikler, Allahü teâlâya yaklaşmak için, Peygambere, İslamiyete uymıyorlar. Nefslerine, noksan olan akllarına, bidatlere uyuyorlar. Kalpleri kararıyor. Ruhları perdeleniyor. Putlara, bize şefaat etmeleri için tapınıyoruz demelerinin yanlış olduğunu, Allahü teâlâ, bu ayetin sonunda haber veriyor”.
Görülüyor ki Lokman sûresi 25. âyetinde meâlen, “Kâfirlere sorarsan, yeri ve gökleri kim yarattı dersen, elbette Allah yarattı derler” ve Zuhruf sûresi 87. âyetinde meâlen, “Allahtan başkasına tapınanlara, bunları kim yarattı diye sorarsan, elbette Allah yarattı derler” buyuruluyor. Bu âyet-i kerimeleri ele alarak [mezhepsizlerin, “Müşrikler de yaratıcının yalnız Allah olduğunu biliyorlardı. Putlarının kıyamette kendilerine şefaat etmeleri için tapınıyorlardı ve putlara tapındıkları için müşrik ve kâfir oldular” diyerek, müşrikleri müdafea etmeleri çok haksızlıktır.]
Müminler, Peygamberlere ve Evliyaya tapınmıyor ve bunların Allahü teâlâya şerik, ortak olmadığını söylüyorlar Peygamberlerin ve Evliyanın, mahluk, birer kul olduğuna, ibadet edilmeye hakları olmadığına inanıyorlar. Onların, Allahü teâlânın sevdiği kulları olduğuna, Allahü teâlânın, sevdiklerinin bereketi ile kullarına merhamet edeceğine inanıyorlar. Zararı ve faydayi yaratan yalnız Allahü teâlâdır. Tapınmaya hakkı olan yalnız Odur. Sevdiklerinin bereketi ile kullarına merhamet eder diyorlar. Müşrikler, yaratılışlarında mevcut olan marifetten dolayı, putlarının yaratıcı olmadığını söylüyor ise de, bu tabii marifeti Peygamberlere uyarak kuvvetlendirmedikleri için, putların tapınmaya hakları olduğuna inanıyor, bunun için tapınıyorlar. Putların ibadet olunmaya hakkı vardır dedikleri için müşrik oluyorlar. Yoksa, bize şefaat etmelerini istiyoruz dedikleri için müşrik olmazlar. [Putlardan şefaat beklemek batıl, yani bozuk bir inanıştır. Böyle inanmak caiz değildir. Fakat böyle inanmak şirk de değildir. Putlara tapınmak şirktir.] Görülüyor ki Ehl-i sünneti puta tapan kâfirlere benzetmek, tamamen yanlıştır. Bu âyet-i kerimelerin hepsi, putlara tapınan kâfirler ve müşrikler için gelmişti. (Keşfü’ş-şübühat) vehhâbî kitabı, âyet-i kerimeyi tevil ederek, âyet-i kerimeye yanlış mânâ vererek ve bozuk mantık yürüterek, Ehl-i sünnet olan müslümanları müşriklere benzetiyor.
(El-fecir-üs-sâdık firredd-i alâ münkiri-t-tevessüli-velkeramati-vel-havarık) kitabında, yukarıda bahs edilen Zuhruf sûresi 87. âyet-i kerimesi tefsir edilmiş, vehhâbîlerin yanlış mânâ verdikleri ispat olunmuştur. Bu kitabı, Irak âlimlerinden Cemil Sıdki Zehavi yazmış, 1905’de Mısırda basılmıştır. 1976’da, İstanbulda ofset ile ikinci baskısı yapılmıştır. 2001’de yeniden tab’ edilmiştir. Cemil Sıdki İstanbul Üniversitesinde (İlm-i kelam) üzerinde dersler vermiş, 1936’da vefat etmiştir. 1956’da basılan (Müncid) lügat kitabında resmi vardır.
Abdullah ibni Ömer hazretlerinin bildirdiği iki hadis-i şerifte, “Onlar doğru yoldan ayrıldı. Kâfirler için inmiş olan âyet-i kerimeleri, müminlere yüklediler” ve “Ümmetim için korktuklarımın en korkuncu, Kur’ân-ı Kerîme kendi görüşlerine göre mânâ vermeleri, yersiz tercüme etmeleridir” buyuruldu. Bu iki hadis-i şerif, mezhepsizlerin ortaya çıkacaklarını ve kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri müminlere yükleteceklerini, yanlış mânâ vereceklerini haber vermektedir.
Abdülvehhab oğlu Muhammedin yanlış fikirler taşıdığını, müslümanlar için ilerde zararlı olacağını anlayarak buna nasihat verenlerden biri, Medine’nin büyük âlimlerinden, şeyh Muhammed bin Süleyman Medenidir. Şâfiî fıkıh alimi olan bu zâtın, çok kitabı vardır. İbni Hacer-i Mekki’nin (Minhac) a yaptığı (Tuhfetü’l-muhtac) ismindeki şerhe olan haşiyesi meşhurdur. 1780’de Medine’de vefat etti. (El-fetava) adındaki 2 cilt kitabında, “Ey Abdülvehhab oğlu! Müslümanlara dil uzatma! Allah rızası için sana nasihat ediyorum. Evet, işleri, Allahtan başkası yapar diyen olursa, ona doğruyu söyle! Fakat, sebeplere yapışanların ve sebepleri de, sebeplerin tesir kuvvetlerini de, Allahın yarattığına inananların kâfir olduğu söylenemez. Sen de bir müslümansın. Müslümanların hepsi yerine, birine sapık demek daha doğru olur. Sürüden ayrılanın sapıtması daha kolaydır. Nisa sûresi 114. âyetinde meâlen, (Kendisine doğru yol gösterildikten sonra, Peygamberlerin yolundan ayrılan, müminlerin inanışlarını ve ibadetlerini terkeden kimseyi, ahirette dost olduğu küfür ve irtidad üzere diriltir ve Cehenneme atarız) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, sözümün doğru olduğunu göstermektedir” diyor.
Tavsiye Yazı —> Vehhabilerin başlıca fikirleri nelerdir?